1839 tarihli Tanzimat Fermanının mahiyeti nedir?

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
1839 tarihli Tanzimat Fermanının mahiyeti nedir? Osmanlı Devleti’nde hak ve hürriyetler hareketi ilk defa bu fermanla mı başlamıştır?



Maalesef Cumhuriyet devri hukukçuları ve hususan hak ve hürriyetlerle alakalı çalışma yapanlar, Osmanlı Devleti’nde 1839’da ilan edilen Tanzîmât Fermanından önce insan hak ve hürriyetlerinden bahs edilemeyeceğini, çünkü ülkede tam bir mutlakıyetin hâkim olduğunu, çekinmeden söyleyebilmektedirler. Bunlara göre, Mustafa Reşid Paşa’nın gayretleriyle Padişah Abdülmecid tarafından ilan edilen Tanzîmât Fermanı veya diğer adıyla Gülhâne Hattı Hümâyunu, bir hak ve hürriyetler beyannâmesi olmaktan ziyâde, devlet içinde adaletin gerçekleştirilmesi için atılmış bir adım ve hak ve hürriyetlerle ilgili güzel bir başlangıçtır. Bu belge ile ilk defa can, mal ve namus emniyeti muhafaza altına alınmış ve hukuk devleti olma yolunda ilk adım atılmıştır.
Bir kısım araştırmacılar ise, biraz daha hakikate yaklaşarak Tanzimat Fermanının, bir hak ve hürriyetler beyannâmesi olmaktan ziyâde, bir yenileşme ve batılılaşma hareketinin başlangıcı olduğunu belirtmişlerdir. Bu batılılaşma gayretleri içinde, fermanda, evvelâ fark gözetmeksizin bütün teb’anın şahsî hak ve hürriyetlerine ait garantiler va’d edilmiş ve bunları fiilen tahakkuk ettirecek hukukî düzenlemelerin bir an evvel yapılacağı belirtilmiştir. Sonra da malî, idarî, askerî ve adlî konulara ait bazı düzenlemelerin yapılması zarureti ısrarla vurgulanmıştır.
Halbuki Tanzîmât Fermanından evvel Müslüman ülkelerde ve dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde vatandaşın temel hak ve hürriyetleri yoktu, hukuk devletinden bahsedilemezdi ve mutlakıyet ile idare edilen devlet olmasından dolayı temel hak ve hürriyetler Padişahın iki dudağı arasındaydı gibi peşin fikirlerle meseleye bakmak, İslâm Hukukunu ve tarihini bilmemek demektir.
Evvelâ şunu vuzuha kavuşturmak istiyorum: Osmanlı devleti, bir İslâm Devletiydi ve dolayısıyla bazı örnekler sunduğumuz ve daha sonra da farklı sorularda açıklayacağımız insan hak ve hürriyetlerini kabul ve tatbik ediyorlardı. Son dönemdeki bazı araştırmacıların iddia ettikleri gibi, batılı anlamda mutlakıyet hüküm sürmüyordu. Osmanlı Devleti’nin hukuk nizâmını İslâm Hukuku olarak görmeyenler ve Osmanlı Devleti’nin hukukî mevzuatını Padişahın dudakları arasından çıkan hükümler olarak kabul edenler, bu hatayı, bilerek veya bilmeyerek işlemişlerdir. Durum bilinenin tam tersinedir. Batıda Kralların idaresinde tam bir mutlakıyet hâkimdir. Yani krallar, hem yasama, hem yürütme ve hem de yargı gücünü ellerinde bulunduruyorlardı. Feodal nizâm gereği toprağın ve topraklarında sakin olan ahalinin de mâliki sayılıyorlardı. İslâm Hukukunda ve bu hukuk sistemini kabul eden Osmanlı Devleti’nde ise, bu manada mutlakıyet asla mevcut değildi. Zira yasama gücü, % 90 itibariyle Allah ve Resulünün elindeydi. Şer’î hükümlere Padişah müdâhale edemiyordu ve dolayısıyla şer’î hükümlerle tesbit ve ta’yin edilen hak ve hürriyetlere kimse müdahale edemezdi. Olsa olsa şer’î hükümlere muhalefet ve suiistimal olabilirdi. Yargı gücü de, hâkim olacak vasıflara hâiz bulunmadıkça Padişaha bu hak tanınmamıştı. Yürütme ise, şer’î hükümlere uygun olarak devleti idare etmek demekti ve işte bu konuda yani icranın başı olması haysiyetiyle bir mutlakıyet yani bütün icra gücünün Padişah’da birleşmesi mevzu bahisti. Bu manada bir mutlakıyetin ise, hak ve hürriyetlere zararı, sadece bazı uygulamalar ve suiistimaller sebebiyle olabilirdi.
O halde biraz sonra metnini daha yakından göreceğimiz Tanzimat Fermanı, uygulamadaki bazı aksaklıkları dile getiriyordu. Yoksa Asrı Sa’âdetten beri var olan insan hak ve hürriyetlerini ilk defa gündeme getirmiyordu.
Bir diğer önemli husus da bu ve müte’âkip Fermanların neşrinde, Batılı devletlerin baskısının bulunması, batılılara göre gayri müslimlere İslâm Hukuku tarafından getirilen bazı istisnaî kayıtlama ve sınırlamaların kaldırılması isteğinin bulunması ve daha kısa bir ifadeyle İslâm’dan uzaklaştırmaya muvaffak olamadıkları Osmanlı Devleti’ni, batılılaşma ve asrîleşme terâneleriyle kendi benliklerinden ayırma arzuları bulunmaktaydı. Yoksa İslâm Hukukunda insanların temel hak ve hürriyetlerinin nasıl korunduğunu ve Osmanlı Devleti’ndeki perişanlığın, hak ve hürriyetlerin olmayışından değil, suiistimalinden ileri geldiğini onlar da biliyorlardı.
Bildiklerini gösteren ve bize de ibret dersi olması gereken Hollandalı bir hukukçuya dair Tanzimat değerlendirmesini, özetleyerek buraya almak istiyoruz: (1897’de II. Abdülhamid’e takdim ettiği Lâyihasında diyor:)
"İslâm Hukukunun Osmanlı Devleti’nde şimdiye kadar tatbik edildiği gibi, resmen ve fiilen şimdi de tatbik olunsaydı, bu memleket, asrımızın başından beri duçar olduğu felâketlere ma’ruz kalmazdı. Suiistimalleri ve zulümleri gören idareciler ve başta II. Mahmûd, Tanzimat’ın lüzumunu hissetmeğe başladılar. Bâbı Âlî, bir taraftan Hıristiyan devletlerin tehditlerinden ve diğer taraftan dâhildeki ahalinin galeyana gelen fikirlerinden ürkerek, devleti büyük bir vartadan ve tehlikeden kurtarmak emeliyle Avrupa’ya meyletmeğe başlamıştır. Bizi taklid etmekten ibaret olan bu yeni meslek, görünürde güzel görünüyorsa da, kanaatime göre, Devleti Aliyye’de icra olunan ıslâhatın semeresiz kalmasına sebep bu meslek olmuş idi. Anlamadılar ki, Osmanlı Devleti’nde nizâm ve güzel idarenin te’sisi için, Osmanlı Devleti’nin aslî kanunlarını ve mülkî esaslarını, başka devletlerdeki kanunlara benzetmek lâzım değildir.
İşte bu inceliklere ademi vukuftan dolayı, birinin söylediğini diğeri anlamaz oldu. İlk ıslâhat olmak üzere, 1839 senesinde Gülhâne’de okunan Tanzimat fermanı neşr olundu. Bu Fermanla, Padişah, müslim ve gayrı müslim teb’anın can, ırz ve mallarının korunmasını garanti altına almıştır. Bunun sebebi, Osmanlı Devleti’nde mezkûr hususlar garanti altında olmadığından değildir. Belki bizim kanunlarımız böyledir. Bize benzemek için yapılmıştır".
Tanzîmât Fermanı’nın daha iyi anlaşılması için tam metnini sadeleştirerek almak istiyoruz:

"Benim Vezirim,
Herkesin bildiği gibi, Devleti Aliyye’mizin kuruluşundan beri, Kur’ân’ın yüce hükümlerine ve şer’î kanunlara kemaliyle uyulduğundan, yüce saltanatımızın kuvvet ve şerefi, bütün teb’anın refah ve ma’muriyeti, zirveye ulaşmıştı. 150 sene vardır ki, birbirini takip eden gaileler ve çeşitli sebeplere mebnî, ne şer’i şerife ve ne de kanunlara uyulmamış ve bu sebeple de evvelki kuvvet ve ma’muriyet, tam tersine çevrilerek, zayıflığa ve fakirliğe yerini bırakmıştır. Halbuki şer’î kanunlar altında idare olunmayan memleketlerin pâyidâr olamayacağı çok açık gerçeklerdendir.
Padişahlık makamına cülusumuzdan beri, hayırlı fikir ve eserlerimiz, sadece ve sadece memleketin Imarı ve ahalinin refahı meselelerine münhasırdır. Devletimizin coğrafi mevkii, münbit arazisi ve halkının kabiliyetlerine bakılacak olursa, gerekli teşebbüslere baş vurulduğu takdirde, 510 sene zarfında, Allah’ın inâyetiyle istenen şekle geleceği aşikârdır.
Allah’ın avn ü inayetine itimad ve Hz. Peygamber’in manevî ruhâniyetine istinâd ederek, bundan böyle Devleti Aliyye’mizin en güzel şekilde idaresi için, bazı yeni kanunlar vaz’ etmek gerekmektedir. Zarurî olan bu kanunların temelini, can emniyeti, ırz, namus ve malın muhafazası, vergi tayin ve tesbiti ve gerekli askerin celp ve istihdamı konuları teşkil edecektir.
Gerçekten dünyada, candan ve ırz ile namustan daha aziz bir şey olmadığından, bir adam onları tehlikede gördükçe, yaratılışı itibariyle hıyanete meyli olmasa bile, can ve namusunu muhafaza için, bazı hıyanet yollarına dahi teşebbüs edeceği ve bunun da devlet ve memlekete zararlı olacağı herkesçe müsellemdir. Tam tersine can ve namusundan emîn olanlar, doğruluk ve istikâmetten ayrılmayacakları gibi, işi ve gücü devlet ve milletine hüsni hizmet olacağı gayet açıktır. Mal emniyetinin bulunmaması halinde ise, herkes ne devletine ve ne de milletine ısınamaz, memleketin imarına bakamaz; dâima endişe ve ıztırap içinde kalır. Aksi takdirde yani mal ve mülkünden tam emin olması halinde, kendi işi ile meşgul olur, maîşet dâiresini genişletmekle uğraşır. Kendisinde gün be gün devletmillet gayreti ve vatan sevgisi artar. Ona göre hüsni hizmete çalışır.
Vergi tayin ve tesbitine gelince, bir devlet memleketi muhafaza için elbette askere ve diğer gerekli masrafları yapmağa muhtaçdır. Bu da akçe ile olur. Akçe de teb’anın vergisiyle elde edilir. Bu sebeple vergi meselesinin en güzel şekilde halline bakılmak çok önemlidir. Gerçi daha önceleri gelir zannedilen vergide tekel belâsından, Allah’a hamdolsun, memleketimizin ahalisi, daha önce kurtulduysa da, bu konuda tahrip edici âletlerden olup hiç bir zaman yararlı meyvesi görülemeyen iltizâm usulü, bugün yürürlüktedir. İltizâm usulü, bir memleketin siyasî maslahat ve malî işlerini bir tek adamın irâdesine ve belki onun kahır pençesine teslim demektir. Eğer teslim edilen adam da iyi bir insan değilse, sadece kendi çıkarına bakıp bütün hareketleri gadr ve zulümden ibaret kalır.
Bu sebeple, bundan sonra, memleket ahalisinden her ferdin, malvarlığı ve maddî gücüne göre uygun bir vergi vermesi, kimseden fazla bir şey alınmaması, Devleti Aliyye’mizin karada ve denizde askerî masrafları ve diğer giderlerinin dahi gerekli kanunlarla açıklanması ve sınırlanması ve bunlara göre icrââtın yapılması zaruridir.
Asker meselesine gelince, yukarıda zikredildiği gibi, vatanın korunması için asker vermek ahalinin boynunun borcu ise de, şimdiye kadar cari olduğu şekliyle, bir memleketin mevcut nüfusuna bakılmayarak, kiminden tahammül gücünden fazla ve kiminden noksan asker istenilmek, hem nizamsızlığı ve hem de zirâ’at ve ticâretin bozulmasını muciptir. Ayrıca askere gelenlerin ömürlerinin sonuna kadar istihdamları da, füturu ve neslin kesilmesini gerektirmektedir. Bu sebeple de her memleketten lüzumu takdirinde, talep olunacak asker için, güzel bir yol bulunması ve dört yahut beş sene süresince istihdam olunması ve böylece nöbetleşe vatan hizmetinin yapılması gerekmektedir.
Velhâsıl bu gerekli kanunlar vaz’ edilmedikçe, kuvvet, ma’muriyet, âsâyiş ve istirahatin te’mini mümkün değildir. Hepsinin esası da, kısaca izahı yapılan temel meselelerden ibarettir
Bundan sonra suçluların da’vaları, şer’î kanunlar gereğince, alenen görülüp karar verilmedikçe, hiç kimse hakkında gizli ve açık idam ve zehirleme mu’âmelesinin icrası caiz değildir. Hiç kimse tarafından diğerinin ırz ve namusuna tasallut vuku’ bulmamalıdır. Herkes mal ve mülküne tam bir serbestlik içinde mâlik ve mutasarrıf olacak ve kimse kendisine müdâhele edemeyecektir. Faraza birinin töhmet ve kabahati vukuunda, onun mirasçıları, o töhmet ve kabahatten beri olacaklarından, onun malını müsadere ederek, mirasçıları, miras haklarından mahrum edilmeyecektir.
Osmanlı teb’ası olan Müslümanlar ve diğer din mensupları, bu hükümlerden, istisnasız istifade edeceklerdir. Can, mal ve namus meselelerinde şer’î hükümler gereği bütün memleketimiz tam bir emniyet verilmiş ve diğer hususlarda da ittifakla kararlar alınarak işlerin halli yoluna gidilmesi lüzumu te’yid edilmiştir.
Meclisi Ahkâmı Adliye üyeleri gereği kadar çoğaltılacak; Devleti Aliyye’nin vekilleri ve diğer devlet ricali, tayin olunacak günlerde toplanacak; hepsi de fikir ve mütâla’alarını hiç çekinmeden serbestçe söyleyeceklerdir.
Can ve mal emniyeti ve vergi tayini hususlarına dair gerekli kanunlar, bir taraftan kararlaştırılarak çıkarılacak; askerî konulardaki düzenlemeler Bâbı Seraskerî’nin Dârı Şûrâ’sında konuşulacaktır.
Her bir kanun karara bağlandıkça, Allah’ın dilediği kadar yürürlükte kalmak üzere, üst tarafı hattı Hümâyunumuzla tasdik edilmek için, tarafımıza arz edilecektir
Bu şer’î kanunlar, sadece ve sadece din ü devlet ve mülk ü milleti ihya için vaz’ edileceğinden, tarafımızdan hilâfına hareket vuku1 bulmayacağına ahd ü misâk olunacak; Hırkai Şerife Odasında âlimler ve vekillere de yemin teklif kılınacaktır.
Buna göre, âlim ve vezirlerden velhâsıl her kim olursa olsun, şer’î kanunlara muhalif hareket edenlerin, sabit görülen suçları derecesinde gerekli cezalandırılmaları, hiç rütbeye ve hatırgönüle bakılmayarak icra edilecektir. Bunun için bir Ceza Kanunnâmesi tanzim edilecektir.
Bütün me’murların, şu anda yeter derecede maaşları mevcuttur; henüz olmayanları varsa, onlar dahi tanzim olunacağından, şer’an menfur ve memleketin harabına vesile olan rüşvet meselesi de, bundan sonra vuku’ bulmaması gayesiyle, kuvvetli bir kanun ile te’yid edilecektir.
İzah edilen hususlar, eski usulü bütün bütün değiştirmek ve yenilemek (Tanzimat) demek olacağından, iş bu İrâdei Seniyyemiz, Dersa’âdet ve bütün memleket ahalisine ilan edilecektir. Dost devletler de, bu usulün, inşâallah ilelebed bekasına şahit olmak üzere, Dersa’âdet’te ikâmet eden büyükelçiliklere resmen bildirilecektir.
Rabbimiz Te’âlâ Hazretleri, cümlemizi muvaffak buyursun. Bu vaz’ edilen kanunların hilâfına hareket edenler, Allah’ın la’netine mazhar olsunlar ve ilelebed felah bulmasınlar. Âmin.
26 Şa’ban 1255/3 Kasım 1839".
Tanzîmat fermanının tetkikinden ve bir defa da olsa okunmasından anlaşılacaktır ki, bu Ferman, İslâm Hukuk tarihinde bir hak ve hürriyetler bildirisi olmaktan ziyâde, tatbikattaki hataları, İslâm Hukukundaki hükümlere göre düzeltmeyi tavsiye eden icrâî bir emirnamedir. Avrupa devletlerinin baskısı ve zoru, fermanın sonundaki ifadelerden de açıkça anlaşılmaktadır. Daha fazla yorumu lüzumsuz addediyoruz.
Yalnız şu hususu açıklayarak bu mevzuya son vermek gerekir: Tanzimat Fermanında "müsâ’adâtı şâhâne" ta’birinin kullanılması, hak ve hürriyetlerin padişah tarafından ihsan ve lütuf edildiği anlamına gelmez. Öyle olsaydı, bugünün bütün kanunlarında, Başbakanın arz tezkeresinde "yüksek müsâ’adelerinize arz ederim" ifadesi yer aldığından, Anayasa da dahil, bütün kanunlar Cumhurbaşkanının lütuf ve ihsanı kabul edilirdi. O günkü yazışma üslubundan neticeler çıkarmaya çalışan ve ancak Osmanlı Hukukuna hâkim olan ulvî prensiplerden habersiz görünen zihniyetin, düştüğü mantık kargaşalarını göstermesi açısından, bu hususu önemle belirtmek istiyorum.
 
Üst