41 Yıldır Büyüyemeyen Yavru (1/3)

Prof. Dr. Ata ATUN

Onursal Üye
Katılım
9 Nis 2008
Mesajlar
806
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kıbrıs
Web sitesi
www.ataatun.com
41 Yıldır Büyüyemeyen Yavru (1/3)
Aslında bizim “Yavru”nun abisinin ilk doğum tarihi Kasım 1957, hatta gününü de verebilirim 18 Kasım 1957. Anası hem onu doğurmuş hemde bağrına basarak büyümesi için elden geleni yapmıştı.

Yeni yetme ufaklık, etrafında kendisini ikide birde dövmek isteyen yaşça çok büyük komşu çocukları olduğundan, kendisinden beklenilmeyen inanılmaz bir hızla büyümüş ve kısa bir zaman içinde gözü kara, hiç bir zorluktan yılmayan güçlü bir delikanlı olmuş. Birgün komşu delikanlı, anasını yanına alıp kendisini dövmeye geldiğinde, kendisinin de anası elinde sopa, bizim delikanlının yardımına yetişmiş ve komşularına, ana oğullu unutulmaz bir dayak atmışlar.

Bu tarihe geçen dayaktan sonra ananın bir yavrusu daha olmuş, abisi ise doğumun hemen sonrasında vefat etmiş. İkinci yavru, etrafta kendisini dövmekle tehdit eden komşu çocukları olmasına rağmen yanında anası olduğu için, yan gelip yatmayı tercih etmiş. Anası gak dediğinde ağzına yemeğini, guk dediğinde suyunu verdiğinden, yaşadığı rahatlık çok hoşuna gitmiş ve hep yavru kalmayı tercih etmiş. Yaşadığı eve on paralık bir katkısı bile olmamış. Neyi varsa anası yapmış kendisine...

Yıllar içinde tam bir mirasyedi gibi hayatına devam ettiğinden hep yavru kalmayı sevmiş. Çalışıp, didinip kendi ayakları üstünde durmayı da pek benimsememiş, ekmek elden su gölden olduğu için…

Günlerden bir gün anasının yıllar içinde kendi boğazından kesip oğlu rahat yaşasın diye yaptıklarına sahip çıkmak düşüncesi girmiş kafasına. ‘Etrafta dolaşayım, bir bakayım, anam benim haberim ve katkım olmadan rahat edeyim diye neler yapmış’ diyerek düşmüş yollara.

Önüne çıkan ilk yer Ercan Havaalanı olmuş.
Terminal binası, havaalanı, pisti, park alanı, kargo binası, gümrük, polis, güvenlik sistemi, yakıt ikmal merkezi, ikram bölümü, inen kalkan uçaklar vs. çok etkilemiş kendisini.

Havaalanında rastladığı aksaçlı bir kişiye sormuş, nedir bu, kim yaptı bunları diye.
Aksaçlı adam, “Bizim daha evvel havaalanımız ne gezerdi evladım” diye söze başlamış. “Köyümüzden çıkmaya bile korkardık, yollarda öldürülmemek için. Komşu çocukları çekip gittikten sonra yapıldı hep bunlar…
Burayı ilk gördüğüm günü hatırlıyorum” diye devam etmiş sözlerine.
“Asfaltı aşınmış ve içindeki çakıl taşları zaman içinde sökülüp döküldüğünden üzeri pütür pütür olmuş, yaklaşık 12 metre genişliğinde bir pist ve şimdi İstanbul Havayollarının hangarının olduğu yerde de, bahçe duvarı dikeyleme dikilmiş kamışlardan oluşmuş üzeri lamarina (galvaniz saç) kaplı 3 odalı bir binası vardı. Elektriği ve suyu bile yoktu” demiş.

“Bu gün ise, 60 metre genişliğinde ve 2950 metre uzunluğunda pisti var. Pistinin beton bloklarını, büyük yolcu ve kargo uçaklarının inişine göre yapmışlar, muhteşem bir de terminal binası ve araç park yeri var artık” diyerek bir başka anısını daha dile getirmiş.

“Buraya havaalanı ilk yapıldığında, uluslararası ışık ve aydınlatma sistemi olmadığı için uçaklar gece iniş yapamazlardı ve uçuşlar da hep gündüz yapılırdı. O günlerde evin reisi, Trabzon havaalanı diye bir yer için sipariş edilmiş pist aydınlatma sistemini, Trabzon havaalanına kurdurtmadı ve buraya gönderdi ve gece uçuşları da o şekilde başladı oğlum… Galiba senin hem haberin yok, hem de senin bahçende olduğu halde pek bir katkın da yok... Keşke bir tek çiviyi olsun sen çakmış olaydın” diyerek sözlerini sonlandırmış...

(Devam edecek)


Prof. Dr. Ata ATUN
01 Mayıs 2015
 

Prof. Dr. Ata ATUN

Onursal Üye
Katılım
9 Nis 2008
Mesajlar
806
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kıbrıs
Web sitesi
www.ataatun.com
Cevap: 41 Yıldır Büyüyemeyen Yavru (2)

41 Yıldır Büyüyemeyen Yavru (2)
41 yıldır büyümeyen ve yan gelip yatmaktan başka hiçbir şey yapmamış olan yavru, içinden “acaba anamın boğazından kesip benim için yaptığı daha başka yerler de var mı” diye geçirmiş ve Aksaçlı adamı da yanına alarak başlamış dolaşmaya.

Üzerinde “Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesi” diye yazan bir binanın önünden geçerlerken, anlatmaya başlamış Aksaçlı adam; “Lefkoşa’da hastaneyle ilk tanıştığımda, hastane Rum tarafındaydı. 1963 yılının Aralık ayının soğuk bir gecesinde Rumların saldırıları ile başlayan çatışmalar sonrasında sayıları önce onları, sonra da yüzleri bulan Kıbrıslı Türk hastalar ve şehitler Lefkoşa’ya gönderilmeye başlayınca, Lefkoşa’da Suriçinde iki katlı bir binayı hastane yapmak zorunda kalmıştı, adı –Genel Komite- olan dönemin idaresi. Elde ne ilaç vardı, ne gerekli ameliyat aletleri, ne yatak, ne çarşaf, ne de yorgan.

Paramız, pulumuz, yiyeceğimiz, içeceğimiz de yoktu oğlum. Rumların saldırısına uğrayan köylerde kalan Kıbrıslı Türklerden canını kurtarmayı başarabilenlerin çoğu Lefkoşa’ya kadar canlı olarak gelebilme şansına eriştiler. Aralarında Lefkoşa’da akrabaları olanlar onların evlerindeki bir odaya yerleşirken, büyük çoğunluğu kalacakları yerleri olmadığı için sinema, fabrika, ambar gibi yerlere topluca yerleştirildiler. Ne içecek suları vardı, ne tuvaletleri, ne banyoları, ne de yemeklerini pişirecek mutfakları… İlk günlerde, göçmenlerin yemekleri Mücahitlerin yemeklerinin pişirildiği yerden geliyordu. Elde bir şey yoktu ki… Rumlarla savaşan mücahitlerin boğazından kesip, göçmenlere de vermeye çalışıyordu yöneticiler.

Allah’tan şu karşı kıyıda oturan anamız, diğer çocuklarının boğazından kestikleri ile bize çadır, battaniye, her tür yiyecek, giyecek ve para gönderdi de açlıktan, soğuktan, dahası ölmekten kurtulduk. Zaten anamız bizi bağrına basmayıp kaderimize terk etseydi, Rum’un kurşunundan ziyade, soğuktan ve açlıktan ölecekti birçoğumuz. Hiçbir Türk de kalamayacaktı bu adada. Ya göç edecekti hemen öldürülmemek için, ya da Rum’un kurşununa hedef olacaktı. İkisinden başka bir seçenek de olamazdı zaten o günlerde. Anamız yanımızda olmasaydı ada boşalacaktı oğlum…”

Ak saçlı adam bir kez daha baktı Doktor Burhan Nalbantoğlu Hastanesine ve aklına o sıkıntılı günlerin acı hatıraları geldi, başladı mırıldanmaya, “Lefkoşa’daki tüm doktorlar ve sağlık personeli bu iki katlı binada toplanmıştı ama elde ilaç, alet-edevat olmadığı için pek de verimli olamıyorlardı.

Adada barışı sağlamak için yetkilendirilen İngiliz Alayından yardım istediler önce, biraz olsun ilaç ve ameliyat yapabilecekleri alet edevat sağlamaları veya da verebilmeleri için. Zaten sayıları bir elin parmağını geçmeyen Türk doktorların küçük klinik veya muayenehanelerinde olan ilaçlar daha ilk günden bitmiş, aletler de hastaneye taşınmıştı.

Neyse ki karşı kıyıdaki anamız, ne gerekli ise hemen kendi çocuklarından toparlamış ve bir şekilde hastanemize yetiştirmeyi başarmıştı. Zaten onun gönderdiği ilaçlar ve bir yaralıyı hayata döndürmek için gerekli olan her tür tıbbi alet ve makineler olmasaydı, hastanemizdeki kayıplar çok büyük boyutlarda olacaktı. Yavaş yavaş yoluna girdi hastane anamızın desteği ile.

20 Temmuz 1974 günü analı oğullu omuz omuza verip, komşu çocuklarını anaları ile birlikte buralardan attıktan birkaç yıl sonra anamızın kaldığı evin reisi, Allah’tan dönemin en gözde hastanelerinden birisi olan Hacettepe üniversitesinin ve hastanesinin, tüm binalarını yapan ve çalışır halde teslim eden Tepe İnşaatı görevlendirdi ve parasını verdi de, onlar da gelip bu yeni hastaneyi yaptılar. Tepe inşaat gelmeseydi ve iş bize kalsaydı, yıllar geçerdi ama biz de hala daha Lefkoşa Surlariçindeki hastanede şifa arıyor olurduk oğlum…”

Soluklandı ve konuşmasına ara verdi...

(Devam edecek)


Prof. Dr. Ata ATUN
04 Mayıs 2015
 

Prof. Dr. Ata ATUN

Onursal Üye
Katılım
9 Nis 2008
Mesajlar
806
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kıbrıs
Web sitesi
www.ataatun.com
Cevap: 41 Yıldır Büyüyemeyen Yavru (3)

41 Yıldır Büyüyemeyen Yavru (3)
Aksaçlı adamla, yanındaki, 41 yıldır büyümeyen ve yan gelip yatmaktan başka hiçbir şey yapmamış olan yavru dolaşmaya devam ederlerken, kocaman bir trafik çemberinin yer aldığı bir kavşak noktasına geldiler.

Kuzeye giden çift şerit yol Lefkoşa’dan Girne’ye uzanıyordu.
Batı tarafa doğru giden çift şerit yol, Lefkoşa’yı Güzelyurt’a, doğu tarafa gideni de Lefkoşa’yı Mağusa’ya bağlıyordu. Mağusa’ya giden yol Ercan kavşağından sonra çatallanıp Karpaz’a kadar devam ediyordu.

Girne’den Karpaz’a kadar uzanan bir başka çift şeritli yol daha yapılmıştı bunlara ilaveten…

“Bu üzerinde aracımızı sürdüğümüz yolları kim yaptı biliyor musun” diye sordu Aksaçlı adam.
“Peki, komşu çocukların anaları ile birlikte senin abinden ve annenden bir temiz dayak yiyip buradan ayrılmalarından evvel, bu yolların ne halde olduklarını hiç hatırlıyor musun?” Cevabı beklemeden sözlerine devam etti.

“Lefkoşa’yı Girne’ye bağlayan yol, neredeyse yarım şeritlik bir yoldu ve İngilizler yapmıştı zamanında… Yolda giden bir araba, karşıdan gelen bir arabayla karşılaştığında illaki her ikisi de yolun kenarındaki bankete çıkmak zorunda kalırdı yol çok dar olduğu için. Hele bir de bu yolun Sentilaryon’a (Saint Hilarion) çıkan ve sonra da döne döne aşağıya inen bir bölümü vardı ki, ne sen sor ne ben sorayım…”

Biraz soluklandıktan sonra gözlerini kapadı, “Çok canlar aldı orası” dedi… Belli ki, oradaki trafik kazalarında kaybettiği arkadaşlarını, yeğenlerini ve dostlarını hatırladı. Yaşadığı tüm üzüntüler bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti o an.

“Boğaz’dan Gönyeli’ye kadar uzanan kısmı da zaten dardı, bir de İngilizler zamanında yolun iki kenarına, neredeyse yolla bitişik şekilde efkalipto ile akasya ağaçları ekmişler, gelen giden en küçük bir dikkatsizlikte onlara vururdu. Ya yaralanır, ya da ölürdü… Aha bu gördüğün çift şerit yolu, bundan yaklaşık 40 sene evvel Suudi Arabistan yaptırdıydı” dedi. “Parasını bize hibe ettilerdi. Çok da iyi olduydu, o daracık tehlikeli yoldan kurtulduyduk o zaman. Aradan geçen yıllardan ve otomobil sayısının da artmasından sonra da yol yetersiz kalınca, o bizden hiçbir şeyini esirgemeyen anamız bu gördüğün havaalanı pistine benzer yolu yaptı biz rahat edelim, kolayca güvenilir bir şekilde Lefkoşa’dan Girne’ye gidip gelebilelim diye…”

Etrafına bakındı uzun uzun. Çevreyi gözden geçirdi. Sanki de bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Uzakta hayal meyal görülebilen toprak, incecik bir yolu işaret ederek, “Komşu çocuklar hiçbir Türk köyünün yolunu asfalt yapmadılardı” diye başladı anlatmaya. “Zar zor alabildiğimiz kullanılmış, bilmem kaçıncı el arabalarımız bu toprak köy yollarında gidip gelmekten iyice eskiyip sık sık bozulurlardı. En çok da dümen sistemi bozulurdu ve başlardı direksiyon titremeye 30 mil hızdan sonra…”

“Komşu çocukları buralardan anamızın sayesinde kaçtıktan sonra, kaç tane köyümüz varsa, ayırım yapmadan hepsinin yolunu asfaltladı anamız, hiçbir şeyi de esirgemeden. İyi ki de böylesi bir anamız var” dedi Aksaçlı adam. “Böylesi özverili ve bizi düşünen bir Anamız olmasaydı, hala daha toprak yollarda sürecektik arabalarımızı. Yollara asfalt dökecek para ne gezerdi bizde” diyerek gözlerini Güzelyurt’a doğru giden yola dikti...


Prof. Dr. Ata ATUN
06 Mayıs 2015
 
Son düzenleme:
Üst