Ab SÜrecİnde GÜney Kibris Rum Kesİmİnİn Taninmasi

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİNDE GÜNEY KIBRIS RUM KESİMİNİN TANINMASI SORUNUYLA İLGİLİ HUKUKSAL BİR DEĞERLENDİRME


16-17 Aralık 2004 tarihli Devlet ve Hükümetleri Başkanları Zirvesi sonucu kabul edilen kararın 19. paragrafında Ankara anlaşmasının, Avrupa Birliğinin genişlemesini hesaba katacak şekilde uyarlanmasına ilişkin protokolün Türkiye tarafından imzalanacak olmasından duyulan memnuniyet belirtilmektedir. Aynı paragrafta üyelik müzakerelerinin başlamasından önce ve Avrupa Birliğinin halihazırdaki oluşumu gözönünde bulundurularak gereken adaptasyonların Türkiye tarafından yapılacağı ifade edilmektedir.

Bu karmaşık ve diplomatik ifadeler aslında Ankara anlaşmasının, 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliğine giren 10 yeni ülkeyi kapsayacak şekilde genişletilmesinin Türkiye tarafından kabul edildiğini, bu genişletmenin tam üyelik müzakerelerinin efektif olarak başlamasından önce yapılacağını belirtmektedir. Bu paragrafta açıkça belirtilmese bile bu çerçevede 17 Aralık 2004 günü Türkiye’yle Avrupa Birliği ilişkilerini kopma noktasına getiren asıl konu Ankara anlaşmasının adaptasyon protokolünün Güney Kıbrıs Rum Kesimini de içine alacak şekilde genişletilmesi noktasındadır. Bu noktadaki asıl sorun Türkiye’nin tanımadığı bir devlete, yani Güney Kıbrıs Rum Kesimine Ankara anlaşmasının nasıl genişletileceği, bunun Güney Kıbrıs Rum Kesimini bir tanıma anlamına gelip gelmeyeceği noktasında düğümlenmektedir.

Bu çalışmada konu hukuki açıdan değerlendirilecektir. Dolayısıyla önce tanıma konusunda uluslararası hukukta geçerli olan kurallara bir göz atılacak (I) ardından uluslararası hukuk açısından bu problemin çözümü noktasındaki ihtimaller ve bu problemin uluslararası hukuk boyutunu aşıp aşmadığı tartışılacaktır (II).




I- TANIMA KONUSUNDA ULUSLARARASI HUKUKTAKİ DURUM




Baştan söylemek gerekirse tanıma konusu uluslararası hukukta bir devletin diğer bir devletle ilişkilerine yön veren, objektif ve tamamen tanıma işlemini yapacak olan devletin takdirine kalmış olan bir durumdur. Uluslararası Hukuk kitaplarına bakıldığında tanımanın “bir devletin bir diğer devletin varlığını kabul etme işlemi” olarak tanımlandığı görülecektir[2]. Bu noktada tanımdan da anlaşılacağı gibi tanıma, tanıyan devletin tek taraflı bir tasarrufudur.

Dahası yukarıda da belirtildiği gibi tanıma tamamen tanımayı yapacak olan devletin takdirine bağlıdır. Daha açık bir ifadeyle bir devleti tanıyıp tanımamaya sözkonusu tanımayı yapacak olan devlet kendi menfaatlerini gözönünde bulundurarak karar verir. Bu noktada uluslararası hukukta devletler açısından herhangi bir yükümlülük öngörülmemiştir[3].

Ayrıca tanımanın özel bir şekli de bulunmamaktadır. Daha açık bir ifadeyle uluslararası hukukta tanıma işlemi için mutlaka yerine getirilmesi gereken genel geçerli bir kural bulunmamakta, daha ziyade devletlerin bir takım uygulamalarından sonuçlar çıkarılarak bu noktadaki belirsizlik giderilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada, tanıma biçimlerine bakıldığında karşımıza iki tür tanıma çıkmaktadır.

Bunlardan ilki açık tanımadır. Açık tanıma adından da anlaşılacağı gibi bir devletin resmi bir deklarasyonla, mektup teatisiyle ya da sözlü olarak bir diğer devleti tanıdığını açıkça beyan etmesidir. Bu noktada uluslararası hukuk bu tanıma beyanı için özel bir yayın ya da tebliğ biçimi öngörmemektedir.

İkinci tür tanıma zımni olup uygulamada daha ziyade bu tür tanıma yaygındır. Zımni tanımanın ilk biçimi iki devlet arasında diplomatik ilişkinin kurulmasıdır. İki devlet arasında diplomatik ilişkinin kurulması, sözkonusu iki devletin birbirini tanıma niyetinde oldukları yönünde yorumlanmaktadır. Ancak bunun için tarafların tersine bir beyanda bulunmamaları gerekir. Bunun dışında iki devlet arasında herhangi bir tanıma olmaksızın anlaşma imzalanması, konsolosluk açılması, iki devletin ortaklaşa sorumluluğunun gündeme gelmesi gibi örnekler uygulamada oldukça yaygındır. Dahası örneğin Birleşmiş Milletler gibi küresel ölçekli bir uluslararası örgüte bile iki devlet birbirini tanımadan üye olabilir, tabii ki bir devleti tanımayan devletin, tanımadığı devletin Birleşmiş Milletlere kabulü aleyhine oy kullanmaması şartıyla. Bu noktada İsrail ve Doğu Almanya’yla ilgili bolca örnek bulmak mümkündür[4].

Burada son olarak kısaca fiili tanıma (reconnaissance de facto) ve hukuki tanıma (reconnaissance de jure) hakkında çok kısa bilgi vermek gerekirse fiili tanıma nihai olmayıp, süre kısıtlaması getirilebilir ve sadece bir takım hukuksal ilişkilere münhasır kılınabilir. Buna karşılık hukuki tanıma ise nihai olup, geriye yürümekte (rétroactive) ve geri alınamaz (irrévocable) niteliktedir.

Ancak her halükarda uluslararası hukukta tanıma konusunda soyut kurallardan ziyade tarafların iradelerine bakmak gerekir. Bu noktada tanıma niyetinin açık ve kesin olması gerekir. Kuşkusuz bir devlet diğer devletle ikili bir anlaşma yapıyorsa ya da diplomatik bir ilişki kuruyorsa bu durumda iki devlet arasında bir tanımama durumundan söz edilemez. Bu durumda yukarıda belirtildiği gibi en azından zımni tanımadan sözedilebilir[5]. Ancak bu durumda bile, anlaşmayı yapan devletlerden biri sözkonusu anlaşmayı yapmasının, karşısındaki devleti tanıdığı anlamına gelmediğini açıkça ifade ederek tanıma yönündeki yorumlara kapıyı kapatabilir.




II- ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN GÜNEY KIBRIS RUM KESİMİNİN TANINMASI ÇERÇEVESİNDEKİ ÇÖZÜM İHTİMALLERİ




Tanımayla ilgili uluslararası hukuktaki durumun özetlendiği yukarıdaki bilgiler ışığında Güney Kıbrıs Rum Kesiminin tanınmasıyla ilgili olarak şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. Öncelikle Güney Kıbrıs Rum Kesiminin kimi temsilen tanınacağı konusu gündeme gelmektedir ki bu konunun öncelikle çözülmesi gerekir. Daha açık bir ifadeyle, Güney Kıbrıs Rum Kesiminin adanın tamamının temsilcisi olarak mı sadece adanın Rum kesimini temsilen mi tanınacağı konusu. Bu noktada kabul etmek gerekir ki Türkiye dışındaki tüm ülkeler Güney Kıbrıs Rum Kesimini Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla adanın tamamını temsil ettiğini hukuken kabul etmektedir. Ancak bu noktada Türkiye’nin benzer yönde bir yükümlülüğe girmesi için uluslararası hukuk açısından bir mecburiyet bulunmamaktadır. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi tanıma tamamen tanımayı yapacak devletin takdirine bırakılmıştır. Bununla birlikte Türkiye, Avrupa Birliği sürecinde Güney Kıbrıs Rum Kesimini adanın tamamını ya da bir kısmını temsilen tanıma yönünde bir eğilime girdiği andan itibaren, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin ve orada yaşayan Türklerin durumlarının ne olacağı konusunun açık ve net biçimde görüşülmesi ve sonuca bağlanması gerekir.

İkinci konu Ankara anlaşmasının kapsamının Güney Kıbrıs Rum Kesimini de içine alacak şekilde genişletilmesinin, Güney Kıbrıs Rum Kesimini tanıma anlamına gelip gelmediğiyle ilgilidir. Bu noktada uluslararası hukuk açısından bakıldığında Ankara anlaşması doktrin tarafından kendine özgü bir takım özellikleri olan bir ikili anlaşma olarak nitelendirilmektedir[6]. Her ne kadar Ankara anlaşması çerçevesinde ikiden fazla devlet olsa da aslında iki taraf sözkonusudur. Taraflardan biri Topluluk ve üye devletler diğeri ise Türkiye’dir.

Benzer şekilde uyum protokolü de kendine has bir takım özellikleri olan bir ikili anlaşma olarak değerlendirilebilir. Burada da aynen Ankara anlaşması çerçevesinde olduğu gibi bir yanda Avrupa Birliği ve üye devletleri diğer yanda ise Türkiye sözkonusudur. Ancak Avrupa Birliğine yeni üyelerin katılımıyla ilgili 16 Nisan 2003 tarihli Atina antlaşmasının konuyla ilgili bölümünde sözkonusu uyum protokolünün Bakanlar Konseyiyle Türkiye arasında imzalanacağı öngörülmüştür. Dolayısıyla burada uyum protokolü iki taraflı bir anlaşma olarak nitelendirilse bile iki taraflılık Türkiye ile Avrupa Birliği arasında sözkonusudur. Dolayısıyla uyum protokolünün imzalanması hiçbir şekilde Güney Kıbrıs Rum Kesimini tanıma anlamına gelmez.

Bununla birlikte bu çerçevede gene de Türkiye’nin bu vesileyle Güney Kıbrıs Rum Kesimini zımnen de olsa tanıdığı yönünde bir takım yorumların yapılması sözkonusudur. Bu tür yorumların yapılmaması için Türkiye bu genişletmenin Güney Kıbrıs Rum Kesimini tanıma anlamına gelmeyeceğini açıkça beyan etmiştir. Bu noktada yapılan beyan yukarıda ifade edilen uluslararası hukuktaki uygulamayla tamamen uyum içindedir.

Hukuki durumu bu şekilde özetlenen Ankara anlaşmasının uyum protokolü çerçevesinde Türk tarafının koyacağı şerhler geçtiğimiz günlerde netlik kazanmaya başlamıştır. Bilindiği gibi 17 Aralık zirvesinde verilen sözlü taahhüt gereği, uyum protokolünün Güney Kıbrıs Rum Kesiminin de içinde bulunduğu 10 yeni ülkeyle imzalamak için Türkiye müzakerelere başlayacaktır. Ancak müzakereler bu 10 ülkeyle doğrudan değil Komisyonla gerçekleştirilecektir. Müzakerelerin ardından Bakanlar Konseyiyle sözkonusu uyum protokolü imzalanacaktır. Ancak, uyum protokolü uluslararası hukuk açısından bir anlaşma niteliğini taşıdığı için hem Türkiye hem de belirtilen bu 10 ülke tarafından onaylanacaktır. Bu onaylamalar tamamlandığında ancak uyum protokolü yürürlüğe girecektir.

Türkiye’nin bu çerçevede altını çizeceği unsurları iki başlık altında kısaca şöyle özetlemek mümkündür:

- Güney Kıbrıs Rum Kesiminin adanın tamamını temsil etmediği ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıslı Türklere zorla empoze edilemeyeceği açık biçimde ifade edilecektir. Ayrıca Güney Kıbrıs Rum Kesiminin Avrupa Birliğine üye olmasının, Türkiye’nin 1960 antlaşmalarından doğan hak ve yükümlülüklerine zarar vermediğine dikkat çekilecektir.

-Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini tanımaya devam ettiği ve Avrupa Birliği müktesebatının Türk tarafında geçerli olmadığı hatırlatılacaktır.

Ancak tabii ki bu konular görüşmeler sonucu netlik kazanacaktır. Halihazırda Komisyonla uyum protokolünün müzakeresi devam etmektedir. Bu nedenle şu aşamada bu şartların Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ya da Avrupa Birliği tarafından kabul edileceği noktasında bir şey söylemek mümkün değildir.

Bu çerçevede son olarak Ankara anlaşmasının Topluluğa yeni giren ülkeleri içine alacak şekilde kapsamının genişletilmesinin daha önce de yapılan bir uygulama olduğunu belirtmek gerekir. Örnek vermek gerekirse Ankara anlaşmasının Yunanistan’ı içinde alacak şekilde kapsamının genişletilmesi 20 Nisan 1988 tarihinde imzalanan 2 ayrı protokolle yapılmıştır. Bu protokoller hem Yunanistan hem de Türkiye tarafından onaylanmıştır. Aynı biçimde Ankara anlaşmasının İspanya ve Portekizi içine alacak şekilde kapsamının genişletilmesi de 23 Temmuz 1987 tarihinde imzalanan 3 ayrı protokolle gerçekleştirilmiştir[7]. Ayrıca 1995’te Avrupa Birliğine giren Avusturya, Finlandiya ve İsveç’le henüz uyum protokolü imzalanmamıştır. Bu durumda ister istemez “1995’te Birliğe giren bu 3 ülke dururken Avrupa Birliği neden 2004’te Birliğe giren üye devletler için uyum protokolü konusunda bu kadar ısrarcı davranmaktadır?” sorusu akla gelmektedir. Bu sorunun yanıtı Türkiye’nin hukuki açıdan köşeye sıkıştırılarak Kıbrıs’ta tavize zorlanmasıyla yakından ilgilidir.

Güney Kıbrıs Rum Kesiminin tanınmasıyla ilgili son nokta hukuki olmaktan daha ziyade siyasidir. Bu noktada öncelikle şunu belirtmek gerekir ki her ne kadar Türkiye Ankara anlaşmasının kapsamının genişletilmesinin Güney Kıbrıs Rum Kesimini tanıma anlamına gelmeyeceğini açıkça ifade etse de ister istemez siyasi açıdan Güney Kıbrıs Rum Kesimini muhatap kabul etme yoluna girmiştir. Bu noktada tanıma yönünde her ne kadar hukuki olmasa da siyasi açıdan bir adım atılmıştır. İş dönüp dolaşıp Güney Kıbrıs Rum Kesiminin tanınması noktasında düğümlenecektir ve her ne kadar Türkiye’nin içine sinmese de Avrupa Birliği süreci adına Güney Kıbrıs Rum Kesimi sadece fiilen değil hukuken de Türkiye tarafından bir gün tanınacaktır.




SONUÇ


Sonuç olarak Türkiye’nin önündeki asıl sorunun yukarıda değinildiği gibi Kıbrıs meselesiyle Avrupa Birliği süreci arasında bir denge kurulması olduğunu belirtmek gerekir[8]. Bu noktada unutmamak gerekir ki Türkiye’nin elinde hukuki anlamda çok sayıda seçenek bulunmamaktadır. Dahası Güney Kıbrıs Rum Kesimini tanımaksızın Türkiye’nin Avrupa Birliğine üye olma şansı kanımızca oldukça düşük bir ihtimaldir. Zira Avrupa Birliğinde en azından siyasi açıdan bu yönde bir irade mevcuttur. Dahası Avrupa Birliği Birleşmiş Milletler gibi gevşek bir örgütlenme modeline sahip olmadığından, Avrupa Birliğine üye bir devleti tanımadan, bu kulübe üye olmak imkansız olmasa da oldukça düşük bir ihtimaldir. Bu noktada tabir caizse konunun hukuki boyutu bitmekte ve devreye siyasi boyut girmektedir.

Dolayısıyla öyle anlaşılmaktadır ki müzakerelerin başlama tarihi olan 3 Ekim 2005’e kadar sadece uyum protokolünün imzalanması ve onaylanması yetmeyecek, ayrıca Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin tanınması konusunda birtakım talepler Avrupa Birliğinden gelecektir. Ayrıca Türkiye Güney Kıbrıs Rum Yönetimini tanımadan bir şekilde Avrupa Birliğiyle üyelik müzakerelerine başlasa bile, üyelik müzakereleri sırasında Hükümetlerarası Konferans modeli ve oybirliği kuralı nedeniyle sürekli sıkıntı yaşayacaktır. Bu da müzakereler sırasında Türk tarafının bu sorunu aşmak için aşırı çaba göstermesine, bu nedenle yorulmasına ve müzakerelerdeki diğer kritik noktalara yeterince konsantre olamamasına neden olacaktır.

Şu aşamada Türkiyenin yaklaşımı önce Kıbrıs meselesinin çözümü, ardından Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin tanınmasıdır. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi çözülmeden Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin tanınması sözkonusu değildir. Ancak bu noktada Türkiye’nin elinde hukuken olmasa da siyasi olarak hiç de azımsanmayacak bir takım olanaklar mevcuttur. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz, gerek ABD’nin ve gerekse AB’nin içinde İngiltere gibi ülkelerin devreye sokularak, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üzerinde baskı kurulması ve adada Türk tarafının menfaatlerini koruyacak bir çözümün elde edilmesidir.

Dolayısıyla Türkiye’nin bu noktada proaktif bir politika izleyerek Güney Kıbrıs Rum Yönetimini ikna etmek için inisiyatif alması ve çözüm için olayın üzerine gitmesi gerekir. Hatta bu noktada başlangıçta tavizmiş gibi görünse de Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimine yönelik iyi niyet girişimlerini artarak sürdürmelidir. Bu bağlamda sembolik dahi olsa bir miktar askerin adadan çekilmesi, Maraş bölgesinin Güney Kıbrıs Rum Yönetimine bırakılması, daha çok sayıda sınır kapısının açılması şeklinde atılacak somut adımlar çözüm için Türkiye’nin iyi niyetini pekiştirecektir. Böyle bir durumda, Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin iyi niyetle bağdaşmayacak tutumlarının açığa çıkarılması Türkiye’nin elini uluslararası düzlemde güçlendirecektir.

Bu noktada Türk Hükümetinin sorunun çözümü için halihazırda attığı adımlar yukarıdaki proaktif modele uygun olup, oldukça cesaret vericidir. Belirtildiği gibi ulusalcı bir çizgiden bakılırsa hükümetin izlediği bu politika tavizmiş gibi değerlendirilebilir. Ancak unutulmaması gerekir ki Kıbrıs meselesinin çözümü konusunda Türkiye’nin önünde iki tercih bulunmaktadır: birinci tercih geriye yönelik tartışmaların içinde boğulup Kıbrıs meselesinin ilelebet çözümsüz kalmasıdır. İkinci tercih ise Avrupa Birliği üyeliği olsun ya da olmasın Kıbrıs meselesinin her halükarda çözülmesidir. Unutmamak gerekir ki Kıbrıs konusunun çözülmesi uzun vadede Türkiye’nin lehine olacaktır.

Ancak bu noktada şunu unutmamak gerekir ki Türkiye çözüm noktasında Güney Kıbrıs Rum Yönetimini ikna etmelidir. Daha doğrusu iki taraf tarafından kabul edilebilir bir çözüm için Türkiye’nin enerjisini harcaması gerekir. Bunun için de Türkiye Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetiyle ortak bir strateji benimseyip bunu uygulamaya geçirmelidir. İşte bu noktada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde 20 Şubat 2005 seçimlerinde ortaya çıkan tablo son derece umut vericidir. Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde işbaşına gelecek yeni hükümetle bu noktada yeni bir takım girişimler başlatmalıdır[9].

Özetlediğimiz bu gelişmelerden de anlaşılacağı gibi Kıbrıs konusu önümüzdeki günlerde oldukça önemli gelişmelere gebedir. Bu konunun nasıl bir gelişme izleyeceğini ve Türkiye’nin bu konuda bir denge kurup kuramayacağını zaman bize gösterecektir.
 
Üst