* MİLLİ MÜCADELENİN EN BÜYÜK ANNELERİ, ARAMIZDA YOKSUNUZ
AMA BİZİMLE VE KALBİMİZDESİNİZ. SİZE MİNNETTARIZ. RAHAT UYUYUN.
*TERÖRLE MÜCADELENİN EN BÜYÜK ANNELERİ, ARAMIZDASINIZ, BİLİYORUZ. BU KAHRAMANLARI YETİŞTİRDİĞİNİZ İÇİN SİZE MİNNETTARIZ.
* BÜTÜN TÜRK ANNELERİ, ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN.
MİLLİ MÜCADELEDE TÜRK ANALARI 1
Türk kadınının Türk tarihinde vatan uğruna yaptığı mücadeleler anlatmak ve yazmakla bitmez.
Müslüman Türk kadınının yavrusunu, “Ya şehit ol, ya gazi” ninnileriyle kundaklayıp büyütmekle başlayan kutsal vazifesi, oğlunu davul-zurna eşliğinde askere uğurlamakla devam eder.
Yavrusunun şahadet haberini metanet ve iftihar duyguları ile karşılayan bu mübarek, eli öpülesi kadınlar içinde şahadet geçerlidir.
Evladına “Ya şehit ol, ya gazi” temennisiyle cepheye yollayan bu analar, zamanı gelince bizzat cephede aktif görevler almış, savaşmış şehit ve gazi olmuşlardır.
Geçmişteki zaferler, elbette ki, beşikleri nur yüzlü analar tarafından sallanan, bu analar tarafından vatan, millet, bayrak aşkıyla yetiştirilen vatan evlatlarının eseridir.
Ancak bu zaferlerde kadınlarımızın, analarımızın kahramanlıklarını büyük bir saygıyla yâd etmemiz gerekir.
1919 yılında Türk Milleti, tarihinde görülmemiş karanlık bir döneme, esaret dönemine girmişti. Vatanın her karış toprağı düşmanlarca işgal edilmiş, istiklali elinden alınmış yıllardı, o yıllar.
Bu yıl aynı zamanda düşmana karşı onurlu bir direnişin başladığı, milli uyanış ve şahlanışın gönülleri tutuşturduğu, vatanı ve istiklali kurtarmayı amaçlayan Kuva-yı Milliye ruhunun, Milli ruh ve şuur’unun filizlendiği yıllardı.
Yunan’ın İzmir’i işgali, Anadolu’da savunma ruhunun uyanmasına ve Kuva-yı Milliye bilincinin oluşmasına neden olmuştu. Kuva-yı Milliye Yunan işgaline karşı milletin ruhunda yarattığı bayrak, vatan, ezan mücadelesiydi.
Bildiğiniz gibi Milli Mücadele, ilk zamanlarda düzenli askeri birliklerle yapılmadı. Kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle kalbinde vatan, bayrak, iman taşıyan her Türk evladının fedakârlıklarıyla başladı.
Bu yıllarda özellikle kadınlarımızın gösterdiği kahramanlıklar, Kurtuluş Savaşımızın dinamosu oldu.
Burada Mustafa Kemal Atatürk’ün bir konuşmasını hatırlatmak istiyorum.
“Milleti ölümden kurtararak kurtuluşa ve istiklale götüren azim ve faaliyette, her vatan evladının mesaisi, gayreti, himmeti ve fedakârlığı geçmiştir. Bu meyanda en ziyade tebcil ile yâd ve daima şükranla tekrar edilmesi gereken bir himmet vardır ki, o da Anadolu kadınının ibraz etmiş olduğu çok ulvi, çok yüksek, çok kıymetli fedakârlıktır. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde Anadolu köylü kadınının fevkinde mesaisini zikretmek imkânı yoktur. Ve dünyada hiçbir milletin kadını, Ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim” diyemez!
* * *
Milli Mücadelede Türk kadınını anlatmadan önce üç kadından bahsetmek istiyorum.
Birincisi 93 Harbi dediğimiz 1877-78 yılında yapılan Osmanlı-Rus savaşındaki Nene Hatun,
İkincisi, 1919 yılında kınalı kuzusunu askere gönderen Hatice Ana.
Üçüncüsü; Mehmet oğlu Hüseyin’in anasıdır.
* * *
Türk kadınının kahramanlık sembolüdür Nene Hatun. 93 harbinde Ruslar Erzurum’a kadar gelmiştir. Şehrin savunulmasında, Erzurumlu kadın ve erkeklerin yaptığı mücadele, tarihin şanlı sayfalarında yer almıştır.
Rusların Aziziye tabyalarına dayandığı gün, çiçeği burnunda 20 yaşında yeni bir gelindir, Nene Hatun. Erzurum’a bu kötü haber ulaşınca, şehrin kadınlarını toplayarak ellerine geçirdikleri kazmalar, baltalar, satırlar, oraklar ile düşmana saldırırlar.
Değme erkeklere taş çıkartacak bir kahramanlıkla, çirkin Rus’u püskürtmüşlerdir.
Şöyle anlatır Nene Hatun;
“Silah gürültüleri ile uyandık. Kocam baltasını kaptığı gibi dışarı fırladı. Biraz sonra dönerek; Hatun Ruslar tabyalara girmişler, sen çocuğa bak arkamdan gelme. Biz Rus’u durdururuz. Eğer düşman şehre girerse, siz kendinizi boğun!” diyerek gitti.
Daha önce Pasinler’deki Rus işgali nedeniyle Erzurum’a gelen aile yine Rus’la karşılaşmıştı.
Devam eder. Nene Hatun;
“Bütün memleketin boşaldığı, herkesin Rus’u karşılamaya, vatanı kurtarmaya gittiği bugün, ben evde nasıl kalabilirim. Ufak yavrumu Allah’a emanet ederek, evde bulunan satırı aldım ve sel gibi akan kalabalığa karışarak tabyalara doğru koşmaya başladım.
Mecidiye tabyalarını aşıp, alçağa indiğimizde düşmanın, kulaklarımızı sağır eden tüfek atışları altında, yaralananlara, ölenlere bakmadan ileri atıldık; bazen satırla, bazen taşla vuruyor, önümüze çıkan her Rus’u devirerek tabyalara doğru ilerliyorduk. Asker kardeşlerimiz bir taraftan, biz, bir taraftan tabyalara girdik. Bu tabyaların bir tarafında yaralı kardeşim Hasan’ı gördüm. Ağlayarak üzerine atıldım.”
Kardeşim Hasan, “Ağlama abla! Anamız bizi bugün için doğurmuştur. Ben de dedem gibi şehitlik mertebesine yükselmeyi her zaman istemiştim. Rus’u kovduk ya, gayrisine gam yemem” dedi ve gözlerini yumdu.
Nene Hatun o gün evde bıraktığı oğlu Nazım ve daha sonra doğan üç oğlundan sonuncusu hariç, diğerlerini Birinci Dünya Harbinde şehit vermişti.
1857 yılında Erzurum’da doğan bu kutsal ana 98 yaşında vefat etti. Kurtuluş savaşı kadın kahramanlarına her zaman ilham kaynağı oldu.
* * *
Diğeri ise Çanakkale destanını yazan Kahraman Mehmetçiğe, kınalı kuzu ismini veren Hatice anadır.
Çanakkale’de her gün yüzlerce genç savaşa katılmak üzere birliklerde toplanmaktadır. Acemi erler eğitimini ve teçhizatını tamamladıktan sonra cepheye gönderilmektedir.
Yüzbaşı Sırrı Bey, ikindi vakti yeni gelen erleri teftiş ederken, içlerinden bir tanesinin saçının bir tarafının kınalanmış olduğunu görür ve takılır;
-“Hiç erkek kınalanır mı?”
Mehmetçik;
-“Buraya gelmeden evvel, anam kınalamıştı komutanım” der ve sebebini bilmediğini ilave eder, komutanının isteği üzerine anacığına yazdığı mektupta; “Niye benim saçımı kınaladın?” diye sorar.
Gelen cevabi mektupta ise şunlar yazılıdır.
“Ey Gözümün Nur’u Hasan’ım,
Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalmazsın…
Ben senin anan isem, beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor…
Sen bu ailenin seçilmiş bir kurbanısın…
Hasan’ım söyle o zabit efendiye… Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır… Ben de seni evlatlarım arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım.
Allah’ın hükmüyle, Allah seni İsmail Peygamber’in yolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır.
Gözlerinden öperim.
Anan Hatice”
* * *
İşte bu ruhla Çanakkale savaşı kazanılmış, ancak diğer cephelerde savaş korkunç bir şekilde devam etmektedir. Cephelere asker ve mühimmat sevki ile uğraşılmaktadır.
Bilecik istasyonunda bir trenin bütün vagonları Mehmetçiklerle hınca hınç doludur.
Yağmurlu ve serin bir sonbahar gecesidir.
Trenin kalkması için kampana çalmış, istasyon hareketlenmiştir.
Sık sık çakan şimşekler, yaşlı ancak dimdik ayakta duran bir Türk anasının çehresini aydınlatmaktadır. Kadıncağız saatlerdir yağmura, soğuğa ve rüzgâra aldırış etmeden beklemektedir.
Komutan merak ve hürmet celbeden bu anaya yaklaşarak, kimi uğurlamaya geldiğini sorar.
“Söğüt’ün Akgünlü Köyünden Mehmet oğlu Hüseyin’in kendi oğlu olduğunu, ona selamet vermek için geldiğini söyler. Komutandan oğlunu çağırmasını ister.”
Hüseyin gelir. Annesinin elini öper.
Bu fedakar anne, oğlunu bağrına basar ve;
“Hüseyin’im, aslan oğlum benim… Baban Dömeke’de, dayın Şıpka’da, ağaların sekiz ay önce Çanakkale’de şehit düştüler.
Bak, tek yongam sensin!..
Minareden ezan sesi kesilecekse, camilerin kandilleri sönecekse, sütüm sana haram olsun!
Öl de köye dönme!..
Eğer yolun Şıpka’ya uğrarsa dayının ruhuna bir Fatiha okumayı unutma!
Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin…”
Vatan ve din sevgisinin şahlandığı, bir duygu seli aldığı bu tablodan son derece etkilenen Komutan Abdülkadir Bey;
“Demek sizin ailenin erkekleri hep şehit oldular, öyle mi?” der.
Cevap bu kez, daha enteresandır.
“Yalnız bizim ailenin değil evlat, bizim köyün mezarlığına son 50 yıldır delikanlı gömülemedi. Vatan dursun da biz hepimiz ölelim ne çıkar!”
Şaşıran komutan;
“Şimdi sizin köyünüzde hiç erkek yok mu?” Cevap bu kez daha da enteresandır.
“Köyümüz bütün erkek doludur. Bizi beğenmediniz mi? Hiçbir işimiz geri kalmadı. Evvelce nasıl isek gene öyleyiz. Bağrımıza Karataş bağladık; düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Allah bana o günü göstermeden canımı almasın!..”
* * *
28 Haziran 1914 günü bir Sırplı, Avusturya veliahdı Arşidük Ferdinand’ı, Saraybosna’da öldürmüştü.
Bir ay sonra (28 Temmuz 1914) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Tuna Filosu, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’ı bombaladı.
Dünyayı paylaşamayan büyük devletlere hesaplaşmak için fırsat çıkmıştı. Savaş bir anda çılgın gibi yayıldı.
Almanya; Rusya, Fransa ve Belçika’ya savaş açtı.
4 Ağustos’ta İngiltere Almanya’ya karşı savaşa girdi.
Osmanlı İmparatorluğu Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yanında savaşmaya başladı.
İngiliz savaş bakanı Lord Kitcherer “Türkiye’yi yok edene kadar savaşacağız” dedi.
İngiltere, Fransa ve İtalya arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasını 6 adet gizli anlaşmayla karara bağladılar.
Anadolu beş cephede kan akıttı, can verdi.
Dört yıl süren savaşta yaşı kaç olursa olsun, kilosu 45’i geçen her genç cepheye gönderildi.
Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu kaybedildi.
* * *
Rus-Ermeni işgalinde yaşadığı kasaba düşmanın korkunç zulüm ve taarruzuna uğramıştı. Bu sırada babası şehit oldu.
500 civarında yiğit, Erek kasabasında toplanarak aziz vatan topraklarını savunmaya karar verdiler. Bu kahramanlar arasında bir kadın üç kardeşiyle yer almaktaydı.
Süreyya Sülün Hanım,
Yoğun bombardıman ve çatışma altında Karaköse’ye geldiler. Murat Irmağı boyunda tam bir buçuk ay düşmanla dişe diş, tırnak tırnağa çarpıştılar.
Doğu Beyazıd’a ilerlediklerinde binlerce Türk köylüsünün işkence ile öldürülmüş olduğunu gördüler.
Bu hınç ile düşmana saldırdılar.
Iğdır civarında kanlı çatışmalara girdiler. 500 yiğit yılmadan, kaçmadan dövüştüler, öldüler, asla teslim olmadılar.
Düşman devamlı takviye almaktaydı. Bu çatışmalarda Süreyya Hanım’ın üç kardeşi de şehit oldu. Kardeşlerinin kollarında şehit olmasına rağmen yılmadı, çatışma meydanını terk etmedi.
Dört kişi kalmışlardı.
Karaköse’ye çekildiler.
Burada Ziverbey Taburuna katıldılar.
Süreyya Hanım bir çatışmada yaralandı ve Erzurum’a dönmek zorunda kaldı.
Bir müddet sonra Ruslar çekildiler.
* * *
Bir de Dursun Çavuş vardır, Karadeniz’de. Ruslar Doğu Karadeniz bölgesini işgal etmiş, Ruslara güvenen Rum ve Ermeni çeteleri bölge halkına akıl almaz işkenceler yapmaktadır. Irza tecavüz, kurşunlama, süngüleme, mala ve haneye tecavüz hep bu kopiller tarafından uygulanmaktadır.
Eynesil, Çavuşlu, Görele gibi şehir ve kasabalarımız Rus işgaline, Ermeni ve Rum çetelerine karşı direnmektedir.
Bu yiğitlerden biri de 18 yaşındaki Gülüşah’dır. Görele’nin Maksutlu köyünde 1898 yılında doğan Gülüşah, genç yaşta kaybetmişti anne ve babasını. Tonya tarafından gelen eşkıyaların evlerini soymaya kakmasında gösterir ilk yiğitliğini. Daha sonra parmağındaki yüzüğü çalmak isteyen Rum değirmenciye Görele’yi dar eder.
Türk direnişi başlar başlamaz bu yiğitler arasındaki yerini alan Gülüşah, Türk yiğitleri ile yaptığı bir saldırıda 18 Rus askerini esir alır. Bölge komutanı Hacı Hamdi paşa bu olaya çok sevinir. İçlerinde Gülüşah’ın olması onu daha da mutlu eder. Gülüşah için “Bu da bizim askerimiz olsun. Dokunmayın, dursun burada; Dursun Çavuş olsun” der.
Katıldığı bütün çatışmalarda en ön saftadır Dursun Çavuş. Rus’a, Ermeni’ya, Rum’a kök söktürür. Ölene kadar bu adı taşır.
* * *