Arşiv Belgelerine Göre Balkanlar da ve Anadoluda yunan Mezalimi 2 .www.kibris1974.com

Volkan

-Otağ Hanı-
Katılım
20 Haz 2008
Mesajlar
969
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Altaylar
Osmanlı Devleti üç kıtaya yayılmış coğrafyası, çeşitli ırk, din, dil, örf ve âdetlere sahip toplulukları bünyesinde barındırması; bu çok zengin ve renkli kültür yapısı içinde altı asırdan fazla hükümrân olması ile dünya tarihinde kurulmuş ve tarihin seyrine müessir olmuş büyük devletler arasında çok önemli ve müstesna bir yer işgal eder.

Devletin kurucusu Osman Gazi ve ondan sonra gelenler, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız nizâm, üslûp ve terbiyenin tedrisinden geçtiklerinden, hep âdil, müsamahakâr ve hakkaniyete dayalı bir idare tarzı uygulamışlardır. Bu sebeple, çeşitli din ve ırktan topluluklar Osmanlının adaletli idaresini benimsemişlerdir. Anadolu’da doğmuş Osmanlı Beyliği’nden cihanşümûl bir devletin ortaya çıkması bu sayede mümkün olabilmiştir. Osmanlı Devleti, kendine has müesseseleriyle asırlara tasarruf eden mükemmel bir idare şekli ortaya koymuş, fethettiği toprakların üzerinde yaşayan halka eski mülklerinde oturma ve yaşama hakkını tanımış, onlara hiçbir şekilde sosyal, dinî ve kültürel baskı yapmamıştır. Bu toplulukların zorla Müslümanlaştırılması veya Türkleştirilmesi yoluna gidilmemiştir.

Osmanlı Devleti bünyesinde huzurlu yaşayan gayri müslimler, bu sistem içinde ırkî ve dinî kimliklerini korumakla kalmamış, çok yaygın bir şekilde uğraştıkları ve ellerinde tuttukları ticaret sayesinde, üstelik Müslümanlara nazaran daha rahat bir hayat sürmüşlerdir. Müslüman Türk askere giderken, ödedikleri askerlikten muafiyet vergisine (bedel-i askeriye) karşılık, askerlik yapmayan gayri müslim unsurlar ticarî hayatın bütün dallarında söz sahibi olmuşlardır.

Tarih boyunca Osmanlı asırları incelendiğinde, her dönemde Osmanlının âdil ve müşfik idaresini görmek mümkündür. Türk devlet geleneği öteden beri dürüst ve âdil bir çizgi takip etmiştir. Türkler, patronajları altındaki topluluklara, azınlıklara karşı insaflı, dürüst ve müşfik davranmış ve asla müstemlekecilik politikası takip etmemişlerdir.

Türk-İslâm devlet geleneğinin en önemli unsurlarından biri olan hoşgörü sayesinde, Osmanlı Devleti, tarihte hiçbir devlete nasip olmayacak bir şekilde, halklarını barış ve refah içerisinde bir arada yaşatmıştır. Siyaset gereği, endoktrinasyon, yani sosyalleştirme metod ve usullerine başvurmadan, azınlıkları asimile etmeden bunu asırlarca sürdürmüştür.

Türk her devirde, her zaman, her gittiği yerde kurtarıcı olmuş; adalet dağıtıcı, medeniyet kurucu ve hürriyet getirici bir rol üstlenmiştir. Türk arşivleri bunun canlı şâhididir.

Rumların, Osmanlı Devleti içerisinde, diğer gayri müslim topluluklara nazaran daha özel bir durumları vardır. Bilindiği gibi, IV. Haçlı Seferi’nden (1204) sonra, Ege’de üstünlüğün Bizans İmparatorluğu’ndan, Venedik Devleti’ne geçmesiyle birlikte, Katolik Venediklilerin dinî konulardaki hoşgörüsüzlükleri ve iktisadî alandaki sert tutum ve davranışları karşısında zor durumda kalan Ortodoks Rumlar, daha sonraları buralara hakim olmaya başlayan dürüst ve âdil Osmanlı yönetimini tercih etmekte tereddüt etmemişlerdir.

Fatih Sultan Mehmed zamanından başlayarak Venedikle girişilen savaşlarda, Akdeniz’deki Venedik deniz üstünlüğü sona erdirilmiş, Doğu Akdeniz’de Ceneviz ve Venedik’ten boşalan yerin öncelikle Osmanlı Rumlarınca doldurulması yoluna gidilmiştir. Osmanlı yönetimi, Rumları ticarete teşvik eden tedbirler almayı dahi ihmâl etmemiştir. Ege adalarından az vergi toplanması bunun en açık örneğidir.

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethini müteakip burada yaşayan Rumlara kendi patriklerini seçme hakkını tanıyarak dinî ve özel hukuk alanına ait meselelerin çözümünü, Rum Ortodoks Kilisesi’ne imtiyaz olarak bahşetmiştir. Ayrıca, divân tercümanlığı, Eflâk-Boğdan beylikleri gibi önemli görevler de çoğu kere Rumlara verilmiştir.

Yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti bünyesinde imtiyazlı durumlarını koruyup önemli mevkiler elde eden Rumlar, ele geçirdikleri ilk fırsatta, kendilerini maşa olarak kullanan Avrupalı büyük devletlerin de yardımlarıyla, Osmanlıya karşı ihanet ve isyana kalkışmışlardır. Rumlar arasında bu tür ayrılıkçı fikirlerin gelişmesinde, Avrupalı büyük devletler önemli rol oynamışlardır.

Rumlar, Fransız İhtilâli’nin ortaya çıkardığı milliyetçilik düşüncesi ile, Napolyon’un Yedi Ada’yı işgalinden sonra tanışmışlardır. Yedi Ada’nın, 1800-1807 tarihleri arasında Rusya’nın güvencesi altında bağımsız bir devlet statüsü kazanmasından sonra da milliyetçilik düşüncesi Rusların gayretleri ile Rumlar arasında iyice yayılmıştır. Nitekim Rusya, 1812’de Bükreş Antlaşması’yla muhtariyet kazandırdığı Sırbistan’dan sonra Rumları da ayaklandıracak uygun bir ortam bekliyordu.

Bu dönemde kurulan ihtilâlci gizli cemiyetlerden Filiki Eterya’nın etkili çalışmaları ile Rumlar arasında Osmanlı Devleti’ne karşı isyan plânları yapılmaya başlanmıştı. Diğer taraftan, Avrupa kamuoyunda eski Yunan’ın Avrupa medeniyetine beşiklik ettiği görüşü yaygınlaşmış, Avrupalı aydınlar eski Yunan kültürü ile daha fazla ilgilenmeye başlamışlardır. Bu ilgi, Yunan hayranlığına dönüşmüş ve Avrupa kamuoyunun Rumların gelecekleriyle ilgilenmeleri zeminini hazırlamıştır.

Rum isyanını, dolayısıyla Rum isteklerini “Şark Meselesi”nin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir. Bilindiği gibi “Şark Meselesi”nin özünü, Türklerin Avrupa ve Anadolu’dan çıkarılması düşüncesi teşkil etmektedir. Siyasî tarih terminolojisinde yer almış olan “Şark Meselesi” tâbiri, Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler tarafından parçalanmaya çalışılmasını ifade etmektedir. Bilinmelidir ki, Rum meselesinin kaynağında, tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi, “Şark Meselesi” diye adlandırılan milletlerarası bir strateji yatmaktadır. Bu bakımdan Osmanlı Devleti bünyesindeki azınlıkların ayrılıkçı maksatlar doğrultusunda kışkırtılması ve isyânların teşviki teşebbüsleri de “Şark Meselesi” içinde değerlendirilmelidir. “Düvel-i Muazzama” denilen bu büyük Avrupa devletleri arasında Avrupa veya dünya hâkimiyeti konularında çoğu zaman bir rekabet olduğu için, “Şark Meselesi” konusundaki görüş açıları da bu rekabetten etkilenmekteydi. Bu sebeple, bu devletlerin “Şark Meselesi” hakkındaki politikaları, zaman içinde değişiklikler göstermiştir.

XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’ne karşı Avusturya ile çeşitli ittifaklar içine giren Rusya, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve sıcak denizlere inmek gayesini güdüyordu. Rusya’nın güneye inmesini çıkarlarına uygun bulmayan İngiltere ise Osmanlı Devleti’nin güçsüz olmasını, fakat varlığını sürdürmesini kendi menfaatleri açısından uygun görüyordu. 1821 yılında Mora’da meydana gelen Yunan ayaklanmasına kadar Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikasını sürdüren İngiltere, bu olaylardan sonra politika değiştirerek, isyancı Rumları desteklemeye başlamıştır. Çünkü İngiltere’nin Yunan meselesine seyirci kalması, Rusya’nın Yunanistan üzerinde nüfuz sahibi olması ve Akdeniz’e rahatça inmesi anlamına geliyordu. Bu bölgede söz sahibi olmak isteyen İngiltere’nin, insiyatifi tamamen Ruslara kaptırmamak için Yunanlılara destek olması ve daha aktif davranması gerekmiştir.

Balkanlara yönelik yayılmacı bir politika takip eden Avusturya ve Rusya ise, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rumlar arasında bağımsızlık düşüncesini pratiğe geçirerek, aktif hale getirmeye gayret sarfetmişlerdir. Ruslar, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşında, Osmanlı Devleti’ni içten vurmak ve parçalamak maksadıyla Balkanlarda ve Mora’daki Ortodoks halkı isyana teşvik etmişlerdi. Ayrıca, Çariçe Katerina’nın Ortodoks Slavlar ve Rumları Osmanlı idaresinden kurtaracak “Grek Projesi” ile de, Bizansı yeniden diriltmek istemişlerdir.

Tepedelenli Ali Paşa ile İstanbul arasındaki anlaşmazlığı fırsat bilen Rumlar, 1821’de ayaklanmışlar, bu isyan teşebbüsü Osmanlı Devleti tarafından Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın da yardımıyla bastırılmıştır. Mehmed Ali Paşa gibi güçlü bir komutan ve idarecinin, Akdeniz’in kilit bölgesinde bulunmasından rahatsızlık duyan İngiltere, Fransa ve Rusya devletleri gönderdikleri ortak donanma ile Navarin Limanı’nda bekleyen Osmanlı donanmasını, hiçbir savaş durumu yokken, beklenmedik bir baskın sonucu tamamen yakmışlardır. Bu baskın, Osmanlı Devleti açısından çok ağır kayıp ve zararlara sebep olmuştur.

Navarin felâketinden sonra, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne yönelik baskılarını ve tehditlerini artırması, Osmanlı Devleti’nin bu ülkeye savaş açmasına sebep olmuştur. 1828’de yapılan Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda, Osmanlı orduları doğuda ve batıda yenilgiler almış; bu savaşın sonunda 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştır.

Rumlar, Yunan devletinin kurulmasından sonra da “Megali İdea”nın gerçekleşmesini dış politika hedefleri olarak belirlemişlerdir. Yunanlıların geçmişte yaşamış oldukları iddia edilen toprakları ele geçirip, başkent İstanbul olmak üzere, eski Bizans’ı diriltmek şeklinde hayal ettikleri “Megali İdea”, Rumları yayılmacı bir politikaya sevk etmiştir.

Yunanistan’ın “Megali İdea”yı uygulaması bölgedeki dengeleri alt üst edebilirdi. Hattâ büyük devletlerden birisini yanına aldığı takdirde, bu devletin nüfuz alanını diğerlerinin aleyhine genişletmesi, sadece yeni ele geçen bölgeyi etkilemekle kalmayıp, Avrupa’daki kuvvet dengelerini de bozabilirdi. Bu sebeple; İngiltere, Fransa ve Rusya, değişen milletlerarası şartlarda Yunanistan’ı bir piyon gibi kullanmışlar, fakat kontrolsüz bırakmamışlardır.

Ancak, “Megali İdea” politikası doğrultusunda Yunanistan’ın gerek Müslüman Türk halkına, gerekse Balkanların diğer gayri müslim topluluklarına uyguladığı baskı ve mezâlime ve işlediği bu insanlık suçuna, batılı dostları da seyirci ve hattâ ortak olmuşlardır.

İlk Rum isyanından itibaren, Mora, Attika, Teselya, Girit ve diğer Ege adalarından, Rum nüfusunun çok üzerinde bir Türk nüfusu yerinden yurdundan atılmıştır. Kıyımlar, göçler ve nüfus mübadelesi olmasaydı, bugün Yunanistan’da Yunan nüfusundan daha fazla Türk nüfusu bulunacaktı. Nitekim, Türklerin bu bölgelerden plânlı ve sistemli bir şekilde çıkarılması ve mezâlime maruz bırakılması ile Rumlar için yeni bir “Hayat sahası” meydana getirilmek istenmiştir.

Yunanistan, Türklerin nüfusu hakkında rakam vermemektedir. Ancak, 1923 yılında Lozan Antlaşması’nın imzalandığı tarihte Türklerin nüfusu 130 bin idi. Yıllık nüfus artışının % 2.8 olduğu esas alınırsa, bugün Yunanistan’daki nüfusun 500 bin olması gerekmektedir. Aradaki 350 bin fark, Yunan asimilasyonu sonucu yurt dışına çıkan ve geri dönmesine izin verilmeyenlerle, arazisi çeşitli sebeplerle ellerinden alınarak iç bölgelere göçe zorlanan ve buralarda iş bulma vaadi ve çeşitli baskılarla Yunanlaştırılmak istenenlerdir.

1953 yılında Batı Trakya arazisinin % 84’ü Türk azınlığa ait iken, istimlâkler, Osmanlı tapularının kabul edilmemesi ve benzeri yollarla bu oran bugün % 20-30’a düşürülmüştür.


indirmek için:

http://rapidshare.com/files/2383123...unan_mezalimi__2_.www.kibris1974.com.rar.html
http://s1.dosya.tc/adoludayunanmezalimi.www.kibris1974.com.rar.html
 
Son düzenleme:
Üst