ATATÜRK 'le İlgili Anılar

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Mustafa Kemal Atatürk, '23 Nisan'ı armağan ettiği çocuklardan biri, Çoban Mustafa ile sımsıcak arkadaşlığını anlatıyor bu hatıra. Henüz sahte kucaklaşmalardan nasibini almamış saf bir öykü.
Bu bir adaş öyküsü aslında. Fakat Mustafa Kemal Atatürk ile adaşı Çoban Mustafa arasındaki bir anı değil sadece. 23 Nisanları her yıl Mustafaların, Fatmaların neden daha bir coşkuyla kutlaması gerektiğinin de öyküsü. Bu yalnızca bir adaş öyküsü değil aslında. Bu anı, geçmişlerini unutmayanların, Atatürk sevgisini milli benliklerinde hissedenlerin okuyunca tir tir titreyeceği, duygularını saklayamayacağı küçük bir anekdot. Bugünkü siyasilerin sahte kucaklaşmalarına benzemeyecek kadar saf ve çocuksu. Bu anı, sadece çocuklara değil, her Türk'e özel!

'1929 yılının yaz başlangıcıydı. Her günkü gibi sürülerimi almış, otlamaya çıkmıştım. Dağılan sürülerimi toplayarak Balaban Deresi'ne (Yalova) indim. Sığırlarımı otlatarak çiftliğe dönüyordum. Uzaktan yirmi kadar atlı göründü. Aldırmadım. Yoluma devam ettim. Ama en öndeki atlının bana doğru geldiğini gördüm. Atından inerek çiftliğin yolunu sordu. Elimle işaret ederek: 'Siz yanlış yoldan gelmişsiniz, çiftliğin yolu şurasıdır' dedim. Atlı tekrar bana dönerek adımı sordu. 'Mustafa' diye cevap verdim. O anda yüzünde bir gülümseme belirdi. 'Benim de adım Mustafa. Demek adaşız' Sonra birden ciddileşti, aramızda şu konuşma geçti:

-Sen Gazi'yi tanır mısın?
-Tanırım
-Onu sever misin?
-Severim
-Niçin Seversin?
-Paşa olduğu için severim!

Tekrar gülümsedi.

'Aferin oğlum böyle olmalı!'

'Sen ne iş yaparsın' diye sordu. Çocuk aklımla mantıklı cevaplar bulmaya çalışıyordum. 'İşte bu gördüğün sığırları güderim.'

'Ne kadar para alıyorsun' diye sordu, 'Ayda üç lira' dedim.
'Peki, söyle bakalım ayda üç lira senede ne kadar eder' sorusu gelince 'Otuz altı lira eder' cevabını verdim.

Sorular bitmiyordu. Bu kez, 'Sana bu kadar para versem ne yaparsın' diye sordu. 'Bu parayı almam ki!' dedim. 'Neden almazsın' sorusu üzerine biraz duraklayarak sözlerime devam ettim:

'Otuz altı lira çok para, ailem nereden aldın diye sorar.' Tanımadığım o güleç yüzlü atlı, tekrar bana gülümseyerek 'Aferin oğlum, böyle olmalı. Fakat bu parayı yol gösterdiğin için veriyorum sana. Kimse bir şey söyleyemez' dedi.

'Otuz altı lirayı bir şartla kabul edebilirim. Yolda yemek için getirdiğim bir torba ceviz vardı. Bu cevizleri alırsan ben de dediğin paraları alırım'dedim. Ben, ona cevizleri o da bana parayı verdi. Böylece ödeşmiş olduk. Atına bindi. Bana döndü ve tekrar adımı sordu. 'Benim de adım Mustafa. Yalnız benimkinin yanında Kemal'i var. Mustafa ile Kemal biraraya gelince ne olur?'

'Sen koskoca Gazi Mustafa Kemal Paşa'sın!'

Kafamda şimşek gibi bir şey çaktı. Bu, Mustafa Kemal Paşa'ydı. Evet, bütün dünyayı dize getiren koskoca Komutan Gazi Mustafa Kemal Paşa. 'Beni başka bir yerde görsen tanır mısın' dedi. Başımı salladım. 'Tanımaz mıyım? Sen koskoca Gazi Mustafa Kemal Paşa'sın!' Atlılar, atlarını dört nala sürerek yanımdan ayrıldı. Ben de sığırlarımı alarak çiftliğe döndüm.

Ertesi gün birkaç kişi evimize gelerek izin verirlerse beni Ata'ya götürmek istediklerini söylemişler. Sığırtmaç kıyafetiyle Kaplıcalara götürdüler. Arabadan inerek büyükçe bir kapıdan, salona yöneldik. Salondan içeri girince ayakta duran bir şahıs, bana;

'Hoşgeldin, beni tanıdın mı' dedi.

Ben de kendisini tanımadığımı, o güne değin hiç görmediğimi söyledim. O ise bir gün önce bana çiftliğin yolunu sorduğunu, kendisine para karşılığı ceviz verdiğimi söylüyordu. Israrla söylediği şahsın kendisi olmadığını belirttim. O sırada salonun perdesi kıpırdadı ve ardından Mustafa Kemal göründü. Başımı okşayarak 'Aferin oğlum, sandığımdan da dikkatliymişsin. Benzetmeyi çok kolay fark ettin' Hemen eline sarılarak öptüm.

'Okuma yazma öğrenip meslek sahibi olacaksın!'

'Mustafa, seni çiftliğime kahya yapmak istiyorum. İster misin' dedi. Cevap vermedim. Tekrar bana döndü ve 'Kahyalık işi için sana ayda dört lira versem yeter mi' deyince 'Siz bilirsiniz' dedim. 'Hayır Mustafa, seni kahya yapmayacağım. Seni okula göndermek istiyorum. Orada okuma yazma öğrenip bir meslek sahibi olacaksın' diye konuştu.

O kadar sevinmiştim ki, nasıl hareket edeceğimi bilemiyordum. Ata, sığırtmaç kıyafetimle birlikte fotoğraf çektirdikten sonra bana yeni kıyafetler giydirtti. Birkaç gün Atamın yanında kaldım. O sıralarda bakımsızlıktan cılız, çelimsiz ve hasta bir çocuktum. Şişli'deki Çocuk Hastanesi'ne yatırıldım. Tedavim yapıldı ve özel hocalar sayesinde çok kısa sürede okuma yazma öğrendim. Dört ayda çok değişmiştim. Gürbüz bir çocuk olmuştum. Hastaneden çıktıktan sonra Beşiktaş'taki 19'uncu ilkokula başladım. Atamla sık sık görüşüyorduk. Beni en kısa sürede çok sevdiği ordusunun bir subayı olarak görmek istediğini söylüyordu. Bulunduğum toplantılarda beni 'Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin gelecekteki genç subayı, benim Mustafam' diye övüyordu. Kuleli Askeri Lisesi'ne girdim. Mezuniyetime iki sene kala o koskoca insanı kaybettim. Dünyam yıkıldı, hayatta yapayalnızdım. Kendimi toparlayarak onun isteğini yerine getirdim. Kuleli'den 1941/B'li olarak daha sonra da Kara Harp Okulu'ndan mezun oldum. Ordudan ayrılıncaya dek bana gösterdiği yoldan ayrılmayarak Atama yaraşır bir evlat olmaya çalıştım. Öyle ya Ata'sına ancak böyle çocuklar yakışır. Ne mutlu Ata'nın çocuğuyum diyebilenlere.'


alıntı...
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuz da olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi :
- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...

Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini istiklal diye kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri Müslimler durmadan zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk'e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.

Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş :

- Bu köşk kimin?
- kirkor'un...
- ya şu koca bina ?
- Yargo'nun
- ya şu?
- Salomon'un...

Atatürk biraz sinirlenerek sormuş :
- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?

Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur :
- Biz mi nerede idik ?
Biz Yemen'de, Tuna boylarında, Balkanlarda Arnavutluk dağlarında, Kafkaslarda, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk paşam...

Atatürk bu hatırasını naklederken :
- hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu...

Köymen, Hulusi; Atatürk’ü anmak kitabından, s. 260
ŞİMDİ ARADAN YILLAR GEÇTİ, OTURMUŞUM BİR KÖŞEYE KENDİ KENDİME SORUYORUM:
- Bu gemi kimin?
- BAŞBAKAN'IN OĞLUNUN.
- Bu televizyonlar kimin?
- BAŞBAKAN'IN ARKADAŞLARININ.
- Bu kaçak villa kimin?
- BAŞBAKAN'IN ANASININ.
KENDİ KENDİME KIZIP:
-Peki sen ne yaptın? diye kendime soruyorum.
- BİZ NE Mİ YAPTIK? BİZ TERÖRLE MÜCADELE İÇİN CANLARIMIZI VERİP YILLARIMIZI DAĞLARA GÖMÜYORDUK,
ONLAR KOLTUĞU PARAYA, ONLAR TERÖRÜ PARAYA, ONLAR HALKIMIZIN ÇARESİZLİĞİNİ PARAYA TAHVİL EDERKEN!

cemerencanatan
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Atatürkün Anıları ...
ataturk.jpg
BAYRAĞA SAYGI
30 Ağustos sabahı, Mustafa Kemal muharebe sahasında dolaşıyordu. Etraf binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu hayvanı, terk edilmiş silah, top ve cephane dolu idi...
Atatürk şöyle söylendi:
"Bu manzara insanlığı utandırabilir! Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler."
Ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmiş bir de Yunan bayrağı gören başkumandan eli ile kaldırılmasını işaret ederek;
"Bir milletin istiklal alametidir, düşman da olsa hürmet etmek lazımdır, kaldırıp topun üzerine koyunuz." ATATÜRK'ÜN YARGIÇ KARARINA SAYGISI
Ölümünden iki yıl önce Atatürk'ün canına kıymak için kurulan bir tuzak meydana çıkarılmıştı. Hem de bu düzeni kurmakla suçlanan kimse "Milli Mücadele"den beri Ata'nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme oluşturdu. Herkes bunu konuşuyor, "nasıl olur" diyor, bir türlü herhangi bir nedene bağlanamıyordu.
Sanık yakalandı, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk'ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı; kimi "bu üzüntülü olayı anmak istemiyor" dedi, kimi de "bunun doğru olduğuna inanmıyor" diye düşündü.
Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.
İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki, Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi:
"Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir."

ASLA BOLŞEVİK OLMAYACAĞIZ
Ankara'nın Şubat ayına gelen oldukça soğuk ve karlı bir gecesi idi. Ankara kulübünde bir balo tertip edilmişti. O zamanın bütün mümtaz simaları orada idiler. Saat henüz 12'ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandıran bir haber baloya yayıldı:
"Gazi Paşa baloya geliyorlar!"
Rus Sefarethanesi'nde imişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus Sefiri de baloya gelmişti.
Bir aralık Sefir, salonunun ortasına doğru ilerlemekte olan Gazi'ye yaklaşarak Fransızca:
"Ekselans" dedi, "Sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müşterek bir gaye uğrunda varlığını kurtarmağa çalışan milletleriz. Türkiye'nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek şerefini kazanabilir miyim..."
Atatürk evvela gülerek elini uzattı, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kıymetli Ata'mız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin huzurunda şu cümlelerle Sefirin sözlerini cevaplandırdı:
"Ekselans, gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır. Yalnız şuna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla bolşevik olmayacağız!"

ATATÜRK'ÜN YASALARA SAYGISI
Atatürk bir gün Dolmabahçe'den gizlice çıkar, Topkapı Sarayı Müzesi'ne gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı "Henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi. Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin" der.
Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk'ü tanımamış ve birden fazla bu sözlere muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu olayda mühim olan nokta Atatürk'ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.

SATI KADIN
Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi. Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam'a giderken Kazan Köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaşlısı, ihtiyarı köylerin içinden geçen, köşede duran bu yabancı konukları görünce hep beraber koşuştular. Kimi su getirdi, kimi ayran, bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı Ata'ya uzattı:
"Bir soğuk ayran içer misiniz?" dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata'sı, ayranı kana kana içmiş ve bir an durakladıktan sonra ona;
"Senin kocan kim?" diye sormuştu.
Köylü kadını, yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası idi; Ankara'nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
"Ne zaman doğdun?"
"1919'da Atatürk Samsun'a çıktığı zaman doğdum."
Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yaşında olması lazım gelirdi. Halbuki karşısındaki kadın 25 yaşlarında görünüyordu; tekrar sordu:
"Nasıl olur?"
Evet, nasıl olurdu. Bu Satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:
"Evet Paşam, ondan evvel yaşamıyordum ki!"
Bu espiri Ata'yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi. Daha sonra biz, Satı kadını Büyük Millet Meclisi'ne giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
YIL 1910..

FRANSIZLAR YENİ BULUŞLARI OLAN UÇAĞI TANITMAK İÇİN TÜM ULUSLARDAN KATILIMCILARI DAVET EDERLER... HERKES BÖYLE BİR İCATIN GERÇEKLEŞMİŞ OLMASI
NEDENİYLE ŞAŞKIN VE MERAKLIDIR...DÖNEMİN OSMANLI HÜKÜMETİNE DE KATILIMCI İÇİN HABER GÖNDERİLMİŞ... HÜKÜMET İCATLARA OLDUKÇA MERAKLI OLAN ALİ RIZA
PAŞA YI GÖNDERELİM O MERAKLIDIR DEMİŞLER...VE
DERHAL SARAYA ÇAĞIRMIŞLAR...KENDİSİNE FRANSIZLARIN BULUŞUNDAN BAHSETMİŞLER VE OSMANLI YI TEMSİLEN GİTMESİNİ İSTEMİŞLER...ALİ RIZA PAŞA BU NU BİZ YAPMALIYDIK DEMİŞ İÇİNDEN HAYIFLANARAK... YALNIZ DEMİŞLER PAŞA YA DAVET 2 KİŞİLİK YANINA 1 KİŞİ DAHA AL ONU DA SEN BELİRLE DEMİŞLER...
ALİ RIZA PAŞA BİRAZ DÜŞÜNMÜŞ VE BİR DELİKANLI VAR ONU GÖTÜREYİM DEMİŞ...NEYSE ALİ RIZA PAŞA VE DELİKANLI PARİS'İN YOLUNU TUTMUŞLAR... PARİS'TE OTEL E YERLEŞMİŞLER...VE BULUŞUN GÖSTERİLECEĞİ GÜN KALABALIK MEYDAN VE PİST HERKES MERAKLA BEKLİYOR..DERKEN PİLOT HAZIRLIKLARINI YAPIYOR...ÜSTÜNE MONT GİYİYOR BİR DE GÖZLÜK TAKIYOR...UÇAK HAVALANIYOR... PARENDELER TAKLALAR MANEVRALAR MÜTHİŞ BİR GÖSTERİ... PİSTE
İNİYOR... ALKIŞLAR ARASINDA İNİYOR UÇAKTAN..HERKES KISKANÇ AMA ŞAŞKIN ....BİR YETKİLİ BİR GÖNÜLLÜ İSTİYOR..PİLOTUN ARKASINDA ONA EŞLİK EDEBİLECEK
CESARETİ OLAN.. BİZİM DELİKANLI ATILIYOR.. BEN BEN... TAMAM, DENİYOR VE DELİKANLIYA GÖZLÜK VE MONT VERİLİYOR...DELİKANLI MONTU GİYİYOR GÖZLÜĞÜ
TAKIYOR.. KALABALIKTAN SIYRILMAK ÜZERE İKEN ALİ RIZA PAŞA KOLUNDAN TUTUYOR.. BOŞVER SEN BİNME BIRAK BAŞKASI BİNSİN DİYOR...NEDEN DİYE SORUYOR
DELİKANLI BİRŞEY Mİ HİSSETTİNİZ.. YOK, SEN YİNE DE BİNME EVLAT DİYOR...DERKEN BAŞKASI BİNİYOR UÇAĞA..UÇAK HAVALANIYOR DELİKANLI ÖFKELİ PAŞA YA ...
PARANDELER..MANEVRALAR.. DERKEN UÇAK ALEV TOPUNA DÖNÜYOR VE PİSTE ÇAKILIYOR..2 ÖLÜ...

DELİKANLI PAŞAYA BAKIYOR HAYRETLER İÇİNDE... PAŞA MAĞRUR VE MUTLU BİR İNSANI KURTARDIĞI İÇİN...AMA BİR BAŞKASI ÖLMÜŞTÜ....AMA KURTARDIĞI BİR İNSAN DEĞİLDİ....

BİR ULUSTU...

ÇÜNKÜ DELİKANLI MUSTAFA KEMAL ATATÜRK' TÜ....

*SUNAY AKIN' DAN*

İLGİNÇ DEĞİL Mİ?*
Sevgi ve saygılar....
 

KÜLTEGİN

Genel Koordinatör
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,731
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Tanrı Dağlarında
YIL 1910..

FRANSIZLAR YENİ BULUŞLARI OLAN UÇAĞI TANITMAK İÇİN TÜM ULUSLARDAN KATILIMCILARI DAVET EDERLER... HERKES BÖYLE BİR İCATIN GERÇEKLEŞMİŞ OLMASI
NEDENİYLE ŞAŞKIN VE MERAKLIDIR...DÖNEMİN OSMANLI HÜKÜMETİNE DE KATILIMCI İÇİN HABER GÖNDERİLMİŞ... HÜKÜMET İCATLARA OLDUKÇA MERAKLI OLAN ALİ RIZA
PAŞA YI GÖNDERELİM O MERAKLIDIR DEMİŞLER...VE
DERHAL SARAYA ÇAĞIRMIŞLAR...KENDİSİNE FRANSIZLARIN BULUŞUNDAN BAHSETMİŞLER VE OSMANLI YI TEMSİLEN GİTMESİNİ İSTEMİŞLER...ALİ RIZA PAŞA BU NU BİZ YAPMALIYDIK DEMİŞ İÇİNDEN HAYIFLANARAK... YALNIZ DEMİŞLER PAŞA YA DAVET 2 KİŞİLİK YANINA 1 KİŞİ DAHA AL ONU DA SEN BELİRLE DEMİŞLER...
ALİ RIZA PAŞA BİRAZ DÜŞÜNMÜŞ VE BİR DELİKANLI VAR ONU GÖTÜREYİM DEMİŞ...NEYSE ALİ RIZA PAŞA VE DELİKANLI PARİS'İN YOLUNU TUTMUŞLAR... PARİS'TE OTEL E YERLEŞMİŞLER...VE BULUŞUN GÖSTERİLECEĞİ GÜN KALABALIK MEYDAN VE PİST HERKES MERAKLA BEKLİYOR..DERKEN PİLOT HAZIRLIKLARINI YAPIYOR...ÜSTÜNE MONT GİYİYOR BİR DE GÖZLÜK TAKIYOR...UÇAK HAVALANIYOR... PARENDELER TAKLALAR MANEVRALAR MÜTHİŞ BİR GÖSTERİ... PİSTE
İNİYOR... ALKIŞLAR ARASINDA İNİYOR UÇAKTAN..HERKES KISKANÇ AMA ŞAŞKIN ....BİR YETKİLİ BİR GÖNÜLLÜ İSTİYOR..PİLOTUN ARKASINDA ONA EŞLİK EDEBİLECEK
CESARETİ OLAN.. BİZİM DELİKANLI ATILIYOR.. BEN BEN... TAMAM, DENİYOR VE DELİKANLIYA GÖZLÜK VE MONT VERİLİYOR...DELİKANLI MONTU GİYİYOR GÖZLÜĞÜ
TAKIYOR.. KALABALIKTAN SIYRILMAK ÜZERE İKEN ALİ RIZA PAŞA KOLUNDAN TUTUYOR.. BOŞVER SEN BİNME BIRAK BAŞKASI BİNSİN DİYOR...NEDEN DİYE SORUYOR
DELİKANLI BİRŞEY Mİ HİSSETTİNİZ.. YOK, SEN YİNE DE BİNME EVLAT DİYOR...DERKEN BAŞKASI BİNİYOR UÇAĞA..UÇAK HAVALANIYOR DELİKANLI ÖFKELİ PAŞA YA ...
PARANDELER..MANEVRALAR.. DERKEN UÇAK ALEV TOPUNA DÖNÜYOR VE PİSTE ÇAKILIYOR..2 ÖLÜ...

DELİKANLI PAŞAYA BAKIYOR HAYRETLER İÇİNDE... PAŞA MAĞRUR VE MUTLU BİR İNSANI KURTARDIĞI İÇİN...AMA BİR BAŞKASI ÖLMÜŞTÜ....AMA KURTARDIĞI BİR İNSAN DEĞİLDİ....

BİR ULUSTU...

ÇÜNKÜ DELİKANLI MUSTAFA KEMAL ATATÜRK' TÜ....

*SUNAY AKIN' DAN*

İLGİNÇ DEĞİL Mİ?*
Sevgi ve saygılar....


Bu anıyı yıllar önce okumuştum ve tepeden tırnağa tüylerim diken diken olmuştu.
Teşekkürler
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
10 Ağustos 1915. Conkbayırı' nı almak ve bütün boğaza hakim olmak için İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan ağarmak üzereydi. 8. tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım:

- Mutlaka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret vediğim zaman hep birlikte atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücüm baskın şeklinde olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20-30 metre yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı' ndan ses çıkmıyordu. Dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstüne kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 4.30 da kıyametler kopmuştu. İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. ^^Allah Allah^^ sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yıkıyordu.

Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde bulunan saat param parça olmuştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpmıştım. Yalnız bu şarapnel vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı.

Aynı günün gecesi, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa' ya hatıra olarak verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendisi de alıp cep saatini bana hediye etti. Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve Çanakkale' nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular.


SAVARONA

Atatürk' ün İstanbul' daki mutluluklarından biri Florya' yı keşfetmesi oldu. Birkaç gidip gelmeden sonra buradaki plajı canlandırmaya karar verdi. Deniz köşkü, alaturka deniz hamamı gibi birşeydi. Atatürk denize o kadar ihtiraslı bağlanmıştı ki yıllarca yaz aylarını adeta su içinde geçirdi. Yüzme ve kürek idmanları yapar ve burada da halktan ayrılmazdı. İlk projeye göre Atatürk Köşkü kumsalın sonundaki bir tepecik üstüne yapılacaktı, aşağıda da bir banyo yeri hazırlanacaktı. Kalabalıktan uzaklaşmayı istemedi. Yine ilk projeye göre demir yolu geriye alınacaktı:

Canım, dedi. Ankara' da dağ başında yaşıyorum, İstanbul' da Saraya hapsoluyorum; bırakın burada gelenleri gidenleri, hiç olmassa tren gürültüsü duyayım.

Son zamanlarda Şile' yi görmüş, pek sevmişti yaşasaydı orasını da canlandıracaktı.

Büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul Yatı vardı. Marmara için yapılmış bu yatla bir defa Karadeniz' e çıkmıştı. Sert bir havada yat az daha batıyordu. Memleket kıyılarını dolaşmak üzere İstanbul' dan uzaklaşınca Denizyolları' nın bir yolcu gemisini seferden alıkoymak gerekiyordu. İşte Atatürk' e yeni bir yat alınması bu gereksinimden doğmuştu.

Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmış olduğu Savarona, ileri sürülen bir düşünceye göre Amerika' ya sokulmadığı için, ucuza almıştı. Planlarını görmüş ve yatı çok beğenmişti. Ne yazık ki yat geldği zaman Atatürk'ün ölümcül bir hastalığı vardı. Pek sevdiği bu yatta çok zamanı yatakta geçirdi. Bir gün şöyle dedi:

-Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim? Atatürk' ü ölüm yatağına Savarona' daki kamarasından bir koltuğun içinde ancak götürebildiler. Yat Dolmabahçe Sarayı önünde boynunu bükerek Atatürk'ü boşuna bekledi...


TÜRK ün Şanı...

Mustafa Kemal 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından üstün tutulduklarını gördükçe üzülüyordu.
-Osmanlılığın telkin ettiği, bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız? diyordu. Aynı ızdırabı ben de duyuyordum.
Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolulu kıta çavuşlarına kötü davranıyor yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.
Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı:
-Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıta çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı, gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup olduğu ırka hücum ediyordu:
-Sen, diyordu, nasıl olur da yüce Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin...
Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.
Dayanamadım.
-Yüzbaşı efendi susunuz!
Diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.
-Yoksa fena bir şey mi söyledim? dedi, ben de,
-Evet, çok fena hakaret ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi bir çok bakımdan yüce olabilir, fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz ırkın da büyük ve asil bir millet olduğu, asla inkar edilemez bir gerçektir.
Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.
Yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi:
-Bu ve buna benzer olaylar, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.
Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Atatürk, Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir, milletine:
-Ne mutlu Türküm diyene
hitabıyla seslendiği zaman, buna varlığı ve içtenliği ile inanmıştı:

Ali Fuat CEBESOY, Sınıf Arkadaşım ATATÜRK


HATAY

1923 yılı Mart’ının On Beşi Pazar günüydü. Atatürk, Adana İstasyonu’nda trenden inmiş; sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları, “Yaşa varol!” sesleri arasında yaya olarak kente giriyordu.
Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk’ün önünde durdular. Arkalarından bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın kişiliğinde henüz tutsak bulunan İskenderun’la Antakya’nın Türk olan bütün halkı:
“Bizi de kurtar” diye yalvarıyordu.
Herkesin gözleri yaşarmıştı, hıçkırıklarını tutamayanlar vardı.
Atatürk’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince Atatürk’ün alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünde bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:
-Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi.
On altı yıl sonra Hatay sorunun en heyecanlı günlerinde, hasta ve bitkin olmasına rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana’ya gitti. Dört saat ayakta durmak, birliklerin geçidini izlemek gibi olağanüstü bir dayanıklılık gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk’ü yitirdik.
İsmail Habib, bu konuyu şöyle bitirir:
“Hatay, Hatay! Seni kurtaran, aynı zamanda senin şehidin oldu!”

A.H.PAR / M.A.ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.83-84


ATATÜRK Ve Trikopis

Büyük Taarruz esnasında Gazi’nin yanında bulunan arkadaşları, Yunan Kuvvetleri Komutanı General Trikopis’in Başkomutan Çadırı’na nasıl getirildiğini şöyle anlattılar:
Trikopis, diğer esir kolordu ve tümen komutanları ile birlikte Gazi’nin huzuruna çıkarıldıkları zaman, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi yenilgilerin tarihte örnekleri olduğunu, sevk ve idareyi eksiksiz yapmış iseler vicdanen rahat olabileceklerini söylediği zaman, Trikopis:
-Askeri görevimi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl görevimi maalesef yapamadım, diye intihar edemediğini anlatmak isterken, Gazi:
-O size ait bir düşüncedir, diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde:
-Şurada bir tümeniniz vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere sürseydiniz daha iyi olmaz mıydı? Gibi bazı eleştiriler yapmış, Trikopis:
-Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki Kolordu Komutanı’nı göstererek) bu yapamadı, demiş.
Bu görüşmeler olurken esir komutan yavaşça yanında bulunan subaylarımızdan birine:
-Bizim ile konuşan bu general kimdir? diye sormuş, subay:
-Başkomutan Mustafa Kemal, deyince adam hayrete düşmüş:
-Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim Başkomutan İzmir’de vapurda oturuyordu, diyerek derdini dökmüş.

KAYNAK; Em.Tümg. Muzaffer ERENDİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, s.43


ATA VE KÖYLÜ

Bir gün bir köylü Atatürk’ün Orman Çiftliği sınırları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. Uyardılar, dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk’e söylediler.
Atatürk denetlemeye çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:
-İşte budur, dediler.
Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü; yaklaşınca sordu:
-Burada ne yapıyorsun?
Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi:
-Tarlayı sürüyorum.
-İyi ama, bu tarla senin midir?
-Değildir.
-Kimindir?
-Atatürk’ündür!..
Köylü bu cevapları vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:
-İyi ama, sen başkasına ait bir toprağın ona sorulmadan ve izin alınmadan sürülüp ekilemeyeceğini bilmiyor musun?
Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:
-Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!
Atatürk’ün kaşları çatıldı, büyük bir merak ve hayretle ona sordu:
-Bu hakkı nereden alıyorsun?
-Çok basit... Atatürk bizim babamız değil midir? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?
Atatürk’ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu; köylünün sırtını okşadı ve:
-Haklısın!.. diyerek uzaklaştı.
KAYNAK ; N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.99-100



YUNAN BAYRAĞI

Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu: Bu, ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti:
Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu:
-Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir.
Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı.
-O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.
Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi.

A.H. PAR, M.A. ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak


TÜRK OLARAK DOĞMAK...

Atatürk, kendisinin insanüstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlatırdı.
Bir gün sofradakilerden biri:
-Paşam, demişti, kim bilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kim bilir ne eşsiz anılarınız vardır
Atatürk güldü ve Conker’e döndü:
-Nuri anlatsın, dedi.
Nuri Bey her zamanki şakacı diliyle:
-Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, yanıtını verdi. Deminki soruyu soran kişi, sözün bu yola dökülmesinden fena halde ürktü. Soruyu ortaya attığına bin kez pişman oldu.
-Aman efendimiz, diyecek oldu, Atatürk hemen sözünü kesti:
-Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdedir.

KAYNAK ; Hadi BESLEYİCİ, “Atatürk’ü Anlamak”, s.117-118


BU MİLLETE UŞAKLIĞI ÖĞRETEMEDİM !!


İngiliz Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:
- Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!... dedi.
Sonunda İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Akşam Kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek:
- Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek:
- Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim, dedi. Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “görevine devam et” emrini verdi.


İĞNECİYAN VE ATATÜRK

Mustafa Kemal’in dostları arasında İğneciyan adında bir de Ermeni vatandaş vardı. Zengin bir kişidir. Sık sık Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret etmekte ve kendisine birçok yardımlarda bulunmaktadır.
Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra bir Ermeni örgütü ile ilgisi olduğu iddiasıyla İğneciyan’ı tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar. Tüm servetine el konuluyor.
İğneciyan Malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. Bir de kızı vardır. Yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır.
Atatürk zaferi kazanmış, devlet başkanı olmuştur. Devrimler için geceli gündüzlü çalışmaktadır.
Atatürk 1927’de ilk kez İstanbul’a gelmiştir. Bu İğneciyan için iyi bir fırsattır. Hem dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gider. İlgili memura başvurur:
- Ben, Gazi hazretlerini görmek istiyorum.
- Sen kimsin?
- Ben İğneciyan... Gazi’nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım.
Memur, İğneciyan’ı baştan aşağı süzer. Kılık kıyafeti pek güven verici değildir. Bir bahane uydurarak atlatır. Birkaç kez daha başvurur, fakat sonuç alamaz.
Bir gün de kızını alıp birlikte saraya giderler. O gün sarayın önünde olağanüstü bir hal vardır. Motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar. Bu, Gazi’nin bir geziye çıkacağına işarettir.
Polisler ve muhafızlar oradan uzaklaşması için İğneciyan’a işaret ederler. O sırada Gazi de Saray’dan çıkmıştır. Etrafındaki insan çemberi arasında otomobiline doğru ilerlemektedir.
O anda İğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp Gazi’nin karşısına sokulur. Gazi sorar:
- Kim bu kız?
Kız cevap verir:
- Ben İğneciyan’ın kızıyım.
- Nerede baban?
- Dışarıda bekliyor, sokmuyorlar...
Gazi hemen emir verir. İğneciyan’ı huzuruna alırlar. İki dost özlem içinde kucaklaşırlar. İğneciyan başından geçenleri anlatır. Gazi’nin gözleri dolu dolu olur. Emir verir. Gerekli soruşturma yapılır. İğneciyan’ın haklı olduğu anlaşılır ve alınan malları geri verilir.
Yıl 1938... Kasım’ın 12’si... Atatürk’ün acı kaybına dayanamayan İğneciyan üzüntüsünden ölür.

KAYNAK ; Falih Rıfkı'nın Çankaya adlı eseri


alıntı...
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Atatürk, fikir danışmaya çok önem verirdi. Bu alışkanlığını hayatının her döneminde sürdürürdü. Bir sohbet sırasında etrafındakiler sordu:
“Paşam, bazen fikir danıştığınız kişiler arasında öyleleri var ki, şaşırıyoruz. Kararınızı önceden verdiğiniz halde, niçin teker teker çağırtıp, bu şahısları dinliyorsunuz?”
Atatürk bu sözler üzerine şöyle dedi:
“Bazen ummadığım kişilerden çok şeyler öğrendim. Hiçbir düşünceyi hor görmemek gerekir. Herkesi dinlemek lazım. Çünkü senin anlatacakların olduğu gibi, onların da söyleyecekleri ve senin de öğreneceğin çok şey var…”

 
Son düzenleme:

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet sırasında anlatmıştır :
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Bizim kuşağın gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]getiren Türk’ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Arap’lara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken “kavm-i necib” deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türk’ler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askerî İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum “Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur” mısraıyla başlayan şiirinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim, süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim dönemi yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da deneyimli ve Anadolulu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla sevgi ve ilgi gösterir görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Halbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Yüzbaşı, onu ulusal onurunu ağır şekilde hançerleyen “…Türk!”
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]sözleriyle azarlamaya başlamıştı.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]“Sen nasıl olur da kavm-i necib-i Arab’a bağlı, Peygamberimiz Efendimiz’in mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin…”
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]gibi gittikçe anlamsızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat, gerçekten emre uymanın simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum:
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]“O erin bağlı olduğu ulus, bir çok bakımdan soyu temiz olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz ulusun da tarihleri şerefle dolduran büyük ve soylu bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük varsayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün soyluluğu ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir”
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif] Mustafa Kemal ATATÜRK
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif][FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Kaynak :Türk Dili Dergisi [FONT=Arial, Helvetica, sans-serif](Sayı: 146, Kasım 1963)
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
...İsmet İnönü davet edildiği Bulgaristan'dan , Türkiye'ye dönüyordu.Bulgaristan’la aramız iyi değildi.Bulgar komitacıları ,Sofyada Türk sefaretini sarmış,İsmet paşaya suikast yapmak üzere dışarı çıkmasını bekliyordu.Dikkati çekilen Bulgar hükümeti umursamadı.Bunun üzerine Ankarada ilgililer toplandı, ancak müzakerelerden olumlu bir sonuç çıkamayınca Atatürk’e danışmaya karar verildi.Atatürk sordu:
- Siz ne düşünüyorsunuz?
– - Bulgaristanı iktisaden tazyik edeceğiz.Şiddetle muhtaç olduğu bazı maddeleri satmamakla tehdit edeceğiz.
Atatürk güldü ve
- Telefonu verin bana dedi . Donanmaya emir verdi.
Ertesi sabah Yavuz zırhlısı İzmit’ten Varna’ya gitti.Yüzbir pare top attı.Evlerin camları kırıldı.Herkes yataklarından heyecanla dışarı fırladı.Hükümet telaşlandı.Amiral Türkiye Başvekilini almaya geldiğini söyledi.Bulgar hükümeti İsmet paşayı Varna’dan Sofya’ya zırhlı trenle ihtimam ve muhafaza altında getirdi.Bando ile mersim yaparak Yavuzu uğurladı.Amiral kırılan camların bedelini ödeyip başvekili Türkiyeye getirdi.

Kaynak : Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk - Yusuf Koç,Ali KOÇ
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı.

Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.

- Merhaba nine.

Kadın Ata''nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

- Merhaba dedi.

- Nereden gelip nereye gidiyorsun?

Kadın şöyle bir duralayıp;

- Neden sordun ki, dedi. Buraların saabisi misin? Yoksa bekçisi mi?

Paşa gülümsedi.

- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gitti ini söyleyecek misin?

Kadın başını salladı.

- Tabii söyleyece im, ben Sincan''ın köylerindenim bey, otun güç bitti i, atın geç yetişdi i, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara''ya geldim.

- Muhtar niçin Ankara''ya gönderdi seni?

- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğ lum gâvur harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte agşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.

- Senin Gazi Paşa''dan başka bir isteğin var mı? Kadının birden yüzü sertleşti.

- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki.. O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çi netmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istedi imiz gibi yaşıyoz. Şunun bunun gâvur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sa ol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.

Atatürk''ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek;

- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.

Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacı ım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.

Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki de ne i yere fırlatıp

Atatürk''ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş a lıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk''e uzattı;

- Tek ineğ imin sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.

Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;

-''Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin.

( ''Ananı da al git'' deyip, bir anlamda vatandaşa küfredenler var artık zamanımızda )

Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim arma ğanım olsun.''



Bu yazıyı okurken duygulanan veya ağlayanlar varsa, hala umut var demektir...

alıntı
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Kurtdereli...

Atatürk, ünlü güreşçi Kurtdereli''ye ödül olarak 1000 liralık bir İş Bankası çeki veriyor. Altını Kemal Atatürk diye imzalıyor, zaten çeklerde resmi de var. Pehlivan çeki İş Bankası'' na götürüyor; kendisine 1000 lirayı ödüyorlar. Muazzam bir para.

Ama Kurtdereli hala bekliyor. "Ne bekliyorsun pehlivan?" diye sorduklarında çeki beklediğini söylüyor.
"Parayı aldın, çek bizde kalacak" diyorlar.
"O zaman alin 1000 liranızı, verin çekimi" diyor. "Onda Atatürk''ümün imzası var." Ve parayı iade edip Atatürk imzalı çeki sevgiyle cebine yerleştirerek gidiyor:)
 

ATAM

Dost Üyeler
Katılım
11 Ocak 2009
Mesajlar
19
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Burdur-Kıbrıs
Cevap: ATATÜRK 'le İlgili Anılar

İZMİR SUİKASTİ

İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı:
- "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
- Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?
- Evet, dedi. Ben yine sordum:
- Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?
- Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
- Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?
- Hayır.
- O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
- Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.

O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
- Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.

Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Yahya Galip KARGI
Kaynak: Yücel Dergisi, 1948
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Cevap: ATATÜRK 'le İlgili Anılar

01022009141846ataturk.jpg

Kırmızı çizgi böyle çizilir.
ATATÜRK''TEN BULGARİSTAN''A GÖZ DAĞI

Başvekil İsmet İnönü davet edildiği Rusya''dan Bulgaristan yolu ile dönüyordu. Yine o ara Bulgaristan'' la aramız iyi değildi. Bulgar komitacıları Sofya''daki Türk sefaretini sarmış, İsmet Paşa''ya suikast yapmak üzere dışarıya çıkmasını bekliyorlardı ... Bulgar hükümetinin dikkati çekildi..Bulgar hükümeti bililtizam (inadına,bile bile) umursamadı. Bunun üzerine keyfiyet Ankara''ya bildirildi, ilgililer toplanıp, aralarında müzakere etti... Bir çare araştırıldı...Tatminkar bir tedbir bulunamadı... Atatürk''e danışmaya karar verdiler... Atatürk sordu;

"Siz ne düşünüyorsunuz?"

" Bulgaristan''ı iktisaden tazyik edeceğiz... Şiddetle muhtaç olduğu bazı maddeleri satmamakla tehdit edeceğiz" Atatürk güldü ve;

"Telefonu verin bana" dedi... Donanmaya emir verdi... Ertesi sabah Yavuz zırhlısı İzmit''den Varna''ya gitti... Yüzbir pare top attı... Evlerin camları kırıldı, herkes yataklarından heyacanla fırladı... Bulgar hükümeti telaşlandı... Amiral, ''Türkiye Başvekili İsmet Paşa''yı almaya geldiğini'' söyledi... Bulgar Hükümeti İsmet Paşa''yı Sofya''dan Varna''ya zırhlı trenle, ihtimam ve muhafaza altında getirdi... Bando ile merasim yaparak, Yavuz''a uğurladı..Amiral, kırılan camları ödeyip, Başvekili Türkiye''ye getirdi...

Kaynak (Avni Altıner/ Her yönüyle Atatürk)

istiklalmarcq9vt3.gif

turkiyeeeeeeemz1.gif
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Cevap: ATATÜRK 'le İlgili Anılar

BİR ANI

Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük

binaları işaret ederek sormuş :

- Bu köşk kimin?

- kirkor'un...

- ya şu koca bina ?

- Yorgo'nun

- ya şu?

- Salomon'un.. ..

Atatürk biraz sinirlenerek sormuş :

- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?

Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur :

- Biz mi nerede idik ?

Biz Yemen'de, Tuna boylarında, Balkanlarda Arnavutluk dağlarında,

Kafkaslarda, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk paşam...

Atatürk bu hatırasını naklederken :

- hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu...



Köymen, Hulusi; Atatürk'ü anmak kitabından, s. 260


ŞİMDİ ARADAN YILLAR GEÇTİ, OTURMUŞUM BİR KÖŞEYE KENDİ KENDİME SORUYORUM:

- Bu gemi kimin?

- BAŞBAKAN'IN OĞLUNUN.

- Bu televizyonlar kimin?

- BAŞBAKAN'IN ARKADAŞLARININ.


KENDİ KENDİME KIZIP:

-Peki sen ne yaptın? diye kendime soruyorum.

- BİZ NE Mİ YAPTIK? BİZ TERÖRLE MÜCADELE İÇİN CANLARIMIZI VERİP YILLARIMIZI DAĞLARA GÖMÜYORDUK,

ONLAR KOLTUĞU PARAYA, ONLAR TERÖRÜ PARAYA, ONLAR HALKIMIZIN ÇARESİZLİĞİNİ PARAYA TAHVİL EDERKEN



ERDAL SARIZEYBEK
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Cevap: ATATÜRK 'le İlgili Anılar


Sefire Yolu Gösterin !


Fransa'da çok meşhur bir sözlük vardır: "Larousse".
Burda bir kelime var: "décapiter".


Bu kelime 1931 yılındaki sözlükte "boynunu vurmak" diye tanımlanıyor.
Kelimenin bir başka anlamı daha var: "Kazığa oturtmak", yani sivri bir kazık hazırlamak

ve insanları kazığın bir ucu ağzından çıkacak şekilde üzerine
oturtmak. Vahşi bir uygulama.

Burada kazığa oturtmak deyiminin anlamını açıklığa kavuşturmak için
örnek veriliyor:

"Türkler bugün bile esirlerini kazığa oturturlar." Atatürk bunu
öğrenince Fransız Büyükelçisini yemeğe davet ediyor. Elçi diğer elçilere böbürleniyor,
hava atıyor Atatürk tarafından davetedildiği için.

Köşke geliyor, yemekler yeniyor. Atatürk tabii bir şekilde elçiye bu kelimenin anlamını soruyor.
O da bildiği anlamı söylüyor. Atatürk : "Kelimenin başka bir anlamı var mı?" diye sorunca

Büyükelçi:

"Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir" diyor. Atatürk daha önce
hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde Larousse'u getirtip Büyükelçinin
önüne koyduruyor.

Elçi daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle
okumaya başlıyor.

Ancak, kelimenin karşısında kazığa oturtmak konusunda verilen örnek
cümleye gelince ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak
Atatürk' ün yüzüne bakıyor.

Atatürk diyor ki: "Demek ki biz Türkler bugün de esirlerlerimizi
kazığa oturtuyoruz öyle mi, sayın sefir? Sözlüğünüze böyle
yazmışsınız, bu doğru mu? Sefir hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve
bir kaçamak noktası bularak diyor ki: "Efendim bu sözlük Katolik
Kilisesi'nin matbaasında basılmış, bildiğiniz gibi biz
laik bir ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir
ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız."

Atatürk: "Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki
kiliselere karışamıyor- sunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren
İstanbul'daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum"
diyor.

Bunu duyan sefir birden ayağa kalkıyor ve: "Ekselans, protesto ederiz
" diyor.

Bunun üzerine Atatürk:

"Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?" diyor ve ilgililere
dönerek: "Sefire yolu gösterin" diyerek bir anlamda onu kovuyor. Sonra
ne mi oluyor? Tabi Fransız hükümeti laiklik söylemlerini bir tarafa
bırakıyor, hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni baskısından o cümle
çıkarılıyor.





Namık Kemal Zeybek ("Atatürk'e Yolculuk" programı - "Kanal B" Televizyonu)





Bu güzel öykü:

- Askerimizin başına çuval geçirildiğinde sessiz kalan,

- Karakollarımıza komşu bir ülkeden saldırılar düzenlenip şehitler
verdiğimizde

harekete geçmeden önce icazet almak için okyanus ötesine giden,

- Fuarlarda, ülkemizin bir bölümünü kurdukları kukla devletin parçası
olarak gösteren

haritalar asanlarla hala resmi temaslarda bulunan değerli yöneticilerimize
ve

- 85 yılda nerelerden nerelere geldiğimizi hala göremeyen aziz
vatandaşlarımıza ithaf olunur.

Şakir Okumuşoğlu
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Cevap: ATATÜRK 'le İlgili Anılar

Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü''nde Atatürk''ü ziyaret etmiş:
- Hayırdır İsmet... Habersiz geldin.
- Paşam, azınlıklar meselesi... Konuyu Meclis''e getireceğiz... Ne diyorsunuz?
- İsmet bugün geç oldu... Yarın sabah erkenden gel, konuşalım.


İnönü çıkınca Atatürk "bütün görevlileri" toplamış:
- Sadece laleler kalsın... Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün, atın... Derhal.


İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin "halini" görmüş ve "görevlilere" sormuş:
- Ne oldu böyle?
- Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük.



Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk''ün odasına girmiş:
- Paşam, bahçenin durumu nedir?
- Azınlıkları söküp attım İsmet.



İnönü "anladım" dercesine başını öne eğmiş:
Atatürk:
- İsmet, ben "Ne Mutlu Türküm Diyene"
sözünü boş yere söylemedim... Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladı... Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin... Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.




"Bunları" dün bize Ateş Ünal Erzen anlattı. "İnan Kıraç''tan dinledim" dedi. Belediye Başkanı Erzen, Ermenilerin "Sevgi Sofrası" adını verdiği kutlamalarda bu "olayı" anlatmış. Dinleyenler ağlamaya başlamışlar.



Ateş Ünal Erzen gittikten sonra İnan Kıraç''la konuştuk. "Evet, doğru" dedi.
İnan Kıraç''ın babası Ali Numan Kıraç "Atatürk''ün 6 yıl Amerika''da okuttuğu, Türkiye''nin ilk ziraat mühendisi." Atatürk onu "Atatürk Orman Çiftliği''ne müdür yapmış." "Anlattığımız olay", İnan Kıraç''ın bizzat babasından dinlediği bir olay.


Büyük Atatürk''ün "verdiği dersi" bugün hâlâ anlayamayanların olması ne kadar acı.
Neyse "vesile" oldu, İnan Kıraç''la "Atatürk''ü ve babası Ali Numan Kıraç''ı" saygıyla andık.


Kaynak : Sabah - YAVUZ DONAT
 
Üst