Atatürk'ten bir anı

Katılım
26 Kas 2008
Mesajlar
83
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ATATÜRK’TEN BİR ANI
14 Eylül 1931 günü Dolma bahçe Sarayı balkonunda Atatürk, Türk Milliyetçiliği ve Türklük şuuru konusunda kendisini son derece etkileyen şu olayı anlatmıştır:
“Bizim neslin gençlik yıllarında Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışı ile Araplara sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisi ile Araplara özel bir değer veriliyor. Onlardan söz edilirken “KAVM-İ NECİP” deyimi ile sıfatlandırılarak, bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.
Şair Mehmed Emin Yurdakul’un, ilk defa manastır askeri idadisinde öğrenci iken okuduğum “BEN BİR TÜRK’ÜM, DİNİM, CİNSİM ULUDUR” Mısrası ile başlayan manzumesinde, bana milli benliğimi gururumu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı. Ve piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da tecrübeli ve Anadolu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim yaptırıyor. Biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlara karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla şefkatli görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına ve hırpalanmasına gönlü razı olmadığını söylüyordu. Hâlbuki talimlerde Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan, kimi erlerin yanlış hareketlerinin zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sert davranışlara da yol açtığı da oluyordu.
Bir gün yüzbaşı, bu yolda kendini hareketten alı koyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı. Takım komutanıyla birlikte gelerek Yüzbaşısını saygıyla ve askerce selamlayan çavuş yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı onu ulusal onurunu ağır şekilde hançerleyen “…Türk!” sözleri ile azarlamaya başlamıştı. Sen nasıl olurda “Kavm-i Necip-i Araba mensup, Peygamberimiz Efendimizin mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil sen onların ayağına su bile dökmeye layık değilsin…” gittikçe manasızlaşan fakat yaşlı yüzbaşının samimi inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum.“ O erin bağlı olduğu kavim birçok bakımdan necip olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz kavminde tarihleri şerefle dolduran büyük ve asil bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkında ki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük varsayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güvenini yitirmesindendir.
“Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir” Dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.” 1931 (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikirleri ve Düşünceleri, s.171-172-173)
 
Üst