Begendiğiniz köşe yazıları.

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Zekeriya Öz önce bu soruya cevap versin

Son günlerde dünya kamuoyunu günlerdir meşgul eden en önemli haber, Amerikanın tüm dünyayı gizlice dinlediğinin ortaya çıkmasıdır. Amerika Ulusal Güvenlik Teşkilatında (NSA) bilgisayar analiz uzmanı olarak görev yapan ajan Edward Snowden NSA'in yaptığı gizli dinlemelere ilişkin milyonlarca kaydı alarak kaçmış ve bu dinlemeleri medyaya servis etmiştir. Snowden, tüm dünyaya güvende olmadıklarını, sürekli takip edildiklerini her türlü haberleşmelerinin NSA tarafından takip edildiğini ifşa etmiştir. Devlet başkanlarından tutunda sıradan insanlara kadar dünyanın neresinde olursanız olun sürekli izlendiğimizi bize çok acı bir şekilde göstermiştir. Tabi bu olay dünyada son derece sert tepkilere neden odu. Bir çok devlet resmi olarak ABD'ni kınadı. Zannedersiniz ki bu işler sadece Amerika'da oluyor. Sanki dünyanın diğer ülkeleri sütten çıkmış ak kaşık. Hele ki Türkiye'de bunlar hiç olmazmış gibi yazılar yazan köşe yazılarını görünce dayanamadım.
TÜRKİYE’DEKİ TELEKULAK ÇALIŞMALARI
Tüm dünyada deprem etkisi yaratan dinleme skandal, basının büyük bölümünün kendini otosansür altında tutması nedeniyle çok da yankı bulmamış gibi göründü. Aslında son yıllarda ülkemizin içerisinden geçmekte olduğu dönüşüm süreci, Türkiye’yi bir telekulak cenneti haline getirmiştir. Hani eskiden seyahat acentaları kendilerinin daha iyi olduğunu ifade etmek için yaparlardı ya, Öz Kamil Koç Turizm gibi Türkiye'de adeta bir “öztelekulak” ülkesidir. Geçtiğimiz seçim dönemini hatırlayın, onlarca milletvekili adayı gizli çekimler ve gayri yasal telekulak dinlemeler yüzünden adaylıktan çekildiler. Geçen yıl Başbakanın çalışma odasında dinleme cihazları bulundu. Daha bir kaç ay önce CHP toplantı odasında böcek denilen ses kayıt cihazı bulundu. Çok uzağa gitmeyelim. Balyoz sanıkları Kadir Sağdıç, Fatih Ilgar ve Cem Çakmak'ın aileleri ile yaptıkları telefon görüşmeleri malum internet sitelerinde yayınlandı. Düşünün askeri ceza evindeki ankesörlü genel telefondan evinizi arıyorsunuz, öztelekulakçılar günü geldiğinde yayınlanmak üzere hemen bunu kayıt ediyorlar.
MİT EN BÜYÜK TELEKULAKTIR
İlhan Taşçı, geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan Yargıç-Ajan İşbirliği başlıklı haberi ile" ...Gazeteci Yasemin Çongar, Mehmet Baransu, Markar Esayan, Amberin Zaman ve Mehmet Altan’ın telefonlarının Pastör, Elizabeth ve Arashi Quarzad, Çaşıt, Hossain Seyfullah ve Quaramaddin Fatımi" gibi sahte isim ve kod adlarla MİT tarafından dinlenildiği ortaya çıktı. 30 Ekim 2008’den. 4 Kasım 2009'a kadar sürdüğü anlaşılan bu dinlemeler birden fazla tekrarlanmış, dinleme ve fiziki takip kararları, değişik periyotlarla İstanbul 11. ve 14. Ağır Ceza Mahkemeleri’nden alınan kararlarla uzatıldı..." diyerek MİT'in gayrı yasal yollarla muhalif gazetecileri dinlediğini yazmıştır. Bu yöntemde, MİT'in mahkeme kararını gizli servis faaliyeti kılıfı altında, dinlemek istediği kişileri sanki yabancı ülkeler adına casusluk yapan kişilermiş gibi göstermiş ve dinleyeceği kişilerin isimlerini mahkeme heyetinden gizleyip,hakimleri kandırarak dinleme kararı aldırtmıştır. Bu karar için özellikle TSK'yı yıpratmak amaçlı bir komplo olan Casusluk ve Fuhuş Davasına bakan 11.Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Metin Özçelik'in seçilmesi, herhalde bu konudaki tecrübesinden kaynaklanmıştır.
MİT'İN HERON İHANETİ TEZGAHI
MİT'nın gayri yasal yollarla kendi ülkesinin vatandaşlarını dinlediğine ilişkin bizzat benim yaşadığım bir olayı aktaracağım. Hatırlarsınız 2010 yılının Ekim Kasım aylarında başta Samanyolu ve Bugün televizyonları olmak üzere yandaş basın günlerce Türk Silahlı Kuvvetlerinde HERON İhaneti başlıklı haberleri yayınladılar Bu televizyonlar, TSK mensubu iki şahıs arasında geçtiği iddia edilen ve MİT tarafından tespit edilmiş olan iki telefon konuşmasını yayınladılar. Bu iki konuşmada özetle, insansız hava araçları HERONLAR'ın terör örgütüne çok zayiat verdirdikleri ve bu nedenle imha edilmeleri gerektiğine ilişkin konuşmalar yer alıyordu. Hava Kuvvetleri Komutanlığı askeri savcısı olarak Askeri Savcılığımızın 23.02.2009 gün ve 2009/204 E.sayılı dosyasına kayıtlı olan bu soruşturmayı bizzat ben yürüttüm.
Dosyada, MİT tarafından tespit edilip Genelkurmay Başkanlığına gönderilmiş bulunan 08.11.2007 tarihinde GATA Askeri Hastanesinin önünde bulunan ankesörlü PTT telefonu ile Kavaklıdere'de ki baz istasyonundan sinyal veren, sahte bir isim adına kayıtlı cep telefonu arasında 16:13-16:15 ve 17:21-17:22 saatleri arasında yapılan iki adet telefon konuşma kaydı yer almaktadır. KKK.lığı Askeri Savcılığı soruşturmayı yürütmüş ve bu konuşmayı yapanlardan Hv.PIt.Ütğm.F.Ç ve Hv.PIt.Kur.Yb.S S.Ç. olduğunu, bu kişilerinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı personeli olması nedeniyle, K.K.K.Iıyı Askeri Savcılığının 09.02.2009 gün ve 2009/27 -1 Esas-Karar sayılı Yetkisizlik Kararı ile Hv.K.K.lığı Askeri Savcılığına göndermiştir. Ben askeri savcı olarak yaptığım soruşturma sonucunda; 08.11.2007 tarihli 16:13-16:15 ve 17:21-17:22 saatlerindeki iki konuşmanın yapıldığı zaman ile aynı saatlere tekabül eden 15:30-16:30 ile 18:11-19:27 saatleri arasında Hv.PIt.Ütğm.F.Ç'nin Eskişehir'de uçuş görevini icra ettiğini, Hv.PIt.Kur.Yb.S.S.Ç'nın ise, bu tarihte NATO görevi nedeniyle İtalya'nın Napoli şehrinde bulunduğunu tespit ettim. Hv.PIt.Ütğm.F.Ç'nin F-4 uçağının içindeyken Ankara GATA'nın önündeki ankesörlü telefon ile konuşma yapması imkansız olduğuna göre, bu konuşma ile ilgili KKK.lığı Askeri Savcılığının tespiti doğru değildir. Bu nedenle de Hv.PIt.Ütğm.F.Ç ve Hv.PIt.Kur.Yb.S.S.Ç hakkında herhangi bir yasal işlem yapmadım. Ancak ben tutuklandıktan sonra TSK aleyhinde başlatılan karalama kampanyaları nedeniyle, gizli olan soruşturma dosyasındaki telefon konuşmaları yandaş medya tarafından ele geçirilerek, günlerce yayınlanmıştır. Dönemin Meclis Başkanı, Bakanlar ve bir çok milletvekili bu yayınlara istinaden adı geçen üsteğmen ve yarbayın derhal cezalandırılmaları, ordudan atılmaları talep edilmiş, bu masum insanlar hakkında linç kampanyaları yürütülmüştür.
MİT, PTT 'NİN ANKESÖRLÜ UMUMİ TELEFONUNU DİNLEMEKTEDİR
Hv.PIt.Ütğm.F.Ç ve Hv.PIt.Kur.Yb.S.S.Ç'nin telefon ile konuşma yapıldığı saatlerde uçuşta ve yurt dışında olmalarının yanı sıra, yasal işlem yapmamamın asıl nedeni, 08.11.2007 tarihli 16:13-16:15 ve 17:21-17:22 saatlerinde yapılan telefon konuşmalarının dinlenmesi ile ilgili hiçbir mahkeme kararının dosyada yer almarnasıydı. MİT Müsteşarlığı telefon konuşma kayıt ve çözüm tapelerini göndermiş ancak,bu telefon dinlemelerine ilişkin mahkeme kararlarını göndermemiştir. Çünkü böyle bir mahkeme kararı olmadığı için göndermesi de imkansızdır. Bilmeyenler için söylüyorum,dinlemeler de bir hedef numara vardır ve bu numara dinlenir. Eğer siz o numara tarafından aranırsanız veya hedef numarayı ararsanız mahkeme kararı gereğince bu konuşmalar kayıt edilir. Kavaklıdere baz istasyonundan konuşma yapan cep telefonu ilgisiz,sahte bir isim adına kayıtlı olduğu için herhangi bir soruşturmada şüpheli olarak yer alması imkansızdır. Kaldı ki, MİT'in gönderme yazısında da herhangi bir soruşturmadan bahsedilmemektedir. Sadece şu tarihler de yapılan telefon görüşmeleri bilgilerinize sunulmuştur gibilerinden yuvarlak sözler yazılmıştır.
Ben MİT tarafından gönderilen Karargah Evleri belgesine dayanılarak yürütülen soruşturmada yer alan bir çok asılsız suçlamaları ile internet üzerinden sahte olarak yaratılan telefon HTS'lerini ve HERON İhaneti olarak savcılığımıza gönderilen ve mahkeme kararı bulunmadan gayrı yasal olarak dinlendiği anlaşılan konuşmaları sormak amacıyla MİT Müsteşarı Emre Taner'i ve yardımcısı A.G savcılığımıza çağırdım. MİT Müsteşarı Emre TANER'I ve yardımcısı A.G’yi dinlenmesi amacıyla, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığında hazır edilmesinin sağlanması için, MİT Müsteşarının doğrudan bağlı olduğu Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'a Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcısı olarak benim tarafımdan 12.05.2009 tarih ve AS:SAV:2009/45 Es.AZÜ sayılı yazı yazılmıştır. Ancak Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, Başbakanlığın tarihsiz ve Sayı:B.02.0.OKM.01-51/01690 sayılı cevabi yazısında 01.11.1983 tarih ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunun 29.maddesi gereği MİT Müsteşarı Emre TANER'in tanık olarak dinlenmesine izin vermediğini bildirmiştir. Bu yazı üzerine oen 2937 sayılı MİT Kanununun 29’uncu maddesinin, sadece MİT mensuplarının tanık olarak dinlenmesine ilişkin olarak MİT Müsteşarının izin verme yetkisini düzenlediğini, MİT Müsteşarının kendisine ilişkin bir düzenleme içermediğini, bu nedenle MİT Müsteşarının tanık olarak dinlenmesinin,2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununa tabi olmadığını, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun genel hükümlerine tabi olduğunu,gelmediği takdirde zorla getirileceğini, ancak Devlet geleneği ve nezaket kuralları gereği bağlı olduğu Başbakan’dan hazır edilmesini talep ettiğimizi bildirir Askeri Savcılığımızın 25.05.2009 tarih ve AS.SAV.:2009/45 Es.AZÜ sayılı yazısını yazarak tekrar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a gönderdim. Bu yazıdan birkaç gün sonra Emre Taner Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'u ziyaret ederek benim kendisini zorla mı getirteceğimi sormuş. Seksen iki yıllık MİT tarihinde ilk defa böyle bir durum olduğunu ,zorla getirtilmesinin kurumlar arasında çatışma olduğu izlenimi yaratacağını,benimle görüşeceğini söylemiş. Bunları bana dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Aydoğan Babaoğlu söyledi. Ben,Emre Taner ve A.G hakkındaki Başbakanlığın yazılarının idari yargıda iptali için dava açılması talebiyle Milli Savunma Bakanlığına yazı yazdım. Ancak dönemin Mili Savunma Bakanı Vecdi Gönül cesaret edip de Başbakan'ın yazılarının iptali için dava açtıramadı. Dava açılmayınca ben MİT Müsteşarlığına giderek hem Emre Taner hemde A.G ile görüştüm. Bu görüşmemizde de bana telefon HTS ve dinleme kayıtları ile ilgili hiç bir yasal belge gösteremediler Sadece hassas kasnaklarından bilgi aldıklarını, bu bilgilerin gerçek olup olmadığını Genelkurmay Başkanlığı’ndan talep gelmediği için teyit etmediklerini söylediler. Emre Taner'in odasında geçen bu konuşmaların mutlaka gizli kayıtları vardır. Bakıp inceleyebilirler.
Kısacası MİT bütün şehirlerde halk tarafından yoğun olarak kullanılan PTT'nin ankesörlü telefonlarını hiçbir mahkeme kararı olmaksızın dinlemektedir. Aksini iddia ediyorlarsa Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığının 23.02.2009 gün ve 2009/204 Es. numaralı dosyasında yer alan ve MİT tarafından tespit edilip Genelkurmay Başkanlığına gönderilmiş bulunan 08.11.2007 tarihinde GATA Askeri Hastanesinin önünde bulunan ankesörlü PTT telefonu ile Kavaklıdere'de baz istasyonundan sinyal veren sahte bir isim adına kayıtlı cep telefonu arasında 16:13-16:15 ve 17:21-17:22 saatleri arasında yapılan iki adet telefon konuşma kaydının tespitine izin veren mahkeme kararını yayınlasınlar. Yayınlayamazlar. Çünkü böyle bir mahkeme kararı yoktur. Eğer böyle bir mahkeme kararı varsa, bu durumda da niçin askeri savcılığa göndermediklerini açıklayamazlar. Bu konuda o zamanlar Sedat Ergin'de büyük abi bizi dinliyor mu başlıklı bir yazı yazmış ve tüm açıklığı ile bu konuyu dile getirmiştir.
SAVCILAR VE KOLLUK GÜÇLERİ MENSUPLARI DA TELEFONLARINIZI DİNLİYOR
Mahkeme kararı olmadan sadece MİT bizi dinliyor sanmayın. Savcılar ve kolluk güçleri de sizlerin yaptığı telefon konuşmalarını,SMS ve e-postalarınızı hiçbir mahkeme kararı olmadan izleyip kayıt altına alabilmektedir. Hatırlayın Van İl Jandarma Komutanı V.İ Gazeteci Mehmet Baransu ve eşinin telefonlarını gayrı yasal dinlemekten yargılandı. Aynı şekilde Düzce İl Jandarma Komutanı T.Y de eski bir komutanın oğlu olan Kazım Çillioğlu'nu dinlemekten yargılandı. Geçtiğimiz aylarda Başbakan'ın bir işadamı ile yaptığı konuşma dinlenmiş ve ne acıdır ki bu konuşmaları gayrı yasal yollardan dinleyenler değil de bu konuşmaları yayınlayan gazeteciler tutuklanıp hapse atıldılar. Son örnekler olarak Kadir Sağdıç, Fatih Ilgar ve Cem Çakmak'ın da aralarında bulunduğu onlarca komutanın telefon konuşmaları gayrı yasal yollardan dinlenerek internet sitelerinde yayınlandı. Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcısı iken benim ve yardımcım Mehmet Çelik'in telefonları defalarca dinlenerek dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Aydoğan Babaoğlu'na gönderilmiştir. Hatta Mehmet Çelik kanunsuz olarak dinlenmiş bu telefon konuşmaları nedeniyle haksız olarak Babaoğlu tarafından savcılık görevinden alınarak tayin ettirilmiştir. Ben sevgililerini, eşlerini, düşmanlarını, gazetecileri, işadamlarını hatla bazı artistleri dinleten hukuk ve kolluk mensupları bilirim.
Diyeceksiniz ki bu dinlemeler nasıl yapılıyor. Aslında çok kolay. O savcılık veya kolluk tarafından yürütülen soruşturmalarda, yasal olarak soruşturma ile ilgili olan dinlenecek telefon numaralarının arasına siz sevgilinizin, eşinizin, gazetecinin ya da dinlemek istediğiniz numarayı da bu numaraların arasına sanki şüphelilerden birisinin numarasıymış gibi yazıyorsunuz. Dinleme kararı veren hakimlerin hemen hemen tamamı, bu numaraların kime ait olduğunu tek tek incelemedikleri için diğer telefonlar ile beraber sizin numaranız ile ilgili de dinleme kararı verirler. Hatırlayın yargıcın birisi kendi telefon numarası ile ilgili olarak dinleme kararı vermişti. Savcı, polis ya da jandarma olarak bu konuşmanın tapeleri önünüze geldiğinde bir kopyasını alır sonrada suç unsuru yoktur diye tutanak tutarak bu tapeleri ve dinleme kayıtlarını imha ettirirsiniz. Biz Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığı olarak, Mehmet Çelik'in telefonları da benzer yöntem uygulanarak dinlenmiş olabileceği düşüncesiyle, hangi mahkeme kararı ile kimin talebi neticesinde telefonları dinlenmiş olabilir diye Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesinden tüm dinlemelerin yapıldığı TİB'de (Telekominikasyon ve İletişim Başkanlığı) inceleme yapmamız için karar talep ettik. O dönemleri hatırlarsanız Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz TİB'de inceleme yapma kararı almıştı ve kararı nedeniyle başına gelmeyen kalmamıştı. Herkes ilk olarak sayın Kaçmaz'ın TİB'de inceleme kararı aldığını zanneder, ancak bu karardan yaklaşık iki ay önce Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi Başkanı ve halen Balyoz komplosu tutuklusu olan Hv.Hak.Alb.Ahmet Erdem ilk olarak TİB'de inceleme yapılması kararı almıştır. Fakat çok manidardır ki, bu karara TİB tarafından yapılan itiraz, Genelkurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesi tarafından kabul edilerek Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesinin TİB'de inceleme yapılmasına ilişkin kararı kaldırılmıştır. Demek ki, Genelkurmay Başkanlığının tavrı daha o günlerden belliymiş de bizim haberimiz yokmuş.
ZEKERİYA ÖZ GAZETECİ İSMAİL KÜÇÜKKAYA'YI DİNLETTİ Mİ?
Soner YALÇIN'ın Samizdat adlı kitabının 379.sayfasında Zekeriya ÖZ tarafından emekli albay Hasan Atilla UĞUR'a."...Hava Kuvvetleri Askeri Savcısı beni aradı...Önüne dinleme tapesini attım. Orada Akşam Gazetesinde haberi yapan gazeteci ile Genelkurmayda yalanlama açıklaması yapan paşanın görüşmesi vardı .."dedi diyen bir bölüm yer almıştır.
Bu yazıda geçen Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcısı benim. Akşam Gazetesinde haberi yapan gazeteci İsmail Küçükkaya, Genelkurmay’da yalanlama açıklaması yapan Paşa’da şimdi orgeneral rütbesinde olan donemin Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümg.Salih Zeki Çolak'tır. Önüme attığını söylediği dinleme tapesi de Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığının 31.05.2008 tarih 2009/45 E. sayılı dosyasının dizi no 448.sırasında yer alan belgedir.
Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı düzenlenmiş ilk komplo olan Karargah Evleri, MİT tarafından hazırlanan ve Hava Harp Okulu ile Hava Harp Akademisinde görevli olan otuz dört kurmay pilot subay ve öğrencinin ,İşci Partisi ve Balaban Aşireti ile beraber herhangi bir emperyalist kalkışma meydana geldiğinde silahlı mücadele edecekleri hakkında bilgilerin yer aldığı yalanlar ile dolu bir belgedir. Bu belge ile ilgili olarak ben, Hava Kuvvetleri Savcısı olarak soruşturma yürütürken , İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 03.04.2008 tarih 2007/1536 sayılı yazısı ile soruşturma görevi askeri yargıya aittir diye bu dosyayı Genelkurmay Başkanlığına gönderen savcı Zekeriya Öz, daha sonra ne hikmetse bu konuda soruşturma başlatmıştır.
İşte bu dönemde Askeri Savcılığımızda belgeleri doğrulayabilecek kanıtların bulunmadığının tespit edilmesi üzerine, söz konusu belgelerin İşçi Partisinde yapılan bir aramada ele geçirerek gereği için Genelkurmay Başkanlığı’na gönderen ve kamuoyunda Ergenekon Terör Örgütü soruşturmasının savcısı olarak bilinen Zekeriya Öz'ün elinde bazı bilgi, belge, kanıt vs. olabileceği düşüncesi ile kendisiyle irtibata geçilmesinin yararlı olabileceği değerlendirilmiş ve benim ile Zekeriya Öz’ün bir araya gelmesi planlanmıştır. Askeri Savcılığımız, bu görüşmenin kamuoyunda duyulması halinde, bazı spekülasyonlara neden olabileceği düşüncesi ile zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Aydoğan Babaoğlu'nu ve usulü çerçevesinde Genelkurmay Başkanlığı'nı bilgilendirmiştir. Temmuz 2008 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının Beşiktaş Adliyesinde Zekeriya Öz ile ben buluşarak, karşılıklı bilgi, belge alışverişlerinde bulunmak amacıyla telefon görüşmesi yaparak mutabık kaldık. Ancak, bu buluşmaya ilişkin haberler sekiz sutuna manşet olarak Akşam Gazetesi’nde yer alması üzerine, günün koşuları da düşünülerek buluşma iptal edilmiştir. Buluşma haberinin basında yer alması ve kamuoyunda çok dikkat çekmesi üzerine, biz Hava Kuvvetleri Savcılığında büyük bir araştırma yaptık, tüm telefon kayıtlarını inceledik, İsmail Küçükkaya'yı tanık olarak dinledik, fakat haberi verebilecek hiç kimseyi bulamadık. Bunun üzerine Zekeriya Öz'e haberi siz mi verdiniz diye sordum. Kendisi kesinlikle basmanı bilgilendirmediğini söyleyerek bunu kabul etmedi. Bu olaylar yatıştıktan bir süre sonra, ben ve yardımcım Mehmet Çelik ile beraber kendisi ile Beşiktaş Adliyesi’ndeki odasında buluştuk. Odasında bize haberi yapan İsmail Küçükkaya'nın telefonlarını dinlettiğini ve dönemin Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümg.Zeki Salih Çolak ile yaptığı telefon görüşmesinde de bilginin askeriyeden üst düzey bir görevlinin İsmail Küçükkaya'ya verdiğini söylediklerini tespit ettiğini, bu nedenle kendisinin haberi basına vermediğini suçsuz olduğunu söyledi. Bize de İsmail Küçükkaya'nın yaptığı telefon konuşmalarında söylediklerini yazan belgeyi gösterdi. Ben kendisinden bu belgeyi bana vermesini istedim. Bize yasal bir dinleme olmadığı için veremiyeceğini söyledi. Ancak ben komutanlara göstereceğim diye ısrar edince İsmail Küçükkaya'nın üzerini daksil ile kapatarak bu konuşmaya ilişkin belgeyi bana verdi Ben, bu belgeyi dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Org.Aydoğan Babaoğlu'na gösterdim. Küçükkaya ile Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümg.Zeki Salih Çolak. tarafınca yapılan konuşmaya göre buluşma haberinin Zekeriya Öz tarafından değil de üst düzey bir komutan tarafından sızdırılmış olabileceğini söyledim. Sonra da Zekeriya Öz'ün bana verdiği konuşmalara ilişkin belgeyi Askeri Savcılığımızın 31.05.2008 tarih 2009/45 E. sayılı Karargah Evleri dosyasına koydum. Şu anda bu belge Karargah Evleri Dosyasında dizi no 448.sırasında yer almaktadır.
Ben daha öncede Zekeriya Öz'ün odasında çoküst düzey komutanın oğlunun bir kadın ile cinsel ilişkisine ve bazı adli ve idari hakim ve savcıların bazı kadınlar ile birlikte çekilmiş olan gizli görüntülerini seyrettiğimi yazmıştım. Bu yazım üzerine Zekeriya Öz benim,Odatv ve Aydınlık Gazetesi ilgilileri hakkında iftira ve hakaret suçlaması ile soruşturma başlattı. Burada ilk akla gelen savcı Zekeriya Öz haklı mı? Ben yazdıklarımın arkasındayım. Tanıklarım ve belgelerim var. Benim bildiğim kadarıyla dinlemelerin yapıldığı Temmuz 2008 tarihinde İsmail Küçükkaya veya Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümg.Zeki Salih ÇOLAK ile ilgili olarak herhangi bir soruşturma yoktu. Eğer varsa ve bu soruşturmalar kapsamında İsmail Küçükkaya veya Tümg.Zeki Salih ÇOLAK dinlenmiş ise, o zaman bir sorun yok demektir. Ama bu kişiler hakkında Zekeriya Öz tarafından yürütülen bir soruşturma yoksa savcı Zekeriya Öz Soner Yalçın'ın Samizdat kitabının 379.sayfasında bahsettiği ve 2009/45 E. sayılı Karargah Evleri dosyasında yer alan belgeyi nasıl elde ettiğini izah etmesi gerekir. Aslında bu konuşmanın yapılıpp yapıImadığı İsmail Küçükkaya'nın Temmuz 2008 tarihli telefon faturasından veya TİB'den öğrenilebilir. Ayrıca,TİB'de bütün mahkemelerden gelen dinleme talepleri kayıt altına alınmaktadır. İsterseniz gerçeğe ulaşmak hiç de zor değil.
SUÇ İŞLEME ÖZGÜRLÜĞÜ
Odatv'de yazılarını çıkmaya başladıktan sonra bir çok geri dönüşler aldım. Eleştirenler, beğenenler,eksik bulanlar vb. Ancak en ilginci özellikle son yazılarımdan bu yana bazı suç ihbarlarının gelmesi oldu. İnsanlar çevrelerinde meydana geldiğini düşündükleri hukuksuzlukları bir şekilde bana ulaştırmaya başladılar. Aslında bundan çok memnun oldum. Demek ki, hukuksuzlukları yazarak kamusal bir hizmet yapacağımı düşünüyorlar.
Gönderilen en ilginç belgelerden birisi tanı da yerel seçimler öncesi çok önemli bir
ilçe belediyesinde üst düzey yöneticilerin, bazı yargı mensuplarının ve iş adamlarının karıştıkları iddiasını içeren bir yolsuzluğa ilişkin olanıdır. Gönderdiği tapu belgesini incelettiriyorum. Eğer yazdıkları doğru ise, en kısa zamanda açıklayacağım.
Diğer bir belgede ise, petrol istasyonları sahibi çok zengin bir iş adamı ile bazı yüksek rütbeli askerlerin belge de sahtecilik yaptıkları iddia ediliyor. Bir savcı ve asker olarak hayli ilgimi çekti. Bu belgeyi de incelettiriyorum. Doğrulatırsam hiç şüpheniz olmasın yazacağım.
Hepinize sesleniyorum, çevrenizde varsa bildiğiniz ama şikayet etmekten çekindiğiniz tüm hukuksuzlukları benim adıma Odatv'ye gönderirseniz, doğru oldukları takdirde isminizi açığa çıkartmadan yazacağımdan emin olun. Unutmayın en az, suç işleyenler kadar cesur olmalıyız.Hoşça kalın.
Savcı Zekeriya Öz tarafından gönderilen belge:

Dr.Ahmet Zeki ÜÇOK
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=zekeriya-oz-once-bu-soruya-cevap-versin-0301141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Zekeriya Öz önce bu soruya cevap versin

Son günlerde dünya kamuoyunu günlerdir meşgul eden en önemli haber, Amerikanın tüm dünyayı gizlice dinlediğinin ortaya çıkmasıdır. Amerika Ulusal Güvenlik Teşkilatında (NSA) bilgisayar analiz uzmanı olarak görev yapan ajan Edward Snowden NSA'in yaptığı gizli dinlemelere ilişkin milyonlarca kaydı alarak kaçmış ve bu dinlemeleri medyaya servis etmiştir. Snowden, tüm dünyaya güvende olmadıklarını, sürekli takip edildiklerini her türlü haberleşmelerinin NSA tarafından takip edildiğini ifşa etmiştir. Devlet başkanlarından tutunda sıradan insanlara kadar dünyanın neresinde olursanız olun sürekli izlendiğimizi bize çok acı bir şekilde göstermiştir. Tabi bu olay dünyada son derece sert tepkilere neden odu. Bir çok devlet resmi olarak ABD'ni kınadı. Zannedersiniz ki bu işler sadece Amerika'da oluyor. Sanki dünyanın diğer ülkeleri sütten çıkmış ak kaşık. Hele ki Türkiye'de bunlar hiç olmazmış gibi yazılar yazan köşe yazılarını görünce dayanamadım.
TÜRKİYE’DEKİ TELEKULAK ÇALIŞMALARI
Tüm dünyada deprem etkisi yaratan dinleme skandal, basının büyük bölümünün kendini otosansür altında tutması nedeniyle çok da yankı bulmamış gibi göründü. Aslında son yıllarda ülkemizin içerisinden geçmekte olduğu dönüşüm süreci, Türkiye’yi bir telekulak cenneti haline getirmiştir. Hani eskiden seyahat acentaları kendilerinin daha iyi olduğunu ifade etmek için yaparlardı ya, Öz Kamil Koç Turizm gibi Türkiye'de adeta bir “öztelekulak” ülkesidir. Geçtiğimiz seçim dönemini hatırlayın, onlarca milletvekili adayı gizli çekimler ve gayri yasal telekulak dinlemeler yüzünden adaylıktan çekildiler. Geçen yıl Başbakanın çalışma odasında dinleme cihazları bulundu. Daha bir kaç ay önce CHP toplantı odasında böcek denilen ses kayıt cihazı bulundu. Çok uzağa gitmeyelim. Balyoz sanıkları Kadir Sağdıç, Fatih Ilgar ve Cem Çakmak'ın aileleri ile yaptıkları telefon görüşmeleri malum internet sitelerinde yayınlandı. Düşünün askeri ceza evindeki ankesörlü genel telefondan evinizi arıyorsunuz, öztelekulakçılar günü geldiğinde yayınlanmak üzere hemen bunu kayıt ediyorlar.
MİT EN BÜYÜK TELEKULAKTIR
İlhan Taşçı, geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan Yargıç-Ajan İşbirliği başlıklı haberi ile" ...Gazeteci Yasemin Çongar, Mehmet Baransu, Markar Esayan, Amberin Zaman ve Mehmet Altan’ın telefonlarının Pastör, Elizabeth ve Arashi Quarzad, Çaşıt, Hossain Seyfullah ve Quaramaddin Fatımi" gibi sahte isim ve kod adlarla MİT tarafından dinlenildiği ortaya çıktı. 30 Ekim 2008’den. 4 Kasım 2009'a kadar sürdüğü anlaşılan bu dinlemeler birden fazla tekrarlanmış, dinleme ve fiziki takip kararları, değişik periyotlarla İstanbul 11. ve 14. Ağır Ceza Mahkemeleri’nden alınan kararlarla uzatıldı..." diyerek MİT'in gayrı yasal yollarla muhalif gazetecileri dinlediğini yazmıştır. Bu yöntemde, MİT'in mahkeme kararını gizli servis faaliyeti kılıfı altında, dinlemek istediği kişileri sanki yabancı ülkeler adına casusluk yapan kişilermiş gibi göstermiş ve dinleyeceği kişilerin isimlerini mahkeme heyetinden gizleyip,hakimleri kandırarak dinleme kararı aldırtmıştır. Bu karar için özellikle TSK'yı yıpratmak amaçlı bir komplo olan Casusluk ve Fuhuş Davasına bakan 11.Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Metin Özçelik'in seçilmesi, herhalde bu konudaki tecrübesinden kaynaklanmıştır.
MİT'İN HERON İHANETİ TEZGAHI
MİT'nın gayri yasal yollarla kendi ülkesinin vatandaşlarını dinlediğine ilişkin bizzat benim yaşadığım bir olayı aktaracağım. Hatırlarsınız 2010 yılının Ekim Kasım aylarında başta Samanyolu ve Bugün televizyonları olmak üzere yandaş basın günlerce Türk Silahlı Kuvvetlerinde HERON İhaneti başlıklı haberleri yayınladılar Bu televizyonlar, TSK mensubu iki şahıs arasında geçtiği iddia edilen ve MİT tarafından tespit edilmiş olan iki telefon konuşmasını yayınladılar. Bu iki konuşmada özetle, insansız hava araçları HERONLAR'ın terör örgütüne çok zayiat verdirdikleri ve bu nedenle imha edilmeleri gerektiğine ilişkin konuşmalar yer alıyordu. Hava Kuvvetleri Komutanlığı askeri savcısı olarak Askeri Savcılığımızın 23.02.2009 gün ve 2009/204 E.sayılı dosyasına kayıtlı olan bu soruşturmayı bizzat ben yürüttüm.
Dosyada, MİT tarafından tespit edilip Genelkurmay Başkanlığına gönderilmiş bulunan 08.11.2007 tarihinde GATA Askeri Hastanesinin önünde bulunan ankesörlü PTT telefonu ile Kavaklıdere'de ki baz istasyonundan sinyal veren, sahte bir isim adına kayıtlı cep telefonu arasında 16:13-16:15 ve 17:21-17:22 saatleri arasında yapılan iki adet telefon konuşma kaydı yer almaktadır. KKK.lığı Askeri Savcılığı soruşturmayı yürütmüş ve bu konuşmayı yapanlardan Hv.PIt.Ütğm.F.Ç ve Hv.PIt.Kur.Yb.S S.Ç. olduğunu, bu kişilerinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı personeli olması nedeniyle, K.K.K.Iıyı Askeri Savcılığının 09.02.2009 gün ve 2009/27 -1 Esas-Karar sayılı Yetkisizlik Kararı ile Hv.K.K.lığı Askeri Savcılığına göndermiştir. Ben askeri savcı olarak yaptığım soruşturma sonucunda; 08.11.2007 tarihli 16:13-16:15 ve 17:21-17:22 saatlerindeki iki konuşmanın yapıldığı zaman ile aynı saatlere tekabül eden 15:30-16:30 ile 18:11-19:27 saatleri arasında Hv.PIt.Ütğm.F.Ç'nin Eskişehir'de uçuş görevini icra ettiğini, Hv.PIt.Kur.Yb.S.S.Ç'nın ise, bu tarihte NATO görevi nedeniyle İtalya'nın Napoli şehrinde bulunduğunu tespit ettim. Hv.PIt.Ütğm.F.Ç'nin F-4 uçağının içindeyken Ankara GATA'nın önündeki ankesörlü telefon ile konuşma yapması imkansız olduğuna göre, bu konuşma ile ilgili KKK.lığı Askeri Savcılığının tespiti doğru değildir. Bu nedenle de Hv.PIt.Ütğm.F.Ç ve Hv.PIt.Kur.Yb.S.S.Ç hakkında herhangi bir yasal işlem yapmadım. Ancak ben tutuklandıktan sonra TSK aleyhinde başlatılan karalama kampanyaları nedeniyle, gizli olan soruşturma dosyasındaki telefon konuşmaları yandaş medya tarafından ele geçirilerek, günlerce yayınlanmıştır. Dönemin Meclis Başkanı, Bakanlar ve bir çok milletvekili bu yayınlara istinaden adı geçen üsteğmen ve yarbayın derhal cezalandırılmaları, ordudan atılmaları talep edilmiş, bu masum insanlar hakkında linç kampanyaları yürütülmüştür.
MİT, PTT 'NİN ANKESÖRLÜ UMUMİ TELEFONUNU DİNLEMEKTEDİR
Hv.PIt.Ütğm.F.Ç ve Hv.PIt.Kur.Yb.S.S.Ç'nin telefon ile konuşma yapıldığı saatlerde uçuşta ve yurt dışında olmalarının yanı sıra, yasal işlem yapmamamın asıl nedeni, 08.11.2007 tarihli 16:13-16:15 ve 17:21-17:22 saatlerinde yapılan telefon konuşmalarının dinlenmesi ile ilgili hiçbir mahkeme kararının dosyada yer almarnasıydı. MİT Müsteşarlığı telefon konuşma kayıt ve çözüm tapelerini göndermiş ancak,bu telefon dinlemelerine ilişkin mahkeme kararlarını göndermemiştir. Çünkü böyle bir mahkeme kararı olmadığı için göndermesi de imkansızdır. Bilmeyenler için söylüyorum,dinlemeler de bir hedef numara vardır ve bu numara dinlenir. Eğer siz o numara tarafından aranırsanız veya hedef numarayı ararsanız mahkeme kararı gereğince bu konuşmalar kayıt edilir. Kavaklıdere baz istasyonundan konuşma yapan cep telefonu ilgisiz,sahte bir isim adına kayıtlı olduğu için herhangi bir soruşturmada şüpheli olarak yer alması imkansızdır. Kaldı ki, MİT'in gönderme yazısında da herhangi bir soruşturmadan bahsedilmemektedir. Sadece şu tarihler de yapılan telefon görüşmeleri bilgilerinize sunulmuştur gibilerinden yuvarlak sözler yazılmıştır.
Ben MİT tarafından gönderilen Karargah Evleri belgesine dayanılarak yürütülen soruşturmada yer alan bir çok asılsız suçlamaları ile internet üzerinden sahte olarak yaratılan telefon HTS'lerini ve HERON İhaneti olarak savcılığımıza gönderilen ve mahkeme kararı bulunmadan gayrı yasal olarak dinlendiği anlaşılan konuşmaları sormak amacıyla MİT Müsteşarı Emre Taner'i ve yardımcısı A.G savcılığımıza çağırdım. MİT Müsteşarı Emre TANER'I ve yardımcısı A.G’yi dinlenmesi amacıyla, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığında hazır edilmesinin sağlanması için, MİT Müsteşarının doğrudan bağlı olduğu Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'a Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcısı olarak benim tarafımdan 12.05.2009 tarih ve AS:SAV:2009/45 Es.AZÜ sayılı yazı yazılmıştır. Ancak Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, Başbakanlığın tarihsiz ve Sayı:B.02.0.OKM.01-51/01690 sayılı cevabi yazısında 01.11.1983 tarih ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunun 29.maddesi gereği MİT Müsteşarı Emre TANER'in tanık olarak dinlenmesine izin vermediğini bildirmiştir. Bu yazı üzerine oen 2937 sayılı MİT Kanununun 29’uncu maddesinin, sadece MİT mensuplarının tanık olarak dinlenmesine ilişkin olarak MİT Müsteşarının izin verme yetkisini düzenlediğini, MİT Müsteşarının kendisine ilişkin bir düzenleme içermediğini, bu nedenle MİT Müsteşarının tanık olarak dinlenmesinin,2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununa tabi olmadığını, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun genel hükümlerine tabi olduğunu,gelmediği takdirde zorla getirileceğini, ancak Devlet geleneği ve nezaket kuralları gereği bağlı olduğu Başbakan’dan hazır edilmesini talep ettiğimizi bildirir Askeri Savcılığımızın 25.05.2009 tarih ve AS.SAV.:2009/45 Es.AZÜ sayılı yazısını yazarak tekrar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a gönderdim. Bu yazıdan birkaç gün sonra Emre Taner Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'u ziyaret ederek benim kendisini zorla mı getirteceğimi sormuş. Seksen iki yıllık MİT tarihinde ilk defa böyle bir durum olduğunu ,zorla getirtilmesinin kurumlar arasında çatışma olduğu izlenimi yaratacağını,benimle görüşeceğini söylemiş. Bunları bana dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Aydoğan Babaoğlu söyledi. Ben,Emre Taner ve A.G hakkındaki Başbakanlığın yazılarının idari yargıda iptali için dava açılması talebiyle Milli Savunma Bakanlığına yazı yazdım. Ancak dönemin Mili Savunma Bakanı Vecdi Gönül cesaret edip de Başbakan'ın yazılarının iptali için dava açtıramadı. Dava açılmayınca ben MİT Müsteşarlığına giderek hem Emre Taner hemde A.G ile görüştüm. Bu görüşmemizde de bana telefon HTS ve dinleme kayıtları ile ilgili hiç bir yasal belge gösteremediler Sadece hassas kasnaklarından bilgi aldıklarını, bu bilgilerin gerçek olup olmadığını Genelkurmay Başkanlığı’ndan talep gelmediği için teyit etmediklerini söylediler. Emre Taner'in odasında geçen bu konuşmaların mutlaka gizli kayıtları vardır. Bakıp inceleyebilirler.
Kısacası MİT bütün şehirlerde halk tarafından yoğun olarak kullanılan PTT'nin ankesörlü telefonlarını hiçbir mahkeme kararı olmaksızın dinlemektedir. Aksini iddia ediyorlarsa Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığının 23.02.2009 gün ve 2009/204 Es. numaralı dosyasında yer alan ve MİT tarafından tespit edilip Genelkurmay Başkanlığına gönderilmiş bulunan 08.11.2007 tarihinde GATA Askeri Hastanesinin önünde bulunan ankesörlü PTT telefonu ile Kavaklıdere'de baz istasyonundan sinyal veren sahte bir isim adına kayıtlı cep telefonu arasında 16:13-16:15 ve 17:21-17:22 saatleri arasında yapılan iki adet telefon konuşma kaydının tespitine izin veren mahkeme kararını yayınlasınlar. Yayınlayamazlar. Çünkü böyle bir mahkeme kararı yoktur. Eğer böyle bir mahkeme kararı varsa, bu durumda da niçin askeri savcılığa göndermediklerini açıklayamazlar. Bu konuda o zamanlar Sedat Ergin'de büyük abi bizi dinliyor mu başlıklı bir yazı yazmış ve tüm açıklığı ile bu konuyu dile getirmiştir.
SAVCILAR VE KOLLUK GÜÇLERİ MENSUPLARI DA TELEFONLARINIZI DİNLİYOR
Mahkeme kararı olmadan sadece MİT bizi dinliyor sanmayın. Savcılar ve kolluk güçleri de sizlerin yaptığı telefon konuşmalarını,SMS ve e-postalarınızı hiçbir mahkeme kararı olmadan izleyip kayıt altına alabilmektedir. Hatırlayın Van İl Jandarma Komutanı V.İ Gazeteci Mehmet Baransu ve eşinin telefonlarını gayrı yasal dinlemekten yargılandı. Aynı şekilde Düzce İl Jandarma Komutanı T.Y de eski bir komutanın oğlu olan Kazım Çillioğlu'nu dinlemekten yargılandı. Geçtiğimiz aylarda Başbakan'ın bir işadamı ile yaptığı konuşma dinlenmiş ve ne acıdır ki bu konuşmaları gayrı yasal yollardan dinleyenler değil de bu konuşmaları yayınlayan gazeteciler tutuklanıp hapse atıldılar. Son örnekler olarak Kadir Sağdıç, Fatih Ilgar ve Cem Çakmak'ın da aralarında bulunduğu onlarca komutanın telefon konuşmaları gayrı yasal yollardan dinlenerek internet sitelerinde yayınlandı. Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcısı iken benim ve yardımcım Mehmet Çelik'in telefonları defalarca dinlenerek dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Aydoğan Babaoğlu'na gönderilmiştir. Hatta Mehmet Çelik kanunsuz olarak dinlenmiş bu telefon konuşmaları nedeniyle haksız olarak Babaoğlu tarafından savcılık görevinden alınarak tayin ettirilmiştir. Ben sevgililerini, eşlerini, düşmanlarını, gazetecileri, işadamlarını hatla bazı artistleri dinleten hukuk ve kolluk mensupları bilirim.
Diyeceksiniz ki bu dinlemeler nasıl yapılıyor. Aslında çok kolay. O savcılık veya kolluk tarafından yürütülen soruşturmalarda, yasal olarak soruşturma ile ilgili olan dinlenecek telefon numaralarının arasına siz sevgilinizin, eşinizin, gazetecinin ya da dinlemek istediğiniz numarayı da bu numaraların arasına sanki şüphelilerden birisinin numarasıymış gibi yazıyorsunuz. Dinleme kararı veren hakimlerin hemen hemen tamamı, bu numaraların kime ait olduğunu tek tek incelemedikleri için diğer telefonlar ile beraber sizin numaranız ile ilgili de dinleme kararı verirler. Hatırlayın yargıcın birisi kendi telefon numarası ile ilgili olarak dinleme kararı vermişti. Savcı, polis ya da jandarma olarak bu konuşmanın tapeleri önünüze geldiğinde bir kopyasını alır sonrada suç unsuru yoktur diye tutanak tutarak bu tapeleri ve dinleme kayıtlarını imha ettirirsiniz. Biz Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığı olarak, Mehmet Çelik'in telefonları da benzer yöntem uygulanarak dinlenmiş olabileceği düşüncesiyle, hangi mahkeme kararı ile kimin talebi neticesinde telefonları dinlenmiş olabilir diye Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesinden tüm dinlemelerin yapıldığı TİB'de (Telekominikasyon ve İletişim Başkanlığı) inceleme yapmamız için karar talep ettik. O dönemleri hatırlarsanız Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz TİB'de inceleme yapma kararı almıştı ve kararı nedeniyle başına gelmeyen kalmamıştı. Herkes ilk olarak sayın Kaçmaz'ın TİB'de inceleme kararı aldığını zanneder, ancak bu karardan yaklaşık iki ay önce Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi Başkanı ve halen Balyoz komplosu tutuklusu olan Hv.Hak.Alb.Ahmet Erdem ilk olarak TİB'de inceleme yapılması kararı almıştır. Fakat çok manidardır ki, bu karara TİB tarafından yapılan itiraz, Genelkurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesi tarafından kabul edilerek Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesinin TİB'de inceleme yapılmasına ilişkin kararı kaldırılmıştır. Demek ki, Genelkurmay Başkanlığının tavrı daha o günlerden belliymiş de bizim haberimiz yokmuş.
ZEKERİYA ÖZ GAZETECİ İSMAİL KÜÇÜKKAYA'YI DİNLETTİ Mİ?
Soner YALÇIN'ın Samizdat adlı kitabının 379.sayfasında Zekeriya ÖZ tarafından emekli albay Hasan Atilla UĞUR'a."...Hava Kuvvetleri Askeri Savcısı beni aradı...Önüne dinleme tapesini attım. Orada Akşam Gazetesinde haberi yapan gazeteci ile Genelkurmayda yalanlama açıklaması yapan paşanın görüşmesi vardı .."dedi diyen bir bölüm yer almıştır.
Bu yazıda geçen Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcısı benim. Akşam Gazetesinde haberi yapan gazeteci İsmail Küçükkaya, Genelkurmay’da yalanlama açıklaması yapan Paşa’da şimdi orgeneral rütbesinde olan donemin Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümg.Salih Zeki Çolak'tır. Önüme attığını söylediği dinleme tapesi de Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığının 31.05.2008 tarih 2009/45 E. sayılı dosyasının dizi no 448.sırasında yer alan belgedir.
Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı düzenlenmiş ilk komplo olan Karargah Evleri, MİT tarafından hazırlanan ve Hava Harp Okulu ile Hava Harp Akademisinde görevli olan otuz dört kurmay pilot subay ve öğrencinin ,İşci Partisi ve Balaban Aşireti ile beraber herhangi bir emperyalist kalkışma meydana geldiğinde silahlı mücadele edecekleri hakkında bilgilerin yer aldığı yalanlar ile dolu bir belgedir. Bu belge ile ilgili olarak ben, Hava Kuvvetleri Savcısı olarak soruşturma yürütürken , İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 03.04.2008 tarih 2007/1536 sayılı yazısı ile soruşturma görevi askeri yargıya aittir diye bu dosyayı Genelkurmay Başkanlığına gönderen savcı Zekeriya Öz, daha sonra ne hikmetse bu konuda soruşturma başlatmıştır.
İşte bu dönemde Askeri Savcılığımızda belgeleri doğrulayabilecek kanıtların bulunmadığının tespit edilmesi üzerine, söz konusu belgelerin İşçi Partisinde yapılan bir aramada ele geçirerek gereği için Genelkurmay Başkanlığı’na gönderen ve kamuoyunda Ergenekon Terör Örgütü soruşturmasının savcısı olarak bilinen Zekeriya Öz'ün elinde bazı bilgi, belge, kanıt vs. olabileceği düşüncesi ile kendisiyle irtibata geçilmesinin yararlı olabileceği değerlendirilmiş ve benim ile Zekeriya Öz’ün bir araya gelmesi planlanmıştır. Askeri Savcılığımız, bu görüşmenin kamuoyunda duyulması halinde, bazı spekülasyonlara neden olabileceği düşüncesi ile zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Aydoğan Babaoğlu'nu ve usulü çerçevesinde Genelkurmay Başkanlığı'nı bilgilendirmiştir. Temmuz 2008 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının Beşiktaş Adliyesinde Zekeriya Öz ile ben buluşarak, karşılıklı bilgi, belge alışverişlerinde bulunmak amacıyla telefon görüşmesi yaparak mutabık kaldık. Ancak, bu buluşmaya ilişkin haberler sekiz sutuna manşet olarak Akşam Gazetesi’nde yer alması üzerine, günün koşuları da düşünülerek buluşma iptal edilmiştir. Buluşma haberinin basında yer alması ve kamuoyunda çok dikkat çekmesi üzerine, biz Hava Kuvvetleri Savcılığında büyük bir araştırma yaptık, tüm telefon kayıtlarını inceledik, İsmail Küçükkaya'yı tanık olarak dinledik, fakat haberi verebilecek hiç kimseyi bulamadık. Bunun üzerine Zekeriya Öz'e haberi siz mi verdiniz diye sordum. Kendisi kesinlikle basmanı bilgilendirmediğini söyleyerek bunu kabul etmedi. Bu olaylar yatıştıktan bir süre sonra, ben ve yardımcım Mehmet Çelik ile beraber kendisi ile Beşiktaş Adliyesi’ndeki odasında buluştuk. Odasında bize haberi yapan İsmail Küçükkaya'nın telefonlarını dinlettiğini ve dönemin Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümg.Zeki Salih Çolak ile yaptığı telefon görüşmesinde de bilginin askeriyeden üst düzey bir görevlinin İsmail Küçükkaya'ya verdiğini söylediklerini tespit ettiğini, bu nedenle kendisinin haberi basına vermediğini suçsuz olduğunu söyledi. Bize de İsmail Küçükkaya'nın yaptığı telefon konuşmalarında söylediklerini yazan belgeyi gösterdi. Ben kendisinden bu belgeyi bana vermesini istedim. Bize yasal bir dinleme olmadığı için veremiyeceğini söyledi. Ancak ben komutanlara göstereceğim diye ısrar edince İsmail Küçükkaya'nın üzerini daksil ile kapatarak bu konuşmaya ilişkin belgeyi bana verdi Ben, bu belgeyi dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Org.Aydoğan Babaoğlu'na gösterdim. Küçükkaya ile Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümg.Zeki Salih Çolak. tarafınca yapılan konuşmaya göre buluşma haberinin Zekeriya Öz tarafından değil de üst düzey bir komutan tarafından sızdırılmış olabileceğini söyledim. Sonra da Zekeriya Öz'ün bana verdiği konuşmalara ilişkin belgeyi Askeri Savcılığımızın 31.05.2008 tarih 2009/45 E. sayılı Karargah Evleri dosyasına koydum. Şu anda bu belge Karargah Evleri Dosyasında dizi no 448.sırasında yer almaktadır.
Ben daha öncede Zekeriya Öz'ün odasında çoküst düzey komutanın oğlunun bir kadın ile cinsel ilişkisine ve bazı adli ve idari hakim ve savcıların bazı kadınlar ile birlikte çekilmiş olan gizli görüntülerini seyrettiğimi yazmıştım. Bu yazım üzerine Zekeriya Öz benim,Odatv ve Aydınlık Gazetesi ilgilileri hakkında iftira ve hakaret suçlaması ile soruşturma başlattı. Burada ilk akla gelen savcı Zekeriya Öz haklı mı? Ben yazdıklarımın arkasındayım. Tanıklarım ve belgelerim var. Benim bildiğim kadarıyla dinlemelerin yapıldığı Temmuz 2008 tarihinde İsmail Küçükkaya veya Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümg.Zeki Salih ÇOLAK ile ilgili olarak herhangi bir soruşturma yoktu. Eğer varsa ve bu soruşturmalar kapsamında İsmail Küçükkaya veya Tümg.Zeki Salih ÇOLAK dinlenmiş ise, o zaman bir sorun yok demektir. Ama bu kişiler hakkında Zekeriya Öz tarafından yürütülen bir soruşturma yoksa savcı Zekeriya Öz Soner Yalçın'ın Samizdat kitabının 379.sayfasında bahsettiği ve 2009/45 E. sayılı Karargah Evleri dosyasında yer alan belgeyi nasıl elde ettiğini izah etmesi gerekir. Aslında bu konuşmanın yapılıpp yapıImadığı İsmail Küçükkaya'nın Temmuz 2008 tarihli telefon faturasından veya TİB'den öğrenilebilir. Ayrıca,TİB'de bütün mahkemelerden gelen dinleme talepleri kayıt altına alınmaktadır. İsterseniz gerçeğe ulaşmak hiç de zor değil.
SUÇ İŞLEME ÖZGÜRLÜĞÜ
Odatv'de yazılarını çıkmaya başladıktan sonra bir çok geri dönüşler aldım. Eleştirenler, beğenenler,eksik bulanlar vb. Ancak en ilginci özellikle son yazılarımdan bu yana bazı suç ihbarlarının gelmesi oldu. İnsanlar çevrelerinde meydana geldiğini düşündükleri hukuksuzlukları bir şekilde bana ulaştırmaya başladılar. Aslında bundan çok memnun oldum. Demek ki, hukuksuzlukları yazarak kamusal bir hizmet yapacağımı düşünüyorlar.
Gönderilen en ilginç belgelerden birisi tanı da yerel seçimler öncesi çok önemli bir
ilçe belediyesinde üst düzey yöneticilerin, bazı yargı mensuplarının ve iş adamlarının karıştıkları iddiasını içeren bir yolsuzluğa ilişkin olanıdır. Gönderdiği tapu belgesini incelettiriyorum. Eğer yazdıkları doğru ise, en kısa zamanda açıklayacağım.
Diğer bir belgede ise, petrol istasyonları sahibi çok zengin bir iş adamı ile bazı yüksek rütbeli askerlerin belge de sahtecilik yaptıkları iddia ediliyor. Bir savcı ve asker olarak hayli ilgimi çekti. Bu belgeyi de incelettiriyorum. Doğrulatırsam hiç şüpheniz olmasın yazacağım.
Hepinize sesleniyorum, çevrenizde varsa bildiğiniz ama şikayet etmekten çekindiğiniz tüm hukuksuzlukları benim adıma Odatv'ye gönderirseniz, doğru oldukları takdirde isminizi açığa çıkartmadan yazacağımdan emin olun. Unutmayın en az, suç işleyenler kadar cesur olmalıyız.Hoşça kalın.
Savcı Zekeriya Öz tarafından gönderilen belge:

Dr.Ahmet Zeki ÜÇOK
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=zekeriya-oz-once-bu-soruya-cevap-versin-0301141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Son Hititli

Çakmağının üzerine Büyük İskender’in yüzünü işletmek için yola çıktı. Döndüğünde kendini Athena’dan Herkül’e heykeller, Hitit tabletlerinden Roma’nın gözyaşı şişelerine kadar orijinalinden ayırt edilemeyen eserler üreten bir sanatçı olarak buldu. Yaptığı sikkelerin her biriyle, milyon Dolarlık vurgunlar yapmayı düşleyen define avcılarının kâbusu oldu. İşte hazineler diyarı olarak anılan Elmalı’da, “böyle şeyler yalnızca romanlarda olur” sözünü boşa çıkaran “Son Likyalı” Hamdi Usta’nın, böyle şeylerin yalnızca hayatın içinde olabileceği fikrine olan inancımızı sürdürmemizi sağlayan öyküsü…
Anadolu coğrafyası her yönüyle insanı çarpan öyküleri saklar koynunda. Eğer yeterince isterseniz siz de o öykülere karışıp on bin yıllık bir zaman tünelinde kaybolabilirsiniz. Geriye dönmek içinse kaybolurken bıraktığınız izlerinize ve belleğinize yeterince güvenmeniz gerekiyor. Bir başka deyişle, zaman ve mekânın ötesine geçip rengârenk kültürlerin ipliğiyle dokunmuş Anadolu kiliminin üzerinde zaman yolculuğu yapabilirsiniz demek istiyorum…
BU TOPRAKLARDA EDEBİYAT HAYATIN GERİSİNDEN GELİR
Siz de bunun olanaksız olduğunu düşünenlerdenseniz eğer, hala aramızda yaşayan Likya’nın son kahramanını tanımıyorsunuz demektir. O halde şimdi, Cüneyt Arkın’ın “Sıkı Dur Geliyorum” filminin o unutulmaz “Böyle şeyler yalnızca romanlarda olur canımın içi” repliğini boşa çıkaran bu öyküye kulak verin. Çünkü aslına bakarsanız böyle şeyler yalnızca hayatta olur. Bu yüzden komşusunun yaşamı Faust’un kaderinden daha dramatik, Kafka’nın metinlerinden daha karmaşık olan Anadolu halkı romana uzak durur. Çünkü bu topraklarda edebiyat her zaman hayatın gerisinden gelir…
Adı Hamdi Toşur. 39 Yaşında. Antalya Elmalı’da yaşıyor. Onun sıra dışı ama gerçek öyküsünü birkaç kez Elmalı’da duymuştum. Hatta bir ara kentin ana caddesi üzerindeki atölye olarak da kullandığı dükkânına uğramış, ancak akşamın geç saatinde kendisiyle görüşememiştik. Bakkal mıydı, tuhafiye mi anımsamıyorum, komşusuna bıraktığı dükkânının anahtarıyla kapı açılmış, bir sanat galerisini andıran mekânda adeta kaybolmuştuk…
ELMALILI HAMDİ’NİN BÜYÜK İSKENDER TUTKUSU
Hamdi Toşur, Elmalı’daki gençlerin pek çoğunun yaptığı gibi ‘sanat okulu’na, yani teknik liseye girdi. Elektrik bölümünü bitirdi. Ancak onun içinde başka duygular vardı. Binlerce yıllık kültürel ve manevi mirasın üzerinde kurulan Elmalı’nın, yalnızca bakmasını bilene gösterdiği derin yüzünü keşfetmişti belki de. Yaşıtları pop yıldızlarının, ünlü futbolcuların ve siyasilerin yaşamlarını ezberlerken Hamdi Büyük İskender’in yaşamını merak ediyordu. “Düşünce yapısı hoşuma gidiyordu. Tarihte yüzünü ilk resmettiren liderlerden biriymiş. Kendisinin gidemediği yerlere suretinin ulaşmasını istemiş” diye anlatıyor, Büyük İskender sevgisini:
‘ÇAKMAĞIMA İSKENDER’İN BAKIR RÖLYEFİNİ YAPTIRMAK İSTİYORDUM’
Sigara tiryakisiydim. Bir de Zippo çakmağım vardı. Çakmağımın üzerine Büyük İskender’in bakır rölyeften yüzünü yaptırmak istiyordum. Ama bunu yapacak kimseyi bulamadım. Bir gün Safranbolu’ya gezmeye gittim. Burada dolaşırken bakır rölyefler yapan bir usta ile karşılaştım. Bu ustaya derdimi anlattım ve ardından birkaç gün atölyesinde yerleri süpürdüm, getir götür işlerini yaptım. Ustam önce beni ciddiye almadı. Çakmağımın üstüne İskender rölyefi yaptırma hayalimi ciddiye almadı. Ama sonra baktı ki ben çok ciddiyim, bana rölyef yapmayı öğretmeyi kabul etti. Ancak renklendirme işini nasıl yapacağımı öğretmedi. Ben de ‘madem öğretmiyorsun, ben gidiyorum’ dedim. Sonra renklendirmeyi de öğretti. Çünkü ustama dedim ki, ‘sen ölünce bu işi yapacak olan kimse kalmayacak…”
USTAM ‘BÖYLE SAÇMA ŞEYLERLE UĞRAŞMA, KENDİNİ KURTAR’ DEDİ
Hamdi Toşur, Safranbolulu rölyef ustasından işi öğrendi ama bütün uğraşlarına rağmen hala küçücük çakmağın üzerine İskender’in suretini işlemeyi başaramamıştı. Çünkü Büyük İskender’in suretinin çakmağın üzerine işlenebilmesi için çok küçük bir parça üzerinde çalışılması gerekiyordu ve ustasına göre bu çok saçma bir fikirdi. “Ustam bana ‘böyle saçma şeylerle uğraşma, daha büyük şeyler yap. Gününü de kurtar, kendini de’ dedi. Daha büyük neler yapabileceğimi araştırırken, Antakya’da bu işlerle uğraşan bir usta olduğunu öğrendim ve onun yanına gittim. Alaylı bir ustaydı. Bronz, gümüş ve altından imitasyon heykeller yapıyordu. Onun yanında da 9 ay kadar çalıştım ve işi öğrendim. Ancak ustamın kalıpları daha gelip geçici işlere göreydi. Ustama, ‘daha çok ayrıntı yaparsak iyi olur’ dedim. Ustam önce ciddiye almadı ancak günün birinde ustamın da yardımıyla örnek bir çalışma yaptım. Yaptığım çalışmayı soğuması için öylece tezgâhın üstüne bıraktım. Dükkâna İsrailli bir müşteri geldi. İsrailli müşteri tezgâhın üstündeki işi görünce ‘how much’ dedi. Ustamla göz göze geldik o anda. Birbirimizin yüzüne baktık. Ustam, ‘kaç para diyelim’ der gibi işaret edince, ‘300 lira’ diyebildim. Çünkü onca gümüş kullanıp, üç gün de uğraşmıştım yapmak için. İsrailli müşteri ‘tamam, ancak bundan üç tane istiyorum’ dedi. İki saat içinde iki tane daha yapıp müşteriye verdik…”
yusufyavuzkj.jpg

Hamdi Toşur'un yaptığı Büyük İskender rölyefi
MEHMET USTA’NIN BİR YILLIK GÜMÜŞ STOĞU ERİYOR…
O günün ardından Hamdi Toşur atölyede gümüş ve bronzdan eski paralar yapmaya başladı. Şekeller, Roma paraları vs. Kendini öylesine kaptırmıştı ki, her gün yeni bir kalıp deniyor, eski uygarlıkların paralarına yeniden şekil veriyordu. Bir gün ustası “yeter artık yahu!” dedi. Çünkü atölyede eritilmemiş gümüş kalmamış, Hamdi Mehmet Usta’nın bir yıllık gümüş stokunu eritmişti!
ADANALI’NIN GÜMÜŞ KAŞIK TAKIMI ANTİK PARALARA DÖNÜŞTÜ
Atölyede gümüş kalmayınca Hamdi Toşur Adana’nın yolunu tuttu. Bulabildiği kadar gümüş alıp geri dönmek istiyordu: “Adanalı birinin gümüş çatal kaşık takımı varmış. ‘Bunları bana satar mısın?’ dedim. ‘Satarım’ dedi. Bu arada eriteceğim bir kaşıktan kaç tane gümüş para çıkartabilirim onu hesaplıyorum. Yaklaşık on tane çıkartırım diye düşündüm. Sonra bu kaşık ve çatalları da eritip kullandık. Günde yaklaşık yüz kadar eski para yapıyorduk. Bir gün ustama gümüşün üzerine bronz kaplama yaparak da eserler üretebileceğimizi söyledim…”
TIP ÖĞRENCİLERİ GİBİ ANATOMİ ÖĞRENDİ
Antik çağdan Osmanlı’ya eski paralar konusunda sayısız denemeler yapan Hamdi Toşur’un içindeki öğrenme tutkusu bitmek bilmiyordu. Antakya Harbiye’de heykel yapan bir usta olduğunu öğrenince onun yanına gitti. Sonra Sakarya’daki bir başka heykel ustasının yanına. Adeta bir tıp öğrencisi gibi önce anatomiyi öğrendi. Kaslar, ifadeler, mimikler. Teknik lisede öğrendiği çizim yeteneğinin de katkısıyla kendini giderek daha çok geliştiriyordu. Kalıplar yapmayı, Roma mumunu ve mumdan heykeller yapmayı öğrendi. Sonra memleketi olan Elmalı’ya döndü…
SOBA BORUSUNDAN SOĞUTMA, DOMUZ KILINDAN PARLATMA TEKNİĞİ
Ben bir Likyalıyım diye düşündüm ve Likya’ya ait neler yapabileceğimi araştırırken Likyalı ustaların geçmişte bu işleri nasıl yaptıklarını görünce onların yaptığı gibi çalışmanın daha iyi olacağına karar verdim. Biz bugün her türlü teknolojiden yararlanıyorduk ama eski ustalar bir iş için günlerce uğraşıyorlardı. Bizim yaptığımız paralar orijinallerinin canlılığını ve parlaklığını yansıtmıyordu. Ruhsuzdu. Bir gün ben de antik çağdaki ustaların kullandığı aletleri yapmaya başladım. Metal uçlar, soğutma teknikleri vs… O çağda işlenecek metali balmumunda soğutuyorlarmış. Bu, metale çok iyi bir canlılık ve parlaklı kazandırıyordu. Bir gün bol miktarda balmumu satın alıp eriterek bir soba borusunun içine doldurdum. İşlediğim sıcak gümüşü borunun üst tarafından atıyordum, metal yavaşça kendi olağanlığıyla aşağıya inerken tam kıvamında soğuyordu ve tam zamanında kalıba basıyordum. Böylece antik çağda üretilenler gibi bir sonuç çıktı ortaya. Metali nasıl parlattıklarını araştırırken de domuz kılından yapılmış fırçaların kullanıldığını öğrendim. Ben de öyle yaptım…”
ROMA DÖNEMİNİN GÖZYAŞI ŞİŞELERİ ELMALI’DA YENİDEN HAYAT BULDU
Antik sikkelerin tıpkıbasımında geçmişin ruhunu da yakalayan teknikler geliştiren Hamdi Toşur, öğrendiklerine yenilerini katmakta da gecikmiyordu. Bu kez hedefinde Antakya’da gördüğü mozaikler vardı. Kısa süre içinde mozaik yapmayı da öğrendi. Ardından da sıcak cam üfleme sanatını. Çam reçinesinden yapılan heykelleri de… Nerede eski kültürlerin ve sanatların izlerini yansıtan bir usta görse gidip buluyor, derdini anlatıyor ve belki de kendisinden sonra o işi yapacak kimsenin kalmayacağı o ustadan işin püf noktalarını öğreniyordu. Sıcak cam üfleme sanatını öğrendikten sonra antik çağın önemli eşyalarından biri kabul edilen minik gözyaşı şişeleri yapmaya başladı. Ancak gözyaşı şişelerinin eski çağlardaki gibi görünmesi için kendi olanaklarıyla kurduğu sistemlerle kimyasallar yerine kum püskürterek eskitme yöntemini geliştirdi.
yusufyavuz32%281%29.jpg

Hamdi Toşur'un yapmış olduğu gözyaşı şişesi
HAMDİ USTA’NIN FİLM SÜTÜDYOLARINDAN DİZİ SETLERİNE…
Hamdi’nin yaptığı gözyaşı şilelerini görenler 2 bin yıl öncekilerden ayırt etmekte zorlanıyordu. Artık o Hamdi Usta’ydı. Ama her şeyin ötesinde Anadolu’nun hamuruyla yoğrulmuş iyi bir sanatkârdı. Yaptığı işler kâh film stüdyolarında kullanılıyor kimi zaman da milyonları ekranlara kilitleyen ünlü dizilerin setlerinde tarihi dekorlara dönüşüyordu. Akdağ’ın koynunda çıkan kalkedon taşlarından benzersiz takılar yapıyor, Kızlarsivrisi’nin eteklerinden çobanların topladığı bitkilerden ‘mür yağı’ çıkartıyor, Likya’nın dününü bugüne bağlayan ruh köprüsünün bir ucundan diğerine adeta aşkla gidip geliyordu. Amerikalı bir müşterisi kendisi için antik çağ savaşçılarının zırhını istediğinde de, meraklı bir Türk altına Türkçe “İskender” yazdırarak Büyük İskender rölyefi istediğinde de büyük incelikle yapıyordu. Ürettikçe üzerinde yaşadığı coğrafyanın derinliklerini, sırlarını öğreniyor, öğrendikçe de şaşkınlığı da hayranlığı da artıyordu. Antik savaşçıların zırhına başlık yaparken Dirmilli keçi çanı ustalarının aslında binlerce yıl önce başlık yapan ustalarla aynı yöntemi kullandıklarını keşfediyor, başlık için atkuyruğu ararken geçmişte bölgede yetişen atların bugün nasıl tükendiğini öğreniyor, üzülüyordu.
HERKÜL MÜ HERMES Mİ BİLMEZDİM, YAŞAYARAK ÖĞRENİYORUM
Arkeolojiden anlamam. Bir heykel gördüğümde Herkül mü Hermes mi ayırt edemezdim. Ama gördüğüm bir objeyi kafamda canlandırmaya başlıyorum. Yaparak öğreniyorum. Kimi insan yatağa uzandığında para düşünür, kimisi kadın kız düşünür. Ben de yatağa uzandığımda uykuya dalmadan önce gözümün önünde antik çağın objeleri dolaşır durur. Kendimi o dönemin savaşlarının içine girip çıkarken bulurum. Yaptığım işleri eline alan birisinin bunun antik çağdan kalma mı, yoksa imitasyon mu olduğunu ayırt edememesi benim için en büyük tatmin kaynağı. Bazen örnekler almak için müzelere gittiğim oluyor. ‘Ne yapacaksın’ sorusuyla karşılaşıyorum. İstediğim görsel malzemeleri temin etmekte zorlanıyorum. Çoğu zaman kendi ülkemde, burnumuzun dibindeki müzeden benim edinemediğim görsel malzemeleri, yurtdışındaki müşterilerimden istiyorum ve istemediğim kadar gönderiyorlar. Bu beni çok üzüyor. Biz kendi müzelerimizde bir fotoğraf bile çekemiyoruz ama Hermes’in kanatları dünyaca ünlü bir ayakkabı markasının, Çıralı’daki Yanartaş efsanesinde geçen kanatlı at Pegasus da büyük bir petrol şirketinin simgesi olmuş.”
DEFİNECİLER ARTIK ‘BUNU HAMDİ USTA MI YAPTI’ DİYE KORKUYOR
Hamdi Usta’nın tarih ve kültürle biçimlenen Elmalı’da kendi yaptığı işi anlatabilmesi hiç de kolay olmaz. Çünkü ünlü Elmalı hazinesinin de bulunduğu yer olan bölge define avcılığının da merkezlerinden biri olur. Hamdi Usta’ya göre bu iş iki ucu da keskin bıçağa benzer ve gerçeğinin 2 milyon Dolara alıcı bulduğu bir dekadrahmi ya da tetradrahmi’yi, yüzde 99.9 benzerlikte yapabilen bir usta için Elmalı’da bu işler hiç de kolay değildir: “Yaptığım işleri orijinalinden ayırt etmek uzmanlık gerektirir. Üretim aşamasında organik malzemeler kullandığım için karbon testine bile tabii tutulsa, günümüze ait petrogaz veya cila gibi bir kalıntı bulamazlar. Ancak atom ağırlığını ölçerek ayırt edilebilir ve bunun için de parayı parçalamaları gerekir. O zaman da büyük bir risk var, ya para gerçekse? Milyon dolarlık bir antika parayı parçalama riski göze alınır gibi değildir. Bir gün birisi benim yaptığım eserlerden birini Elmalı Müzesi’ne götürüp, ‘tarlamda buldum’ diye satmaya kalkmış. Müze yetkilileri bunu görünce ‘Hamdi Usta gerçekten güzel yapmış’ demişler. Adam kıpkırmızı olmuş ve ardına dönmüş. Ben yaptığım her işe bana ait olduğunu belirten küçük bir işaret koyuyorum. Müzeyle aramızda 100 metre var ve benden yüz liraya aldığı bir eseri müzeye satmaya kalkanlar çıkıyordu. Ancak tabiri caizse şimdilerde eskisi gibi kıçları yemiyor. Bir gün sigara almak için markete girdim. Bozuk paraların arasında cebimde kendi yaptığım imitasyon sikkeler vardı, marketçi bunları görünce güldü. ‘Bana birini verirsen dükkânı sana veririm’ dedi. Market sahibine bu paraların imitasyon olduğunu, böyle şeylerle karşılaşırsa aldanmamaları gerektiğini söyledim. Ancak son zamanlarda beni en çok sevindiren şeylerden biri de bu bölgede tarihi eser kaçakçılığı yapanlar bir eser satın aldıklarında ‘acaba bunu Hamdi Usta yapmış olabilir mi?’ diye soruyorlarmış.
BU İŞ BİR CANİNİN ELİNE SİHAL VERMEK GİBİ
Atölyeyi ilk açtığım yıllarda insanlar beni tanımıyorlardı ve kimi ahlaksız tekliflerle geldikleri oluyordu. Bu konuda önlemler aldık ve giderek gelmemeye başladılar. Benden bir ürün alacak köylüyü dolandıracaklar. Traktörünü, tarlasını takasını sattıracaklar. Bu işlerle uğraştıkça giderek insan sarrafı oluyorsun. Ustam bana ‘oğlum, dükkâna heykel almaya gelen biri olduğunda önce ayakkabılarına bak. Çünkü 30 liralık ayakkabı giyen birinin heykelle işi olmaz’ derdi. Bu niyetlerle gelenleri giderek temizledik. O tarzda birisi gelse hemen anlarım ve önüme milyarları koysalar hiçbir şey satmam. Bu işin en önemli yanı ahlaki sorumluluğu. Düşünebiliyor musunuz, kötü niyetli birine 20 tane para verseniz bütün Elmalı’yı dolandırabilir. Bu, bir caninin eline silah vermek gibi. Elmalı hazinesinin imitasyonunun yapılması bir zamanlar tabuydu. Ama şimdi bu tabuyu yıkmış da olduk. İnsanlar buna sahip olmak istiyorlardı ama herkese yetecek kadar hazine yoktu. Bir başka açıdan bakarsak, bu paraların imitasyonlarına sahip olanlar, ellerine dekadrahmileri alınca içlerinde bir çeşit tatmin yaşıyorlar. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan bu konuda aldığım izinler çerçevesinde ve ticari olarak kayıt altına alınan, faturası, kaydı olan ürünler yapıyorum. Bölgenin de reklâmı yapılmış oluyor.”
sikke1.jpg

Hamdi Toşur'un yapmış olduğu siikkeler
JANDARMA VE POLİSTE ARKEOLOJİ BİLEN UZMANLAR ÇALIŞMALI
Hamdi Usta, artık bölgedeki kaçak definecilerin korkulu rüyası olmaya başlamış, zengin olma hayaliyle tarihi ve kültürel mirası yağmalayanların elinden satın alanlar hep “acaba bu imitasyon olabilir mi?” diye sormaya başlanmıştır. Ancak Hamdi Usta’nın canını sıkan başka bir durum daha vardır ki bu da zurnanın zırt dediği yeri işaret eder: “Benim en muzdarip olduğum konulardan biri de jandarma ve polisin içinde arkeolojiden anlayan birilerinin olmaması. Diyelim ki ben bir ürün yaptım ve arabamla buradan Antalya’ya götürüyorum. Yolda jandarma arabayı durduruyor. Heykeli görünce jandarmaya derdimi anlatana kadar akla karayı seçiyorum. Bir iki geceyi karakolda geçirdiğim de oldu. Oysa jandarmanın içinde arkeolojiden anlayan birileri olsa bu sorunlar ortadan kalkar. Babam her zaman bu işleri yaptığım için başıma kötü bir şeyler gelecek diye endişe ederdi. Ben de ‘Baba, dinimizin ve yasalarımızın yasakladığı hiçbir şey yapmıyorum’ diye onu rahatlatmaya çalışırdım. Ama derdimi anlatana kadar kelepçeleniyordum. Çok sayıda işsiz arkeologumuz var. Bunları polis ve jandarmanın içinde istihdam edilmesi yararlı olur.”
‘OĞLUM ANTİN KUNTİN ÇIPLAK KARI KIZ YAPMA ALLAH GÜNAH YAZAR’
Elmalı’nın geleneksel yapısına son yıllarda modern yaşamın eklediği çözülmeyi de kattığınıza, genç yaşta kendini geliştiren Hamdi Usta’nın ailesine de kendini anlatması bir hayli zor olur: “Anneme arkadaşları benim ne iş yaptığımı sorduklarında söyleyecek bir şey bulamamış. Ben de ‘antik kuntik işlerle uğraşıyor dersin anne’ diyerek espriye vurdum. Onun derdi oğlunun taksici, şoför ya da öğretmen gibi herkesin anlayabileceği bir mesleğinin olması. Ama sonraları annem benim yaptığım işleri ilk gösterdiğim eksperim oldu adeta. Onun beğendiği bir iş çok sevilip hemen alıcı bulurken, dudak büktüğü bir işin hiç beğenilmediğini gördüm. Önceleri babam da bu işi yapmamı istemiyordu. Atölyeye geldiğinde bana “oğlum antin kuntin işlerle uğraşıp durma. Çıplak karı kız yapıyorsun, adamın çükü filan görünüyor. Yapma oğlum, Allah günah yazar’ derdi. Döktüğüm antik paraları eline alır bakardı, ‘lan oğlum, geçmez paralarla uğraşıyorsun, bari bir çeyrek meyrek dök’ derdi. Benim müşterilerim genelde yurt dışından. Yaptığım heykelleri de hep düşük fiyata almayı isteyenler var. Yunanistan’dan bir müşterim vardı, benim bin 500 lira fiyat söylediğim heykele bin lira vermek istedi, satmadım. Bir gün babam hastalandı. Ameliyat olması gerekti ama paramız yoktu. Ameliyat için 8 bin lira gerekiyor. Yunanistan’daki müşterimi aradım. Heykelleri istediği fiyattan vereceğimi söyledim. Sekiz heykeli kargoya verdim ve parasını havale etmesini istedim ve o 8 bin lirayı ödedim. Ameliyattan çıkınca babam ‘paramız yoktu nasıl oldu bu’ diye sorunca, ‘o beğenmediğin heykelleri sattım, onların parasıyla ödedim baba’ dedim. Babam iyileşince evde, ‘çocuğun heykellerine dikkat edin. Atölyeyi arada süpürüverin, çoluk çocuğa dikkat edin, içeri girmesin’ demeye başladı. Zamanla o da kabullendi yani…”
yusufyavuzkjkll.jpg

‘BENİM SONUM DA SON HİTİTLİ NECİP USTA GİBİ OLACAK…’
Genç yaşına rağmen 300’den fazla heykel, binlerce takı, rölyefler, mozaikler, cam tasarımları ve taş tabletlerden oluşan bir iki müzeyi dolduracak kadar sanat eseri biriktirmiş Hamdi Usta. Elmalı’nın tek büyük caddesinin üzerinde bulunan atölye ve dükkânında her daim tarih ve sanat kokan sohbetler sürüp gidiyor. Üretmekten ve ürettiklerinin beğenilmesinden mutlu. Doğup büyüdüğü toprakların tanıtımına ve derinliğinin anlaşılmasına katkı sağladığı için de gururlu. Ancak geleceğe yönelik ne düşündüğünü sorduğumda, her daim ezberleri bozan bir coğrafya olan Anadolu bilgeliğiyle bir yanıt veriyor: “Ben geleceğe yönelik bir şey düşünmüyorum. Yapabildiğim kadar yapmaya çalışacağım bu işleri. Denizli Tavas’ta Hitit geleneğiyle terrakotalar yapan ve ‘son Hititli’ olarak anılan bir Necip Usta vardı. Necip Savcı. Medet köyünde yaşıyordu ve yaptığı resimli seramikler muazzamdı. Dünyada tekti. 2010 yılında yokluk içinde öldü. Şimdi çocukları onun işini sürdürüyorlar ama onun üslubunu yakalamak kolay değil. Ben de sonumun Necip Usta gibi olacağını düşünüyorum. Yeni birilerinin yetişmesi de zor ama ben bunu da önemsemiyorum. Ben nasıl binlerce yıl sonra bir şekilde bu yola düştüysem, şimdi kimse ilgilenmese bile bin yıl sonra da birileri de benim yaptıklarımı fark eder ve kendi zamanına taşır.”
DİYELİM Kİ PARAYI YAPTIK FERRARİ’Yİ ÇEKTİK; SONRA NE OLACAK?
Sıkıntılı günlerinde kendi kendine “acaba kamyon şoförü mü olsaydım?” diye sorduğunu söylüyor Hamdi Usta. Ancak yaptığı işin ve taşıdığı sorumluluğun öylesine farkında ki, bu işi bir vefa borcu gibi gördüğünü söylüyor. İçinden geçilen dönemin ruhuna inat onun döneceği yerler köşeli olmaktan çok, derin ve ruhsal kıvrımlar taşıyor: “Bazı arkadaşlarım bana ‘bir memur maaşı 2 bin lira. Birkaç para yap, kendini de kurtar bizi de’ diye takılıyorlar. Ben de onlara diyorum ki, ‘diyelim ki birkaç para yaptım ve çektik Ferrarileri. Sonra ne olacak, yerine ne koyacağız? Olay bu değil çünkü. Benim çok paramın olmasına gerek yok. Dostlarımla sohbet edebileyim, iyi yaşayayım yeter. Bugün yiyeceğim yemeğin parası çıksın, ayakkabı alacaksam bunun parası çıksın yeter…”
Yusuf Yavuz
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=son-hititli-0301141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Beklenmedik eylem bakanlık çalışanlarını şaşkına çevirdi

Antalyalı yaşam savunucularından beklenmedik ÇED eylemi bakanlık çalışanlarını şaşkına çevirdi…
17 Aralık operasyonlarının ardından Başbakan Erdoğan’ın talebiyle bakanlıktan ve milletvekilliğinden istifa eden Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, istifa için kendisine baskı yapılmasını kabul etmediğini belirterek soruşturmaya konu olan imar planlarının Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla yapıldığını dile getirerek milleti rahatlatmak için Başbakan’ın da istifa etmesi gerektiğini söylemişti.
‘ÇEVRE İZNİ’ İKTİDARIN KEYFİNE GÖRE Mİ VERİLİYOR
Bu açıklamaların ardından gözler Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na ve uygulamalarına çevrilirken, Gülen cemaatine yakınlığıyla bilinen Koza Altın firmasının İzmir’in Bergama ilçesindeki Çukuralan işletmesinin faaliyetleri, “Çevre izni veya Çevre izin ve lisans belgesi” bulunmadığı gerekçesiyle durduruldu. Koza Altın’dan konuyla ilgili yapılan açıklamada ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca verilen 20 Şubat 2014 tarihine kadar geçerli olan faaliyet belgelerinin mevcut olduğu belirtildi.
alakr-vadisi--hes-projelerinin-tahribatna-maruz-kald.jpg

İSTİFA EDEN BAKAN BAYRAKTAR: ‘HIRSIZIN DİNİ İMANI OLMAZ’
2010 yılında faaliyete başlayan altın madeninin ‘çevre izni’ bulunmadığı iddiasıyla durdurulmasının yarattığı tartışmalar sürerken istifa eden Bakan Bayraktar’ın twitter hesabından “rüşvet” ve “yolsuzluk” konusunda yaptığı açıklamalar da tartışmalara tuz biber ekti. twitter hesabından, “Yolsuzluk ve rüşvet olaylarının önüne geçmek için kurumlarda çalışan her kim varsa kanunlarla sıkı denetimlere tabi olması gerekmektedir” görüşünü paylaşan Bakan Bayraktar’ın attığı twitlerden bazıları şöyleydi: “Hırsızın, çıkarcının, sömürenin; siyasi görüşü, dini, imanı, inancı, milliyeti, zilliyeti, yaşı-başı, cinsiyeti, futbol takımı olmaz.Hırsızın suçu yok anlamı çıkmasın buradan. Köklü tedbir alınırsa hırsızlığı kökünü kazırsınız. Aksi halde bu kanunlar yeni hırsızlara gebedir.Yolsuzluk olmadığını düşünecek kadar saf olmamalı ülkem. Var olduğunu ve bundan sonra olabileceğini de düşünerek hareket etmeli.Hükümetlere, iktidarlara, muhalefetlere, koalisyonlara has değildir bu durum. Her zaman her daim olmuştur ve yaşanmıştır ülkemde.”
alakr-vadisinde-yaayan-kyller-hes_lere-kar-pek-ok-kez-eylem-yapt.jpg

BAKANLIK 20 YILDA 40 BİN ÇED OLUMLU, 32 OLUMSUZ KARARI VERDİ
Ardı ardına yaşanan bu gelişmeler, 11 yıldır ülkenin pek çok bölgesinde yaşanan yıkımları ve bu yıkımlara yol açan ÇED raporu sürecinin de yeniden sorgulanmasına yol açtı. Enerjiden otoyola, madencilikten sanayi tesislerine kadar akla gelebilecek her türlü yatırım için gerekli olan Çevresel Etki Değerlendirmesi süreci, bilimsel kriterlerden uzak ve yatırımcının önünü açan bir formalite olduğu eleştirilerine neden oluyordu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, geçtiğimiz yılın verilerine göre, yönetmeliğin yürürlüğe girdiği 1993 yılından buyana 40 binden fazla yatırıma ‘ÇED Gerekli Değildir’, 2 bin 999 yatırıma da ‘ÇED Olumlu’ kararı vermesi, buna karşılık sadece 32 projeye ‘ÇED Olumsuz’ kararının verilmesi bu eleştirilerin haklılığını ortaya koymaya yetiyor.
YASAK SAVMAYA DÖNÜŞEN ÇED SÜRECİNDE EZBER BOZAN EYLEM
ÇED süreciyle ilgili tablonun özetle bu şekilde olduğu süreçte Antalya’da sıra dışı bir durum yaşandı. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü, 27 Aralık tarihinde rutin duyurularından birini yaptı. Duyuruda, dördü tamamlanmış toplam sekiz HES projesi bulunan Alakır Vadisi’nde yapımı planlanan ‘Alakır II. HES Projesi’ için ÇED sürecinin başladığını, projeyle ilgili halkın görüşünün alınabilmesi için 10 gün süre olduğu belirtildi. ÇED ruhuna aykırı olarak vadilerde yaşayan insanların ulaşmasının ve yaşam alanlarını doğrudan etkileyecek projelerin içeriğini öğrenme ve buna karşı görüşlerini yansıtma olanağı bulunmayan biçimde il müdürlüğünün internet sitesinde yapılan duyurular bir nevi ‘yasak savma’ya dönüşüyordu. Ancak bu kez yetkilileri de şaşırtan bir gelişme yaşandı. Alakır II HES projesiyle ilgili ÇED sürecinde halkın görüşünü bildirmesine 4 gün kalan Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne giden çok sayıda yaşam savunucusu, Alakır Vadisi’ndeki köylerin muhtarları başka olmak üzere çeşitli meslek odaları ve sivil toplum örgütleri ile ülkenin dört bir yanından gelen imzalı itiraz dilekçelerini yetkililere iletmek istedi. Ancak bu tür bir eyleme hazırlıklı olmayan müdürlük çalışanları ile yurttaşlar arasında kısa süreli tartışmalar yaşandı.
Türkiye Ormancılar Derneği Batı Akdeniz Şubesi ve Kemer Doğa Dostları Derneği’nin yanı sıra Kumluca ve Manavgat’tan yaklaşık 25 köyden muhtar ve köylüler ile çok sayıda esnaf, turizmci, doktor, hukukçu ve orman mühendisi Alakır’da yeni HES’e karşı itiraz dilekçesi verdi.
YÜZDEN FAZLA İTİRAZ RAPORUYLA HES’E HAYIR DEDİLER
Antalya Diş Hekimleri Odası’nın Çevre Komisyonu Başkanı Erdal Elginöz’ün girişimiyle başlayan ÇED eylemi, kısa sürede sosyal medya üzerinden yayılarak ülkenin birçok bölgesinden yüzlerce itiraz dilekçesinin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne ulaşmasını sağladı. ÇED süreci başlatılan HES projesine ait dosyayı bakanlığın web sayfasından indirerek uzmanlar denetiminde inceleyen Elginöz ve arkadaşları, bu konudaki çekincelerini itirazlarını içeren bir itiraz metni hazırladılar. Hazırladıkları ‘olumsuz görüş’ü yüzlerce ayrı dilekçe ile il müdürlüğüne ileten yaşam savunucuları Alakır’da yeni HES’lerin yapılmasına “hayır” dedi.
alakr-vadisinin-bir-blm-zengin-biyolojik-eitlilii-nedeniyle-sit-alan-ilan-edilmiti.jpg

ELGİNÖZ: ‘PROJEYE ÇED OLUMLU VERİLİRSE DAVA AÇACAĞIZ’
ÇED eyleminin öncülüğünü yapan Diş Hekimleri Odası Çevre Komisyonu Başkanı Erdal Elginöz, itiraz dilekçesi sundukları HES projesiyle ilgili ‘ÇED Olumlu’ kararı çıkması durumunda konuyu yargıya taşıyacaklarını belirterek, “Böyle bir sonuç ortaya çıkması halinde, elimizdeki bilimsel ve hukuki verilere göre son derece yetersiz ve objektiflikten uzak olan ÇED raporunu iptal ettirmek için dava açma hazırlıklarımızı da bir taraftan sürdürmekteyiz. Çünkü bütün bilimsel ve hukuki delillere rağmen, ülkemizin çıkarlarının karşısında, sadece ticari işletmelerin yararına bir karar almaları ve yargı sürecinde bu hatalarının anlaşılarak kararlarının bozulması durumunda, bu insan kitlesi, verilecek bu taraflı kararın hesabını da soracaktır kesinlikle” görüşünü savundu.
‘BU KİTLE FİZİKİ VE HUKUKİ OLARAK KARŞILARINDA OLACAK’
Eylemle HES şirketine ve ÇED raporunu değerlendirecek olan komisyona Alakır’da bir HES’e daha geçit vermemek için ellerinden gelen tüm çabayı ortaya koyacak bir insan kitlesi bulunduğunu göstermeyi amaçladıklarını anlatan Elginöz, “Son günlerde çorap söküğü gibi ortaya çıkmakta olan girift ilişkiler bütününün sağladığı avantajlarla ÇED raporlarına olumlu sonuç aldırabilseler bile Alakır II. HES projelerini uygulamaya kalktıkları anda hem hukuki, hem de fiziki olarak karşılarında bulacaklardır bu kitleyi. Eylemimizin, bu mesajları net bir şekilde ilgili taraflara iletmemizi sağladığını düşünüyoruz” diye konuştu.
Yusuf Yavuz
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=beklenmedik-eylem-bakanlik-calisanlarini-saskina-cevirdi-0601141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Bu Topraklar Hesapların Tutmadığı Topraklar / Banu AVAR

Ey Yüce Türk Milleti, bilgine;
“Barış süreci” BÖL ve YUT sürecidir! Bunun somut emareleri artık her yerdedir.
Erdoğan, “Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını göreceğiz!” diyor.
Ergenekon sürecinde TSK’nin esaretinin nedeni, Gezi olaylarının iktidara kızılcık sopası olsun diye sahnelendiğinin şifreleri şimdi ortaya çıkıyor. İstimi alan AKP tam gaz emirleri uygulamakta..
Analı babalı muhalefet hizmette sınır tanımamakta, arada da tribünlere doğru, “olur mu, yapılır mı bu” diye fısıldamakta…
Barzani, “Yaşasın Türk ve Kürt Kardeşliği, Erdoğan ne de güzel Kürdistan dedi” diye hırlıyor…
Washington ve Londra ellerini ovuşturuyor. Petrol, bakır, altın ve su kaynaklarını gözden geçiriyorlar.
Bu geçici bir saadet efendiler. Eninde sonunda delik sizi bekliyor. Sevr’den kalan emirler size de acımayacak. Türkiye tümüyle haçlı olana, tümüyle İngilizce konuşana, tümüyle gelenekleri bozulana, tümüyle etnik olarak parçalanana kadar, tümüyle sömürge valilerince yönetilene kadar maratona yeni çakallar katılacak!
Onların hesabı bu; da hatırlatalım, bu topraklar hesapların tutmadığı topraklar…
Bu topraklardakiler son anda, yumurta kapıya gelince ayağa kalkarlar, bir daha da ölene kadar oturmazlar!
Ama, son an mecburiyeti var… Gün o gün, ama henüz o an gelmedi!
Banu AVAR, 18 Kasım 2013


http://banuavar.com.tr/bu-topraklar_hesaplarin-tutmadigi-topraklar-banu-avar/
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
‘BİZ ATATÜRK’ÜZ! – İlhami Ahmet Örnekal İlkokulu, 10 Kasım 2013

50 yıl sonra İlhami Ahmet Örnekal İlkokulu’nda, 2013 10 Kasım’ında, ‘BİZ ATATÜRK’ÜZ! derken…
İlhami Ahmet Örnekal’ın 50 yıl önce bana devasa gelen bahçesi aslında mini minnacıkmış… Koş koş bitmezdi arka bahçeden öne gelmek… Oysa sadece 5-6 adımmış. 50 yıl sonra yeniden sevgili arkadaşlarım ressam Aysu Koçak ve mühendis Mehmet Güniz ve eşi Yeşim ile okulun bahçesinde hüzünle Ata’nın gözlerine ve küçük yüzlere bakıyoruz. Siren çalarken yüzümüzdeki ıslaklığa ciddiyetle ve şefkatle bakan iki soru işareti göze gülümsüyorum. Okul Aile Birliği ve öğretmenlerimiz ve müdür yardımcılarımızla ‘eğitim operasyonları’na karşı neler yapılabileceğini tartışıyoruz.
Gazi Paşa’yı anmak 10 Kasım, 29 Ekim, 19 Mayıs’larda meydanlara çıkmaktan ibaret kalırsa, bir gün, ibaret kalanlardan da mahrum olacağımız kesindir! İşte o avluda bunu düşünüyorum.
Gökşan, ‘uzun zaman uykudaydım, şimdi ağır ağır uyanmaktayım.’ diyor. ‘Ama ne yapabilirim?’
‘Tam da yapılacak işin burnumuza dayandığı yerdeyiz’ diyorum.
Bir şeyler yapmaya, evden, okuldan, çocuğun torunun arkadaşlarından onların ailelerinden, okul aile birliğinden, bakkaldan, apartman görevlisinden, mahalle kasabından, oturduğumuz ilçenin, bölgenin, kasabanın mahallenin imamından başlasak…
Şimdi bizimle aynı sıralarda okuyan evlatlarımızla ayda bir buluşsak, her birimiz okulumuzda çocuğumuz veya torunumuzun okulunda çocuklara samimi milliyetçi yazarlarımızı, sanatçılarımızı, bilim adamlarımızı tanıtsak… Orada bir araya gelsek. Daha sık görüşsek, mahalle mahalle okul okul, birbirimizi bulsak ve her cenahtan vatanseverler olarak evlatların etrafında bir koza oluştursak…
Bu Atatürk’ün izinden gitmek olmaz mı?
Banu AVAR
10 Kasım 2013
10kasim_3.jpg

10kasim_1.jpg

10kasim_2.jpg


http://banuavar.com.tr/biz-ataturkuz-ilhami-ahmet-ornekal-ilkokulu-10-kasim-2013/
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

"Bu davanın savcısıyım" diye ortalıkta kasılan şahıs o kadar da saf değil

Türkiye çok önemli bir süreçten geçiyor… 12 yıldır bu ülkeyi yönetenlerin nasıl bir yolsuzluk batağına battıklarını, siyasi varlıklarını bundan beslenerek sürdürdüklerini izliyoruz. Aynı zamanda ülkede nasıl bir mayınlı alan yaratıldığını, nasıl bir yargı bataklığı, nasıl bir oligarşik yapı yaratıldığını izliyoruz.
Bu dönemde büyük bedeller ödendi. Cezaevleri masumlarla doldu, taştı, oradan ölü bedenler çıktı… Kimi sevdiklerinin cenazelerine dahi gidemediler. Ama onlar ne savcıya ifade vermekten, ne de tutuklanacaklarını bilmelerine rağmen mahkemeden kaçtılar. Hiç kimse onlara “onursuz, korkak” diyemedi… Onlar, gerçekte yargılanmadan politik yargı tarafından mahkum edildiler. Ama bugün doğan yeniden ve belki de gerçekten yargılanma hakları üzerinden bir oyun sahneye konuluyor…
Onların masumiyetine inanan ve bir an önce özgür olmaları için çözüm bulmaya çalışanları yadırgamamak gerekir. Ama karşıda bunu “beklentileri yükseltmek” gibi iğrenç bir ifade ile tanımlayan bir kafa var ki, hukuktan alabildiğine uzak. Belli ki, müsteşarını ve oğlunu teslim etmeye güvenmediği yargıya masumları teslim edenler onların kayıpları ve acıları üzerinden bir şeyler kotarmak istiyor. Yoksa zamanında "bu davanın savcısıyım" diye ortalıkta kasım kasım kasılan şahıs bir kumpası göremeyecek kadar saf mıydı dersiniz? Ya olanlardan en az onun kadar sorumlu olan Cumhurbaşkanı?
Belli ki, aleyhlerine gelişen sert iklimi yumuşatmaya, olayları kendi lehlerine çevirmeye çalışıyorlar. Bir gün karşılaşılabilecek suçlamalara karşı, kan bulaşmış, ölüm bulaşmış, zulüm bulaşmış, terör bulaşmış eller temizlenmeye çalışılıyor. Daha 6 ay önce masumların canı, gözü çıkarken övgüler dizilen yargısına, polisine bugün savaş açmış görünüyorlar.
Karşılıklı atışlar yapanlar şunu söylüyor. "yargı iki farklı erkin elindeydi ama birlikte hareket ettikleri için sorun çıkmıyordu, bugün çatışmaları sorun yaratıyor, o halde birini yok edelim." Oysa bunu söyleyenin diğerinden ne farkı var ki, kendisini de imha etmesi gerekmiyor mu? Siyasette herkesin kullandığı bir şablon var: “kimse kusura bakmasın!” Ben daha önce hiç kullanmamıştım ama şu anda canım kullanmak istedi. Kimse kusura bakmasın ama bizim isteğimiz hukukun bir erk tarafından yönetilmesi değil, bağımsız olmasıdır. CHP, AKP, MHP, cemaat ne fark eder, tüm siyasi partilerden, tüm güç odaklarından bağımsız olmasıdır…
YARGIYA MÜDAHALE EDİLİYOR DİYENLERİN ORANI YÜZDE 92
Başkalarının ailelerini darmadağın ederken, kendi oğlunu savcıya göndermeyen, yargıya talimat verdiğini açık açık söyleyen bir başbakanın yargıyı bağımsız kılacağına kargalar güler. Onun gibi insanlar ülkesini değil ancak kendisini kurtarmaya çabalar çünkü. Bugün özellikle de kendi ailesi ile ilgili olarak başbakan yargıya müdahale ediyor mu sorusuna yargıçların üye olduğu adalet.org sitesinde evet yanıtının oranı yüzde 92 ise bunun bir nedeni olmalı.
Bu toz duman arasından görmemiz gereken, masumlar üzerinden Türkiye’nin geleceğinin şekillendirilmeye çalışıldığı.. İç ve dış siyasetin de, fiili bir özerkliğin yerel seçim sonrası resmiyet kazanmasının da... Gelinen noktada dikkatleri başka yöne çekme çabalarına, güvenilmez insanlara ve yapılara dikkat. Bu arada gizli kasalardan ortaya saçılan milyonlarca dolar ne oldu? Bilal Erdoğan’a çıkartılan çağrı nereye gitti? Mahkeme kararını uygulamayanlar nerde?
Türkiye’yi bu duruma bugün karşılıklı lanetleşenler düşürmüştür. Bir taraf bir tarafa üstün filan değildir. Bugün kurtulmaya çalıştıkları yargı daha 3 yıl önce tetikçileri ve kendileri tarafından süslü laflarla, Venedik kriterleri nidalarıyla kutsanmaktaydı. Oysa bugün HSYK üzerinde yeni çalışmalar dikkat çekiyor. Cuma günü komisyona gelecek taslakta başbakan kendisi yargılayamadığı için pek hayıflandığı HSYK’yı yargılamasa da gerektiğinde dövebilmek için doğrudan kendisine bağlıyor. Anlaşılan bir sonraki çalışması, Türk usulü yargıç/başbakan modeli ve makam aracını tahsis ettiği bazı savcıların anılarını yazmalarını ikinci bir emre kadar yasaklama üzerine olacak.
SIKIYÖNETİM FISILTILARI NEYİN HABERCİSİ
O kadar sıkışmış ve yolsuzluğa batmış durumdalar ki, bu kez çok aceleleri var ve bunu anayasa değişikliğine dahi ihtiyaç duymadan büyük bir cüretle yapıyorlar. Aslında normal bir sistemde yargıyı bypass etmek demokrasiyi bypass etmektir. Ama bunlar, yargıyı öylesine alelade bir şey olarak görüyorlar ki, davul zurnayla kendilerinin getirdiği yargıyı sessizce “hal” yoluna çoktan girdiler bile. Kendi yargılarına bu “hal” yolunu bulanlar bir adım sonra mutlak bir denetimsiz iktidar için türlü bahanelerle demokrasi dışı başka yollarla kaos yaratmaya tevessül etmezler mi sandınız? İçişleri Bakanlığı civarından yayılan esrarengiz “sıkıyönetim, olağanüstü hal” fısıltıları bunun habercisi olmasın sakın?
YARGIYLA BU KADAR OYNANMAZ
Bu yazının yazıldığı sıralarda hükümetten bir açıklama gelmiş, “muhalefet destek versin anayasayı değiştirelim, yargıçları meclis seçsin” diyesilermiş. Pekala, siz bizi ne zannediyorsunuz? O gün yargıyı teslim ederken bize sordunuz mu ki, şimdi soruyorsunuz? Biz olduğumuz yerden milim sapmadık ki. O kadar mı yolsuzluğa battınız, o kadar mı vahim durumunuz? Meclisin bu günkü yapısıyla, seçim kanunu, siyasi partiler kanunu değişmeden, temsil sorunu çözülmeden aslında meclis mi yoksa bir adam mı seçecek yargıçları dersiniz? Kaldı ki, yargı siyasi partilerin paylaşacağı bir kurum değildir, bağımsız olmalıdır. Yargı iktidarın oyuncağı değildir, bu kadar da oynanmaz. Hangi görüşten, hangi ideolojiden olursa olsun herkesin buna karşı çıkması gerekir. Bu iktidarın yapacağı iş artık sınırlıdır. Tarihe antidemokratik uygulamalar, yargı cinayetleri ve hırsızlıklarla kazınacak devirleri azalarak bitecektir. Muhalefet, işte bu hırsızlıkla malul, meşruiyetini yitirmiş iktidarın kendini tahkim etme çabalarının payandası olmamalıdır.
Bize düşen serinkanlı, sabırlı olmak, yüksek bir kamuoyu bilinci yaratmaktır. Devleti çatışmalara kurban etmeden yeniden yapılacak bir yargılamayı, ama adil bir yargılamayı kimin yapacağını hesaplayacak, yöntemini belirleyecek, onurlu bir çözüm üretecek beyinleri serbest ve etkin kılmaktır. Yeniden yargılanma hakkı adil yargılanma garantisi verilmeden, saygınlığı ve deneyimi objektif kriterlere göre kanıtlanmış yargıçlar tarafından yapılmadan sağlanamaz. Bunun koşulları yaratılmalıdır. Yeniden yargılanma hakkını sağa sola kaba beton atmakla eşdeğer tutanların insafına bırakmanın sonuçları ağır olur.
Emine Ülker Tarhan
Odatv.com



http://www.odatv.com/n.php?n=bu-dav...kasilan-sahis-o-kadar-da-saf-degil-0901141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

"Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmeyen bomba..."

Ankara Barosu'nun 2000 yılından bu yana iki yılda bir düzenlediği "Uluslararası Hukuk Kurultayı" (8 Ocak- 10 Ocak 2014) TBB. Av. Özdemir Özok Kongre Merkezi'nde başladı. Ankara Barosu Başkanı Avukat Sema Aksoy kurultayın ana başlığını, “Demokrasi, Hukukun Üstünlüğü ve Savunma Hakkı” olarak belirlemelerinin "Hukukun adeta bir öç alma mekanizması olarak uygulandığı ülkemizin içinde bulunduğu koşullar"ın neden olduğunu belirtti .
Salonların tıklım tıklım olduğu kurultayın açılışında konuşan Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu gündeme ilişkin önemli açıklamalar yaptı. Feyzioğlu, İstanbul merkezli operasyonun bağımsız, tarafsız, etkin bir yargıyla sonuna kadar götürülmesi gerektiğini, paralel devlet iddialarının da görmezden gelinemeyeceğini belirterek, "Af değil, minnet değil, sadece adalet isteyen yurttaşlarımızın yeniden yargılamasını sağlayacağız" dedi.

hukuk-5%281%29.jpg

METİN FEYZİOĞLU'NUN KONUŞMASI
Feyzioğlu özetle şunları söyledi:
"Siyasi partilerimiz de demokrasiye alışacak, yasama organımız da yürütme organımız da ve halkımız da. Halkın hoşgörüsüne ve demokratik standartlarına siyasetle uğraşanlar yaklaşırsa yani halka çıkmayı başarırsa çok ciddi bir adım atacağız demokrasi yolunda... (...) Gün, devletin çivilerini tekrar çakma zamanıdır. Gün sevgi, hoşgörüyle yeniden pırıl pırıl bir gelecek için birleşme ve kavuşma zamanıdır... (...)
Son günlerde ciddi bir tartışma ve kaos ortamı var. Yolsuzluk soruşturması gündeme Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmeyecek bir bomba olarak düştü. Bu operasyonun gittiği yere kadar takip edilmesi gerektiğini en başından beri söylüyorum. Aynı zamanda soruşturma patladıktan sonra devletin en üst yerlerinde, makamlarında bulunanlar yargının ve emniyetin içerisinde bir paralel devlet oluşumu vardır dediler ve TSK'yı yargı eliyle kumpas kurduğunu ifade ettiler. Duruşumuz şu şekildedir; yolsuzluk soruşturması ciddidir. Sonuna kadar takip edilmesi gerekir. Yolsuzluk soruşturmasında düğmeye basılmasının sebebi siyasi iktidarın artık bir ittifak olduğu ortaya çıkmış iki kanadının birbirine düşmüş olmasıdır. Dolayısıyla düğmeye basılma sebebi bu ittifakın çatlamasıdır ama düğmeye basıldıktan sonra ortaya çıkanlar asla ve asla örtbas edilmeyecek kadar önemlidir. Burada düğmeye basanın saikini sormak ayrıdır. Düğmeye basıldıktan sonra ortaya çıkanları sonuna kadar takip etmek ise ayrı bir kararlıktır...(...)

Adil yargılama hakkı ellerinden alınarak cezaevlerinde, zindanlarda hayatlarından koparılmış olanların sizlerden, siyasi partilerden, tüm toplumdan talebi var... Diyorlar ki, 'yolsuzluk soruşturmasını gittiği yere kadar götürün, bu sizin göreviniz ama yolsuzluk soruşturması dolayısıyla bizim uğradığımız haksızlığı sakın ola örtbas etmeye kalkmayınız. Çünkü siz zindanda bir gün geçirmenin ne demek olduğunu bilmezsiniz' diyorlar. Ben de burada bütün siyasi
partilere, tüm sivil topluma sesleniyorum, bu ikisini birbiriyle irtibatlamayın. Yolsuzluk soruşturmasını bağımsız, tarafsız, etkin bir yargıyla gelin sonuna kadar götürelim. Fakat paralel devlet var iddialarını şimdilik görmezden gelelim diyenlere, çekilen çileleri hatırlatıp 'Hayır Efendim görmezden gelemeyiz, bu da ciddidir, bunu da göreceğiz, af değil, minnet değil, sadece adalet isteyen yurttaşlarımızın yeniden yargılamasını sağlayacağız. Önce yasa kartını açacağız ardından da yargının kendi onurunu temizlemesi için gereğini yapacağız' diyorum."

hukuk-3.jpg


DEMOKRASİ, SEÇİM SİSTEMİ ve SİYASİ PARTİLER PANELİ
Panelde siyasi partileri ele alan Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu, yeni anayasa yapılmadan önce ondan çok daha önemli olan Siyasi Partiler Yasası'nın değişmesini söyledi. "Anayasa özellikle 2001'de yapılan değişikliklerle bir aşamaya geldi. Ancak Siyasi partiler Yasası bir felakettir" diyen Yüzbaşıoğlu şöyle devam etti:
"Siyasi partiler bir toplumun aynasıdır. AİHS ve AB'de ciddi içtihatlar vardır: Siyasi partiler şiddet içermemeli, araç ve amaç demokratik olmalı. Olmazsa bu siyasi partinin kapatılma nedeni olur. Bizim Siyasi Partiler Yasası A'dan Z'ye bu içtihatlara aykırıdır... 12 Eylül darbesinden sonra bütün iktidarlar bu yasaya hiç dokunmadılar. Biat varsa demokrasi olmaz. Birey yoksa da demokrasi yoktur. Etnik, feodal saiklerle hareket eden partiler ayrıştırıcı bir rol oynarlar. Oysa siyasi partiler bütünleştirici, birleştirici siyasi işler yapmakla yükümlüdürler."
Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu, seçim barajının yüksek olmasının her dönemde etkili siyasi sonuçlara neden olduğunu belirterek siyasal sistemi tartışılır kıldığını söyledi:
" Seçim tarihimizde en adaletsiz seçimler 1987 ve 2002 seçimleridir. 2002'de % 34 oy alan AKP'nin mecliste % 66 parlamenterle temsil hakkı kazandı. 2002 seçimlerinde % 45 baraja takılan oy vardı. Bu dönem parlamentosunun seçmeni temsil etme oranı % 43.3'tür. Bu parlamentonun meşruiyet sorunu vardır. Böyle bir parlamentoda örneğin Cumhurbaşkanı'nı uzlaşmayla değil de çoğunluk seçsin derseniz o bugünkü gibi olur ama gerçek anlamda Cumhurbaşkanı ol(a)maz! Mutlaka nitelikli çoğunluk olmalıdır. % 7 seçim barajına AİHM çok yüksek ama sizi idare eder diyerek onamış, bizimle alay edip aşağılamıştır. Dar çevre sistemi kutuplaşmayı artırıyor, kimliklere kadar ayrıştırıyor. Nispi temsil sisteminden vazgeçilmemelidir. Partiler arasında ittifaklar yapılabilmeli, Fransa'daki gibi sağ-sol taraflar ittifak yapabilmeli. Lider sultası ön seçimle aşılabilir..."
Ancak, bu konuşmaların boş olduğunu, bugün çıkan yasanın yarın değiştirilebileceğini, uygulamanın olmadığını söyledi.
Damokrat Parti'nin de aynen bugünkü gibi 1954 seçimlerinde % 57'yle % 93 oranında sandalye, 57'de % 47'yle % 70 sandalye kazandığını vurgulayan Yüzbaşıoğlu, "26 Mayıs 1960'da Türkiye'de demokrasi var mıydı?" diye sordu.
Aynı panelde Prof. Ersin Kalaycıoğlu, Amerika'da bayrağı yakmanın protestodan sayıldığını ama İzmir'de bir savcının hükümeti devirmeye çalışmak diye bir suç icat ettiğini söyledi. Kalaycıoğlu "Seçim çevreleri Türkiye'de düzgün olarak yapılmadığını..." söyledi. Cumhurbaşkanının görevlerinin tam olarak net olmadığını, seçilecek Cumhurbaşkanının bir canavar haline geleceğini vurguladı.

hukuk-6.jpg

DEMOKRASİ VE YEREL YÖNETİMLER PANELİ
Panelde Prof. Yılmaz Büyükerşen'le Prof. Ruşen Keleş görüş ayrılığına düştü. Büyükerşen, "Genel demokrasi sorunlarından yerel demokrasi sorunlarına eğilemiyoruz. Yerel yönetimler ne kadar sağlam olursa demokrasiler de o kadar sağlam olur. Demokrasinin beşiği ise köylerdir. Halk bir muhtar seçer ve ona da köyün bilgili deneyimli insanlarını aza seçer. Yeni yasayla tüm köy, belde, ilçelere artık siz şehirli oldunuz mahalle oldunuz denmiştir. Topraksu, YSE, Köy Hizmetleri kaldırılmıştır. Valiye bağlı İl Genel Meclisi siyasi yapıya göre davranacaktır, davranıyor. Benim kente 170 km. uzakta mahallelerim oluşmuş durumdadır..." dedi.
Prof. Ruşen Keleş ise, "Yerelleşme demokratikleşmenin öncüsüdür, demek yanlıştır. Ülkede genel anlamda demokrasiden eser yoksa bölgesel, yerel yönetimlerde de olmaz." dedi. Keleş, "Yerel yönetimlerin hizmet ölçeği ne kadar genişlerse demokrasiden de o kadar uzaklaşılır. Çünkü genişlediği oranda katılım azalır. Yerel yönetimlerde sınır değişikleri Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na göre mutlaka halka sorulmalıdır. Yeni yasayla 16 bin köy, 1500 belediye, 3 il tüzel kişiliği yok olmuştur. Tüzel kişiliği öldürmek insan öldürmek gibidir. Suçtur. O kadar kolay olmamalıdır, oranın halkına sorulmalıdır." dedi.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yalçın Karatepe ise demokrasinin, "Kuralların kurumlar tarafından özenle uygulandığı sistem" olduğunu vurgulayarak, "Bugün insanlık Musa'nın tabletinden Apple'in tabletine evrimleşti. Bunu görmek zorundayız. Ama demokrasi de saf hali katılımcı demokrasiden temsili demokrasiye dönüştü. Ortak akıldan uzaklaştık. Kurum ve kurallar ilkesinden gittikçe koptuk. Operasyonlu dönemler yaşıyoruz. Oysa demokrasi operasyonlar rejimi değildir; şeffaflık rejimidir. demokrasilerde marjinal yoktur. Bugünkü sistem salt kent rantı üzerine kurulmuş bir şehircilik anlayışıdır... Gezi süreci ise devam ediyor..." dedi.

hukuk-7.jpg

ALABAMA SENATÖRÜNÜN İLGİNÇ KONUŞMASI
Kurultay'ın sürprizi denecek konuşmacısı Alabama senatörü ırkçılıkla mücadeleye hayatını adamış ünlü siyah avukat Senatör Henry “Hank” Sanders, ilginç bir konuşma yaptı. ABD'ye karşı çok sert deyimler kullanan senatör, "Irkçılık daha sona ermedi, her an her şey geriye dönebilir ve dönüyor. Köle kültürü hala egemen, onun ruhu ABD'nin hücrelerine sinmiş. Eğer 2014 yılında bile ABD'de yoksulsanız adalete ulaşamazsınız, hele yoksul ve siyahsanız, hele hem yoksul hem siyah hem de bir beyaza karşı suç işlemişseniz daha fena, hele hem yoksul hem siyah hem bir beyaza karşı, hem beyaz bir kadına karşı suç işlemişseniz kurtarma şansınız sıfırdır. Otuz kişinin suç anında bizimleydi dediği halde tecavüz suçundan bir siyah gözümün önünde jürice suçlu ilan edildi; çünkü jürinin hepsi beyazdı. Amerika'da çok silah satılıyor, herkes silahlanıyor, çünkü herkes siyahlarla beyazların bir çatışmaya gireceğine inanıyor. Obama'yı maymun olarak bile çizdiler... Onu alt etmek için her yolu deniyorlar; bütçeyi bile kabil etmediler... Her alanda mücadele edip bir hak kazanıyoruz ama birden en eski duruma dönüverebiliyor her şey... " dedi.
Ahmet Yıldız
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=cumhuriyet-tarihinde-esi-benzeri-gorulmeyen-bomba...-0901141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Gezi Direnişi'ni karalamak için uydurulan "Cami'de bira içtiler" iddiasının yalan olduğunu belgeleri ile ilk kez Odatv ortaya koydu.
(Konuyla ilgili haberlerimiz için lütfen başlıkları tıklayın)
(Başbakan’ın yalanını ispatlıyoruz)
("Cami'de bira içtiler" yalanının arkasında TBMM'den üst düzey bir bürokrat mı var)
(Çiçek ve Arınç’ın masasına Odatv’nin haberi kondu)
(O bira kutusu bakın neyle çekilmiş)
Ortaya çıkardığımız çelişkili görüntüler, fotoğraflar bu yalanın kamuoyu tarafından net bir şekilde anlaşılmasını sağladı.
Haberlerimiz, komisyon, genel kurul konuşmaları ve soru önergeleri ile TBMM gündemine taşındı.
Verilen yanıtların takipçisi olduk ve onları da haber yaptık.
Odatv demeç gazeteciliği yapmaz verilen yanıtı da gazetecilik süzgecinden geçirir ve halkı bilgilendirme görevini eksiksiz yerine getirmeye çalışır.
En son yaptığımız "Cami'de bira içtiler" yalanının arkasında TBMM'den üst düzey bir bürokrat mı var?" haberi de bir soru önergesi ile TBMM gündemine taşındı.

Soru önergesini de" Çiçek ve Arınç’ın masasına Odatv’nin haberi kondu" başlığı ile haberleştirdik.

Soru önergesine verilen yanıt ile Odatv'nin ortaya koyduğu gerçekler birbirine uymuyor.
Verilen yanıtın altındaki imzaya bakınca bu uyuşmamanın gerekçesini de boyutunu da anlamak kolaylaşıyor.
Soru önergesine yanıt verenin ve o yanıtın altına imza atarak TBMM Başkanlığı'na gönderen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın da anlayabilmesi için tane tane anlatalım.
SORULAR
Önce sorulara bakalım;
"1. Anadolu Ajansının (AA) Bezmi Alem Valide Sultan Camiden yayınladığı ilk görüntüsü hangi saatte çekilmiş ve abonelere saat kaçta servis edilmiştir?
2. AA’nın camide bira kutusu ile çektiği ikinci görüntüsü hangi saatte çekilmiş ve abonelere saat kaçta servis edilmiştir?
3. AA’nın ilk çektiği görüntülerde herhangi bir bira kutusuna rastlanmaması ve daha sonra servis ettiği görüntülerde ise bira kutusuna rastlanması bir çelişki değil midir?
4. AA’nın çektiği iki ayrı görüntünün farklı olmasının nedeni nedir?
5. Bezmi Alem Valide Sultan Camiden görüntü almak için Anadolu Ajansı personeli kaç kez habere gönderilmiştir? İlk görevin ardından diğer görevlendirmelerin haber gerekçesi nedir? AA personeli Bezmi Alem Valide Sultan Camii’ne bu süreçte hangi saat ve zamanlarda gitmiştir?
6. AA personeline bu görevleri sırasında herhangi bir üst düzey bürokrat eşlik etmiş midir? Etmiş ise bu bürokrat kimdir ve bir haber ajansının görevi esnasında yanında bürokratın bulunmasının gerekçesi nedir? Bu durum rutin bir uygulama mıdır?
7. Bira kutusunun camiye konulduğu ve bu görüntülerin özellikle çekildiği yönündeki iddialar basına yansıdıktan sonra söz konusu personel/personeller hakkında herhangi bir inceleme başlatılmış mıdır? Başlatılmışsa ne aşamadadır?"
YANIT YERİNE YALAN RÜZGARI
Sorular gayet açık ve net anlaşılamayan bir yönü yok.
Yedi soru sorulmuş, Anadolu Ajansı Genel Müdürü ise her soruya yanıt vermek yerine toplam altı cümleden oluşan tek bir yanıt vermiş.
Anadolu Ajansı'nın yanıtı ne kadar gerçekleri yansıtıyor bakalım;
1-"Gezi olayları sırasında Bezm-i Alem Valide Sultan Camisine göstericilerin girmesi ile ilgili ilk görüntü 03 Haziran 2013 tarihinde, göstericilerin camiye girdikleri sabah saatlerinde, 05.00, cep telefonu ile çekilmiştir.O dakikalarda bölgede kameraman olmadığı için Anadolu Ajansı muhabiri cep telefonu ile çekim yapmıştır. Bu görüntü iki parça halinde yayınlanmıştır. Görüntünün ilk parçası 09.19’da ikinci parçası 09.47’de yayınlanmıştır.
Caminin bulunduğu bölgede sürekli olaylar olduğu için, birçok medya organı gibi hemen her gür bölgeye gidilmiş ve çekim yapılmıştır. "
GERÇEKLER BÖYLE Mİ BAKALIM;
· Anadolu Ajansı'nın servise koyduğu iki görüntü var. Bu iki görüntü birbirinin devamı değil farklı zamanlarda, farklı kameralarla çekildi.
· Bu görüntüleri bir kişi değil, iki farklı kişi çekti.
· Ajansın abonelerine servis ettiği birinci görüntünün kameramanı Murat Karadağ, ikinci görüntünün kameramanı olarak da Umut Özgan olarak görünüyor. Bu bizim iddiamız değil Ajansı'ın servis ettiği görüntünün başında yazıyor.
murat_karada.jpg

umutozgan.jpg

· Bira kutusunun olmadığı görüntüler yanıtta ta belirtildiği gibi saat 05.00 civarında çekilmiş ve kameraman Murat Karadağ.
· Bir kameramanın yanında kamerası olmadan Gezi direnişi gibi bir eylemi izlemesi mümkün mü?
· Bu durumda yanıtlanması gereken soru şu: Cep telefonu ile görüntü çeken kim?
· Bira kutusunun olduğu görüntüler de ise kameraman olarak Umut Özgan'ın ismi yazıyor.
· Yanından fotoğraf makinesini ayırmayan Umut Özgan'ın cep telefonu ile görüntü çektiğini iddia etmek her şeyden önce meslektaşımıza hakaret.(Profesyonel fotoğraf makinelerinin artık film çekimlerinde bile kullanıldığını bilmeyenler varsa hatırlatalım)
Beş soruya üç cümle ile yanıt verilmiş.
Özellikle yanıt verilmeyen soruları tekrar hatırlatıyor ve Anadolu Ajansı'ndan bu soruların yanıtını bekliyoruz;
1. AA’nın camide bira kutusu ile çektiği ikinci görüntüsü hangi saatte çekilmiştir?
2. AA’nın ilk çektiği görüntülerde herhangi bir bira kutusuna rastlanmaması ve daha sonra servis ettiği görüntülerde ise bira kutusuna rastlanması bir çelişki değil midir?
3. AA’nın çektiği iki ayrı görüntünün farklı olmasının nedeni nedir?
4. Bezmi Alem Valide Sultan Camiden görüntü almak için Anadolu Ajansı personeli kaç kez habere gönderilmiştir? İlk görevin ardından diğer görevlendirmelerin haber gerekçesi nedir?
5. AA personeli Bezmi Alem Valide Sultan Camii’ne bu süreçte hangi saat ve zamanlarda gitmiştir?
Soru önergesine verilen yanıtın son iki cümlesi ise şöyle;
"Bu çalışma sırasında çeşitli medya organı çalışanlarının dışında, hiçbir kurumdan, hiçbir kimse Anadolu Ajansı çalışanlarına eşlik etmemiştir, etmesi de mümkün değildir.
Çekimler için Anadolu Ajansı çalışanları hiç kimseden telkin ve talimat almamıştır. Tamamen haber kaygısı ile olay mahallinde bulunulmuş ve çekimler yapılmıştır.”
Bu cümleler, son birkaç yıldır artık kimsenin güveninin kalmadığı ajansın kendini savunma çabası.
Bu arada konu TBMM'den bir üst düzey bürokratla ilgili olduğu için TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in yanıtlaması istemiyle ayrı bir soru önergesi de verilmişti.
Bu önerge henüz yanıtlanmadı, TBMM Başkanı Cemil Çiçek'ten gelecek yanıt da önemli.
Anadolu Ajansı genel müdürünün yanıtlamadığı sorular önemli.
Her zaman olduğu gibi bir kez daha hatırlatalım, Anadolu Ajansı bu sorulara yanıt vermek ve haberimize ilişkin cevap hakkını kullanmak isterse sayfalarımız kendilerine açıktır.
İşte o belgeler:


Umut Yılmaz
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=camide-bira-ictiler-yalaninin-pesini-birakmiyoruz--0901141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Ali Bayramoğlu bu sözlerle kumpasın üstünü örtemez

Yeni Şafak köşe yazarı ALi Bayramoğlu'na Balyoz hükümlüsü Süha Tanyeri'den cevap geldi.
Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı Ali Bayramoğlu'nun 3 Ocak da yazdığı Balyoz orduya kumpas makaranın geriye sarması başlıklı yazısında "Balyoz davasında 'gerek iddianemeye gerek 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği gerekçeli karara yansıyan iki tür delil var" dedi. Yazısında delillerin neler olabiliceğinden bahseden Bayramoğlu şöyle devam etmişti: "Bu deliller muhtemelen özerk bir yapı tarafından üretilmiş yine muhtemelen sahte delillerdir. Kaldı ki doğru olsalar bile, bir kişinin kendi bilgisi ve rızası dışında darbe yapmakla görevlendirilmesi ya da kabul etmediği, katılmadığını söylediği imzasız digital bir toplantı evrakına dayanarak 16-18 yıl hapis cezasına çarptırılması kabul edilebilir bir durum değildir"
Ali Bayramoğlu'nun yazısına Balyoz hükümlüsü Emekli Tuğgeneral Süha Tanyeri cevap verdi. Tanyeri gönderdiği mektubunda şunları kaydetti:
"LÜTFEN MASUMİYET KARİNESİNE SAYGI
Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak Gazetesi’nin 3 Ocak 2014 tarihli köşesinde; “Balyoz davası’nda iki tür delilin olduğu, birinci tür delilerin plan seminer hazırlıkları ve ses kayıtları olduğu, jenerik senoryada Milli Mutakabat hükümeti varsayımı, hükümetin sıkı yönetim ilanı, EMASYA planlarının devreye sokulması nedenleriyle, seminerde askeri bir tatbikatın bir darbe tatbikatına çevrildiği” mealinde bir açıklama yapmıştır.
Yazısının devamında ise; “ikinci tür delillerin bir CD’de toplanan dijital deliller olduğunu ve bu delillerin şaibe taşıdıklarına dair şüphe olmadığını, Yalçın Akdoğan’ın Orduya Kumpas sözünün arkasında bu durumun yattığını düşündüğünü” yazmıştır.
Balyoz Davası’nın esasını, Bayramoğlu’nun şaibeli yani sahte olduğunu kabul ettiği CD içinde yer alan ve bir nüsha dahi çıktısı dahi alınmamış bir dijital dosya içindeki Balyoz Güvenlik Harekat Planı oluşturmaktadır.
Bayramoğlu’nun yazdığı gibi bu dijital plan gerçek değilse, iddianamedeki “Seminerde Balyoz Planı görüşüldüğü” iddiası da geçerli değildir. Darbe Planı yoksa, olmayan bir plan seminerde görüşülebilir mi? Darbe Planı sahteyse, yoksa seminerin adı nasıl “Darbe Semineri” olabilir ki?
Seminerde sıkıyönetim ve EMASYA planları görüşmekle ile Darbe Planı görüşmenin aynı olmadığını Bayramoğlu çok iyi biliyor olması gerekir.
PLANLAR HÜKÜMETİ KORUMAYA YÖNELİK
Sıkıyönetim, yasalar gereği hükümetin talebi ile ilan edilerek, bu konuda TSK’ye görevler verilir. Ne tür görevler verebileceği de yasalar tarafından belirlenmiştir. EMASYA Planı’da aynı şekilde yasa dışı olaylar karşısında TSK’nin kullanılmasına yönelik bir plandır. Her iki planda hükümete karşı değil onu korumaya yöneliktir.
Hükümetin yasalar gereği TSK’ye verebileceği görevler ile ilgili tedbirlerin görüşülmesi hükümete karşı darbe teşebbüsü olabilir mi? Öyleyse 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu niçin hala yürürlüktedir. Niçin hala Harekat Planlarının EK-0 Sıkıyönetim Plan ekleri vardır.
Bayramoğlu’nun iddia ettiği gibi senaryoda Milli Mutakabat Hükümeti konusu olmadığı gibi, ne senaryoda ne de Seminer Cereyan Tarzı Planı’nda bunu anımsatacak tek kelime dahi yoktur. Seminerde kişilerin ifade ettikleri kendi görüşleri seminerin esası olarak algılanamaz. Zaten dava dosyasındaki Milli Mutakabat Hükümet programı çıktısı dahi alınmamış bir dosyadır. Yani şaibeli deliller arasındadır.
Seminerde Kuvvet Komutanının uygun olmayan konular incelenmiş, siyasi konular ve hatta siyasi kişiler hakkındaki konuşmalar yapılmış olabilir. Şayet bunlar da suç unsuru varsa bu konular soruşturulabilir ama bunun yeri özel yetkili mahkemeler değildir.
Biraz daha teknik konulara girecek olursam, mahkeme kararına Bayramoğlu’nun şaibeli dediği dijital belgelerle, kişiler hakkında fişleme yapıldığı bu suretle manevi cebir uygulandığı yazılmıştır.
Çizelgeler sahte olduğuna göre manevi cebir de uygulanmamıştır. Dolayısıyla dijital dosyalar yoksa suç da oluşmamıştır.
DİJİTAL DOSYA YOKSA DARBE SUÇU ÇIKARILAMAZ
Bayramoğlu’nun yazısında belirttiği gibi dar bir dosya okuması değil istenildiği kadar derinliğine inceleme yapılsa dahi şaibeli olduğu kabul edilen dijital dosyalar yoksa, seminerden bir darbe suçu çıkarılamaz. Yazılarına rağmen Bayramoğlu da bunu çok iyi biliyor olması lazım.
Bütün bunlara rağmen, Bayramoğlu 3 Ocak 201 tarihli yazısını ya son günlerde bazı kişiler tarafından hatırlanan “Masumiyet Karinesi”ne inanmıyor ya da yeniden yargılamanın gündeme getirildiği bugünlerde, daha öncede yapıldığı gibi Yargı ve Yasamayı etkilemeye çalışıyor.
Nasıl ki son günlerdeki “Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturmasında” elde bazı maddi deliller olmasına rağmen kişilerin peşinen suçlu gösterilmemesi konusuna hassasiyet gösterilmek zorunda kalınıyorsa, Balyoz Davası’nda da aynı hassasiyetin gösterilmesini bekliyoruz."
Süha Tanyeri
Odatv.com



http://www.odatv.com/n.php?n=ali-bayramogluna-bu-sozlerle-kumpasin-ustunu-ortemez-0901141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

AKP-Cemaat savaşında “yuh” dedirten olaylar

İktidar-Cemaat savaşı akıl, vicdan, ahlâk sınırlarını aştı. Bir oradan, bir buradan misilleme tüm hızıyla sürerken, hesaplaşma inanılmaz noktalara ulaştı.
Dün Gazi Üsteğmen Serdar Öztürk’le ilgili yazdığım haberin daha mürekkebi kurumadı. İyi haber demiş ve GATA’da kontrol altına alındığını müjdelemiştim.
Ah Serdar, vah Serdar!.. Biliyormuş, Yazma, dışarda olumsuz propaganda malzemesi olmasın demişti. Dinlemedim, yazdım. Hem de Cemaat’e yönelik sert mesajlarıyla birlikte. (İlgili haber için: (TIKLAYINIZ)
Bugün ne oldu biliyor musunuz? Tedavisi tamamlandığı için taburcu edilip, Sincan Cezaevi’ne gönderildi.
Serdar Öztürk, Hiç önemli değil. Kimseye zarar gelmesin, laf-söz edilmesin. Üzülmeyin dese de ondan, annesinden, ailesinden hepinizin önünde özür diliyorum. Memleketin bu kadar ölmüş-bitmiş olabileceğini düşünemediğim için!..
Yetkililere bakarsanız; Yapılacak herşey yapılmış. Bu haberle hiçbir ilgisi yokmuş falan.
Bu sınır tanımaz savaşın ortasında gel de inan!..
İnanmak istedim, isterdim... Lâkin arkasından bir haber daha geldi.
Pazar günü yazdığım bir başka yazıyı şöyle bir soruyla bitirmiştim:
En acil konu şu: İktidar ve Genelkurmay Başkanlığı ‘kumpası’ kabul ettiğine göre, tutuklu askerlerin emeklilik işlemleri ve bu ay ortasında gerçekleşmesi beklenen F-Tipi cezaevlerine nakilleri durdurulacak mı? (İlgili haber için: TIKLAYINIZ)
Genelkurmay Başkanlığı’nın bu konuyu gündemine aldığını öğrendim.
Lâkin dün itibarıyla askeri cezaevlerine tebligat yağmaya başlamış. Muhtemelen Mahkemeden, TSK’yla ilişiği kesilen-kesilmeyen tüm askerlerin sivil cezaevlerine nakledilmesi için talimat gitmiş. Nakillerin süratle yapılması isteniyormuş.
Genelkurmay bile şaşırmış, çare arıyormuş!..
Bu da mı tesadüf?
Harbi bir savaşta bile hastaya, yaralıya, mağdura, esire dokunulmazken, bu nasıl bir savaştır ki, bu tesadüfleryaşanıyor?
Tanrılar daha nereye kadar çıldıracak?!.
Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler

Müyesser Yıldız
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=akp-cemaat-savasinda-yuh-dedirten-olaylar-0701141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Yolsuzluk operasyonuyla istifa eden Bakanlar neden çocuklarına bu isimleri taktı

Cumhuriyet Tarihine Katkı:
Erdogan & Kaan & Oğuz & Barış & Kılıçdar
Kökünün darbede olduğundan hiç kuşku duymadım, akepe en geç Eylülist Darbe’nin tohumudur ve hep “darbe” dedim ve tekrarladım. Ancak en net ve açıklayıcı teşhis Profesör Çiğdem Kağıtçıbaşı’na ait oldu, Odtü ve Boğaziçi’nde profesör idi, sosyoloji, önce hiçbir ülkede islamlaşmanın bu kadar hızlı olamayacağına işaret etti ve sonra “tepeden inme” tarifini yaptı, hatırlıyorum ve bu önemli katkıyı Çiğdem Hoca’ya yazıyorum. Şimdi daha iyi görüyoruz, pek yobaz bir düzende, babaları nazır, “nezaret” sahibidir, rüşvetten tutuklanan çocuklar, Barış, Oğuz, Kaan adlarına sahiptir.Adlarına bakarsak, kesin “nev-müslim” familyadandırlar; 12 Eylül Darbesi pişirilirken bunlar da ana rahmine düşmüşler. Tabii M, E ve Z Beyefendilerin akıllarında aşırı müslüman bir dönem hiç yoktur, olsa idi, “Recep” ya da Fethullah” koyarlardı ve koymadılar.Güzel, adlarıyla tarih çiziyorlar.
Kullandığım kelimeler pek bilimseldir, kökü İspanya’da, zorla olsa da, Yahudilik’ten Hıristiyanlığa geçenlere önce “marrano” diyorlardı, domuz çağrışımı var, sonra daha kibar, converso ve hatta “cristianos nuevos” dediler ve bize de geldiler, osmanlı döneminde biz “dönme” ve daha nazikçe “nev müslim” diyorduk; İran’da çokturlar, “cedid el-islam” tabir ediyorlar, sanki “nizam-ı cedid” söylüyorlar. Tabii tersine de rastlıyoruz, Baruh Spinoza bir ara Amsterdam’da ve Dona Gracia, kızı Reina ile İstanbul’da “new jew” oldular, kısa tarih budur. Erbakan, Tayyip Erdoğan’a ve bakanlarına “çoluk-çocuk” diyordu ki tarih pek haklı olduğunu gösteriyor; bu çocuklar bihakkın nev-müslim, yeni-müslüman durumundadırlar. Devam ediyorum, yalnız Erbakan yetişemedi, bir eksiği var, Garbaçov Kemal; tamamlıyorum, Kemal Kılıçdaroğlu da mükemmel bir çoluk-çocuktur. Kemal hemen korkuyor.
İNANMAZLAR
Adları ise pek laiktir ve tarifini veriyorum, bunlar, Kaan, Oğuz, Barış, Beni M.E.Z., müslümandırlar bilmezler ve laiktirler inanmazlar, bilseler ve inansalar, yapmazlar. Güzeldir, bu tarif de bilimseldir, Erdogan laisizmi bir din saymaktadır.Sanki Hayber’deyiz ve en güzelinden hurmalarımız var. Alacaklar, Ömer’e isnad edilen hadis dahi var. Ellerinden alacaksın ve hızla zengin olacaksın, böyle başlamaktadırlar.
SAÇILDILAR
Üç büyük olay yaşadık, hayır yaşamadık, gördük; hayır artık bambaşka görüyoruz.Bir, “Gezi İsyanı”; iki, son bir milyonluk Anıtkabir Akını ve üç, Amerika’nın tazyiki ile bütün rüşvet torbalarının ve iltihaplarının patlatılması ve patlamasıdır. Saçıldılar. Bir kısmı hapse alındılar.
Öyleyse, şimdi biz hepimiz büyük tarihçiyiz.
Artık biz dahi, onlar aptaldırlar.
Onların başlarına pislik yağıyor.Bize gökten ilim düşüyor.Her yerde bilim var.
Ben şimdi toplayabildiklerimi yazmak istiyorum.
SIKMA MAKİNASI

Bir, islam mı, bütün kabiliyetlerin önüne dikilmiş tapa’dır ve hiçbir kabiliyetin yaşayamayacağı bir düzendir, diyebiliyoruz. Bir tür sıkma makinesidir ve posayı devletleştiriyoruz.Ezbere ve takiye’ye dayanıyor; “takiye”, göründüğü dinde olmamak ya da gerçek dinini saklamak anlamındadır, bilmeyi ve kabiliyeti yaşatmıyor.Posa çıkıyor ve geriye kalan döküntülerin yönetimidir ve bunu, Bizans’ın son devrinde, İstanbul’dan biliyoruz.
BÖCEKLEŞTİRME
İki, 1971/12 Mart ve 1980/12 Eylül, bütün kabiliyetleri yok etmek için yapıldılar.Huxley’in, “Yeni Cesur Dünya” eserindeki metafor ile, geriye sadece bir epzilon imalathanesi bıraktılar.Kafka’dan sonra ve böceğine ek olmakla daha somuttur ve büyük katkı sayıyoruz.Kim mi, önemi yok, biliyoruz, böcekleştirmek ve hep epsilon imal etmek üzere darbe üstüne darbe vurdular.El hak başarılı oldular, yerine koyacaklarını biliyorlardı ve tam hedefi buldular.
DARBE MAHSULLERİ

Üç, Akepe, Martçı Darbe ve asıl Eylülist darbenin mahsulü, eseri ve devamıdır.Güzel, devam ederken, kendimle tutarlı olmak istiyorum, hükümet verildiği an, yüksek komutanların otuz beş yıldır aradıkları ekip işte budur, dediğimi hatırlıyorum.Ve budur, hapislerle, işkenceler ile idamlarla insanımızı yaratmaya ve yaratıcıya düşman ettiler.Sonunda bize kendisine düşman bir halk bıraktılar. Kemal Kılıçdaroğlu, o hallerin en iyi hamurlanmış bir temsilcisidir. Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin her noktasından nefret ediyor; nefret ile vardır ve bitince yoktur.Olacaktır ve yakındır.
AKEPE’NİN STEPNESİ

Dört, Cehepe, kurulduğu andan itibaren akepe’nin stepnesi ve dayanağı olmuştur. a, Baykal, milletvekili olmayan Erdogan ile bir balıkçıda buluşmuş ve hem milletvekili ve hem de başbakan yapmak için anlaşmıştır. Cumhurbaşkanlığı vaadini kendine almıştır; kasetin bu vaadi çizmek için çıkartılmış olabileceği akla uygundur.b, 2007 Seçimi’ne girmemiş, Cenevre’de on günlük tatil yapmıştır, işte yaptığı budur. Arkadaşımdır, daha fazla uzatmak istemiyorum. Müvekkillerini satan bir avukat olarak bırakıyorum.
SEVİLMEYEN BİLİMSEL OBJE

Beş, uzmanlıklarım arasına Garbaçov Kemal’i de katmış olduğumu artık herkes biliyor ancak bir tek sevmediğim bilimsel obje budur. a) “Referandum” döneminde her televizyon programında “referanduma gir” yollu hem yalvardım ve hem bağırdım; Fethullah Gülen’e bağlı olduğunu anlatmak zorunda kalıyordum. Pek bağlıdır, artık aşikar ve itiraflıdır. Ne acı, polislerin ve savcıların fethullahi oldukları için elde bir tek belge yok diyordu ve şimdi “76 milyon arkamızdadır” cümleciği ile bol keseden atmaktadır. Pek güzel, şimdi deklare ediyor ve yalnız hiç reddetmemiştir. b) Döküntüleri Cehepe’ye topluyor ve yazık, sokaklardan çöp toplayan fakirlere benzetiyorum. c) İşte “Zaman” Gazetesi’nden alıyorum, bu büyük rüşvet torbaları patladığı zaman söylediği şu oldu: “Yolsuzluk yapan kimse, onun üzerine gitmek zorundayız. Kim yolsuzlukların üzerine gidiyorsa, onlara destek vereceğiz.” Böyle birine, biz Osmanlı üslubuyla “Lütfedersiniz Efendim” diyoruz.Çöken Osmanlı’dan kalma sadece bir efendidir.
PATOLOJİ LABORATUVARI

Konuşurken izleme imkanını bulmuştum, Fehmi Koru’da müthiş panik görülüyordu ve ilk ciddi taarruzda darmadağın oldular; ikisinin de solgun ve içlerine düşmüş yüzlerini okuyabildik. Bana, 14 Mayıs 1950, Şemsettin Günaltay’ı hatırlattılar; Cehepe’nin, ilk dönem, son başbakanından söz ediyorum. Öyle görünüyor, Kemal Bey, Tayyip Erdoğan’ın sükutu halinde kendisinin de kalamayacağını anlamış durumdadır.Bu, ilk doğru anlayışıdır, darbe pek anlatıcıdır ve tekrarlamış oluyorum.Şimdi patoloji laboratuvarındayız.
Bunlar, tekraren, çoluk çocuk ve devlet nedir bilmiyorlar ve bu nedenle, genellikle kibar, Dışişleri eski bakanı İlter Türkmen de, “ABD şaka bir devlet değil” sözleriyle hatırlatma gereğini duymuştur, Kılıçdaroğlu da anlamıştır. Büyükelçi Ricciardone ile görüştükten sonra celallendi, ama göğüs boşluğundan çıkardığı seslerde bir tek anlam bulamıyoruz.Tarihimizin en anlamsız adamıyla karşı karşıyayız.Ne acı, tüm kabiliyetleri iğdiş edilmiş birisini cehepe’ye oturttular.
ZEKAMIZA HAP

Saçılan irinler zekamıza hap oldu, iki gerçek var, gözümüze batıyor, çıkarmak zorundayım. Bir, “islam” şansını kullanmıştır, on yılda sınırsız bir iktidar inayet edilmiştir, önüne bir tek mania çıkarılmamıştır, “sara var ve diploma yok” dahi denmemiştir, cehepe, oligarşi, ordu ve Washington ve Ertuğrul Özkök ve Sedat Ergin ve müteveffa Birand ve Aydın Doğan sonsuz yardımcı oldular, işte encamı budur. Gökten destek ve cennetten meth-ü sena indirdiler; ortaya sadece idaresizlik ve iş bilmezlik ve nifak koydular.Artık sokaklarda yürüyen insanlar değil, vücut bulmuş kabiliyetsizlik ve vücut kazanmış su-i istimaldir.Gözüme batan budur.
THIS IS THE QUESTION

Dünyada hiçbir zamanda, demokrasi ya da diktatorya, hiçbir iktidara bu şans verilmemiştir; islam gelmiş ve islam olmuştur. Ve şimdi şu soru ortadadır; “hangi islam” ve “ne için”, artık kalan aklımızın tamamını bu meseleye hasretmek durumundayız.Güzel, şimdi bunu yazıyorum ve bunu yapmaya başlıyorum. İslam şansını ve kullanım tarihini bitirdi mi, this is the question ve buradayız.
Şunu da ekleyebiliriz, Cumhuriyet’in büyük kurucularının önünde, nesnel olarak böyle bir sorun yoktu ve şimdi önümüzdedir.Bütün kabiliyetleri ezen ve aklımıza kıran salan nedeni bulup çıkarmak durumundayız. Ve buradayız. Ve sorunlarımızı çözdüğümüz ölçüde büyürüz, bunu da biliyoruz.
KORKAKNAME

Bu arada, ikinci gerçek için, bir geçişe, en passant, ihtiyaç duyulabilir, ben duyuyorum, galiba “İkinci Aydın Bildirgesi” dahi dediler, birincisini Aziz Nesin yapmış ve bu ikincisi oluyormuş, bunları duymuşluğum var. Saçmadır, gazeteler, öz itibariyle, “din devleti kurmaya kalkışanların halka hesap vermesi için mücadele edeceğiz”, bunu yazdılar. Ben bu kadar korkak ve anlamdan yoksun bir metni ilk defa görüyorum; her yanı utanç vericidir, diyorum. Hem kendilerine ve hem laisizme zerre kadar güvenleri yok, kurdular, kurdular ve halka dayanıyorlar.
Sözüm Tarık Akan’adır, ben Aydın Bildirgesi’ni tazelemek için aramıştım, cevap bulamamıştım; demek korkakname peşindeymiş, öğrenmiş oluyorum.Sözüm Malik Ecder Özdemir’edir; ben sizi böyle yetiştirmedim ama bozulma ise normaldir, cehepe bozucudur.Pek bozulmuşlar, anlıyorum. Düzeltiriz. Benim bir aforizmam var; devrimci, devrimlere düşman halkı devrimci yapan adamdır; ama önce yürek istiyor.
Bizler Birinci Türkiye İşçi Partisi’nden, 1961 kuruluşudur, söz ediyorum; ayaklarına varıp, emekçiler, halkımız, “sizleri sömürüyorlar” dediğimiz zaman, halkımız bizi sopalarla kovuyor ve yakalarsa dövüyordu. Peki, ikinci bildiriciler, siz kimsiniz, nerede yaşıyorsunuz; “din devleti kurmaya kalkışanları” hesaba çağırmak için gittiğiniz halk artık başka bir halktır, bu halktan kendinizi korumanızı tavsiye ediyorum. Bu kadar, bildirinin diğer taraflarını tümden bırakıyorum, yazanlara ve imzalayanlara pek çok üzülüyorum. Çok acıdım, duygularımı iletiyorum.
BEŞ TAŞ OYUNU

İsmet Paşa’yı bilirler mi, şu Kılıçdaroğlu denilen ademin küfürlerini hiç eksik etmediği Paşa’yı hiç hatırlıyorlar mı, boşa soruyorum.Annem olsa, “tırnağı olamaz” derdi, biliyorum ve çoğu bu bozguncuya kul oldular. Ama yine de yazıyorum, Paşa Hazretleri’nin İstanbul’dan Kurtuluş’a koşan genç zabitlere sözü şudur: “Halka gidiyorsunuz, halk size düşmandır.” Ve biz şimdi o tarihteyiz, işimizi biliyoruz.Beş taş oynamıyoruz; bildiri yazmamışlar, beş taş oynuyorlar.
KENDİ KENDİNİ AŞAĞILAYAN PARTİ

Gözümüze batan ikinci gerçeğe geldim nihayet ve şudur: Cehepe, Cumhuriyet’in kurucusudur, güzel ama şimdi, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, her türlü ve tüm muhalefeti üst üste koymuş, toplamış ve toplam muhalefet olmuştur; cehepe işte odur. Kendisine çevrilmiş bütün nefreti biriktirmiş, kendisine kusmaktadır; cehepe kendi kendini aşağılayan bir partidir ve “yoz parti” diyoruz.
Şimdi bir yoz partimiz var. Doksan yılda vücuduna isabet eden bütün reddi, tüm tükürükleri, nefretin tamamını biriktirmiş, böyle bir vücuttur ve hepsini kendine kusmaktadır. Cehepe pislik toplayıp üzerine kusan bir partidir.Tükürüktür, kusmuktur, bunlardan bir vücuttur ve halkın artık sadece pislik sevdiğine inanmaktadır.Pislik, pisliğe düşkündür, bu tarikattandır ve kopamıyor.
Başladığım yere dönüyorum; Garbaçov, Parti’de, bir tek değer bırakmadı ve bir tek değer almamıştır.Yozlar bir aradadırlar ve zarureten, güzeli akepe’de ve mehepe’de görüyor ve hasad etmektedirler.Bunları yazarken utanıyorum.Bunları okudukça kızarıyorum.
YOZLAŞMA
Yoz mu, hiçbir ümidi ve hiçbir çıkar yolu bilmezler ve işte bu cehepe’dir.Hep daha kötü, hep daha kötü; seçerler ve seçiyorlar.
Şimdi nereye geldik, bir Ergenekon savcısı vardı, Tayyip Erdoğan polisi ve savcıyı ve yargıcı övmekle bitiremiyordu ve şimdi, bunlara operatör diyor; çok fenadır ve hiç güvenilmez olduklarını haykırmaktadır. Güzel, ama bizi mahkum edenler bu polisler, bu savcılar ve bu yargıçlar, hepsini ve tek tek isimleriyle biliyoruz. O halde, öyle söylüyorsa, mantıken ve vicdanen, bütün zindanların boşaltılması ve gerekirse yeniden başlatılması, ayrıca, öncelikle bunların yargılanması gerekmez mi, hiç şüphe duyamayız. Yok, hayır, bu Garbaçov, bizleri zindanlara tıkanlara “76 milyon” destek veriyor, diyor; işte halimiz budur. Sadece yozdur, bunlar yozlaşmışlar, diyorum.
Akepe’nin çökmesi kadar, zindanların boşalmasından korkan bir cehepe yönetimi var. Zindanlar boşalırsa, biterler ve biliyorlar.
MİNNAZ, MAYAYDIN

Sadece bitmezler ve asıl hesap buradadır.Halka değil, bu 76 milyon destekli hakimlere de verebilirler; ihtimal dahilindedir. Bir kez, artık hesabı biliyoruz ve bir kez Rahmi Koç açıklamıştı; bir büyük şehrin belediye başkanlığı en az ve hızla bir milyar dolar getiriyor ve biz Osmanlı’dan biliyoruz, iltizama verilince, mültezim’den pay almak esastır. Şöyle de söyleyebiliriz; Kemal Kılıçdaroğlu birkaç ortağı ile birlikte büyük belediyeleri iltizama vermektedir, en az bir milyar kayıt dışı varidatı olduğu hesaplanmıştır. Peki, “akılsız dedik ya”, o kadar mı, bunun bir hesabı var.
Kimse Minnaz’ı ya da Mayaydın’ı öyle “havaya” milletvekili yapmaz; Yale’den sonra kısa bir süre World Bank, Dünya Bankası’nda staj yapmıştım; dünyada büyük barajların getirisinin present value, şimdiki değerini hesaplattılar. Mayaydın veya Minnaz’ın, büyük belediye başkanlarının gelir ile götürdüklerini, yıl yıl, ay ay, 2018 yılından ve aylarından başlayarak, cari faiz ile, iskonto etmekten ibarettir. Bir detay, o zaman computer yoktu, Barış Güler el makineleriyle çalışıyorduk, hesaplıyordum; yine hesaplarım ve hesabını sunarız.
ORTAKLAR
Adnan Keskin, bir Deniz Baykal muhalifi idi ve Garbaçov’un yanında, tıpkı burnundan düşmüş misli, Deniz Baykal olmuştur. Haluk Koç, bir Baykal muarızıydı, şimdi ortaokulda bir münazaracıdır. Gökhan Günaydın, bir kez tanışmıştım, bana solcu görünmüştü, şimdi anlaşılıyor çöpçü yamağı, anlıyorum. Kemal Karabulut’a pislik toplamada yardım ediyor.Ve sorumluluk ile hesaba ortaktırlar. Biz varız.
TARİH VE KATKI

Ve sırada tarih var ve katkı var.
Yalnızca özet sunmak durumundayım.
***
Tocqueville’in, “L'Ancien Régime et la Révolution”, çok iz bırakan bu eseri, 1856 tarihli, üzerinde de çok durulmuş ve yazılmıştır. 1912 yılında Gustave Lanson, Histoire de la Littérature Française, özünü ve özetini, La Révolution s’est faite en 1789, parce qu'elle était déjà à demi faite, “Devrim” yapıldı çünkü o tarihe gelinceye kadar zaten yarı yarıya yapılmıştı, cümleciği ile açıklıyor. Bunu, bir anlamda, çok tekrarlamıştım; akepe, Eylülist Darbe ile birlikte, 12 Eylül 1980, iktidara yerleşmeye başlamıştı ve 3 Kasım 2002 tarihinden önce yarı yarıya iktidardaydı. Bunda artık bir kuşku yoktur. Görüyoruz.
Peki ne görüyoruz; iktidarda çok hazırlıksız ve hiç bi-şi öğrenmemiştir ve bilmemektedir.İktidar etmeyi bilmiyor, sanki Nil Nehri’nde bir sepettir ve bildiği imam-hatip okulu ve hürriyetleri tahrip etmekten ibarettir.Gördüğümüz işte budur.
YARI YARIYA ATILMIŞ TEMEL

Bir, Kurtuluş Savaşı’na geldiğimizde, Cumhuriyet’in temelleri, était déjà à demi faite, yarı yarıya atılmıştı.Cumhuriyetçi yapılara ve kadrolara sahiptik; katkı diyorum.
İki, İsmet Paşa, halk dili ile söylendiği üzere, “İkinci Adam” değil, hep “bir buçukuncu yerde” bulunuyordu ve tabii Büyük Kurtarıcı bir istikamet idi ve İnönü tutmuştur. Hedeften sapma ve yalpalamaları önleyebiliyordu; Takrir-i Sükun ve Devletçilik politikalarında bunu netlikle görebiliyoruz.Triumvira içinde Kemal-Kazım-İsmet, pek modernisttir. Biliniyordu, güçlüdür, Kurtarıcı’nın yerine geçmesi kolay olmuştur; maddi açıdan rakipsizdi, kabul durumundayız.
Üç, Ancien Régime, Devr-i Osmani devrilmiştir, “Devrim” tamamlanmamıştır. Altmışlı Yılların, “eksiklikleri tamamlamak”, İkinci Kurtuluş Savaşı programları, Mehmet Ali Aybar, Doğan Avcıoğlu, Hikmet Kıvılcımlı pek doğrudurlar. Aybar gösterişli-senaryocu ve Avcıoğlu, soğukkanlı-stratejici, tabansız Cumhuriyet’e taban inşa etmek istediler.İsteklerini kalıcı biliyoruz.
Dört, İsmet Paşa, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna, 1945-1946, geldiğimizde, bütün korkularını abartmıştır ve Amerika’nın yeni bir Ortadoğu kurma politikası, adeta ürkütüyordu. Truman Doktrini 1947 ve Israel’in Kuruluşu 1948, ki Hürriyet Gazetesi bu program içindedir, İsmet Paşa için asimilasyon zor işledi; sol örgütler ile aydınları ezip, Demokrat Parti’yi kurarak üstesinden gelmeye çalıştılar. Nazım Hikmet’in hapsedilmesi Ordu’ya karşı bir tertip, Tan Gazetesi Baskını sola ve aydına bir tehdit ve Sovyetler Birliği’nin toprak ve üs istediği yalanı, Amerika’ya bir davet oldular. İsmetist Cumhuriyeti dayadılar.
YALANLAR
Sovyetler Birliği’nin toprak ve üs istediği kampanyası, daha sonraki yıllarda icat edilmiş Kemal Kılıçdaroğlu ölçüsünde bir yalandır; ikisinin de benim tarafımdan bozulduğunu kabul ediyorum. Yalanlardan büyüğünü, toprak-üs, tarihsel ve küçüğünü, Kılıçdaroğlu, aktüel olarak hallettim, kimselerin üstlenmedikleri işleri yapıyorum, iş biliyorum.
Beş, on yıl sürmüştür, 1945-1946 ve 1955-1956, İsmet Paşa, kendi tabiri ile çizmelerini giymiştir, hatırlıyoruz ve Adnan Menderes Said-i Nursi ile Şeyh Said’in kızı tarafından torunu Abdülmelik Fırat’ı ileri sürmüştü ve biliyoruz. 1960 yılının baharında, Menderes’in yüzüne “seni ben de kurtaramam” hükmü okunmuştu ki, sonudur.Ve boş tabanda bir halk bitmiştir, 1960 her zaman büyük ve şanlı bir halk hareketidir, içinden geliyoruz.
***
Hem Erdogan ve hem de Hüseyin Çelik nurcudurlar. Tabii yaşananları, bir şekilde, Said-i Nursi vs Fethullah Gülen kavgası olarak görmek durumundayız.Ama detay, abartamayız.
YENİ İNSANIN SAHNE ALIŞI

Her şeye rağmen, kırklı yıllarda sınıfi örgütlenmelerin kapılarının açılması ve ellili yıllarda hızlı kapitalizasyon ve urbanization, köy romanlarından egzistansiyalizme kadar uzanan edebiyat patlaması, yeni insanı ortaya çıkarıyordu. 28-29 Nisan 1960 ve 15-16 Haziran 1970 işte bu yeni insanın adlarıdır.Gezi İsyanı, bunların yanında küçüktür, semboliktir; ancak bir çölde, ansızın fışkıran vahadır ve bu nedenle sevinçtir.Seviniyoruz ancak teorik analizini henüz yapmış olmaktan uzaktayız.
YENİSİNE YAKLAŞIYORUZ

Kıvılcımlı, Belli, Aren, Boran, Aybar birikimdiler, Altmışlı Yıllar’da güzel insanları oynadılar. Avcıoğlu yeni idi ve oyun kuruyordu. Odtü’den öğrencilerim Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan, Hukuk’tan Deniz Gezmiş ve Siyasal’dan Mahir Çayan, on yılda Türkiye’yi salladılar. Bu on yılın resmi yapılmadığı, müziği bestelenmediği ve romanı yazılmadığı için çok hayıflanıyorum; şahane on yıllar, düşündükçe heyecan duyuyorum.Yaşamamak ve yazılmamış romanını okumamak büyük bir kayıptır.Ama yenisine yaklaşıyoruz; içimden sesleri geliyor.
Ve 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 ve 3 Kasım 2002-Akepe Darbeleri, hepsi hepsi, sadece şahane on yıla karşıdırlar ve bozuk insan üretmeyi hedef aldılar. Dini bunun için çarpıttılar.Ve çarpık dini her yere sokmaya çalıştılar. Din mi, evden çıkınca çarpılmaktadır ve yayıldıkça bozulmaktadır. Mayasını tarif ediyorum.
DAVA ŞEHVETİ

Dava üstüne dava açtılar ve dava şehvetine düştüler.12 Eylül ve 28 Şubat Davaları şehvetlerindendir; ilki, bir müslümanın, bir hanife, bir İbrahim’e, bir Abraham’a küfrüdür. Bu nedenle show tuttular. 28 Şubat Davası, vicdansızlık yerinedir; 28 Şubat ve cenin oldular, bununla mahkemeye düşmek, canlının doğumunu bilmemesi, anlamındadır. Konsiyans da diyoruz, Fransızca “vicdan”, bir tür kendini bilmeme halidir; ve nihayet kapattılar.
Ve 12 Eylül 1980 tarihinden bu yanan en mükemmel verimleri, Oğuz, Kaan ve Barış adlarındadır, adları bizim kendileri bozuk ve çarpılmış haldeler. İslam mı, bilmiyorlar ve bizden mi, laiklik mi, inanmıyorlar ve bu bebelere yazık ettiler. Hem bilgisiz ve hem inançsızdır ve hem imam ve hem hatiptirler. Çarpılma buradadır ve çarpıklık budur.
Prof. Dr. Yalçın Küçük

Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=yolsuz...eden-cocuklarina-bu-isimleri-takti-0801141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Ali Fuat Yılmazer'e yurtdışı yasağı konsun

Hrant Dink cinayetine adı karıştı... Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının "beyni"ydi... Kızağa çekildi. 17 Aralık operasyonundan sonra Tunceli’ye atandı. Ancak 3 gün önce emeklilik dilekçesini verip, izne ayrıldı. Bu arada ABD’den 10 yıllık vize aldığı ortaya çıktı.

Cemaate yakınlığıyla bilinen istihbaratçı polis müdürü Ali Fuat Yılmazer’den söz ediyorum.

İşte onun hazırladığı bir "kumpas"la cezaevinde olduğunu öne süren emekli Gazi Üsteğmen, Avukat Serdar Öztürk, "kaçmaya hazırlanıyor" diyerek, Yılmazer’e acilen yurtdışı yasağı konmasını istedi.

DÜN 51 NO'LU DVD YA BUGÜN

4.5 yıldır cezaevinde olan, Ergenekon’dan 25 yıl hapis cezasına çarptırılan emekli Gazi Üsteğmen Serdar Öztürk’le, Ali Fuat Yılmazer ilişkisini anlatmak için meşhur 51 no’lu DVD’den başlamamız gerekiyor.

Öztürk ve emekli Albay Mustafa Levent Göktaş silah arkadaşıydı. Sonra avukatlıkta da meslektaş oldular. Ocak 2009’da Levent Göktaş’ın bürosunda o DVD bulundu. Peki içinde ne vardı; Yüksek yargıdaki hakim ve savcılara ait özel görüntü ve bilgiler.

Yüksek yargının teslim alınması, 12 Eylül 2010 Anayasa referandumu değil, aslında bu DVD’yle başladı.

Hemen bir parantez açıp, bugünlerde olanlarla paralellilik kuralım.

Şimdi yeni bir "yüksek yargı" savaşı, görevden almalar ve saf değiştirmeler var ya, Ankara’da söylentinin bini bin para. Ancak herkesin aklına geçmişte 51 nolu DVD sayesinde sağlanan "başarı" geliyor ve “Eski müttefikler şimdi de birbirleri için DVD hazırlıyor olabilir mi?” diye soruluyor.

Söylentiler gerçek ya da böyle bir ihtimal veya korku sözkonusu ki, bir hafta önce Zaman Gazetesi’nde “Yüksek yargı mensuplarına sahte plakayla takip” başlıklı şöyle bir haber yayınlandı:

“Türkiye’yi sarsan yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun ardından gözlerin çevrildiği yargı mensuplarının yakın takibe alındığı ortaya çıktı. Ankara’da yüksek yargıda görevli bir hâkimin izlendiğini fark ettiği aracın çalıntı, plakasının da sahte olduğu belirlendi. Hakim ve savcıların kimlerle görüştüğünün tespit edilerek fişlendikleri iddia ediliyor. İstanbul merkezli yolsuzluk soruşturmasının yankıları sürerken Ankara’da bir yüksek yargı mensubunun takip altına alındığı ortaya çıktı. Yüksek yargıda görevli bir hâkim, Başkent’in en gözde semtlerinden birinde yargı mensuplarının kaldığı sitenin karşısında şüpheli bir araç tespit etti. Fiat Doblo marka araçta iki kişinin ellerindeki ajandaya bir şeyler yazdığını belirleyen hakim, şüpheli aracın plakasını sorgulattı. Yapılan araştırmada plakanın sahte ve aracın da çalıntı olduğu belirlendi. Fark edildiğini anlayan şüpheliler, polis gelmeden olay yerinden uzaklaştı.”

Ne ilginç değil mi?

DVD'NİN PEŞİNDEN CEZAEVİNE

Levent Göktaş’ın ofisinde bulunan DVD’ye dönersek; Tek delil oydu, Göktaş bununla tutuklandı. Ancak polisler bunun üzerindeki parmak izlerini almadığı gibi, uzun süre Savcılığa göndermedi, sonra da Adli Emanet’te "kırıldığı" ortaya çıktı. DVD o kadar önemli, etkili ve işlevseldi ki, ek ifadesi sırasında ünlü Savcı Zekeriye Öz, Levent Göktaş’a şu itirafta bulundu:

“Aslında biz seni tutuklatmak istememiştik. Asıl Hüseyin Buzoğlu’nu (Ergün Poyraz’ın Avukatı-MY) tutuklatmak istemiştik. Fakat hâkim Yargıtay’dan geldiği için herhalde Yargıtay üyelerinin gizli çekimlerine kızmış. O yüzden seni tutukladılar.”

Göktaş böyle hapse kondu. Onun Avukatlığını üstlenen Gazi Üsteğmen Serdar Öztürk "kumpas"ın peşine düştü. Ancak 4 ay sonra aldığı tüm tedbirlere rağmen kendi bürosunda da sözde “İrticayla Mücadele Eylem Planı”, nam-ı diğer “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı”nın kopyası, mermiler ve Genelkurmay’a ait birtakım belgeler bulundu. O da tutuklandı.

Bunları polisin koyduğundan adı gibi emin olan Öztürk, savunmalarında isim isim“kumpasçıları” söyledi. O isimler arasında Ali Fuat Yılmazer de vardı. Bürosuna gizli belge konması talimatını Yılmazer’in verdiğini, hatta bizzat bu operasyonu yönetmek için İstanbul’dan Ankara’ya geldiğini iddia eden Öztürk, Mahkeme ve Savcılıktan ısrarla şunları talep etti:

“Ali Fuat Yılmazer’in 2-6 Haziran 2009 arası HTS kayıtlarını getirin, hakikaten Ali Fuat Yılmazer o tarihte İstanbul’dan Ankara’ya gelmiş mi? Benim ofisime girildiği ve arama yapıldığı dönemde Bestekâr Sokak civarında sinyal kaydı var mı, görelim. Ayrıca Ali Fuat Yılmazer’in 1 Şubat 2009-3 Haziran 2009 tarihleri arasındaki ev, cep ve işyerinden yaptığı tüm telefon dökümleri çıraktılarak, görüştüğü emekli polisler belirlensin, Ankara Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü görevlileri Mehmet Yayla, Metin Ertemur, İbrahim Karabulut, Ahmet Çevik ve Hasan Ertemur’un mukayese için parmak izleri alınsın.”

Ancak ne Yılmazer’in HTS kayıtları getirtildi, ne de o polislerle bağlantısı araştırıldı.

İHANET ORTAYA ÇIKTI KAÇACAKLAR

Son gelişmelerin ardından Serdar Öztürk, kaldığı Sincan Cezaevi’nden yeni bir suç duyurusunda bulunmaya hazırlanıyor. Yarın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na müracaat edecek olan Öztürk, başına gelenleri özetledikten sonra, Ali Fuat Yılmazer’e yurtdışına çıkma yasağı konmasını isteyecek.

Dün Cezaevinde ziyaret ettiğim Öztürk, Yılmazer’in 10 yıllık ABD vizesi aldığını da hatırlatıp, şunları söyledi:

“Yaptıklarının ihanet olduğu ortaya çıktı. Kaçmaya çalışacaklar. Böyle Müslümanlık olmaz. İhsan Eliaçık’ın da söylediği gibi Cemaat bölünecek. Samimi olanlar ayrılacak ve hainlerden hesap sorulacak.”

HAŞHAŞİ BENZETMESİ VE TSK'DAKİ PARALEL YAPI

Serdar Öztürk, Başbakan Erdoğan’ın Cemaat hakkındaki "Haşhaşiler" benzetmesiyle ilgili ilginç bir rastlantıyı da paylaştı. 2009’da Levent Göktaş tutuklandıktan sonra defalarca İstihbarat eski Daire Başkanı Sabri Uzun’la görüşen Öztürk, “Bir görüşmemizde bu yapılanmayı Haşhaşilerin yapılanmasına benzettim. Sabri Uzun da hak verdi. Yani ilk benzetmeyi yapan benim” dedi.

Paralel devletin üzerine gidilirken, TSK’daki yapılanmaya dokunulmamasını eleştiren ve "Yanlış yapılıyor" diyen Öztürk, şu iddialarda bulundu:

“General seviyesinde örgütlenmiş vaziyetteler. ABD’de okuyan General çocuklarına ve bunların burslarını hangi işadamlarının verdiğine baksınlar. Tüm bunların kayıtlarının Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nda olduğunu düşünüyorum.”

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler

Müyesser Yıldız

Odatv.com

http://www.odatv.com/n.php?n=ali-fuat-yilmazere-yurtdisi-yasagi-konsun-1901141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Türk bayrağına neden saldırdılar biliyor musunuz

Ekim ayı sonunda Türkiye ile Sırbistan arasında kriz çıktı. Krizin sebebi Başbakan Erdoğan’ın Prizren’de düzenlediği miting gibi toplantıda, “Türkiye Kosova’dır, Kosova Türkiye’dir” dediğinin iddia edilmesiydi. Sırplar Belgrad Büyükelçimiz Mehmet Kemal Bozay’ı anında Dışişleri Bakanlığı’na çağırıp, resmen “özür” dilenmesini talep etti. Sırbistan Cumhurbaşkanı Tomislav Nikoliç de Erdoğan’ın bu sözlerini hem “silahsız şiddete” benzetti, hem de Erdoğan için “kaba ve duyarsız” ifadelerini kullandı. Nikoliç, özür dilenene kadar Sırbistan Cumhurbaşkanı olarak Sırbistan-Türkiye-Bosna Hersek arasındaki üçlü toplantılara katılmayacağını bildirdi. Krizin alevlenmesi üzerine yıllardır Türk ve Sırp liderler arasında tercümanlık yapan Bekim Muhtareviç, Erdoğan’ın sözlerinin, iki ülke ilişkilerini bozmak için Sırpçaya yanlış çevrildiğini öne sürdü. Diplomatik kaynaklar, Sırbistan’dan özür dilemenin söz konusu olmadığını açıkladı.

Belgrad Büyükelçimiz Mehmet Kemal Bozay Erdoğan’ın konuşmasının tamamının Türkçe ve İngilizce tercümelerini Sırp makamlara iletirken, Sırbistan Dışişleri Bakanı Mrkiç’i arayan Davutoğlu, şu mesajları iletti:

“Başbakanımızın, ‘Kosova ikinci evimizdir' ifadesi bazı milliyetçi gruplar tarafından çarpıtıldı. Belgrad'a geldiğimizde ‘Belgrad ikinci evimizdir' deriz. Konuşmanın bütününden koparılan ifadelerden dolayı yanlış anlaşıldık. Böyle yayılmacı nostaljik dil kullanmamız söz konusu değil. Başbakanımız yakınlığı ifade eden bir dil kullandı. Bu gözle tekrar değerlendirmenizi bekliyoruz."

Sırp yönetiminin, bu sözlü izahatı kabul etmeyeceği söylenirken, bizimkiler, “İki bakan arasındaki telefon görüşmesi olumlu geçti, sıkıntıların aşılacağına inanıyoruz” diyordu.

Sadece 2.5 ay önce yaşanan bu krizi unuttuk, gittik değil mi?

Bugün Kosova’da İstiklâl Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy’un babasının doğup, büyüdüğü şehrin yakınında yer alan Atatürk Anıt Parkı’ndaki Türk Bayrağı ve Atatürk anı plaketine yapılan saldırının haberi geldi.

Kocaman bir çarpı işareti koymuşlar.

Başbakan Erdoğan’ın o sözlerinin intikamı olmasın?

Bakalım Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu rezilliğe nasıl tepki gösterecek ya da gösterecek mi?

Müyesser Yıldız

Odatv.com

http://www.odatv.com/n.php?n=turk-bayragina-neden-saldirdilar-biliyor-musunuz-2001141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Rakıdan votkaya

17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarıyla ilgili resmin CHP tarafı zihnimizde çoktan tamamlandı.

Bundan üç ay-dört ay önce kulağımıza Koç’un, Kasım, Aralık’ı işaret ederek ‘bunların (AKP’nin) iki ayı kaldı’ dediği lafı geldi. Bu cümleyi aynen ekranlarda kullandım falcı çıktım, işin asıl yönü, böyle gizli özel bir laf hiçbir kapalı odaya girmemiş bizlerin kulağına kadar nasıl geldi, artık Fethullah Gülen’in telefon kayıtlarında dahi grizu patlaması oluyorsa, normaldir, orta yere kusalım.

Aynı günlerde yine sokakta yürürken herkes gibi bizim de kulağımıza bir ‘Beykoz konakları’nda Hüsamettin Özkan ve CHP liderinin özel görüştüğü ve bu saatten sonra CHP’nin temel politikalarında değişikliğe gidildiği lafları geldi, işin asıl yönü, yine, bu kadar özel bir görüşme bizim kulağımıza kadar nasıl geldi, bilmeyen mi kaldı Allahaşkına.

Büyük sarsıcı gözle görülür değişiklik şaşırtıcıydı, o Beykoz Konakları’na kadar Sarıgül’e hiç de sıcak bakmayan CHP’de büyük bir değişim oldu, Sarıgül’e sarayların kapıları açıldı, Sarıgül dediğin bir garip oğlan, İslam’ın şartını sorsan kara bahtıma kırkbeş diyecek ancak cemaat odalarından çıkmıyor, üstüne bir iktidar heyecanı sormayın..Bu toplantıdan sonra ikinci değişiklik partide adına ulusalcı denilen milletvekilleri çizik yemeye başladı, bir bastırmalar üstünü örtmeler Sarayburnu’ndan çuvala koyup denize atmalar, CHP mi İbrahim Paşa konağı mı sormayın…

HÜSAMETTİN ÖZKAN CHP LİDERİNE 17 ARALIK OPERASYONUNU ÇOK ÖNCE FISILDADI MI

Meseleye vakıftık ancak şimdi okuyucunun kafasında filmin kopuk parçaları bir araya gelince, jenerik inmeye başladı ve telefon tapeleri de ortaya dökülünce… Artık başlasın hikaye, yani, Koç ya da Hüsamettin Özkan, CHP liderine 17 Aralık yolsuzluk operasyonunu çok önceden fısıldadı (mı), fısıldamadan öte CHP’nin hem omurgasını, hem de yerel seçim adayları deklare edildi mi, Hürrem Sultan hamile kaldı mı?

Arkasına Gezi Direnişini ve halkı almış CHP’nin, arkasına halkı değil geçmişte hükümet darbelerine adı karışmış ya da siyaset dışı cemaat lideriyle telefon görüşmeleri yakınlıkları aşikar şaibeli insanlarla birden büyük bir politika değişikliğine gitmesi, ah, televizyon başında bizleri çok üzdü, biz de kişiliğimize uygun naralarla katur kutur feveranlarımızı bu sütunlardan fetva nutuk sigaya çekme bastık bağırmadık mı?

Hatta ‘alın partinizi başınızı çalın’ deyip yollarımızı ayırdığımızı umutsuzca haykırdık, ancak birileri kitlelerin algısıyla ve bizlerin pembe hayalleriyle profesyonelce oynadı ve bizlere de işin tadını kaçırmayın işin heyecanıyla gizemiyle oynamayın ‘buyruldu’, ve adımız birden ‘romantik sosyaliste’ çıktı, hayır, yer gök duysun, herkes gibi ben de daha iyisinden yanayım, her şeyin daha iyisi vardır, düşüncesi, ne sizin ne bizim hayallerimize dokunmaz, birlikte kardeş kardeş aynı evde yaşarız, dedik.

Şimdi yolsuzluk soruşturmaları arkasında, CHP’nin, Koç ya da başkaları eliyle cemaatle ‘zımnen’ ya da uzaktan bir gayri meşru ilişki içinde olduğu gerçeği, Bizans ellerinde herkes çakızlamaya dillendirmeye başlamadı mı?

CHP'YE BU GİZLİ SAKLI TEZGAHLAR YAKIŞMIYOR

Hacı Bayram Veli’nin toprağından Bizans ellerine doğru ellerimi kaldırıp CHP’ye bu gizli saklı tezgahların yakışmayacağını gül koklar gibi incitmeden söylemedik mi, bu sarayın kötü ruhlu cücesi olmadık mı? Beş-altı yıldır yazarlarınızı ve askerlerinizi gaddarca içeri atan insanlarla zımnen yakınlaşmanın CHP’ye kısa vadede seçim kazandırsa dahi uzun vadede ‘ruhen’ bitireceğini söylemedik mi?

Zımnen ilişkiye girdiğiniz yapılar derin hatta işgalci hatta haşhaşi değil mi, Haberallar Balbaylar’ın tahliyeleri bir sürü tehlikeli muammalı uğursuz belirtiler bir bir önümüzden şeytani ‘belki, belki, ama, ama, olamaz, nayır…’ sanrılarıyla içimizden geçmedi mi?

Müneccim değiliz ama vakanüvis sayılırız, gün gün olup bitenleri izledik, kel oğlan keleşoğlan hiç değiliz.

Bu yolsuzluk soruşturmaları başlayacağı haberi çok önceden CHP’nin kulağına gittiğinde, CHP’nin hesabı, bu soruşturmaların zamanlamasına göre politika belirlemek olmamalıydı, bu yolsuzluk soruşturmasının zaman seçim beklemeden derhal mahkemeye verilmesini üstelik sert bir üslupla teklif etmek olmalıydı, CHP o zaman kazanırdı.

17 Aralık yolsuzluk soruşturması ortaya çıktığı gün ekranda şunları söyledim, bugünlerde muhalefet, arkası koklanan köpek gibi dili dışarda ama gözleri odak dışı yerlerde geziniyor, sanki bu yolsuzluk gibi büyük skandal hiç olmamış gibi, demedik mi?

CHP liderliğine yakışan, tekrarla, bu yolsuzluk lafını duyduğunda hemen kamuoyuna bu yolsuzlukları anında haberdar etmek olmalıydı, olmadı, manidar bir zaman beklendi ve parti politikaları bu soruşturma hesabına zamanına ayarına göre ve çok acımasızca ve köklüce yapıldı, bana sorarsan ‘sinsice’ yapıldı.

Belki de markası yine meçhul yeni bir kör bıçak sahne alıyordu ve CHP bu kör bıçağı tutan ellerle ‘politika’ yapmayı geçmişten hiç ders çıkartmamış gibi burnu havada pozlarla ‘siyaset’ sanıyordu…

BÜYÜK DUVARI ÇÖKERTEN KÜÇÜK TAŞLAR TEK TEK DÖKÜLMEYE BAŞLADI

Evet, Türkiye’de öyle bir ters rüzgar esiyor ki artık muhalefet köpek’i aday koysa köpek başkan olur, bunun sevinilecek bir tarafı olduğunu sanmıyorum, zaten büyük duvarı çökertecek küçük taşlar tek tek dökülmeye başladı, anketlere bakmayın, Ankara Şöförler Odası’nda Melih Gökçek adamları seçimi kaybetti, bunlar uçurumdan itilen iktidarın son çığlıkları.

Ancak beklenmeyen kirli şeyler oldu, şaibe pislik çürümüşlük bir tarafı değil her tarafı sardı, hukuk ve ahlak herkes için ‘iblis’ olmuş, bunca şaibe sonrası, seçimin şimdiden galibi CHP olabilir ama kazananı olmayacağı çok açık, sadece ‘intikam’ almış olurlar, ki şaibeli başkan adaylarıyla CHP’li seçmenin gözlerini kör etmiş ‘intikam’ duygusuna oynandı, ki, Tayyip de iktidara aynı duyguları fitilleyerek gelmişti.

Sol, sosyal partiler, politikalarını ‘halk’la ve ‘açık alanlarda’ dürüstçe harbi yapmalı, yoksa Türkiye’nin hali bu saf duygularla dalga geçecek kadar kötü mü?

Gerisi ‘pisliğe’ ‘karanlığa’ bulaşmak, gerisi tezgaha kumpasa ortak olmaktır, siyasetin her zaman bir temiz ‘neşeli makul kahramanı’ her zaman bir ‘defne tacı’ olmalı.

Siyasi çıkarı olanlar Hoca’nın salatalık kabuklarını az değmiş çok değmiş diye pekala afiyetle yiyebilir, ancak, ülkesi ve kendisi adına ucundan azıcık tertemiz duygular taşıyanlar, bu her parçasına işenmiş salatalığı neresinden ısırsın? Yani geleceğe ve gençliğe yatırım yapanlar, idealist cümleler kurabilmeyi, yüz akıyla huzurla en zor en karanlık günlerde dahi bir umut denemek zorundadır.

Gerisi yalandır, ne direnişe katılmış halka ne de bu kadar çekilen akıl almaz eziyetlere hiç yakışmamaktadır ve aptalcadır, Türkiye’de yaşananlar ‘unutulmamıştır’, bu ülkenin yarınlarda Tanrıları olacaksa, onlar ‘asla unutmayan Tanrılar’ olacaktır.

12 Eylül sonrası Mamak cezaevi önünde birbirini öldürmüş sağcılarla solcuların soğuk teneke gibi somurtkan sert bakışlarını birbirlerine yakınlaştıran bir tılsımlı cümle vardı, ‘bu iş’ten yine Koç kazandı’, sonra sağcının da solcunun da ayakları toprağı eşeleyip gözleri boşlukta, başları kırk yıl sonra yine yerde, üstelik şimdi Hürrem kimden hamile, bilen yok.

Görmüyor musunuz Özal’la Tansu’yla sonra Tayyip’le içtikleri aynı çorbayı yine aynı kirli şaibeli liberal kaşıklarla içiyorlar, insan içine artık çıkamazlar dediğimiz Hasan Cemal’i Cengiz Çandar’ı nicesi birkaç ay sonra kandilden değil CHP’nin içinden bildirmeye başlarlarsa, şaşırmayın. Ama sakın ha gözleriniz boşlukta ayaklarınızla yine toprağı eşelemeyin, o ayakkabı ucuyla kazıp çıkarttığınız toprak’tan bu saatten sonra hiçbir şey olmuyor, bir boş kırk yıl daha oluyor, o toprak’tan tarla olmuyor, yurt olmuyor, bağımsızlık hiç olmuyor, olan İsmail Korkmazlar’a oluyor, komada 15 yaşında dünya yakışıklısı Berkin’e oluyor.

VOTKA İÇENLERİ ANADOLU HALKI 'SİNSİ' BULUR

Hadi üzülmeyelim, annem oğlum çok düşünme derdi, düşününce yüzün kararıyor biber gibi oluyorsun, derdi, kararsın anne, deme oğlum, sonra, lafı değiştirmek için, benimle dalgasını geçerek oğlum bu kadar kitap aldın, insan yanında bir tane de ‘darbuka’ almaz mı, beynin hava alır rahatlarsın.

Hadi, Hürrem kimden hamile.. Hürrem kimden hamile.. ritmiyle CHP’nin önünde tıngırdatalım biraz..

Votka Ruslar’ın haşin tabiatına çok uygun sert bir içkidir. Bizim için votkanın şöhreti, koku yapmamasıyla ünlüdür, hileyi şerriye gibi bir şey, içtiğin çakızlanmasın zıkkımlandığını el komşu bilmesin, ne ayıp!

Votka kokusuz bir içki ancak ruhu kokutan başka tür kokusu var, Anadolu’da votkanın şöhreti çok kötüdür, içimizden bazıları aileden etraftan arkadaş çevresinden içtiğimiz bilinmesin diye gizlice içilen bir içkidir sanki votka istihbarat’ın marka içkisidir.

Votka içenleri Anadolu halkı ‘sinsi’ bulur, yetmez, votka tek kişilik sarhoşluk isteyenler içindir, tek kişilik sarhoşluk, hap atmak gibi biraz piskopatça, düşman başına.

Rakı içen, içtim der, şenliklidir, gizlemez, tantanacı gürültücüdür, votka gizlenir, votka içen ya eşinden ya arkadaşlarından içtiğini gizlerken etraf ne der korkusunu taşıdığını gösterir. Yani korkağın içkisidir, oysa içki biraz meydan okumadır, votka, sarhoşluğunu dahi başkasıyla bölüşmek istemeyen bir düzenbaz ruh hali verir, kurnazlıkla içki ne alaka, zaten kurnazlıktan yorulduğumuz için içmez miyiz, yahu ne olacak şöyle dökelim dostların ortasına demek için içmez miyiz?

Votka içenler, sanki buralarda yapamaz, sanki onların bir zaman sonra kimseye söylemeden çok uzak ve bilinmez yerlere gidip kendilerini unutturacağı bir gizli maceraları olacakmış gerginliği hep üstlerindedir.

İşte sırf bu ‘gizem’ ve ‘gerginlik’ onların zoraki tutturulmuş karakteri olur, ki bazıları ülkemizde bu ‘gizem’ ve ‘gerginliği’ büyük politik sanat sanıyor.

İşte CHP, uzun yıllardır rakıcı bir partiydi, birden votka’ya dönüşü, bu ayakkabı kutuları kadar kötü bir şöhret, kapalı mekanlarda gizlice içilen, gizem, çok uzaklardan selamlar, etraf ne der korkusu, aman ağzımız kokmasın konu komşu halk duymasın, dikkatli olun uyarıları.

Oysa en iyi CHP bilir, rakı içenlerin hep bir sempati sevimliliği ve bağrına kadar açıklığı vardır, rakı içenin keyfi, ıstırabıdır, üzüntüyü havalandırmak ihtiyacı vardır.

Bizim de hayat tecrübelerimiz var, mesela votka içenler ekip takım olamaz, votkacılar bireyci değil ‘bencildir’, benciller diğerkamcı, arkadaşçı, grupçu, tartışmacı, geyikçi olamaz, bunu en iyi CHP bilir, muhabbet olmadan hayat olmaz, Tanrı olmaz, vicdan olmaz, unutmadan, votkacılar bir de hani içmedim ayağındalar ya bu yüzden hep burunlarının dikine dikine yürüyerek kasarlar kendilerini..

Takım olmak zor meseledir, halkımız rakıcıları pek sever, içleri dışları birdir, bu ülkede romancımız yani estetik itirafçılarımız deşifrecilerimizin hepsi rakıcıdır, önü arkası birdir, saklayacakları bir şey yoktur, etraf egosunu öfkesini ayrıntılarıyla her dedikodusunu bilsin ister, derinlere inelim, Anadolu’da teolojik eleştirilerin en sıkısını dünya güzeli Bektaşi kültürü temsil eder.

Bugün ‘cemaat’ denilen gizli yapılanma ülkemize felaketler üstüne felaketler yaşatıyor ve şimdi bu felaketleri misliyle kendisi yaşıyorsa, bunun sebebi, cemaat’in de ‘votkacı’ olmasıdır, yani her şeyleri gizli saklı, dünyaya, iyilik, hizmet melekleri diye şöhret olalım diye kasıldıkça kasıldılar sonunda ortadan ikiye çatladılar, ama kendi gizliliklerine ortak ettikleri her şeyi çürütmeyi ve çökertmeyi başarmışlardır, cemaatin içkisi büyük sarhoşluğu, gizlilik.

Cemaat yapılanması asla ‘ekip, takım’ olamadı, çünkü içlerinde rakıcı yok, içki kötülüklerin anası olduğu için değil, içki sırların dere olduğu kapıdır, bir gizli yapının kaldıramayacağı kadar, ve gayet iyi bilirler rakıcılar asla ‘berbat rezil’ el altından işleri beceremez.

İslamcı ideoloji ya da cemaat yapılanması ekip takım çalışmasını beceremez, çünkü, bu tayfanın içinden hep ‘ben bu işi biliyorum bana boyun eğin’ diyen biri hep vardır.

Hadi gelin bir rakıcının önünde ‘bana boyun eğin, ben bu işi biliyorum’ deyip ‘biat’ isteyin, rakıcı onu dalgaya alır halk tabiriyle ‘taşak geçer’, üstelik sevimli iğnelerle alay ederek düşmanı dönüştürür hatta ‘dost edinir’, şu ‘güzelleşelim’ denilen şey, budur.

Hürrem’i hamile bırakan cemaate yakınlaşmış bazı patronlar, CHP’ye ‘biz bu işi biliyoruz, bizi izleyin’ deyip ‘biat’ istemiş, buraya kadar iyi, ancak rakıcı CHP’liler bununla alay etmeli eğlenmeliydi, tam tersine, tıpkı cemaat şeyhi ve İslamcı lider gibi ‘biat’ isteyen bu patronlara boyun eğdiler, insan soruyor Pensilvanya ne içiyor, cemaat ne içiyor Koç ne içiyor, dolar suyu mu altın suyu mu, imar suyu mu, banka suyu mu, hapis yatan general suyu mu, bok içsinler.

Çevirelim kaz’ı, şimdi, Weber’le meşhur olmuş şu teori: kapitalizmin önünü Protestanlığın açtığı söylenir.

Çünkü ‘katolik’ ölümüne kiliseye tabiidir, kilise otoritesine bağımlı. Tıpkı bizim cemaat ve İslamcı yapılar gibi. Tayyip beyin tayfası da Cemaat’in tayfası da ‘katıksız, geç kalmış bir kilise’, zaman’ın gözleri pörtlüyor ama tam kelleden bağlılık, ölümüne kefenle bağlılık.

Protestan böyle değil, o da hristiyan ama, kendine bağlı, biraz terelelli, aradan kiliseyi çıkartmış. Hatta proteston dans edebilir kırlarda koşabilir evlenebilir, kilisenin sert kuralları ipinde değil.

Daha üç-beş sene önceye kadar ülkemizde bilmiş yarım okumuş köşe yazarlarının nerdeyse tümü, ılımlı İslam-demokrasi-kapitalizm üçgeninde bir çok övücü yazılar yazdılar, iyi geçinmek için diyelim..

Ve İslamcı yapılar’ın kapitalizme çok uygun ‘protestan kültürüyle’ bu teorik kategoriye uyumluluğunu buldum buldum deyip icad ve ilan ettiler, hepsi halt etmiştir, şimdi o hamamda o kurna başında buldukları karanlık cehalet onları boğarak öldürüyor.

Bu İslamcı yapılar tam bir kilisedir, Protestanlıkla hiçbir ilişkisi yoktur, ama niyeyse, görüyoruz cemaatlerin ve dinin ve tarikatların halini, koşamayan sıçrayamayan neşelenemeyen dans edemeyen ne varsa ‘kiliselerine’ dondurup kolalayıp tutkallayıp put yapıp asıyorlar hala, zamanı buzlayıp beddualar üfleyip kanımızı donduruyorlar işte.

İnsanlar sıçramadan eğlenmeden dokunmadan durabilir mi, hayır, bu yüzden, aslında ‘kilise’ maskedir.

İnsanlar büyük bir otoriteye ebedi bağımlı olduklarını söyler ama gerçek başkadır. Bugün Katolik kilise çocuk tacizleriyle dünya manşetlerinden inmiyor, yani kilise içinde yüzyıllardır bitmeyen dinmeyen bir sapıklık sürüp gidiyor, düşünün Allah’ın evinde çocuklara tecavüz eden rahipler ordusu, bütün kapalı yapılar’ın bütün kendini kasan açmayan sert disiplinli yapıların son durağı, taciz, tecavüz, hırsızlık, yalan, keşke kilisenin birkaç Papası Bektaşi olabilseydi, keşke CHP iktidar sevdasına rakıdan vazgeçmeseydi.

BU NE BÜYÜK TRAJEDİDİR

Cemaat denilen örgüte dahil olanların da tıpkı bu kilise gibi ‘rol’ yaptıkları sosyal bir gerçektir. Düşünün içimizde yüzbinlerce cemaatten çocuk işyerimizde okulumuzda ınternette sokakta ‘rol yapıyor’ yani kendini saklıyor, bu ne büyük trajededir, düşünün CHP’de artık bu çocuk gibi ‘rol’ yapıyor.

Ve dış görünüşleriyle, temiz müslüman, dindar ‘rolünü’ herkese ispat çabası.

Ve bu yorucu usandırıcı rol, çevresi ve kişiliğiyle çatıştığı için, durmaksızın zorunlu bir maske ihtiyacı...

Yani hepsi bindikleri dönmedolap’ın farkındadır. Hepsi güya hizmet, gönüllüler, Fethullah Gülen sevgisi, falan diye, bitmeyen MASALLAR’ı kırk yıldır döne döne söylerler, sağolsun çağdaş basın ilkeleriyle donanmış medyamız, bu masalcı ağbilerin tezvirat karargahı oldular.

Biz rakıcılardan da bu masallara inanmamızı bekliyorlar.

17 yaşındaki gencecik bir Anadolu çocuğu şucu bucu hizmetçi camiadan diye niye rol yapar niye maske takar?

Niye içi dışı bir olmaz, bu yaşta hangi günahı işlemiş gibi kendini gizler, kaçak mıdır ki katil midir ki cüzamlı mıdır ki kendini sosyaliteden toplumdan uzak tutar. Bu bir ülke için yeterince büyük bir felaket değil mi? Kendini saklamak zorunda kalmış yüzbinlerce çocuğun bu trajedisi kendi başına bir büyük sosyal trajedi değil mi?

CHP de kiliseye girdi ve ‘maske’ takması kaçınılmaz.

Oysa CHP’yi var eden temel politikaların hepsi kiliseyi aradan çıkartıp sonsuzluk hesabını Allah’la tek başına yapıp modern birey’in önünü açan Protestan kimliğin daha da gelişmesi evrimleşmesiyle yurttaşlık birey neyse işte, oldu.

Dikkat edin, yüzbinlerce çocuk gibi CHP de ‘coşkusunu’ kaybediyor, dikkat edin votka cinle içilir ve inancın şu çarpan cinleri aşağı yukarı aynı yere çıkar, yani sarhoş olduğunu anlamadan devrilir tökezler gidersin.

Sonra keşke şu ifriti adam gibi içseydim, dersin, iş işten geçer, dikkat edin CHP’nin neşesi kaçıyor ve donuklaşıyor, dikkat edin CHP’de bir şeyler ‘mask’laşıyor, aman seçim öncesi eleştirmeyin gizli ikazları putlaşıyor, ve dikkat edin kilise gibi yukardan bir kardinalin gölgesi CHP’nin üzerine işiyor…

Dönmedolap’ı biliyorsunuz, şimdi Tayyip yukarda, biraz sonra döner, aşağıdakiler yukarı gelir, ama hepsi aynı dönmedolap içinde.

Aynı daireyi dönen harman eşeği, İlerleme, gelişme, artı değer, bilim, eleştiri, bu kısır döngüde hiç olmaz. Olmadığı için bu kilisenin iktidarı bin yıl sürmüştür, yahu hiç mi bozlak dinlemediniz, bozlaklar solo’dur, uzun havası solo’dur, bu kilise bizim gibi yazarları kaldırmaz, özgür bağımsız medyayı kaldırmaz, kimseye eyvallahı olmayan Anadolu’nun Pir Sultan’ı hiç kaldırmaz, diye boşuna söylemeyin, marjinal hayalci çomak sokan olursunuz.

İlk gençlik yıllarımdan beri daktilo şampiyonuydum ve hayatım IBM makineleri operatörlüğüyle geçti, 1998’li yıllara kadar bu makinelere tapınan bir hayrandım.. Gelin görün ki Mikrosoft diye bir icad çıktı ve bizim ilk gençlik yıllarımızın tanrısı IBM göçüp gitti.

IBM dörtyüzbin işçi çalıştırıyordu, onbinlerce işçi çıkarttı, üstüne çok konuşuldu, ama en önce IBM’de çalışan işinden atılmış mühendisler konuştu.. Bu bizim patron var ya İsrailli diyen bile çıktı, uluslar arası büyük güçlerin IBM’ı mahvettiği söylendi, sonra sonra sadede gelmeye başladılar, Hindistanlı ucuz işçiler demeye.. Ama gerçek daha başkaydı..

Oysa büyük yenilginin sebebi sadece Internet’in ucuz buluşları değildi, IBM, ataerkil bir yapıyla yönetiliyordu.

Takım, ekip çalışması deniyordu ama o ekip lafları takıma şevk gaz vermek için, gerçekte takım değildiler, çünkü emirler hep yukardan birileri tarafından veriliyordu, işin doğrusu IBM’de bir kiliseydi, çok büyük bir marka ama kilise, ‘bana herşey CHP’yi hatırlatıyor’..

Yalan ve masallar ve boş hayallerle ‘kiliselerini’ hala eleştiremeyenler felaketin boyutları hakkında bir bilgileri olamazdı.

Ve yeni fikirler yeni heyecanlara kapı aralayamadılar, kardeşlerim, dünya bunları konuşuyor, ekip de nasıl bir ekip, askeri manga da bir ekip, ama en uzun boylusu komutan oluyor, tartışan eleştiren konuşan bir ekip.. Sırf patronun gözüne girmek için boş hayaller boş anketler boş entrikalar kumpaslara yüz vermeyen bir ekip.

Hadi, yarasın.

Ve kardeşlerim henüz cemaati CHP’si AKP’si, zamanın dağıldığını görmedi.Açalım.

Şimdi hepsi ‘adanmış’ günler yaşıyor, hayatları çok anlamlı ve basit, yaşam ve ölüm, gibi, yani iki zamanlı bir dünyada gidiyorlar gündüz gece.. CHP’nin yakın tarihinde onyıllar boyunca bu girdaplara düşüp kaybolduğunu nasıl unutur.

Oysa Allah Müslümanlara boşluğa düşmemeleri girdaplarında kaybolmamaları için zamanı bölümlemiş, sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı diye.

İnsan emekli olunca sabah’ın öğle’nin uzadığını ve bu uzun boşlukları nasıl değerlendireceğini bilemez, içeri düşenler de.

Zamanın boşlukları ifrit kulaklarıyla uzar uzar gün içinde uçurumlara dönüşür.. Tez elden bir hobi bir meşguliyet aranır, panikle.

Tedavisi zordur.

Şimdi hayal kırıklığı travmasıyla sarsılmış bu yüzbinlerce genç çocuk, henüz sabahın genişliğini öğlenin geçmezliğini ikindinin bitmezliğini bilmiyorlar, CHP’ye adanmış milyonlar da henüz bilmiyorlar.

Bu milyonlarca kilise müridini işte bu zaman girdapları yutmayı bekliyor, hala masallarla boşa vakit harcıyorlar, onlara susmasını sabretmesini nasıl çalışmasını gösterip yardımcı olacak bilge bir ağbileri hiç yok, bunca hırsızlığa rağmen hala Allah’ın yakasından düşmüyorlar.

Anlatılmadı nerden bilsinler, mesela 12 Eylül öncesi kan gövdeyi götürüyordu ama günler aylar çok hızlı akıyordu.

Çünkü marşlı kızıl bayraklı hayaller vardı, herkes bir hafta sonra devrimin olacağını mutlak imanla bekliyordu.

Oysa 12 Eylül sonrası, hayaller çekilince, med-cezir okyanusu boşalttı, zamanın çamuru ve pisliği ve üstelik Kenan zulmü altında kaldık ve önce avurtlarımız çöktü sonra bileklerimiz inceldi ve sonra onlarca yıl çırpınarak battıkça battık, sıkılı yumruklarımız çamur içinde işe yaramadı.

İşte ülkemiz bu ‘boşluk’ta kafayı yiyip bugünkü sakat arızali ideolojileri ülkemize ve hayatımıza bir tuzak gibi hazırladı.

Nasıl mı, mesela bir çok solcu arkadaşımız etnik milliyetçiliğe döndü, bir çoğu manyakça hala anlamadığım bir liberalizm, bir çoğu Özal’ın adamı oldu, bir çoğu tarihin sonu dedi, uzun hikayedir, bir çoğu bulmaca gibi kompleksli şairlerden oldu, birazcık bahsedeyim.

Modern çağda üstelik şehirde yaşayan bizler için yalnızlık işsizlik ve parasızlık amansız bir hastalıktır, keşke depresyonuyla kalsaydı keşke ilaçla milaçla tedavi edilebilse. Ki, bu şehrin şansları tesadüflerine rağmen, bir de köyünü kasabasını düşünün.

AKILLAR ALMIYOR İŞTE

Köyünde ve kasabasındaki genç ve umutsuz ve işsiz bir çocuk düşünün.

Cemaat devreye burada girdi. Bu çocuklara ‘köklü bir bağlılık’ duygusu kazandırdı ve onlara bir iş ve güven verdi. Hücre arkadaşları inşa etti. İnsanlar bu hücrede yeniden ‘biz’ demesini öğrendi.

Yoksul ve sahipsizlere ‘biz’ duygusu vermek büyük iş’tir, bu kontrolsuz ve tarifsiz artık ‘biz’ olmuşların devlete şehre yukardakilere elitlere derin kin’ini düşünün.

Akıllar almıyor işte, İslam Müslümanlık değil sosyolojik anlamıyla bir ‘ayaktakımı’ örgütlenmesi.. Bu milyonlar zamanın boşluklarına düşüp kaybolmuşlar Jüpiterden huzme çizgileri cetvelle buketleyen dergiler içinde tanımlanamayan cisimlerden oldular, yakında CHP’de tanımlanamaz cisimlerden olursa şaşırmayın.

Oysa CHP bu çocukları zamanın girdabına düşüp boğdurtan geri kalmışlığı yarı sömürge oluşumuzu, zamana hayata ve şehre çok geç kalışımızı hepimize hatırlatmalıydı.

Bu hücre evlerindeki ‘biz’in başka özellikleri de vardır, mesela hepsi ‘ortalama’ işler yaparlar, hani iki elinden başka hüneri olmayıp elimden her iş gelir diyen eski zaman vasıfsızları… Kariyer, likayakat, yoktur.

Devlet ve geçmiş seksen yılın sağ iktidarları bu insanları kıyıya dibe sürmüş ve o devasa sosyal sorunları Mamak Çöplüğü gibi biriktirmiş, şu anda da o çöplükteki patlayan metan gazlarını izlemektesiniz.

CHP’ye düşen görev bu kiliseyle zımnen anlaşmak değil, bu kiliseyi inşa eden Türkiye’nin birikmiş çıplak sosyolojik gerçekliğiyle savaşarak ve milyonlara iş üretim atelye çalışma kariyer nitelik kazandırarak Türkiye’yi ve öncelikle o hücre evleri havalandırmaktır, oysa CHP elinden hiçbir iş gelmemiş kariyersiz liyakatsız siyasetçilerin ağzına bakmaya başladı.

Gördünüz milyonlarca onun bunun müridi ayaktakımı bir gençlik, bir cemaat bir İslamcı örgüt vasıtasıyla kendilerini kıyıya kusan sistemi, tarihlerde görülmemiş gaddarlıkla alaşağı edip intikamlarını aldılar.

Unutmayın burada ‘din’ sadece tutkaldır, insanları birbirine bağlamak için, bir insan terbiyesi bir iç terbiye olarak din’in bu insanlara beş paralık faydasının olmadığı açıktır, sosyolojik çalışmalarla kafa uçuklatacak ülkeler uçuracak derinliktedir, bugün ortaya dökülen pisliklerin sosyal psikolojik analizleri çok uzun yıllar sürecek.

Kardeşlerim, bu insanlar gerçekte asalak, tembel, mürid, dediğimiz, vasıfsız ayaktakımıdır, aşağılamak için değil sosyolojik tanımıyla.

Yüzyıl önce Amerika’da yoksul aşağılık tembel dendiğinde ‘zenciler’i aşağılamak üstelik ırkçı bir sıfat olarak kullanılan bir ‘kalıptı’, bu tembel asalak lafları.

70’li yıllarda Martın Luther ve sonra sporda sinemada siyahların olağanüstü başarıları gördük ve an itibariyle onlara hayranlığımız sürüyor..

Türkiye’de İslamcılar’a da yüzyıldır elitler tarafından yakıştırılan bu sıfatlar, aynıdır, uyuşuk, miskin, çağdışı, irticacı.

Bu son yolsuzluk ve yargıda cemaat tartışmaları sonrası olup bitenlerden gördük ki, İslamcılar 11 yıllık iktidarlarına rağmen bu kalıp ifadeleri DEĞİŞTİREMEDİLER.

Hatta uyuşuk, tembel, mürid, asalak tanımlarını tam anlamıyla HAK ETTİKLERİNİ ele güne dünyaya iftiharla ispat ettiler…

İş deneyim ve tecrübeleri sıfır.

Bürokratik terbiye ve tecrübeleri sıfır.

Ahlak ve etik değerler, sıfır.

Devlet toplum sorumluluğu, otur dön köyüne, sıfır.

Dahası, lider ya da şeyh, eşittir mafya babası, ya da büyük patron olduğu açık şekilde telefon festivalleriyle ispatlandı.

Artık Türkiye’de İslamcı bir kitleden değil ÇÜRÜMÜŞ BİR SINIF’tan bahsediyoruz..

Aralarında onurlu adaletli ilişki hiç kuramadılar.

Etnik köken, mezhebi köken, tarikat kökenleri hiç fark etmedi bütün kökenler yolsuzluk hırsızlık çıktı.

Seri üretim dev bir HIRSIZLIK örgütü.

Gıdaları ve alıp sattıkları, dolar, istihbarat, komplo, kumpas, ananas, kaset, iftira, itham..

HİÇBİRİ ALINTERİ kokmuyor.

Hiçbiri ‘iş’ten, üretim’den heyecan duymuyor.

Hiçbiri sendikadan tazminattan sigortadan iş kazasından hiç bahsetmiyor.

ARTIK SİYASİ SOSYAL VE KÜLTÜREL OLARAK bunun bir İSLAM bir MÜSLÜMANLIK OLMADIĞI aşikar, artık buna bir ad bulmalıyız.

Bu adı bulacak olanların başında bir sosyal parti olan CHP gelmeli ve bunları bu kandırılmış boşuna oyalanmış kitlelere öğreten anlatan CHP olmalı, tam tersine bu ÇÜRÜMÜŞ YAPI’ya özeniyor ortaklık kuruyorsun.

18. ve 19. yüzyılda çökmekte olan Osmanlı, çürümüş Osmanlı’nın bakiyesidir bu.

Çürümüş Osmanlı’nın ‘tortusu’nu birilerini Türkiye’de İslamcılık ideolojisine sarıp paketledi, bu paket uluslar arası stratejik kurumlarının ajanların da pek işine geldi.. Derin bir sosyal yaranın ‘kurtçuklarından’ mücahit İslamcılar, ileri muhafazakar demokratlar yapmayı denediler..

Kardeşlerim, faciamız şudur.

Bir işyerinde insanlar torpille işe adam alınmasını rüşvetle iş yapmaları konuşur ama çok da sorun yapmaz, ancak o işyerinde bir gün ELEKTRİKLER kesilir, ya da makineden bir parça kopar, işte o zaman, o makinedeki parçayı yerine takacak bir vasıflı işçiye ihtiyaç duyulur..

Ama kimse elektriğin dilinden anlamaz, ama kimse o parçayı bulup makineye takamaz, bu şudur, oysa orada çalışan yüzlerce insan vardır, insan sormaya başlar, yahu siz burada ne iş yapıyorsunuz?

Birileri o parçayı bir türlü bulamayan CHP’ye bunu sormalı..

O makineyi çalıştıracak tek işçi bulamadığınız için işçileri yakından tanımaya çalışırsınız, yahu sen ne iş yapıyorsun, ben İslamcıyım, ben Cemaatçiyim, ben Allah’a inanırım, ben inanç sahibiyim, ben şeyhimin hizmetindeyim, ya da ben sosyal demokratım.. Tamam kardeşim, eyvallah, tamam, ama, hepimiz bu işyerinden ekmek yiyoruz, makinenin dilinden içimizden hiç değilse bir kişi anlamamız lazım..

Ortaya çıkan gerçek, şudur, hepsi vasıfsız HÖDÜK’tür..

Tam da kıyametin koptuğu bugünlerde işte bu hödükleşmiş cumhuriyetle yüzleşiyoruz.

Ve bir yüzyıldır batılılarca ve liberallerimizce pohpohlanmış bu ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜN, süslü, İslami, demokrat, popüler siyasi tanımlarla örtülüp görmezden gelinen bu acı dipsiz sosyal gerçeğin altında, devlet ve toplum hep birlikte iniltilerle kalıyoruz.

Doların yükselmesi sıcak paranın kesilmesiyle İslamcılığın bitivermesi arasındaki bu derin ve manidar bağlantı, bu çürümüş yapının eseri’dir.

Ey CHP, bu çürümüş sınıfı en iyi sen tanımalıydın.

Seksen yılın sağ iktidarlarının öteleyip biriktirdiği bu çürümüş sınıf’ı ne anladın ne sordun ne tanımladın..

Bir bak topuna birden, hepsi Emek’e karşı, hepsi kariyer’e düşman, hepsi bilgiyle düşünceyle ilişiğini sıyırmış, bu hödüklüğün sağı solu muhalefeti kalmadı, ahtopot sarı kollarıyla heryeri bağlıyor…

Ve şimdi bu kızıl kıyamette cemaati ideolojisi dağılmaya yüz tuttu ve felaketlerin felaketi kapıda, çünkü artık hepsi dünden de beter, BAŞIBOŞ’lar sürüsü olmak üzere..

Ey CHP bu zincirlerinden yeni boşalmış kitlelere iş mi üretim mi bulacaksın yoksa yeni bir şeyh mi cemaat mi ayarlayacaksın, yer gibi zaman yarılıyor ve hepimiz girdabında kaybolmak anındayız..

Ey CHP, bu başıboş sürünün genelkurmay başkanını içeri tıktığını, kozmik odaları dağıttığını, yazarlarını içeri tıktığını, yasaları hukuku emniyeti orduyu ele geçirdiğini ve ülkeyi tam anlamıyla çözmekte olduğunu seyrede seyrede bugüne geldin..

Ne diyelim, yarasın..

Korkunun matematiği diye bir şey vardır, mesela içimizde en çok korkan insanlar totoya lotoya sığınır, yani korku hepimize en olumsuzlukları yaşatır ve hepimizi KÖR TALİH’İN kucağına atar.. Başka şansım başka çıkışım yok, der, ama bir sol parti hiçbir zaman ‘çıkışsızlığı’ kabullenemez, kör talih’e ve onların cinlerine ‘teslim olamaz’.

Devletin yüzyıldır itelediği ötelediği dışladığı ne kadar zor okuyan iş bulamayan acımasız gerçeği var, yarısı etnik milliyetçilerin, bir yarısı İslamcı örgütlerin ‘kumpasında’ FBI ajanı olacak kadar devlete karşı bir yıkım projesinde kullanılıp devletin karşısına koyuldu.

CHP’nin görmesi gereken sosyal gerçek burası, cumhurbaşkanlığı hesabı hiç değil.

18. yüzyıldan yığılma bu çöküşün tortusu, korkumuz, istihbaratı kumpası cinleri bencilliği kilisesiyle muhalefete hızla sirayet ediyor.

İslamiyet bir iç disiplin’dir, üzülmüşsünüzdür sabah ezanı okunur, kafanız karışmıştır, öğle ezanı okunur, karmaşık duyguların girdabına dalarsınız akşam ezanı okunur ve Allah kafanızdaki kötü düşünceyi karmaşık duyguları namazla secdeyle bir düzene koyar.

Yani sabah akşam bir zaman disiplini sizi kötülüğe şeytana karşı korunmaya çağırır.

Hayatında TEK BİR REKAT kılmış bir insan dahi, bunu ruhuyla bedeniyle hissetmiş yaşamıştır.

Bu adi hırsızların içinde TEK BİR REKAT NAMAZ kılmış olanı var mı?

CHP’nin bu son skandallardan anlaması gereken bu ‘çürümüş’lük tamdır, ve bir beton kadar katılaşıp, siyaseti toplumu kurumlarımızı içinde fosilleştirmiştir.

Afrika’da sömürgeci efendiler bir yüzyıl içinde tarlaları öyle haşin vahşi kullandı ki oraları terk ettikten sonra dahi o tarlalar bir daha kendine gelemedi.

Türkiye’nin okulları emniyeti ordusu polisi medyası akademisi bir başıboş vasıfsız sürüler tarafından çok hoyratça ve çok şımarıkça ve fütursuzca kullanıldı, CHP’ye düşen görev, bu çürüyüp beton gibi katmanlaşmış yapılar kırılmadan, toplum kurumlar tarih hayatlarımız yasalarımız, asla nefes alamaz, işte topluma bunlar tane tane anlatılacak ve bu çürümüş sınıf’tan uzak durulacak.

Şamanlar kurban ettikleri hayvanların iç organlarına bakarak kehanette bulunurlar.. Bizler de ülkemizde on yıllardır işlenen faili meçhullerin parçalanmış cesedlerine bakıp siyasi kehanetlerde bulunmadık mı? Her aydın cesedinin başında yüzbin sayfa saçma sapan komplo kumpas mihrak lafları etmedik mi?

Ve güya liberaller ne kadar kolay ucuz sloganik yaftalarla bu cinayetleri ahlaksızca manipüle etmeye çalışmadılar mı, yok ileri demokrasi, yok vesayet, yok Kemalist yargı... İran, Amerika, İsrail denilmedi mi, İslam, müslüman, irtica denilmedi mi, siyasi tanımlar pek kolay bolca toplumun üstüne bolca boca edilmedi mi, bütün bunlar çoktan delirdiğimizin işaretleri değil miydi?

CHP’ye düşen şimdi bu ucuz sloganik liberal yalanlarla yapılmış sahte çürük binaların çöktüğünü halka anlatmak…

Şimdi hepimiz o çürük ve dağılmış yapıların altından kalkabilmemiz için, liberal, İslamcı, Kemalist, ulusalcı, etnik milliyetçilik, İslamcı, müslüman laflarının hepsini kökünden değiştirecek, yeni ve gerçek bir sese ihtiyacımız var..

Bu yalanlar komedyasının altında bu uyduruk plastik siyasi tanımlarla değil, yetsin artık, ülke gerçeğine uygun SOSYOLOJİK tanımlarla konuşacak siyasetçilere aydınlara ihtiyacımız var..

Yani, kardeşlerim, devleti, okulu, tazminatı, işsizliği, köyü, kasabayı, yoksulluğu, sigortayı, üretimi, imkanı, artı değeri, konuşmadan bilmeden YAZILMIŞ SÖYLENMİŞ bütün siyasi tanımlar palavraydı, içinde şimdi kurumlarınızla çırpındıkça boğulduğunuz bataklık bu sahte siyasi kavramların çöplüğüydü..

İçinde ulusalcı, Kemalist, İslamcı, liberal vs. geçen bütün yazılar makaleler hepsi YALAN VE UYDURMA ve oyalamaydı, bu kadar deli yaftası siyasi kavramdan kazanan sadece bir kaç patron birkaç cemaat oldu..

Yasalar değiştirip anayasalar yapıp hakimlerinizi yargınızı emniyetinizi ordunuzu bir SAKSIDAN alıp başka bir SAKSIYA KOYSANIZ ne olur, bu gerçek dışı, akıl dışı siyasi tanımlarla, 12 Eylül sonrası Özal’la başlayıp bugüne kadar medyanızı maaşlarınızı süsleyen bu SİYASİ SIFATLAR’la konuştuğunuz müddetçe, felaket daha büyüyecek, üzerinde konuşabileceğiniz bir ülke artık kalmayacaktır, bitmeyen bir Pakistan bitmeyen bir Irak bitmeyen bir Suriye’ye dönüşmenize bir faili meçhul mermi sesi kaldı?

Kilisenin bilmediği gerçek’tir, Koç’un bilmediği gerçek’tir, cemaatin islamcılar’ın bilmediği anlamak istemediği gerçektir.

Sizi bu denli hayat dışına devlet dışına akıl dışına sürükleyen şey, bugüne değin kullandığınız gerçeğinizi size unutturan plastik uydurma siyasi tanımlar ve onlarla köşelerinde gününü gün eden yazarlarınızdır.

Bu kurmaca siyasi sıfatlarla on yıllardır birbirinizle kavga ettiniz, doymadınız birbirinizi içeri tıktınız, yetmedi birbirinize karşı ölümcül saldırıya girdiniz, yetmedi, bu yanlış siyasi literatür hepinize sonunda KUMPAS VE KOMPLO’ların oyuncağı ve sonra kurbanı haline getirdi…

O halde, bir sosyal partiye ve aydınlara düşen görev?

Türkiye’ye en temel sorularını yeni baştan sormalı ve öğretmeli, şehir nedir, devlet nedir, işsizlik nedir, köy kasaba nedir, sigorta nedir, tazminat nedir, artı değer nedir, üretim nedir, kaliteli işçi nedir, yurttaş nedir, YURT nedir, bağımsızlık nedir, ürün nedir, eşitlik nedir, bölüşmek nedir?

Nihat Genç

Odatv.com

http://www.odatv.com/n.php?n=rakidan-votkaya-1801141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Silivri Valisi'nden Kılıçdaroğlu ve Bahçeli'ye mektup

Yeniçağ gazetesi yazarı Yavuz Selim Demirağ, Silivri Nöbet Çadırı sorumlusu Hıdır Hokka'nın Kılıçdaroğlu ve Bahçeli'ye yazdığı mektubu köşesine taşıdı.
23 Ocak 2014 Perşembe 15:24

silivri_valisinden_kilicdaroglu_ve_bahceliye_mektup_h21471.jpg


İşte Yavuz Selim Demirağ'nın Silivri nöbet çadırlarının isyanı başlıklı o yazısı:

"Ona Silivri Valisi adı verildi. Silivri’deki hukuksuzluğa isyan ederek ilk nöbet çadırlarını kurdu. İki yıl 138 gündür adalet bekleyenlere umut oluyor. Hıdır Hokka’dan bahsediyorum. Yüreğinin bir köşesinde vatan sevgisi olanlar adına Silivri’de nöbet tutan adamdan... CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye seslendiği mektubu dostu olarak benimle de paylaşmış. Ben de özetleyerek sizlerle paylaşıyorum. Ne diyelim eline diline sağlık Hıdır Abi..

***

Sincan’a, Silivri’ye, Hasdal’a, Hadımköy’e, Şakran’a, Poyrazköy’e, Maltepe’ye; sırça köşklerinizden bakmayın. Adaletin, hukukun, vicdanın var olduğunu sananlar; Bir gün içeride yattınız, bir gün hücrede kaldınız mı ki; özgürlüğünden men edilmiş, eşinden, çocuğundan, dostlarından, halkından, ordusundan koparılmış, halkı, milleti için hayal ettiği hizmetlerden uzaklaştırılıp tel örgülerin arkasına, dağların tepesine kurulan özel görevli mahkemelerin önüne atılan vatanseverler için ne yaptınız? Bundan sonra ne yapacaksınız? Haydi anlatın da, biz de anlayalım. Ziyaretlere geldiniz gittiniz. Kafanızı uzatıp duruşma salonuna bakmadınız; içeride neler oluyor bitiyor. Ziyaretlere gelirken, örgütlerinize “gelmeyin” diye genelgeler yayınladınız. Biz şunu çok iyi biliyorduk CHP ve MHP: Balyoz ve Ergenekon tertipleri ile içeri atılan vatansever generallerimiz, bilim adamları, İşçi Partisi Genel Başkanı, İşçi Partisi yöneticileri, Ulusal Kanal ve Aydınlık yöneticileri sizin bu olumsuz tutumunuz yüzünden içeride kaldılar. Kuddusi Okkır’ın, Ali Tatar’ın ölüm sebepleri, Kozinoğlu’nun tertibe kurban edildiği ortadayken, ölümün eşiğinde bekleyen Sayın Rektörümüz Fatih Hilmioğlu, iki buçuk yıldır Çapa’da Azrailleboğuşan Levent Ersöz Paşa, A.Kerim Kırcı paşalar sizleri hiç ilgilendirmiyor mu? Böyle giderse nicelerine şahit olacağız.
Sizlerin tuzu kuru. İçeride yatanlar, yatanların kapısında bekleyenler bilir. O ailelerin her hafta, sabahın erken saatlerinde yollara düştüğünü, ziyaret kuyruklarında bekleyip her ziyarette soyunup giyinmenin, eşlerine, babalarına güler yüzlü, moralli görünmek için görüşlerde geçen 45 dakikanın ne demek olduğunu bilemezsiniz. Çünkü yaşamadınız. Yaşayanlar, yatanlar bilir. Yatanların yakınları, ziyaretçileri bilir. İçeriden, anasının, babasının, oğlunun iki günlüğüne cenazesine gidip gelenler bilir. Korkmayın, kesmeyin TBB Başkanı Prof. Metin Feyzioğlu’nun yolunu. Altı, yedi yıldır bir şey yapmadınız. Yapmak isteyene mani olmayın. Yapabildiği her şeyi yapsın. Yapamazsa da yapamasın. En azından bu yola çıkmış. Yolunu kesmeyin.
Daha nereye kadar, neyi bekleyeceğiz? İçeridekilerin tek tek ölmesini mi? Neyi bekleyeceğiz CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli? Dereye su gelene kadar, deredekiler ölecek. Onların içeride ölmesi, bizi de, sizleri de mutlu etmez. Yasa, hukuk diye oyalanmayınız. Seçimlerle bu mesele çözülmez. Çünkü hukuksuz alındılar. Yargısız infaz edildiler. Beklemeyin. Sayın Feyzioğlu’nun çözümüne destek veriniz. İş işten geçiyor. Aileler, sizleri, içeriden çıkacak olan cenaze merasimlerine sokmayacaktır. Taziyelerinizi kabul etmeyeceklerdir.
Hıdır Hokka / Silivri"

ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/silivri-valisinden-kilicdaroglu-ve-bahceliye-mektup-h21471.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Ekonomide yaşananları anlama kılavuzu

Merkez Bankasının faiz kararı iyi mi oldu kötü mü? Tamamen gerçek dışı, toplumun, ülkenin çıkarlarından bağımsız bir tartışma sürüp gidiyor günlerdir.

Piyasacılar,faiz artışıyla ekonomimizi düze çıkarmamızın mümkün olabileceği, en azından kötü gidişi durdurabileceği görüşünde.Geçen hafta içerisinde bir televizyon programında konuşan Prof. Dr. Seyfettin Gürsel, daha da ileri giderek, Merkez Bankası’nın söz konusu faiz artırımı kararıyla hükümeti ipten kurtardığını söyledi. Öyleyse, Başbakan niçin karşı çıktı faiz artışına yada karşı çıkıyormuş gibi yapıyor?

En önemli gerekçeleri, peş peşe seçimlerin gündemde olduğu bir ortamda, faiz artışının büyümeyi, istihdamı ve hükümet kanadının 2023 yılı projeleri olarak lanse edip, özellikle üzerinde durduğu, dış borçla finanse edilmesi planlanan“mega” projeleri olumsuz etkileyecek olması. İstanbul Kanalı, 3. Köprü, 3.havaalanı, nükleer santraller, bu projelerin en bilinenleri.

Niçin bu noktaya geldik? Düne kadar mucizeden bahsederken, bugün niçin krizden, kırılganlıklardan, kötü gidişten bahsediyoruz?

İşler o kadar sarpa sarmış durumda ki, hükümet üyeleri ve piyasacılar dahi, bugün yaşanan sorunların en önemli nedeninin, dışarıdan borçlanmaya dayalı büyüme modelinin kaçınılmaz sonucu,“finanse edildiği sürece sorun yok” denilerek, görmezden gelinen, “cari açık” olduğunu itiraf etmek zorunda kaldılar.

Cari açığı, bir ülkenin mal, hizmet ihracatı, vb. yollarla yurt dışından sağladığı gelirden daha fazlasını, mal, hizmet ithalatı, vb. için yurtdışına ödemek zorunda kalması,yani gelirinden çok harcama yapması şeklinde açıklamak mümkün.

Son açıklanan istatistiklere göre, cari işlemler açığı Kasım ayında 3,94 milyar dolar olmuş. 10 aylık cari açık 55 milyar doları, 1 senelik cari açık ise 60 milyar doları geçmiş durumda.

Cari açığın en önemli nedeni dış ticaret açığı,yani ithalatınızın ihracatınızdan fazla olması.

KRİZ VATANDAŞI ETKİLEMEYE BAŞLADI

Türkiye İstatistik Kurumu’nun yayınladığı dış ticaret verilerine göre; 2013 yılı Aralık ayında dış ticaret açığı %37,3 artarak 7 milyar 222 milyon dolardan 9 milyar 917 milyon dolara çıkarken, ihracatın ithalatı karşılama oranı 2012 Aralık ayında %63,6 iken, 2013 Aralık ayında %57,1’e düşmüş durumda.(http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=16070)

Rakamlar, cari açıktaki büyümenin devam edeceğini gösteriyor. Cari açık arttıkça, bu borcu döndürmek ve borçla sağlanan ödünç refahı sürdürebilmek için daha çok borçlanmaya ihtiyaç duyuluyor.

ABD’nin para bolluğunu kısması sonrasında olduğu gibi, bu borcu bulmanın zorlaştığı ortamlarda, kıt olan her şey gibi, ihtiyaç duyduğunuz borç paranın da fiyatı yani döviz kurları yükseliyor, paranızın değeri düşüyor. Üretebilmek ve tüketebilmek için ithalata ve borca bağımlı bir ülke olduğunuz için borçlanma maliyetlerindeki artış, üretim maliyetlerinize yansıyor, enflasyon yani hayat pahalılığı artıyor.

Süper faiz artırımı sonrası gelen hiper enflasyon verileri bu genel doğrunun ve krizin vatandaşı doğrudan etkilemeye başladığının acı göstergesi adeta.

TÜİK tarafından, bugün(4 Şubat 2014) açıklanan verilere göre, 2014 yılı Ocak ayında TÜFE, bir önceki aya göre yüzde 1,72, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 7,48 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 7,51 artarken, Üretici Fiyat Endeksindeki (ÜFE) artış, 2014 yılı Ocak ayında bir önceki aya göre yüzde 3,32, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 10,72 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 5,22 olarak gerçekleşmiş.

BORÇLARIN VADESİ KISALIYOR

Normal koşullarda, eğer paranızın değeri düşüyorsa, ihracat ve diğer hizmetler yoluyla yurt dışından sağladığınız dövizin/gelirlerin artmasını, ithalat ve diğer hizmetler nedeniyle yurt dışına ödemek zorunda olduğunuz dövizin/giderlerinizin ise azalmasını yani cari açığınızın azalmasını beklemeniz mümkün.

Bunun olabilmesi için, ülkenizin özel koşullarının, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız genel çerçeveye uygun olması gerekiyor. Eğer durumunuz bu genel çerçeveye uymuyorsa yani paranızın değer kaybına karşın giderlerinizi azaltıp, gelirlerinizi artıramıyorsanız, bırakın büyümeyi, küçülmemek için dahi dış borca bağımlı hale gelmişsiniz demektir. Bu durumda, iflas etmemek için daha çok borçlanmak, borcu borçla döndürmek zorunda kalıyorsunuz, ki bu durumda yeni bulacağınız borçlar için daha yüksek faiz ödemeyi göze almanız gerekiyor. Borçların vadesi kısalıyor.

Piyasacılar, bu gün yaşadığımız kriz açısından durumun tam da böyle olduğunu söylüyor, şahsen de hemfikir olduğumuz bu iddialarını, yine hemfikir olduğumuz iki temel nedene dayandırıyorlar.

Birinci neden, özel kesimin döviz borcunun yüksekliği.Bu durumda, TL’nin değer kaybının, özel kesim karlarında ciddi oranda azalmaya neden olacağını, hatta özel kesimin borçlarını ödeyemez duruma düşme ihtimali olduğunu söylüyorlar.İkinci neden isemevcut sanayimizin,bırakınız ihracat yapmayı, üretebilmek için dahi ithalata bağımlı hale gelmiş olmasının, TL’nin değer kaybının ihracatın artmasına katkısının çok sınırlı kalmasına neden olacağı.

Piyasacıların çözüm önerisi; kısa vadede faiz artırımı yapılarak, borçlanmanın devamının sağlanması, kazanılan süre içerisinde, “ikici kuşak reformların” gerçekleştirilmesi. Reform adı altında, kamu hizmetlerinin tasfiyesi sürecinin tamamlanıp, sosyal devletin bütünüyle ortadan kaldırılması ve bu durumun, dört partinin işbirliği ile kapalı kapılar ardında hazırlanmaya çalışılan mali anayasa ile güvence altına alınması, sürekliliğinin sağlanması.

Bu önerilerin ekonomiyi düze çıkarmayacağını, tam tersi olarak mevcut sorunları daha da artıracağını, düşünüyoruz.

Hükümetin B ve C planları şimdilik tam bir muamma. Faiz artışı işe yaramazsa, ne olduklarını göreceğiz.

Bizim çözüm önerimizin ne olduğunu ise uzun süredir sizlerle paylaşıyoruz. Çözüm, borçlanmayı meşrulaştırmanın aracı haline gelen, “ulusal sınırlar kalktı, yaşasın küresel ekonomi”, “yaşasın serbest piyasa” türünden safsatalar/yalanlarla halkı kandırmayı bir yana bırakıp, yeniden planlı kalkınma politikalarına dönmek şüphesiz ki.

Mevcut sistemin kazananlarının ve kazananların medyadaki, akademideki uzantılarının bunu istemeyeceklerini bilmek için ise ilkokulu bitirmeye dahi gerek yok. Sorun da bu zaten.

Ahmet Müfit

Odatv.com

http://www.odatv.com/n.php?n=ekonomide-yasananlari-anlama-kilavuzu-0402141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

TSK 3 hava üssü 7 filo kapattı

Sözde darbe davaları sadece Deniz Kuvvetleri’ni vurmadı. Hava Kuvvetleri, yani kartalın başını da kopardı.

Balyoz davasında yargılanıp, 16-20 yıl hapis cezasına çarptırılan subayların yüzde 33’ü Hava Kuvvetleri’nden. Tamamı muvazzaf olan subaylar, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın hafızası ve işletim sistemi sayılan birimlerde görevliyken tutuklandı.

İlk darbeyi bu tutuklamalarla yiyen Hava Kuvvetleri’nde kan kaybı sürüyor. Sık sık “Şu kadar F-16, F-4 pilotu istifa etti” haberlerini okuyoruz.

Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın son açıkladığı rakamlara göre, 2013 Ocak-Şubat döneminde 63’ü muharip jet uçağı pilotu olmak üzere 110 pilot subay istifa etti veya emekliliğini istedi.

Bu yılın Ocak ayı itibarıyla da sayının 214’e çıktığı bildiriliyor.

Milli Savunma Bakanı Yılmaz, “Alınan tedbirler neticesinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı mevcut pilot ve uçak sayısı ile ülke güvenliğine yönelik kendisine verilen her türlü görevi yapma yeteneğine sahiptir” dese de gerçek tablo vahim.

3 HAVA ÜSSÜ 7 FİLO

Hava Kuvvetleri Komutanlığı Personel Daire Başkanıyken Balyoz’dan tutuklanan hava pilot Tuğgeneral Mehmet Eldem yattığı Mamak Cezaevi’nde pilot istifalarının anlamına dair çarpıcı bir hesap çıkardı.

Hava Kuvvetleri’nin ana muharip birliği Filo Komutanlıklarının yaklaşık 20 uçak ve 30-40 pilottan oluştuğunu, TSK’da da 17 muharip filo bulunduğunu hatırlatan Eldem, şu tespitleri yaptı:

“Ayrılan pilot sayısı 214 civarında olduğuna göre, teorik olarak 7 muharip filomuz görevini tam olarak yapamaz duruma gelmiş demektir. Bu da 3 hava üssünün fiilen kapanması anlamına gelir.”

BİR PİLOTUN MALİYETİ 15 MİLYON DOLAR

Ağustos’ta kaybın daha da büyüyeceğine dikkat çeken Eldem, “Açığı yetiştirilen pilotlarla telafi edebiliriz” şeklindeki açıklamaların gerçeği yansıtmadığını da şöyle anlattı:

“Hem nicelik, hem de nitelik olarak bu kaybın telafisi mümkün değildir. Sayısal olarak Türk Hava Kuvvetleri’nin pilot yetiştirme imkânı senelik 90-100 pilottur. Bu rakam zaman zaman daha da düşük olabiliyor. Kaliteye gelince; ayrılan pilotlar en az 10 yıllık pilotlardır. 10 yıllık pilot tecrübesi ve bilgisiyle Hava Kuvvetleri muharip gücünün bel kemiğidir. Uçakları kullanan, tetiğe basan, havada savaşan, savaşmayı gelecek nesillere öğreten bu kişilerdir. Bir pilotun maliyetinin 15 milyon dolar olduğu düşünüldüğünde kaybın büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır.”

Bırakın Yunan F-16’larının her gün Ege’de uçaklarımızı taciz etmesinin vakay-ı adiyeden sayılmasını, Suriye’nin bile savaş uçaklarımızı kilitler hale gelmesinin sebebi anlaşılmıyor mu?

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler

Müyesser Yıldız

Odatv.com

http://www.odatv.com/n.php?n=tsk-3-hava-ussu-7-filo-kapatti--0502141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

15_b.png

Ankara'da yeni yılın ilk haftasında kulaktan kulağa Melih Gökçek'in adaylıktan çekileceği fısıldanıyordu. Karum'daki dost sohbetinde çekilme hikayesini dinlediğimde gülüp geçmiştim. İlhan Aküzüm, (O zaman adını vermemiştim) kolumu tutmuş ve söylediklerini ciddiye almamı istemişti:

- Melih çe-ki-le-cek!

İlhan Aküzüm'ü ciddiye alıp Melih Gökçek'i aramıştım:

- Adaylıktan çekileceğiniz konuşuluyor.

Gülüp geçti...


*

Ankara, Gökçek'in çekileceği haberiyle çalkalanırken, ben Mansur Yavaş'ın kapısını çalmıştım. O da, İlhan Aküzüm gibi Melih Gökçek'in adaylıktan çekileceğini söylemişti:

- Sebep?

- Sabret!


*


Vallahi sabır taşı oldum Mansur Bey!

Seçimlere şunun şurasında 12 gün kaldı...

Melih Gökçek hâla aday...

Daha çok bekleyecek miyim?


*


Neyse neyse çok da önemli değil...

Melih Gökçek çekilmiş olsa, erken bir zafer elde edilmiş olacaktı!

Seçimlere daha 12 gün kala, Mansur Bey'in seçimin galibi (!) olduğunu etrafa fısıldıyorlar şimdi:

- Bu iş bitti?

- Melih kaybetti!

- Mansur Ankara'yı aldı!

Herkes bu sonuca nasıl varıyor peki?

Mansur Yavaş'ı galip ilan eden bir veri var mı elde?

Yok!

CHP Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mansur Yavaş, Beşiktaş Belediye Başkan adayı Murat Hazinedar gibi olgunluk gösterip, "Seçim bitmedi, bu yarışın galibi henüz belli değil" diyeceğine, bu yalana can simidi gibi sarılıyor!

Daha bir yalanın mürekkebi kurumadan bir başka yalanı tedavüle soktular.

Ne ayıp!
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Yılmaz Özdil: İstikbilal savaşı

Sınırda eller tetikteydi.

Y%C4%B1lmaz-%C3%96zdil.jpg


Herkes nefesini tutmuştu.
Şifreli mesaj bekleniyordu.
Dışişleri bakanımız, başbakanımızı telefonla aradı ve “Ayşe tatile çıksın” dedi.

*

Başbakanımız kısık sesle cevap verdi, sen boşver şimdi ayşenin mayşenin tatile çıkmasını, benim küçük oğlandan sonra büyük oğlanın tapesi çıktı, benim görüntüler çıkmadan dalalım şuraya dedi.

*

Savunma bakanımız daha soğukkanlıydı, itidal çağrısı yaptı, öyle hemen dalmayalım, dalma noktasına gelip bekleyelim, tape çıkarsa derhal dalalım, tape çıkmazsa seçimi bekleyelim önerisinde bulundu.

*

Hararetli bi tartışma başladı.
- Ufak ufak ısınma hareketleri yapalım bari, uçak muçak düşürelim.
- Fena fikir değil, aynı numarayı Balyoz kumpasında yapmışlardı, savaş çıkarmak için uçak düşürülecek filan denmişti, ahali yemişti, bu defa da yerler.
- İyi de, o zamanlar vay vay vay cami bombalayacaklar demiştik, şimdi ne bombalanacak diyeceğiz?
- Türbe var, aynı işi görür.
- Pek aynı işi görmeyebilir, Zuhurat Baba’yı, Telli Baba’yı bilirler ama, Süleyman Şah’ı kimse tanımaz.
- Yav, illa Süleyman demek zorunda mısın, Osmanlı de geç.
- Mehter çalalım mitinglerde.
- Kayı boyundanız diyelim.
- Cehapeliler Bizanslı diyelim.
- Ecdadımızın suçu yok, Kanuni’ye iftira atıldı, Şehzade Mustafa’yı Pensilvanya boğdurdu diyelim.
- Kaşla göz arasında Aziz Yıldırım’a da bi şey geçirelim mi?
- Anıtkabir bizim mitinglerden kalabalıktı, dokunmayın şimdilik ona.
- Ben çıkıp bi ağlayayım isterseniz…
- Ben de şehitlik makamına dair google’dan bi ayet sallayabilirim.
- Sallama boşuna, twitter’ı kapattık.
- Feys’e koy, feys’e.
- Şu istiklal marşlı bayrak indirme reklamını da iyi akıl ettik yani.
- He valla, tam bizim reklamdaki bayrak inerken, türbeninkini indiriyorlar, tayminge bak.
- Takdiri ilahi.
- Az daha reklamdakinden önce türbedeki bayrağı indireceklerdi, bi çuval incir berbat olacaktı.
- Var mı yeni tape?
- Henüz yok efenim.
- Arayın Necdet bey’i acele etmesin, radarları bize kilitlendi falan desin, benden haber beklesin.

http://www.ulusalbakis.com/yilmaz-ozdil-istikbilal-savasi.html
 
Üst