Eğer Bizde Ermeni Düşmanlığı Olsaydı

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Büyük yalan BÜYÜK İHANET

* Yıllardır ortaya attıkları asılsız iddialarla Türklere kin kustular, kan döktüler.


* Ruslara katılıp Osmanlıyı sırtından hançerleyen Ermeni mebuslar vardı...



Ermenilerin ve işbirlikçilerinin iddialarının gerçek yüzü
YILLARDIR ORTAYA ATTIKLARI ASILSIZ İDDİALARLA TÜRKLERE KİN KUSTULAR KAN DÖKTÜLER. AMA...


Tarih onları yalanlıyor

Ermeniler ve onların iç ve dış işbirlikçileri 1915 yılından başlayarak bizim onlara soykırım uyguladığımızı öne sürmektedirler. ASALA terör örgütü de bu soykırım yalanının öcünü almak savı ile diplomatlarımızı şehit etmişti. Dahası, 1915 öncesinde de Osmanlı Devleti’ndeki Ermeni azınlığın Türkler tarafından ezilip sömürüldüğü savı da ortaya atılmaktadır. Tarihsel gerçekler bu savların bütünüyle tersinedir.

Üç gerçek - üç soru


Bu savların tarihsel verilere ne denli aykırı olduğunu saptayabilmek için, her şeyden önce, şu üç gerçek ortaya konulmalı ve bunlar göz önünde tutularak sorulacak sorulara yanıt aranmalıdır:

1
Osmanlı Devleti, çok etnik guruplu/uluslu ve değişik dinlerden toplulukların oluşturduğu bir devletti.
Eğer Osmanlı yöneticileri öne sürüldüğü gibi gerçekten de Ermeniler’e karşı bir soykırım yapmışlarsa, neden başka etnik guruplardan ve dinlerden olanlara değil de yalnız Ermeniler’e soykırım yapmışlardır?

2
Ermeniler, göreceğimiz gibi, Osmanlı Devleti’nin üst düzey yönetim kadroları içinde yer alıyorlardı. Çok sayıda Ermeni; bakan, elçi, müsteşar, kaymakam, yargıç v.b. vardı. Kaldı ki, ekonomik açıdan da ülke en başta Ermeniler’in elindeydi.
Osmanlı Devleti’nde ilk Ermeni ayaklanması 1862 yılında olduğuna göre; Ermeniler kendi iktidarlarına ve kendilerinin de yönettiği devlete karşı mı ayaklanmışlardır? Öyleyse neden?

3 Soykırım savı, I.Dünya Savaşı yılları içindir.
Durumun böyle olmasına karşın, bu tarihe gelinceye değin yarım yüzyıldır Ermeniler’in terör eylemleri niçin hiç söz konusu edilmemektedir?



Temeldeki yalan


Bu üç soruya verilecek yanıtlar işin gerçeğini ortaya koyacaktır ama önce Ermeni savlarının en temelinde bulunan ve Türkler’in Ermenileri yerlerinden yurtlarından ettiği, Ermeni devletinin topraklarına el koyduğu savlarına değinmek gerekiyor.
* Bir kere, çok daha sonraları Osmanlı Devleti sınırları içinde kalacak olan ve Ermenistan denen coğrafî bölgede bulunan Ermeni beylikleri, Bizans tarafından 1045 yılında ortadan kaldırılmıştır. Bölge, 1071’de Bizans’tan Selçuklular’a geçecek, Osmanlı egemenliği altına ise 1524’ten sonra girecektir. Açıkçası, bu bölgede Ermeni siyasal varlığına son verenler, Türkler değil, Bizanslılar’dır.
* Kilikya’da bulunan Kilikya Ermeni Baronluğu’na gelince; 1342 yılına kadar Ermeni kırallarca yönetilmiş, ancak kıral IV.Leon, erkek varisi bulunmadığından ülkesini Kıbrıs Kıralı II.Henri’nin yeğeni Guy De Lusignan’a bırakmıştır. Böylece bu Ermeni siyasal varlığı da bir Fransız sülâlesine, Latin yönetimine geçmiş oluyordu. Kaldı ki, 1375’de buna da son verenler, Memlûklular olacaktır.
Bu nedenle, eğer bugün Ermeniler bağımsızlıklarını yitirmiş olmalarının sorumlularını arıyorlarsa, doğru adresleri:
1- Bizanslılar’ın devamı olduklarını öne süren Yunanlılar,
2- Fransızlar, olmalıdır.



ASALA’nın katliamları hafızalardan silinmedi



Fatih, Ermenilere büyük hoşgörü göstermişti
Ermenilere özel hukuk


Fatİh Sultan Mehmet, Bizans tarafından ezilip hırlanan, İstanbul’un kapılarından içeri sokulmayan Ermeniler’inden elinden tutmuş, hukuksal ve dinsel açılardan iç örgütlenmelerini sağlamış, kısacası onları “ihya” etmiştir. Ermeni kaynakları, dün de bugün de, bu gerçeği açıkça itiraf etmektedirler. Örneğin, Ermeni gezgin Simeon, “Seyahatnâme” sinde der ki:
İstanbul, Rumlar’ın elinde bulunduğu devirde, Ermeniler’in oraya yerleşmeleri şöyle dursun, bezirgân olarak bile hiçbir Ermeni şehre giremezdi. Fakat Türkler İstanbul’u fethettikten sonra birçok eyaletlerden Ermeniler’i davetle iskân ettikten maada, Rumlar’ın elinden alınan iki muhteşem kiliseyi de onlara verdiler. “ (Yayınlayan: Hrand D. Andreasyan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yyn., İstanbul, 1965, s.84)
Bu kiliseler Samatya’daki Surp Georg ve Balat’taki Surp Hıreşdagabet kiliseleridir.



Tarihi hakikat

Çok daha sonraları Ermeni yazar Yetvart Çark da şöyle diyecektir:
”Sultan Fatih’in (1430-1481) İstanbul’u fethetmesiyle, Ermeniler’in istikbali [geleceği] için yeni bir yıldızın parlamaya başladığını söylersem, tarihî bir hakikati tebarüz ettirmiş [belirtmiş] olacağıma kaniim. Bu itibarla, eğer İstanbul’a Türkler gelmemiş veya gelmeleri gecikmiş olsaydı, o nispette de Ermeniler’in İstanbul’a yerleşmeleri ve bahasus inkişaf etmeleri [özellikle de gelişmeleri] pek şüpheli olur, hatta belki de izleri bulunmazdı.“ (Yetvart Çark: Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler; İstanbul, 1953, s.xıı)
Fatih, bununla da yetinmemiş, 1461’de Bursa’daki Ermeni piskoposu Hovakim’i İstanbul’a getirterek ona ”Ermeni Patriği “ unvanını vermiştir.
Hovakim’in ve onu izleyen patriklerin devlet içindeki ayrıcalıkları ve yetkileri şunlardı:
1-Dinsel konularda tek yetkiliydi.
2-Hukuk alanında kişilik hakları ve bunların korunması, haklara ehil olma, borçlanma ehliyeti gibi konuların düzenlenmesi ve bu alanlardaki uyuşmazlıkların çözülmesi Patrikhane’nin yetkileri arasında bulunuyordu.
3-Evlenme, boşanma, nesep, miras v.b. konularda da aynı yetkilere sahipti.
Böylece Ermeniler, Osmanlı Devleti içinde ayrı bir hukuk düzenine sahip olmuşlar ve bu da onlara kendi ulusal çerçevelerinde örgütlenme olanağı sağlamıştır. Bir başka açıdan bakıldığında, ulusal bilinç ve bütünlüklerini koruyup geliştirebilmişlerdir.
Bu durum bile,tek başına, Ermeniler’in hiç de öyle öne sürüldüğü gibi hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakılmadıklarının su götürmez kanıtıdır.






ERMENİLER:
Osmanlı’nın zenginleri...




Ermenİler’in Fatih II.Mehmet ile başlayan bu gelişme süreçleri, giderek onları hem ekonomik ve hem de siyasal alanda Osmanlı iktidarının en önemli ortağı durumuna getirmiştir. Söz gelimi, Ermeni yazar Eremya Çelebi Kömürciyan’ın verdiği bilgilere göre; XVII.yüzyılda İstanbul’da Samatya’da 1.000’i aşkın Ermeni ” hane “si bulunuyordu ve bunlar güzel ve bakımlı bahçelerle çevriliydi. Yenikapı’dan Kumkapı’ya kadar olan yerler, Ermeni mahalleleri bölgesiydi. (Eremya Çelebi Kömürciyan: İstanbul Tarihi - XVII.Asırda İstanbul; tercüme ve tahşiye eden Hrand Andreasyan, yayına hazırlayan Kevork Pamukciyan; 2.basım, Eren yyn., İstanbul, 1988, s.2-3) Üsküdar’da Ermeni mahalleleri vardı ve Çamlıca’ya kadar olan bağların çoğu Ermeniler’indi. (aynı yerde, s.21)

Mantran diyor ki...




Tarihçi Robert Mantran’ın belirttiğine göre de, Ermeniler kendilerini asıl ticaret alanında göstermişlerdi. Bu alanda en ileri gittikleri dal ise bankerlik, sarraflık ve tefecilikti. Bu yolla büyük servet sahibi olmuş birçok Ermeni uluslararası para piyasalarında ön sıralara geçmişlerdi. (Robert Mantran: İstanbul Dans La Second Moitie du XVII’e Siecle; Paris, 1962, s.52) Öte yandan, Osmanlı Devleti, para basım işlerini Ermeniler’e bırakmıştı. Nasıl oluyorsa Ermeniler bu yoldan da büyük paralar kazanıyorlardı. Yetvark Çark’ın deyişiyle, “Ermeniler hem darphaneye faydalı hizmetlerde bulunur, hem de hatırı sayılır zenginlerden oluverirlerdi.” (a.g.k.,s.48) Bu yazar, kitabının 51.sayfasından başlayarak tanınmış zengin Ermeniler’in adlarını bir bir saymakta ve ayrıca demektedir ki:
“Ermeniler servetleriyle birçok taraftar kazanmış, nüfuzlarını genişletmiş, hatta sadrazamların tayinini dahi temin edebilmek vaziyetine girmişlerdir .... Sadrazam dahi sarrafını esirgemekte menfaati vardı. Zira himayesine karşılık başkalarına olan borcu silinirdi. En zengininin serveti [Ermeni’nin] takriben bir milyon sterling’e baliğ olurdu. Vilayetleri teftişe çıkan valinin müşaviri ve maslahatgüzarı bu sarrafların akrabalarından olurdu. Bütün para muamelâtı bunlar tarafından olur, bu maslahatgüzar vilayetin gelirlerini toplar ve mecmuundan [toplamından] ondalık alır. Bu itibarla paşaya refakat eden yardımcısından ayrılmak, balığın derisinden ayrılamadığı gibi, imkânsızdı.” (s.50)
Ermeni yazar Oscanyan’ın New York’ta 1857’de yayınlanmış olan ” The Sultan and His People “ (Sultan Ve Halkı) adlı kitabında yer alan şu satırlar, durumu daha bir açıklığa kavuşturacaktır:

En nüfuzlu toplum




“Ermeniler Türkiye’de günlük yaşamın temelini oluşturuyordu. Çünkü uzun süredir hizmet etmekten ziyade idare etmeye alışmış olan Türkler, sanayinin bütün dallarını onlara bırakmıştı ..... Ayrıca, onlarla Müslümanlar arasında duygu benzerliği ve çıkar birliği vardı. Çünkü, köken yönünden aynı bölgeden oluşları dolayısı ile huyları ve âdetleri aynı idi. Bu nedenle de kendilerini Türkler’e rahatlıkla uydurmuş, emniyetlerini kazanarak reayanın en nüfuzlusu durumuna gelmişlerdi ve hâlâ da öyledir. Ermeniler’e bir şekilde borçlu olmayan bir tek paşa veya yüksek rütbeli memur bulunmazdı.
En yoksul köylü bile ektiği tohumun bedeli için onlara borçlanırdı. Öyle ki, Osmanlı onlarsız bir tek gün bile yaşayamazdı. Bu öylesine besbelli bir durumdu.” (s.353-354)
Dikkat edilsin: Oscanyan, kitabının yayınlandığı 1857 yılında bile durumun hâlâ öyle olduğunu belirtiyor. Ne var ki, birazdan belirtileceği üzere, Ermeniler’in devlete karşı ilk başkaldırışlarının tarihi, bundan yalnızca beş yıl sonrasında, 1862 yılındadır!...

Ermenilerin altın çağı: TANZİMAT VE SONRASI
Türkler vatan için cephede Ermeniler iş ve güçlerinde!!!



1856 Islahat Fermanı’nın 7.maddesi, Osmanlı Devleti vatandaşı
gayrimüslimlerin “cemaat” işlerinin, “ruhanî ve cismanî aza”dan oluşan
“Meclisler”ce yürütülmesini ve sonuçlandırılmasını öngörecektir... Bu durumun ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilmek için Osmanlı Devleti vatandaşı olan Türkler’e böyle bir hakkın tanınmamış olduğunu bilmek gerekir...


1839’da ilan edilen Tanzimat’la birlikte tüm Osmanlı gayrımüslimleri için olduğu gibi Ermeniler’in de dünkü bölümde belirtilen “fiilî” durumları, “hukukî” alanda da tam bir güvenceye kavuşacaktır. Ayrıca, Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin gözünde “tebaa-i sadıka”, yani sadık uyruklar olduklarından onlara ayrıca haklar ve ayrıcalıklar da tanınacaktır. Öte yandan, 1856 Islahat Fermanı’nın 7.maddesi, Osmanlı Devleti vatandaşı gayrimüslimlerin “cemaat” işlerini, “ruhanî ve cismanî aza” dan oluşan “Meclisler” ce yürütülmesini ve sonuçlandırılmasını öngörecektir.


Büyük ayrıcalık

Bu, Osmanlı Ermenileri için, Osmanlı devlet düzeni içinde ve devlet düzeninin yanı başında ayrı bir örgütlenmeye gidebilmeleri demekti. Bu durumun ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilmek için Osmanlı Devleti vatandaşı olan Türkler’e böyle bir hakkın tanınmamış olduğunu bilmek gerekir. Başka bir deyişle, Türkler’in devlete karşı haklarını koruyacak bir meclisi, bir örgütü bulunmazken, bir Ermeni için durum bütünüyle tersinedir. Bu, aynı zamanda, hak ve özgürlükler açısından, Ermeniler’in Türkler’e göre ayrıcalıklı ve çok daha güvenceli olmaları demekti.
Kaldı ki, Osmanlı gayrimüslimleri askerlik görevinden bağışık bulunuyorlardı. Bu nedenle de dört bir cephede savaşan devlete canları ve kanları ile hizmet edenler yalnız Türkler’di. Bunun ne anlama geldiğini II.Abdülhamit şöyle belirtmiştir:
“Osmanlı Devleti, askerî kuvvetleri Rumeli ve Arabistan’da birkaç yer müstesna olmak üzere Anadolu ahalisinden, daha doğrusu dört beş milyon nüfusun içinden almaktadır. Bu hal pek az daha devam ederse askerî ihtiyaçlarımızı asla karşılayamayan bu nüfus askerlik sikleti [ağırlığı/yükü] altında bütün bütün ezilip hükümetin her hususta dayanağı olan Anadolu kıtasının İslâm unsuru, başka bir sebebe hacet kalmaksızın yalnız bu sebeple mahvolarak harp halinde, devlet asker bulamayacaktır.” Enver Ziya Karal: Osmanlı Tarihi; C.VIII, T.T.K.yyn., 1962, s.494)
1856 Fermanı, askerlik konusunda Ermeniler ve öteki gayrimüslim Osmanlı vatandaşları için bir “yenilik” içeriyordu. Ferman’ın 23.maddesine göre, bunların orduda “suret-i istihdamları” için yeni bir düzenleme yapılacaktı. Sonunda gayrimüslimlerin fiilen askerlik yapmamaları, buna karşılık bir bedel ödemeleri kararlaştırılacaktı. Ancak, bu bedel de onlardan alınamayacaktır. Bu durum karşısında Namık Kemal şöyle demiş bulunuyor:

Namık Kemal diyor ki
“Devlet Hıristiyanların her türlü hukuk-i politiyelerini [siyasal haklarını] temin etti; fazla olarak bir cüzi bedel mukabilinde vatan-ı müşterek uğruna kan dökmekten kendilerini hıfzeylemektedirler [korumaktadırlar / sakınmaktadırlar]. Her ne şikâyetleri olsa inikas-ı mehibi [gürültüyle yankılanması] Avrupa’nın her köşesinden işitiliyor. Mebusan Meclisine numüne olacak meclisleri ve sefaret hükmünü verir patrikhaneleri var. Buna mukabil biz neye malikiz? ..... Vatan yolunda tüfek taşımak istemezler de ordu müşürü [mareşali] olmayı arzu ederler.” (Mithat Cemal Kuntay: Namık Kemal Devrinin İnsanları Ve Olayları Arasında; M.E.B.yyn., İstanbul, 1944, C.I, s.185-186)
Meclis karşıydı...
Mebusan Meclisi’nde 3 Ocak 1978’de Aydın mebusu Yenişehirlizâde Ahmet Efendi ise şöyle diyordu:
“..... madem ki vatandaş diyoruz, bu mülkün [memleketin] selâmeti için onlar da hizmet etsinler. Bu mülkte biz yalnız yaşamayacağız. Onlar da yaşayacak. Onlar da müstefit olacak [yararlanacak]. Şimdi bedelat-ı askeriye [askerlik bedeli] olarak bir seneden beri hiçbir şey alamadık.” (Hakkı Tarık Us: Meclis-i Mebusan İnikadları - Zabıtlar; İstanbul, 1945, C.II, s.66)


2. Abdülhamit’e tahttan indirilişi tebliğ ediliyor



II.Abdülhamit’in tahttan indirildiğini dört kişilik bir heyet kendisine bildirmiştir. Bu heyette yer alan kişiler şunlardı: Arif Hikmet Paşa, Esat Paşa (Arnavut), Emanuel Karasu Efendi (Yahudi) ve Aram Efendi (Ermeni).


DEVLET, ERMENİLER’E EMANET

1876 Anayasası gereğince kurulan Mebusan Meclisi’nin ikinci başkanı Ermeni Ohannes Efendi idi. Mithat Paşa’nın en yakın çalışma arkadaşı olarak kâtibi Kılıçyan Efendi’yi görüyoruz.
II.Abdülhamit döneminde Boğos Bey, Saray muhasibi ve Darphane müdürüdür. Diran Bey, Maksutzâde Simon Bey ve Agop Efendi, Saray’ın satın alma işlerinden sorumludurlar.
Devlet örgütünde kaymakamlık ve malmüdürlüğü gibi görevler çoğunlukla Ermeniler’in elindedir. Derviş Onnikyan Efendi, Yozgat’ın Madenilçesi kaymakamıdır.
Osmanlı Dışişlerinde ise Ermeniler yoğun bir biçim Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı kayıtlarına göre bu Ermeniler şunlardır (adlarının yanındaki yıllar, göreve atandıkları tarihi göstermektedir):

BERLİN: Şarl Davut Efendi (Maslahatgüzar) - 1840, Karabet Artin Davutoğlu Bey (Maslahatgüzar) - 1848

BRÜKSEL: Diran Bey (Maslahatgüzar) - 1857, Mihran Kavafyan Efendi (Elçilik müsteşarı) - 1907,

PARİS: Odiyan Efendi (Özel görev) - 1876

ROMA: Serkis Efendi (Ortaelçi) - 1872 LA HAYE: Hovsep Misakyan Efendi (Elçi) - 1900,

MESİNA: Hırant Düz Bey (Konsolos) - 1900

NİS VE TULON: Mihran Kavafyan Efendi (Genel konsolos) - 1900
OZİÇE: Ohannes Magikyan Efendi (Konsolos yardımcısı) - 1900

Öte yandan, Artin Dadyan Paşa, 1890’da Hariciye Nezareti Müsteşarlığına getirilmiştir.

II.Abdülhamit döneminde Hariciye Nezaretinde görev yapan öteki Ermeniler’den adlarını saptayabildiklerim ise şu kişilerdir: Ohannes Aprahamyan, Harutyan Markaryan, Hovsep Azaryan, Serkis Balyan, Dikran Hünkar Beğendiyan, Levon Bey Yeremyan, Diran Bey Dadyan, Minas Veram, Mıgırdıç Eremyan, Ohannes Nafilyan, Hırant Bey Noradunkyan.
Tarihsel bir ibret olgusu da, Balkan Savaşları sırasında, Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) olan kişinin Gabriyel Noradunkyon Efendi olmasıdır. Bu Ermeni, Lozan’da toplanan Barış Konferansı’na, Türkiye’ye karşı Ermeni toprak v.b. isteklerini bildirmek üzere gelen Ermeni heyetinin başkanı olarak karşımıza çıkacaktır!...


Mebus Pastırmacıyan’ın ihaneti



Bir başka ilginç olay da, Van, Ruslar tarafından işgal edildiğinde onlarla işbirliği yapan Ermeni Gönüllü Çeteleri’nin reisleri Pastırmacıyan ve Papazyan adlı Ermeniler’di. Ne var ki, bu iki Ermeni de Osmanlı Mebusan Meclisi’nin üyeleriydi! Osmanlı Devleti’nin mebusları, bugünkü deyişle milletvekilleriydi!...Bu noktada insan tarih tekerrür mü ediyor diye sormadan edemiyor...


Ermeniler Galatasaray Sultanisi’nde

Engelhardt, gözlemlerine dayanarak kaleme aldığı “Tanzimat” adlı kitabında Galatasaray Sultanisi’nin ilk yıllarında öğrencilerin etnik dağılımının şöyle olduğunu bildirir:
Görüldüğü gibi Ermeni öğrenciler tüm Osmanlı gayrimüslimleri arasında en büyük gurubu oluşturmaktadır.
Bir dönem için bu okulun müdürlüğünü yapmış olan Ali Suavi ise, padişaha sunduğu raporunda, Ermeni öğrencilerin yarısının okul ücretlerinin devletçe karşılandığı belirtmektedir.




Basında Ermeniler

Elİmİzde 1876 yılı itibarı ile İstanbul’da yayınlanan gazeteler için şu bilgiler bulunuyor: Yayınlanan toplan gazete sayısı 47’dir. Bunların 9’u Ermenice, 9’u Rumca, 7’si Fransızca, 3’ü Bulgarca, 2’si İngilizce, 2’si İbranica, 1’i Almanca ve 1’de Arapça yayınlanıyordu. Osmanlıca (Türkçe) yayınlanan gazete sayısı ise yalnız 7 idi. (Ahmet Emin Yalman: The Development of Modern Turkey as Measured by its Pres; New York, 1914, s.41) Açıkça görüleceği üzere İstanbul bakımından Ermeniler basın alanında da Rumlar ile birlikte en ön sırada yer alıyordu. Devletin 20 milyona yaklaşan Türk nüfusuna karşılık Ermeniler’in 2 milyon dolayında nüfusları olduğu
düşünüldüğünde, Osmanlıca 7 gazeteye karşılık Ermenice 9 gazetesinin yayınlanmakta olması, Ermeniler’in devlet içindeki etkin konumlarını göstermesi bakımından ilginç olsa gerektir.
Buna ek olarak, Pars Tuğlacı (Parsen Tuğlacıyan), 1839-1922 yılları arasında Osmanlı Devleti sınırları içinde Ermeniler’in toplam olarak 887 Ermenice ya da Ermeni abecesi ile basılmış Osmanlıca gazete ve dergi yayınladıkları ve bunların nerelerde basılmış oldukları ortaya koymuş bulunmaktadır. (Pars Tuğlacı: 200.Yıldönümünde Türkiye’de Ermeni Basının Dünü Ve Bugünü “; Toplumsal Tarih Dergisi, C.XXII, sayı 132, s.39)

Ermenilerin ilk toplu başkaldırısı 1862’de oldu

Ermeniler, devlet içinde hem bürokratik ve hem de ekonomik açıdan üstün ve ayrıcalıklı durumda olmalarına karşın 1915 yılına gelince değin birçok isyan ve terör eyleminde bulunmuşlardır.
Ermeniler’in ilk toplu başkaldırmaları Maraş’ın Zeytun nahiyesinde 1862’de olmuş, bunu 1865, 1867, 1878 ve 1879 yıllarındaki yine doğu ve güneydoğudaki isyanları izlemiştir.
1892-1893’te ise Kayseri, Merzifon ve Yozgat ayaklanmalarını gerçekleştirmişlerdir.
1896’da İstanbul’da Galata’daki Osmanlı Bankası’nı işgal etmişler ve kimi kişileri rehine almışlardır. Ancak, ilginçtir ki, eylemi yapan Ermeniler araya Batılılar girdiği için
cezalandırılmadan serbest bırakılmışlardır. Bu, tarihte sivil halka karşı yapılan ilk terör eylemi olmak özelliğini taşımaktadır.
Bunun arkasından 1904’te Sason’da isyan çıkarmışlardır.
1905 yılında Yıldız’da II.Abdülhamit’e karşı suikast girişiminde bulunmuşlar, padişah bu girişimden kurtulmuş, ancak çok sayıda kişi yaşamını yitirmiştir.
1909’da Adana’da isyan çıkarmışlardır.
Şunu yineleyerek belirtelim ki, 1862 yılında başlayan bu olaylar sürüp giderken, daha önce de belirtildiği gibi, Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin yöneticileri ve en varlıklı kesimi idiler!...



Kilise en büyük kışkırtıcı

Louise Nalbandian, Los Angeles’te 1963’te yayınlanan “The Armenian Revulutionary Government” (Ermeni İhtilal Hükümeti) adlı kitabında şunları yazmaktadır:
“Bu milliyetçi çabada en büyük rol.... Hem dinsel ve hem de entelektüel bir güç olarak çalışan Ermeni Kilisesi tarafından oynanmıştır.... Siyasal bağımsızlığın yokluğunda Katolikos milletin emellerini temsil etmiş ve diasporadakilerle anavatandaki Ermeniler arasında bir bağ haline gelmiştir.” (s.30-31)





* XIX.yüzyıl tüm Avrupa’da ve oradan etkilenen yerlerde aynı zamanda milliyetçilik çağıdır. Başka bir deyişle bu çağda her etnik gurup kendi ulusal devletini kurmak istemiştir. Ermeniler de aynı isteğe kapılmışlardır. Ancak, çok etnik guruplu bir devlet olan Osmanlı Devleti’nde başkaları da aynı amaçla hareket etmişlerdir. Ne ki, onlarla Ermeniler’le olduğu gibi bir sorun yaşanmamıştır. Bu nedenle, bugüne değin istismar edilen Ermeni sorununun nedenlerini başka yerde aramak gerekir.

* Buna karşılık, Ermeni kilisesinin, isyanlarda ve terör eylemlerinde daha ağırlıklı bir yeri olmuştur.
Örneğin 1949’da Paris’te yayınlanan ve yazarı Pastırmacıyan olan “Ermeni Tarihi” inde, “Ermeni Kilisesi, Ermeni ulusunun Kilise tarafından can verilen ruhunun yeniden dünyaya gelmek için yaşadığı vücuttur.” (s.290)
Louise Nalbandian, Los Angeles’te 1963’te yayınlanan “The Armenian Revulutionary Government” (Ermeni İhtilal Hükümeti) adlı kitabında şunları yazmaktadır:
“Bu milliyetçi çabada en büyük rol.... Hem dinsel ve hem de entelektüel bir güç olarak çalışan Ermeni Kilisesi tarafından oynanmıştır.... Siyasal bağımsızlığın yokluğunda Katolikos milletin emellerini temsil etmiş ve diasporadakilerle anavatandaki Ermeniler arasında bir bağ haline gelmiştir.” (s.30-31)
Dikran Boyacıyan da “A Case for a Forgetten Genocide” (Ermenistan, Unutulan Bir Soykırım Olayı; New Jersey, 1972) kitabında demektedir ki:
“Ne kadar kapsamlı olursa olsun, Ermeni Kilisesi’ni aynı biçimde ele almayan herhangi bir Ermeni Tarihi, Ermeniler’in gerçek yaşamını ortaya koymayı başaramaz. Ermeni Kilisesi ile Ermeni Milleti o derecede iç içedir ki, birisi olmadan ötekisini düşünmek olanaksızdır.” (s.84)
Şurası da unutulmamalıdır: Fatih’in ihya ettiği ve sonraki yıllarda gittikçe gelişen ve güçlenen Ermeni Kilisesi, devlet içinde devlet niteliğini almış bulunuyordu.
Bu nedenle, isyanlar ve terör olayları sırasında Ermeni kiliselerinin isyancılara ve teröristlere lojistik destek sağlamış bulunacaklardır.

* Öte yandan, Çarlık Rusyası’nın Osmanlı Devleti’ne yönelik bilinen emelleri için Ermeni Kilisesi çok uygun bir araçtı. Ruslar’ın ve büyük çoğunlukla da Ermeniler’in Ortodoks olmaları bu uygunluğun temelini oluşturuyordu. Ruslar, Osmanlı Devleti’ni zayıflatmak ve parçalamak için Ermeniler’le işbirliği yapmakta gecikmeyeceklerdi.

* Bunun yanı sıra Avrupalılar’ın dünyaya bakış açılarında din faktörü o gün de bugün de ön planda olmuştur. Kendileri için geçerli saydıkları değer yargıları, Hıristiyan olmayanlar için söz konusu değildir. Bu gerçeğin en belirgin kanıtı, Hıristiyan ülkelerde Yahudiler’e karşı izlenen dışlama, Engizisyon tarafından işkenceyle öldürülmeleri ve uygulanan soykırımlardır. Bu nedenle de, Müslüman-Türk Osmanlı’ya karşı, hep Ermeniler’e arka çıkmışlardır ve çıkıyorlar.

* İngiltere’nin izlediği siyasa da Ermeni sorununu ayrıca körüklemiş bulunmaktadır. İngiltere, her ne kadar Rusya’nın güneye doğru ilerlemesini istemediğinden başlangıçta Ermeniler’e sıcak bakmamış idi ise de, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla sonuçlanacak parçalanma sürecini göz önüne alarak, sonunda bağımsız bir Ermeni devletinin kurulacağı varsayımı ile ve bu yeni devleti kendisine bağlamak amacı ile Ermeni eylemlerini kışkırtmaktan ve yardımcı olmaktan geri kalmamıştır.



Osmanlı vatandaşı Ermeniler Mehmetçiği sırtından kurşunladılar

Birinci Dünya Savaşı çıktığında 1917 yılına değin Rusya; İngiltere, Fransa ve onların müttefikleri ile birlikteydi. 1917 Bolşevik İhtilali patlak verince Rusya bu İtilaf Devletleri’nden ayrıldı. Bu tarihe kadar Çarlık Rusyası Osmanlı Devleti ile savaş durumundaydı ve bu savaşta Ermeniler’den yararlanmak isteyerek onları iyice silahlandırdı. Ermeniler de çeteler kurarak Doğu’da Rusya’ya karşı savaşmakta olan Osmanlı askerini arkadan vurmaya, askerî birliklere pusu kurmaya, karakolları basmaya, Müslüman köylere karşı yürüttükleri terörü daha da arttırmaya başladılar. Bunları yapan Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin vatandaşı idiler. Bu hainlikleri, Kamuran Gürün’ün Genelkurmay arşivinde bularak yayınladığı belgelerde (Ermeni Dosyası; TTK yyn., Ankara, 1983, s.204-207) belirtilen somut birkaç olay, fazla söze gerek kalmadan, yeterince ortaya koyacaktır:
Örneğin, Bitlis valisinin Dahiliye Nezareti’ne yolladığı 21 Şubat 1915 günlü telgraf şöyleydi:
“Haksef nahiyesindeki Ermeniler isyan ettiler. Muş merkez kazasına bağlı Siranun köyünde müfrezemize ateş açılmış, 2 saat çarpışılmıştır. Akan bucağına bağlı Kümes köyünde bucak müdürü ve jandarmalara kaldıkları evde ateş edilmiş, çarpışma sekiz saat sürmüştür.”
27 Şubat 1915 günü ise, Adilcevaz’dan Van’a gitmekte olan Siirt gönüllü askerleri Arın adlı Ermeni köyünde gecelemek istediklerinde üzerlerine ateş açılmış ve sekiz er şehit olmuştur.




Nüfuslarını çok göstermek için Müslümanları katlettiler

1915’te doruğa ulaşan Ermeni terörünün asıl nedenini nüfus alanında aramak gerekir.Osmanlı Devleti’ni oluşturan tüm etnik guruplar ve uluslar -ikisi dışında- belli bölgelerde nüfusça çoğunlukta idiler. Bu nedenle de, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlıklarını elde ettiklerinde, bu nüfusça çoğunlukla oldukları bölgelerde kendi devletlerini kurabildiler. Örneğin; Bulgarlar, Bulgaristan’da; Yunanlılar, Yunanistan’da bunu sağladılar. Araplar da kendi bölgelerinde bir oranda bunu başarabildiler. Ancak, Yahudiler ve Ermeniler, Osmanlı Devleti sınırları içinde hiçbir bölgede, en yoğun yaşadıkları yerlerde bile, nüfusça çoğunlukta değildiler. Yahudiler, koşullar elverişli olmadığı için olsa gerek, Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık elde etme sevdasına kapılmadılar. Buna karşılık, belirtilen nedenlerle ve kışkırtmalarla, Ermeniler bu sevdaya kapıldılar.
Ne ki, Osmanlı Devleti toprakları üzerinde bu devletlerini nerede kuracaklardı? Nüfusça en yoğun oldukları Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bile Müslüman nüfus karşısında azınlıkta
bulunuyorlardı. Onlar için devletlerini kurabilmenin tek bir yolu vardı: Bu bölgede nüfus çoğunluğunu sağlamak! Ermeniler, toplam sayıları bir anda artmayacağına göre, bu nüfus çoğunluğunu nasıl sağlayacaklardı?
Onlara göre bunun yolu, Müslüman nüfusu (Türkler’i ve Kürtler’i) bu bölgelerde katlederek azaltmak, geride kalanları ise buralardan kaçmaya zorlamaktı. O zaman, geride kalan Ermeniler, bu bölgelerde kendiliğinden çoğunlukta olacaklardı!
Bu nedenle de Müslüman halkı yok etmek ve sağ kalanları göçe zorlamak için teröre başvurmaktan çekinmediler. Müslümanların yaşadıkları köyler silahlı Ermeciler tarafından basıldı ve kadın-çocuk, yaşlı-genç demeden katliamlar birbirini izledi. Doğal olarak, yakınları öldürülen Müslümanlar da bu katliamlara karşılık vermekte gecikmeyeceklerdi.




Van’da 4 Mart 1915 tarihli Ermeni mezalimi

Van Vilayeti Mahmudi Kaymakamı’nın 4 Mart 1915’de Dahiliye Nezareti’ne çektiği telgrafta şu bilgiler yer almaktadır:
“....yapılan zulüm ve katliamın bilançosu şöyledir:
Merkehu köyünde öldürülen: 41 Erkek 14 Kadın
Merkehu köyünde ırzına geçildikten sonra öldürülen: 4 Kadın
İştucu köyünde öldürülen: 7 Erkek 4 Kadın
İştucu köyünde ırzına geçilenlerden hayatta olanlar: 5 Kadın
Yaralı: 3 Erkek 2 Kadın”
10.Kolordu Komutanlığı, 27 Mart 1915’te 3.Ordu Komutanlığı’na gönderdiği raporda Suşehri Pürek Köyü Ermenileri’nin köy yakınından geçmekte olan ve askere alınmış olan silahsız erlere ateş açtıkları bildirilmektedir.
Bu gibi olaylar ve bunları tarihe kaydeden belgeler sayılamayacak kadar çoktur. Burada şu nokta üzerinde önemle durulmalıdır: Bunlar propaganda yazıları veya broşürleri değildir, olup bitenleri üst makamlara bildiren ve çoğu gizlilik kaydı taşıyan belgelerdir.



Ermeniler ve dostları Batı da çok iyi biliyor ki

Barbarlığın şampiyonu AMERİKA’dır

Batılılar, düşmanla işbirliği yapmak şöyle dursun masum insanlara bile insanlık dışı davranışlarda bulunmaktan hiç kaçınmamışlardır. Acaba kaç kişi ABD’nin Nazi zulmünden kaçarak İngiliz egemenliğindeki Hayfa limanına sığınan Yahudileri makinelİ tüfeklerle biçtiklerini, sağ kalanlarını Afrika’da toplama kamplarına gönderdiklerini bilir? Tehcir olayından yıllarca sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında, ABD, hiçbir terör olayına ya da isyana kalkışmamış, Japon kökenli vatandaşlarını toplama kamplarında yıllarca özgürlüklerinden yoksun bırakmıştır.



Ermeniler ve onların eski dostları Batılılar, bu olaylar sanki hiç olmamış gibi, ısrarla Ermeniler’in tehcirlerini (göç ettirilmeleri) soykırım olarak soykırım olarak adlandırmaya kalkışarak ısıtıp ısıtıp gündeme getirmekte ve bu arada da 50’ye yakın diplomatımızın ve kamu görevlimizin Ermeni terör örgütü ASALA tarafından şehit edilmiş olmalarını hiç akıllarına getirmemektedirler.
Oysa, işin gerçeği bambaşka olduğu gibi, Amerikalı ve Avrupalılar’ın da ikiyüzlülükleri de bu arada kesin olarak gözler önüne serilmektedir.

Dün ve bugün


Önce şu gerçeği açıkça saptamak gerekir:
Herhangi bir devlette, bu devlet bir başka devletle savaş durumunda iken vatandaşlarından düşmanla işbirliği yapanlar en ağır biçimde cezalandırılırlar. Bu, dün de böyleydi, bugün de böyledir. Ne ki, Batılılar, düşmanla işbirliği yapmak şöyle dursun masum insanlara bile insanlık dışı davranışlarda bulunmaktan hiç kaçınmamışlardır. Söz gelimi, acaba kaç kişi ABD’nin, Nazi zulmünden kaçarak İngiliz egemenliğindeki Hayfa limanına sığınan Yahudileri makinalı tüfeklerle biçtiklerini, sağ kalanlarını Afrika’da toplama kamplarına gönderdiklerini bilir?
Ama, bu tür barbarlıkların şampiyonluğu Amerikalılar’ın elindedir. Tehcir olayından yıllarca sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında, ABD, hiçbir terör olayına ya da isyana kalkışmamış, sadık vatandaşlar olarak işlerinde güçlerinde olan Japon kökenli vatandaşlarını toplama kamplarında yıllarca özgürlüklerinden yoksun bırakmıştır.

Japonlara zulüm



Başkan Roosevelt, 19 Şubat 1942’de, Amerikan silahlı kuvvetlerinin ulusal güvenliği sağlamak amacı ile ülkede gerekli görülen yerleri askerî bölge olarak ilan edebileceğini, bu bölgelerdeki halkın özgürlüklerini kısıtlayıcı da olsa uygun göreceği önlemleri alabileceğini bildirmiştir. Ertesi gün General J.L.Dewitt, Batı Savunma Komutanlığı’na atanmış, çeşitli yerleri askerî bölge ilan etmiş ve il aşamada Japon kökenli bazı Amerikan vatandaşlarını bu bölgeler dışına sürgün etmiştir. Ama bununla da yetinilmemiş, 19 Mayıs 1942 günlü bir emirle Japon asıllı tüm Amerikan vatandaşları toplama kamplarına konulmuştur. 27 Haziran 1942’deki bir başka emirle, daha önce başka yerlere sürülmüş olanlar da bu kamplara kapatılmışlardır.
Amerikan Yüksek Mahkemesi’ni bu insanların başvuruları üzerine verdikleri kararlarda, hiç düşmanca ve hatta hiç kuşku uyandıracak bir davranışta bulunmamış olsalar bile, bu Amerikan vatandaşlarının evlerinden, işlerinden, okullarından, özgürlüklerinden yoksun bırakılarak toplama kamplarına konulmalarını ne insan haklarına, ne insanlığa aykırı olmadığını hükme bağlamıştır. Örneğin, Yüksek Mahkeme’nin 21 Haziran 1943 günlü kararında, bu uygulama yerinde görülerek, aynen şöyle denilmekteydi:

ABD adaleti!


“Vatandaşlar arasında salt soyu bakımından yapılacak ayırımlar, kurumları eşitlik ilkesi üzerine kurulmuş olan özgür bir toplum için kendiliğinden nefret edilecek bir durumdur.... Fakat, savaş ve olası bir istila durumunda casusluk ve sabotaj tehlikesi karşısında tehdit altındaki bölgelerde askerî otoritelerin ahalinin sadakati ile ilgili her türlü olasılığı göz önünde bulundurmaları gerekir.” (Documents on Fundamental Human Rights (Temel İnsan Hakları İle İlgili Belgeler); New York, 1963, C.II, s.280)




Talat Paşa ve Tehcir

Bu bölümde sözü Ermeniler tarafından Berlin’de şehit edilen ve tehcir olayının baş sorumlusu olduğu söylenen Talat Paşa’ya bırakarak, “Neden tehcir?” sorusunun yanıtını ondan dinleyelim. Talat Paşa, 1 Kasım 1918’de yapılan son İttihat-Terakki Kongresi’ndeki açıklaması şöyledir:
“Vukua gelen hadisatın [olayların] mesuliyeti her şeyden evvel onlara sebep olan gayrı kabil-i tahammül hareketleri ika eden [dayanılmaz davranışlarda bulunan] unsurlara aittir. Şüphesiz bundan bütün Ermeniler mesul değildir. Fakat devletin hayat ve mematı kararını verecek olan Büyük Harp esnasında ordularının serbesti-i hareketini [hareket serbestliğini] ihlal eden, arkada isyanlar çıkararak memleketin selâmetini, ordunun emniyetini tehlikeye düşüren hareketlere müsamaha edilmemek tabiî zarurî idi.


Tehcir, zaruretti


Erzurum havalisinde ordularımızın hareketini işkal eden [güçleştiren] Ermeni çeteleri bütün Ermeni köylerinde muavenat [yardım] ve himaye buluyorlardı. Başları sıkıştığı zaman gönderdikleri bir haber üzerine köylüler kiliselerde mahfuz [saklı] silahları yakalayarak imdatlarına koşuyorlardı. Ordunun arkasında böyle mütemadiyen vukuu bulan işaret [bildirimler] nihayet bu mesele hakkında kati bir tedbir ittihazı [önlem alma] mecburiyetini tevlit eyledi [doğurdu]. İşte tehcir meseleleri her şeyden evvel böyle bir zaruret-i harbiye [savaş zorunluluğu] neticesinde ittihaz edilmiş [alınmış] tedabirden [önlemlerden] tevellüt etmiştir [doğmuştur].” (Vakit Gazetesi, 12 Temmuz 1921)
Bu önlemler şöyleydi:
Osmanlı Hükümeti, 27 Mayıs 1915’de bir Kanun-u Muvakkat [Geçici Kanun]çıkarmıştır. Buna göre; askerî yetkililer, ulusal savunmaya karşı gelenleri, genel asayişi bozanları, askere silahlı saldırıda bulunanları askerî güç kullanarak etkisiz duruma getirmekle görevlendirilmişlerdir. Ayrıca, ordu, kolordu ve fırka komutanları, askerî gerekler gereği veya casusluk ve hıyanetlerini sezinledikleri yerler halkını tek tek ya da toplu olarak başka yerlere gönderebileceklerdi.
30 Mayıs 1915’de de Bakanlar Kurulu Kararı ile, Ermeniler’in bu yolla başka yerlere gönderilenlerin mallarının açık arttırma ile satılıp parasının kendilerine verilmesi ya da o malın satın alınıp bedelinin onlara ödenmesi öngörülmüştür.
İşte, Ermeniler’in ve yandaşlarının savlarına göre, bu kararlar ve buna dayanılarak o dönemde Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Suriye’ye bu göç ettirme sırasında soykırım yapılmıştır.
Gerçi, dönemin, bölgenin ve sürüp giden savaşın koşulları nedeniyle göç sırasında birtakın istenmeyen olayların olması kaçınılmazdı. Ancak, bu gibi durumları öngören Osmanlı Hükümeti, göç ettirme kararının hemen arkasından bir Tatbikat Kararnamesi çıkarmıştır. Her nedense bu Kararname’den ve uygulanmasından pek söz edilmemektedir. Oysa, son derece önemlidir. Çünkü, Kararname’nin 21.maddesinde göç edenlerin gerek kamplarda, gerek yolculuk sırasında bir saldırıya uğramaları durumunda saldırganların derhal tutuklanarak Divan-ı Harbe verilecekleri öngörülüyordu. Dahası, 22.maddesinde ise, göç ettirilenlerden rüşvet ve hediye alan veya vaad ve tahdit ile kadınları iğfal eden, yahut onlarla gayrımeşru ilişki kuran görevlilerin hemen görevden alınıp Divan-ı Harb’e verilecekleri ve en ağır biçimde cezalandırılacakları bildiriliyordu. Kaldı ki, göç kafilelerine asker eşlik edecekti.

Van’daki müze



Bu Kararname’nin kağıt üzerinde kaldığı, uygulanmadığı sanılmamalıdır. Kamuran Gürün, arşiv incelemesi sonucunda hangi asker kişilerin nerede bu nedenle Divan-ı Harb’e verildiğini, kaç kişinin ölüm cezası ya da hapis ile cezalandırdığını çıkarmış bulunmaktadır. (Bu bilgiler için Gürün’ün adı geçen kitabında s.221-222’e bakınız).
Bir Yahudi kadına kötü davrandı diye bir Nazi subayının ölüm cezasına çarptırıldığını hiç düşünebilir misiniz?
Ama bugün Van’daki müzeyi gezecek olursanız, Ermeniler tarafından öldürülen ve atıldıkları toplu mezarlardan çıkarılan Türk çocuklarının, kadınlarının, gençlerinin, yaşlılarının parçalanmış ya da bedenlerinden koparılmış kafataslarını, kurulmuş kemiklerini görürsünüz!...




SON SÖZ
Eğer bizde Ermeni düşmanlığı olsaydı

Bizleri soykırımcılıkla kalkanlar önce şu sorunun yanıtını vermelidirler: Osmanlı Devleti, Ermeniler’e “tebaa-i sadıka” der ve onları devletin kilit yerlerinde görevlendirir, ülkenin en varlıklıları yaparken devleti yönetenler birden cinnet getirmediklerine göre, tehcire (onların savlarına göre soykırıma) neden başvurulmuştur? Balkanlardaki uluslar kanlı isyanlarla bağımsızlık elde etmeye çalıştıklarında neden oralarda tehcir uygulanmamıştır?
ASALA terör örgütü diplomatlarımızı şehit ederken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan tek bir Ermeni’ye bile kötü gözle bakılmamış olması, Türk ulusunun bırakın soykırımcı olmasını, intikam duyguları bile beslemeyen bir ulus olduğunu dünyaya kanıtlamış olmalıdır.
Kaldı ki, biz öyle bir ulusuz ki, Ermeni isyanlarına ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki ihanetlerine karşın, bu olaylara karışmayan başka yerlerdeki Ermeniler’e hiç dokunulmadığı gibi, bizimle birlikte Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda omuz omuza çarpışanların ailelerine de İstiklal Madalyası vermişizdir. İstiklal Madalyası’na hak kazanan bazı Ermeniler şunlardır:
Kiyork Gülsöken (Ankara Merkez Nakliye Katar Karargâhında er), Karabet Ayvat (Ankara’da 21.Amele Taburu 3.Bölükte istihkam eri), Karabet Kargıcı (Beyşehirli), Artin Gülükyan (Kuva-yı Milliye’den, daha sonra Diyarbakır’da er), Dr.Ohannes Kasparyan (Hekim yüzbaşı), Agop Özel (Zir’li), Hırant Kiremitçi (Balkan Savaşı’nda, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştıktan sonra Ankara’da inzibat eri), Agop Ayık (Önce Kırşehir, sonra Eskişehir’de er), Vahan Keleşoğlu (Batı Cephesi’nde er). (Ahmet Baydar: İstiklal Madalyalı Ermeniler; Milliyet, 27 Ekim-2 Kasım 1985).
Ayrıca, Atatürk’ün kendisine “Türker” soyadını verdiği Berç Keresticiyan, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda yararlıkları görülmüş ve Cumhuriyet döneminde milletvekilliği yapmıştır.
Pendikyan Terziyan ve Hogasyon da M.M.Teşkilâtı elemanlarındandır.
Soykırımcı olmak bir yana, bir etnik guruba düşmanlık beslemek bile bu mudur?
“Türk” olmakla ne kadar övünsek azdır.

BİTTİ
 
Üst