En İyisini Onlar Bilir! ! !

kafkaslar

Dost Üyeler
Katılım
14 Kas 2010
Mesajlar
10
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
'' NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE ''
Web sitesi
www.antoloji.com
En İyisini Onlar Bilir! ! !

Toplum olarak her geçen gün biraz daha geri bırakılarak cahilleştiriliyoruz ve bu cahilleşme içinde de doğal olarak yozlaşıyoruz. Toplum üzerinde egemenlik kuran güçler demokratik söylemler içinde demokrasi dışı davranışlarla yönetim gücünü tüm toplum üzerinde kullanmakta ve bunda da başarılı olmaktadırlar.
Demokratik yönetim anlayışı içinde olduğunu savunan birçok siyasi ve siyasi lider, yönetim gücünü hanedanlık misali kullanmaktan çekinmediği gibi, bazıları daha da ileriye giderek yönetimi kendi soyundan gelenlere bırakmayı amaçlamaktadır. Bununla ilgili örnekleri bazı siyasi partilerde açıkça görmemiz mümkündür…

Demokratik sistem içinde toplumun söz söyleme hakkı olmadığı gibi, yönetimle ilgili eleştiri yapma, herhangi bir talepte bulunma hakkı da yoktur. Hal böyle olunca da demokrasi sözde demokrasi olmaktan öteye gitmemektedir

Toplum yöneten ve yönetilen diye iki kesime ayrılmıştır. Yöneten kesim her şeye sahiptir, toplumun çok üstündedir, halktan kopuktur, tek söz hakkına sahiptir, elinde ki yönetim gücünü istediği şekilde sonuna kadar kullanır, önünde hiçbir engel yoktur, engel olsa da o engelleri tanımayarak yok etme gücüne sahiptir ve yönetim gücünü genellikle halkın iyileşmesi, güçlenmesi, refahı için kullanmaz. Varsa yoksa bu gücü kendi ve kendi soyundan gelenlerin daha da güçlü konuma gelmesi, bu gücü koruyabilmek için de önem ve derece sıralamasına göre; akrabalarının, yandaşlarının, sempatizanlarının, oy alabileceği kesimlerin, zamanlamayı da çok iyi kullanarak isteklerini yerine getirmelerinden ibarettir.

Seçim dönemi yaklaştığında oy oranlarını artırabilmek için kesenin ağzını açarlar, müjdeli haberlerle kimine elma şekeri, kimine pamuk şekeri, kimine de birkaç paket nevale, birkaç torba kömür dağıtılır...

Karşıtlarına, eleştirenlere, sorup sorgulayan birey ve topluma karşıdırlar, böyle birey ve toplumu istemedikleri gibi sevmezler de, öyle ki sorgulayan ve eleştiren birey ve toplum bunların baş düşmanıdır ve düşman olarak gördükleri bu kesime karşı en sert müeyyideleri uygulamaktan çekinmezler. Yönetimde kalabilmeleri için her yola başvururlar.

Hak, adalet, hukuk, demokrasi, insan hakları, millet, devlet, cumhuriyet, onlar için basit bir kelimeden ibarettir. Bu kelimeleri sadece insanları kendi saflarında tutmak ve karşıtlarını da yok etmek için kullanırlar.

Yönetilen kesim ancak yönetenlerin izin verdiği ve çizdiği çerçeve dâhilin de yaşamaya, hareket etmeye mecburdurlar, daha doğrusu mahkûmdurlar. Yönetenlerin izin verdiği sınırları aşanların ise bir şekilde hakkından gelinir. Buna bir nevi faşizan yönetimi de diyebiliriz.

Yönetenler sendikal örgütlenmelere, grevli hak arayışlarına, toplu sendikal sözleşmelere kesinlikle karşıdırlar. Bu yönde gelen eleştiri ve baskıları kırmak için kendi yandaş sendikalarını oluştururlar. Örgütlü ve bilinçli halk topluluğuna karşıda kendilerine körü körüne bağlanmış yandaş kitlelerini kullanırlar…

Eğitimli ve bilinçli bireyler ve bu bireylerin oluşturacağı toplum yönetenler için en büyük tehlikedir. Onlar için en iyi ve güzel birey bilinçsiz, eğitimsiz, cahil bireyler ve böyle bireylerin oluşturduğu toplumdur ki, böyle birey ve toplum tipi sorgulamadan, eleştiriden uzak olduğundan dolayı bu toplumları yönetmek, daha doğrusu koyun sürüsü gibi gütmek onlar için en kolayıdır. Tabi bu düşüncelerini de zaman zaman birbirlerini eleştirirken; bunlar üç beş koyunu bile güdemezler, çünkü bunlar hayatlarında çobanlık bile yapmamışlardır, gibi sözlerle dile getirmektedirler.

Kısacası yönetenlere göre yönetilen kesim cahildir, cahil olmalı ve cahil olarak da kalmalıdır. Bu sebeple yönetilen kesim sadece ve sadece yönetenlerin verdiği veya aldığı kararlara uymak zorundadırlar ve bu kararlara uymaları içinde zorlanırlar.
Bireylere ve topluma gerçekleri söyleyen, yazan aydınlar baş düşmanlarıdır ve seslerini keserek susturmak, etkisiz hale getirmek öncelikli işlerindendir.
Bunlara göre en ideal aydın tipi; kendilerini öven, kendi istekleri doğrultusunda yazılar yazan, gerçekleri çarpıtmasını iyi beceren, bireyleri ve toplumu uyutan, kendi istedikleri çizgiye çekmesini bilen, sözde aydın tipidir ki, bu yalaka, yağcı, kalemi satılık, endekdöndek aydın tipine her zaman, her yerde ve her ortamda rastlarız. Bugün bunların yanındadırlar, yarın ötekilerin. Bukalemun misali bulundukları ortama anında gayet güzel uyum sağlarlar.

Bireyleri, bireylerin oluşturduğu toplumu bu hale getirmenin en etkin yolunun başında din gelir. Siyasiler ve yönetime sahip olanlar dini en etkili şekilde, iyi bir silah olarak kullanarak toplumu kaderci bir yapıya mahkûm eder. Hurafelere inandırarak insanların beyinlerini yıkarlar, yine burada en büyük rol gerçek dini bilgiden uzak hocalara ve taraflarında ki sözde aydınlarla, yandaş basına ve cemaatlere verilmiştir…
****

Mustafa Kemal Atatürk, yaptığı inkılâplar sonucu Türkiye Cumhuriyetinin kalkınma hamlesini hızlandırmış, bu kalkınma hamlesinde de batılılaşmayı, yani batı medeniyetinin aydınlanma ve bilinçlenme dönemi sonunda ki bilimi hedef göstererek genç Türkiye Cumhuriyetinin ilerleme ve büyüme hamlesini kendi döneminde hız kazandırarak bu hedef doğrultusunda medeniyet ve aydınlanma yolunda ilerlememizi sağlamıştır.1923–1938 arası yapılan onca fabrikalar, açılan demiryolları, eğitime yapılan önemli yatırımlar, ekonomik alanda ki gelişmeler ve ekonomik bağımsızlığın kazanılması Atatürk ilke ve inkılâplarının çizdiği ilerleme ve aydınlama şuuru içinde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde ağırlıklı olarak özellikle eğitime büyük önem verilmiş, eğitimli ve bilinçli bireylerin oluşturduğu toplum yapısı hedeflenmiş ve bunda da başarılı olunmuştur. Yine ekonomik yatırımlar sonucu ülkemiz tam bağımsızlık ilkesini kazanmıştır.

Ama ne yazık ki, 1938 sonrası, özellikle de İkinci Dünya Savaşı Döneminde bu yatırımlar büyük ölçüde sekteye uğramıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası birçok ülke değişen dünya düzenine ayak uydurma zorunda kalmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası değişen dünya düzeninde birçok ülke demokratikleşme yolunda daha güçlü ve emin adımlarla ilerlerken, 1945 yılında çok partili sisteme geçen genç Türkiye Cumhuriyetinde ise demokratikleşme adı altında geldiğimiz nokta bugün içinde bulunduğumuz durumdur. 1945 sonrası çok partili dönemle birlikte başlayan demokrasi söylemleri altında cehalet bilimin ve aydınlamanın önüne geçirilmiştir. Bir kısım bölgelerimizde töreler hukukun önüne geçmiştir, toprak reformu rafa kaldırılmıştır, ağalık, şeyhlik devri yeniden geri getirilmiştir, cemaat evleri yaygınlaşmıştır, ülkemiz de hastane, okul, kütüphane sayısından kat kat fazla camiler yapılmış, kuran kursları açılmıştır,1949 yılın da İmam Hatip ve İlahiyat fakültelerinin açılma kararı alınmıştır. İmam Hatip okulları ülkenin her tarafında aşırı şekilde yaygınlaştırılmıştır. Bazı partiler İmam hatiplerin kendi partilerinin arka bahçesi olduğunu açıkça dile getirmişlerdir.
*****
Batılılardan önce birçok haklarını kazanan kadınlarımız ise maalesef 1938 sonrası süreçte geri planda bırakılmış ve kazanılmış birçok haklarını 1938 sonrası ya tam kullanamamışlar ya da kullanamaz hale getirilmişlerdir. Demokrasi söylemleri altında Cumhuriyet ve Cumhuriyetin birçok kazanımlarından vazgeçilmiştir.
****
Toplum uyuyor, çünkü gelinen süreç içinde çeşitli safsatalarla uyutuldu. Toplum sessiz, çünkü konuşma ve eleştirme hakkı elinden alındı. Toplum ürkek ve korkak, çünkü asılsız suçlarla birçok insanın gözaltına alınması hatta bazılarının suçunun ne olduğunu bile bilmeden aylarca hatta yıllarca hapishanelerde tutulmaları sonucu artık her şeyden ürken ve korkan bir toplum yapısı ortaya çıktı.

İnsanlar telefonlarıyla rahat konuşamıyor, internette akraba, dost, tanıdık ve arkadaşlarıyla rahatça görüşemiyor, hatta evlerinde, işyerlerinde, sokaklarda, kahve, internetkafe, çay ocağı gibi yerlerde üç beş tanıdık bir araya geldiğinde bile karşılıklı rahatça konuşarak sohbet edemiyor, çünkü insanlar gelişigüzel dinleniyor, insanların en mahrem odalarına varana kadar gizli kamera çekimleri yapılıyor, bu dinleme ve kamera çekimleri gelişen teknoloji ile istenildiği şekilde montaj ile yeniden şekillendirilip, biçimlendiriliyor ve insanları karalamakta, insanlara yöneltilen asılsız suçlara delil olarak kullanılabiliyor. Dikkat edersek birkaç yıl öncesinde ki basit bir ses kaydı veya kamera çekimi günümüzde teknoloji ile de biçimlendirilerek olmadık şekilde gündeme geliyor. Bunları yapanlar kim, amaçları ne; bu gibi sorular üzerinde doğal olarak fazla düşünmeye gerek yoktur. Kim oldukları da, amaçları da, kime ve neye hizmet ettikleri hepsi açıktır. Aklıselim düşünen biri için cevapları çok basit sorulardır…
****
Yine yıllar içinde ki süreçte uygulanan politikalar ile gelinen nokta da günümüze baktığımız zaman sosyal devlet ilkesinden tam olarak uzaklaştığımız açıkça görülmektedir.
Devletin tanımı; ülkeyi ve ulusu kapsayan toplumsal hukuk kurumudur, devlet sosyal bir müessesedir, devlet insanı ve ulusu için vardır. Fakat günümüzde bu olgulardan uzaklaşmış daha doğrusu bilinçli olarak uzaklaştırılmış bir devlet yapısıyla karşılaşmaktayız.
Günümüzde ekonomi kurallarını uygulama adına insanlarını işsiz, aç, sefil bırakmış bir devlet yapısı önümüze çıkmaktadır. İnsanların emeği, alın teri, hak ve hukuk hiç sayılmaktadır. Daha doğrusu sosyal devlet ilkesi anlayışı yerine uygulamaya konulan sadaka ekonomisi ile karşı karşıyayız. Bu yöntemle işsiz, güçsüz, muhtaç insanları sürekli kendilerine bağımlı hale getirmektir. İnsanlara balık tutmayı öğretme yerine balık dağıtma ön plana çıkarılmaktadır.

Günümüzde Sosyal adaletten uzak, demokrasi anlayışına tam tersi uygulamalar ile siyasetin tamamıyla kirlendiği, ekonomik üretkenlikten uzaklaşan, rekabetçi sistemden kopan baskıcı sistem anlayışı hâkimdir.
****
Yıllık enflasyon rakamları temel alınarak ücret artışları yapıldığından dolayı gelişen ve iyileşen ekonomi içinde ki büyüme payından çalışanlara, ücretlilere, emeklilere pay verilmiyor. Bunun sonucunda da çalışan ücretli kesimle, emekliler enflasyon oranında ki ücret artışına mahkûm edildiğinden, ekonomide ki büyüme oranından pay alamamakta, refah payı artmadığından dolayı da geçinmekte zorlanmaktadır. Devletin uyguladığı bu politikayı özel şirketlerde benimseyerek uygulamaktadır. Ücretlilerin maaşı sadece yıllık enflasyon oranında artarken şirketlerin kar oranları bu haksız uygulama sonucu kat kat artmaktadır. Yine emeklilere baktığımızda insanın içini acıtacak bir manzara ile karşılaşmaktayız. Asgari ücretli kesimde aynı şekilde acınacak durumdadır.
****
Yönetim gücünü elinde bulunduran geçmişte ki ve bugün ki siyasi iradelerin neredeyse hepsi ne yazık ki devletin asli görevlerine zıt anlayış içinde yönetim anlayışı sergilemişlerdir. Bu zıt yönetim anlayışı bazı dönemlerde daha etkili olmuştur, fakat bugün içinde bulunduğumuz dönemde daha fazla etkin şekilde kendini hissettirmiştir. İşsizliğin had safhaya ulaşması ve işsizlikle ilgili somut hiçbir önlemin alınmayışı, eğitimin içinden iyice çıkılmaz hale getirilmesi, KPSS sınavlarında kopya skandallarının yaşanması ve bu kopya skandallarına sessiz kalınması…

Ne kadar ilginç değil mi? İktidar olmadan önce YÖK’ten şikâyetçi olanlar ve iktidara geldiğimizde ilk işimiz YÖK ü kaldıracağız diyen zihniyet, atamalar sonucu bugün YÖK ü ele geçirmiş ve YÖK’ün en büyük savunucusu olmuşlardır.
Hak ve hukuk söylemlerini bir türlü dillerinden düşürmeyenlerin, haksız ve adaletsiz davranışlarının alabildiğine her alanda görülmesi, rüşvet, hortumlama, ihalelerde kendi yandaşlarını koruma ve kayırma, kamu kurum ve kuruluşlarının her kademesinde bugüne kadar görülmemiş şekilde kadrolaşmaları, hemen hemen ülkenin en değerli kurumlarıyla sürekli çatışma içinde olunması ve bu kurumları ele geçirmeye çalışması, demokrasi söylemleri altında açılımlarla üniter devlet yapısını zedeleyici hareketlerde bulunulması, ulus devlet yapısını bozmayı hedefleyen alt kimlik, üst kimlik söylemleri, ülkenin en değerli ekonomik kuruluşlarının gelişi güzel özelleştirilmesi, stratejik öneme sahip devletin temel ekonomik kuruluşlarının yabancılara satılması, sözde müttefik dost dediğimiz Amerika’nın istekleri doğrultusunda teslimiyetçi politikaların uygulanması, 50 yıldan fazladır kapısında bekleyerek giremediğimiz AB’ye girmek uğruna AB ülkelerinin hemen hemen tüm isteklerine sorgusuz sualsiz evet demeleri, AB dayatmalarını, uyum yasaları altında ülkemize ve halkımıza lanse etmeleri...

Türk Halkı olarak büyük çoğunluğumuz ülke meselelerinden uzaktayız, ülkemizle ilgili birçok önemli kararlardan yıllarca haberimiz dahi olmamaktadır. Dış politika kararlarımız ise çoğu zaman bilinçsiz şekilde alelacele kararlarla veya dost müttefik ABD ve AB’nin öngördüğü çerçeveler dâhilinde alınmıştır.

Örnekleri mi; ?
Avrupa Birliği (AB.) 1958 yılında Roma anlaşmasıyla kurulmuş Avrupa Ekonomik Topluluğudur (AET) . Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler 1959 yılının Eylül ayında yapılan görüşmelerle resmen başlamıştır. 1963 yılında Türkiye ile Avrupa Birliği (AET) arasında bir ortaklık anlaşması “Ankara Anlaşması” 12 Eylül 1963 de imzalanmış,1 Aralık 1964 de yürürlüğe girmiştir. Türkiye’nin bu seçimi yapmasındaki en önemli etkenlerden bir tanesi Yunanistan’ın 1959 yılının Temmuz ayında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılım için müracaat etmesidir. Bakın o dönemde ki Dışişleri Bakanımız, Türkiye’nin AB’ye (AET) müracaat girişimini ‘’Yunanistan kendisini boş bir havuza atsa bile onu yalnız bırakmaya gelmez, tereddüt etmeden siz de atlayacaksınız.’’ Şeklinde değerlendirmiştir. Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi AB’ye gözü kapalı ve bilinçsiz uygulanan dış politikalar sonucu müracaat etmişiz.

2004 yılında Güney Kıbrıs Cumhuriyeti, Çek Cumhuriyeti, Estonya Cumhuriyeti, Macaristan Cumhuriyeti, Letonya Cumhuriyeti, Litvanya Cumhuriyeti, Malta Cumhuriyeti, Polonya Cumhuriyeti, Slovak Cumhuriyeti, Slovenya Cumhuriyeti,2007 yılında ise Bulgaristan, Romanya ülkeleri AB’ye alınırken Kıbrıs Rum kesiminin yanı başında ki Kıbrıs Türk kesimin alınmaması, Türkiye’nin ise 50 yıldan fazladır AB kapısında bekletilmesi, AB’nin ve AB ülkelerinin ikiyüzlü politikalarını en açık şekilde ortaya koymaktadır ve bizde halen AB’ye gireceğiz hayaliyle AB’nin tüm isteklerini sorgusuz sualsiz yerine getirmekteyiz.

Varşova Paktı üyesi olan;
Romanya, Bulgaristan, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan gibi ülkeler soğuk savaş döneminde AB, Amerika ve Türkiye’nin de düşman kabul ettiği ülkelerdi.1990 yılında SSCB’nin dağılması ile Doğu Blok’u da çözülmüş ve bu ülkelerde sosyalist rejimin yıkılmasıyla birlikte bu ülkelerin birçoğu kısa süre de AB’ye girerken, 50 yıldan fazla bir AB yolculuğu süreci içerisinde ki Türkiye’nin önüne uyum yasaları adı altında her gün yeni dayatmaların konulması açıkçası AB’nin Türkiye’yi almayacağını, ama uyum yasaları altında AB’nin kendi isteklerini alarak ülkemiz üzerinde ki karanlık emellerini bu şekilde hayata geçireceği açıkça görünmektedir.
****

ABD 1959 yılında Türkiye ile anlaşmış ve 1961 yılında da Türkiye topraklarına Jüpiter füzelerini yerleştirmiştir. Bu füze yerleştirme olayından Türk halkının ancak 40 yıl kadar sonra haberi olmuştur. Khrushchev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta ABD’nin Türkiye deki Jüpiter füzelerini sökmesi karşılığında SSCB’nin de Küba’daki nükleer füzelerini sökeceğini bildirmiştir. Bu olaylar Küba krizi döneminde yaşanmıştır ve yıllarca Türk halkının ABD’nin Türkiye’ye yerleştirdiği Jüpiter füzelerinden haberi olmamıştır...Haberimizin olmadığı nice böyle olaylar vardır! ! !

Eğer bireyler ülkesinde ki gelişmelerden habersizlerse, ülke meselelerine yabancı kalıyorlarsa, siyasilerin aldığı her kararı sorgulamadan, eleştirmeden körü körüne doğru olarak kabul ediyorlarsa, en iyisini bizi yönetenler bilir diyorlarsa, gerçekten bu bireylerin oluşturduğu toplumlar cehalet içindedir, uyuyan, uyutulan toplumlardır. Doğal olarak cehalet içinde bırakılan bireylerin oluşturduğu toplumlarda yozlaşacağından dolayı zamanla milli ve ahlaki değerlerden de uzaklaşırlar.

Dinçer Demirel
 
Üst