Enver Paşa - Sahipsiz Kahraman

Shaman TÜRK

New member
Katılım
25 May 2009
Mesajlar
68
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Semerkand - İzmir
Web sitesi
www.Turania.com
Enver Paşa maalesef birçok insanımız tarafından yanlış tanınmakta ve cansiperane Türklük ve Türkçülük için verdiği savaş unutulmaktadır. Onu Alman hayranı da yapan vardır, yanlış işler yaptığını söyleyende. Ama bunları iddia edenleri çoğu gerçekleri gizlemekte ve halkımızı yanlış bilgilendirmektedir. 1996 yılında naşı Tacikistan’dan Türkiye’ye getirilerek Hürriyet-i Edebiye tepesine devlet töreni ile toprağa verilen bu büyük Türk’ü tanıtmak ve doğru anlaşılmasını sağlamak boynumuza borçtur. Bu yüzden Enver Paşa’yı yakından tanıtmak istiyorum. Fakat burada hayatını kronolojik olarak değil, hayatına ve yaşadıklarına ve devrinde olanlara göz atarak onu yakından tanıtmaya gayret edeceğim.

Enver Paşa’nın hayatını kronolojik olarak kısaca şöyle özetlemek mümkündür: Enver Paşa, 1881 yılında İstanbul’da doğmuş, 1922 yılında Tacikistan’da şehit düşmüştür. Sürre Emini Ahmet Bey ile Ayşe Hanım’ın altı çocuğundan biridir. Manastır Askeri Rüştiyesi’ni (1894), İstanbul Soğukçeşme Askeri İdadisi’ni (1897), Harp Okulu’nu (1899) ve sınıf ikincisi olarak Harp Akademisi’ni (1902) bitirmiştir. Askeri rütbeleri kısa sürede geçerek 5 Ocak 1914 yılında Mirlivalığa (Generallik) yükseltilmek suretiyle Ahmet İzzet Paşa’nın yerine Harbiye Nazırlığı’na getirilmiş, 5 Mart 1914 tarihinde de Padişah 5. Mehmet’in (Sultan Reşat) yeğeni Naciye Sultan’la evlenmek suretiyle saraya damat olmuş ve böylece gücünü bir kat daha artırmıştır.

Buradan da anlaşılacağı gibi Enver Paşa, Mustafa Kemal Atatürk’le yaşıttır ve hayatları birçok kere kesişmiştir. Mesela onunla aynı okullarda okumuştur, Trablusgarp’ta ve Balkan Savaşları sırasında birlikte görev yapmışlardır. Hatta aynı kıza aşık olmuş ve her ikisi de Naciye Sultan’la evlenmek istemişlerdir. Ancak daha atak davranarak Naciye Sultan’la evlenmek suretiyle saraya damat olma şansını yakalayan Enver Paşa olmuştur. Ayrıca Enver Paşa, o günün olağanüstü şartları içinde bir yolunu bularak ve önüne çıkan fırsatları iyi değerlendirmek suretiyle sürekli Atatürk’ten önce terfi etmiştir. Mustafa Kemal Paşa ile Enver Paşa’nın aralarının sürekli açık olmasının sebeplerinden birisi de hiç şüphesiz askerlik ve özel hayatlarındaki bu kesişmelerdir.

Sağ görüşten olsun, sol görüşten olsun, bugün için Enver Paşa’ya saldırı noktası yapılan en önemli konu 1914 yılının Aralık ayı içinde yapılan ve çetin kış şartları sebebiyle Üçüncü Ordu’ya bağlı bazı birliklerin, Sarıkamış civarındaki dağlarda donarak telef olmasına sebep olan harekâttır. Oysa göz ardı edilen bir konu vardır. O da Enver Paşa’nın Sarıkamış Harekâtı sırasındaki pozisyonudur. Belki de bir çok insanımız, bu harekatın, tamamen İstanbul’da oturan Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın, oturduğu yerden vermiş olduğu emirlerle gerçekleştirildiğini sanıyor olabilir. Halbuki, Sarıkamış Harekâtı sırasında Enver Paşa cephededir ve eksi 40 derecelere varan çetin kış şartlarını emrindeki askerlerle birlikte o da yaşamıştır. Çünkü Ruslara karşı girişilen Sarıkamış Harekâtı sırasında, Üçüncü Ordu Kumandanlığı’nı bırakan Hasan İzzet Paşa’nın yerine bu ordunun kumandanlığını bizzat Harbiye Nazırı Enver Paşa üstlenmiş ve bölgeye gelerek ordunun başına geçmiş, ordunun sevk ve idaresini ele almıştır. Tıpkı Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın Suriye’de konuşlu bulunan 4. Ordu’nun kumandanlığını üstlendiği gibi. Yani, hiç kimse İstanbul’da yumuşak koltuğuna kurularak emirler vermekle iktifa etmemiş derhal cepheye koşmuştur. Bununla birlikte, Sarıkamış Harekâtı’na katıldığı sırada Ruslara esir düşerek Sibirya’da üç yıl esir hayatı yaşayan bir Osmanlı Subayı ve aynı zamanda bir Enver Paşa düşmanı olan Köprülülü Şerif İlden gibi bazı Osmanlı Subaylarının yazmış olduğu hatıralar ve bu tür hatıralara bağlı kalınarak daha sonraki yıllarda yazılan birçok kitapta ona olmadık hakaretler ve iftiralarda bulunmaktadır. Ancak Şerif İlden’in, hakaret amacıyla yazmış olduğu bazı cümleler bile aslında Enver Paşa’nın hanesine artı puan olarak yazılması gereken cümlelerdendir. Çünkü bu hakaret cümleleri, ileri görüşlü ve tedbirli bir kumandanı olmasa bile farkında olmadan bir kahramanı, cesur ve gözü pek bir yüreği tarif etmektedir. İşte o cümlelerden birisi;

“28. Tümen’in başına Pitgir’den itibaren Enver geçti, dağa taşa çarptı. Zorla yürüttü ve teker teker yürüme olanağı bile olmayan karlı, buzlu yollardan koşarak sürdü, akşam basınca artık yürütemeyerek Terpink’te bıraktı. Kendisi de –dikkat ediniz– beş on karargâh atlısını önüne ve tüm kurmaylarını arkasına takarak hiç bilmediği ve tanımadığı bu yalçın arazide karanlıklar içinde Bardız’a (Gaziler) doğru başını aldı gitti. Eğer yol üstünde beş on özverili Rus bulunsaydı tüm karargâhı canlı veya cansız kökünden koparıp atması işten sayılmazdı. Yol o kadar sarp bir boğazdan geçer ki. Karargâhta hiç kimse bu geceki hedefleri olan Bardız’a bizim birliklerimizin varıp varmadığını bilmiyordu. Bardız’a girerken karşılarına iki Rus nöbetçisi çıksaydı bu karanlık gecede ne olacaktı? Ben size cevap vereyim: Enver mahvolurdu, geri dönmezdi. Kesinlikle beş on karargâh süvarisiyle Ruslara gece hücumu yapmaya kalkışırdı.”( Şerif İlden, Sarıkamış, s.199, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2003)

İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenlerinden Dahiliye Nazırı (Daha sonra Sadrazam da olmuştur) Talat Paşa da Aubrey Herbert’e vermiş olduğu mülakatta Enver Paşa’nın çok cesur, atak ve vatansever bir ruha sahip olduğunu, ancak yeterince tedbirli olmadığını şu cümlelerle ifade eder: “Gözü pek ve vatansever bir kimsedir ama zeki olduğu söylenemez” (Talat Paşa’nın Anıları, s.154, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2003)

Askeri stratejistler, taktik uzmanları ve tarihçiler, mutlaka çok daha somut, çok daha kesin ve çok daha bilimsel olarak açıklayabilirler. Ancak Sarıkamış Harekâtı’nın bilfiil içinde bulunmakla bu harekâtın en yakın görgü tanığı olmasının yanı sıra bir Enver Paşa Muhalifi, hatta düşmanı olan ve yazdıkları, Türkiye’de bir çok Enver Paşa muhalifine kaynaklık ve hareket noktası teşkil eden Köprülülü Şerif İlden’in “Sarıkamış” isimli kitabından, Sarıkamış Harekâtı’nın başarısızlıkla sonuçlanmasının sebepleri olarak bizim tespit edebildiklerimiz şunlardır;

1- Ordunun gençleştirilmesi adına, bilgili ve savaş tecrübesi de olan bazı yüksek rütbeli subayların yaşlı, alaylı ve haksız terfi ettirildikleri gerekçe gösterilerek işten el çektirilmesi. Bunun sonucunda ordulara komuta edecek sayıda üst rütbeli subay bulunamaması. Öyle ki; Harbiye Nazırı Enver Paşa bile normal şartlarda Binbaşı veya yarbay olabilecek bir yaşta (34 yaşında) generalliğe terfi ettirilerek Harbiye Nazırı ve Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili yapılmıştır. ( Osmanlı Ordularının Başkumandanı bizzat Padişahtır. Aynı gelenek bugün de devam etmektedir. Çünkü şu anda Anayasa gereğince Türk Orduları Başkumandanı Cumhurbaşkanımızdır)

2- Yeterli bilgi birikimi ve askerlik tecrübesi olmayan küçük rütbeli subayların büyük askeri birliklere kumanda etmek zorunda bırakılması.

3- Askerlerin eğitimsizliği ve savaşma isteklerinin olmaması.

4- Özellikle bölge insanlarından oluşan askerlerin, bazen alay ve tümen seviyesinde olmak üzere düşmanla savaşmayarak cepheden firar etmeleri.

5- Askerler ve hayvanlar için iaşe ve ibate imkânlarının son derece yetersiz olması, yeterli ve etkili askeri mühimmat bulunamaması.

6- Subaylar arasındaki geçimsizlik ve sürtüşmeler, ayrıca subaylar arasındaki çekememezlikler.

7- Hesapsız ve plansız olarak uygulanan yanlış savaş taktikleri.

8- İklim şartlarının elverişsizliği.

9- Harekât bölgesindeki arazinin yeterince tanınmaması

10-Düşman kuvvetleri hakkında yeterli bilgiye sahip olunmaması, buna bağlı olarak düşmanın küçümsenmesi.

11-Savaş ve savaşın evreleri konusunda İstanbul ile Cephedeki komutanlar arasındaki oluşan görüş ayrılıkları.

12-Cephede savaşan birlikler arasındaki koordinasyon ve iletişim eksikliği (ki; bu sebeple Türk birlikleri zaman zaman birbirleriyle savaşmak zorunda bile kalmışlardır).

İşte bu ve benzer sebeplerden dolayı harekât başarısız olmuş ve bu harekât, tarihimize Sarıkamış Trajedisi olarak geçmiştir. Bu harekâtta görev alanlardan gerek savaş sırasında eziyet çeken, gerekse savaştan sonra Ruslara esir düşerek Sibirya’da ki kamplarda esir hayatı yaşayan subay ve askerlerin (Gençliğin vermiş olduğu enerji, cesaret, atılganlık ve başarıya kısa sürede ulaşma istekleri ile bazı hesapsız davranışlar da sergileyen Enver Paşa aleyhine olmak üzere) anlattıkları anılar ile İttihat ve Terakki’nin iktidara geliş biçimi ve özellikle Padişah 2. Abdülhamid’e karşı sergilediği tavır, bu trajedinin Enver Paşa ve arkadaşlarının üstüne yıkılmasına sebep olmuştur.

Bu trajediye sebep gösterilen kişilerden Enver Paşa’nın ismi birçok hakarete maruz bırakılırken, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı sıfatıyla harekâtta onun da imzası bulunan ve harekât sırasında 10. Kolordu ile çok başarısız bir mücadele örneği sergileyerek askerlerini soğuğa kurban veren Hafız Hakkı Paşa’nın isminin, Kars’ta bir garnizona verilmesi oldukça ilginçtir ki; Hafız Hakkı Paşa da tıpkı Enver Paşa gibi saraya damat olmuş ve Sarıkamış Harekâtı sırasında bizzat Enver Paşa tarafından Generalliğe terfi ettirilmiştir.

Talat Paşa, anılarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Sarıkamış Harekâtı’nı da içine alan Birinci Dünya Savaşı’na sürüklenmesindeki süreci, bu savaşa girmekteki amacı ve yanılgıları şöyle açıklar;

“Almanların Batı Cephesinde ilk başarıları ve daha sonra da Hinderburg’un Mazur Gölleri çevresindeki zaferleri, Çanakkale’nin gerek karadan ve gerek denizden savunulması, Kut’ül-Amare başarısı savaşı çok popüler yapmıştı. Bütün bu düşünceler, Almanya’nın yenilmeyeceği ihtimaline göre yürütülmüştü. Fakat Almanya’nın kesin yengisine inanılmıyordu. Hiç kimse savaşa girildiğinden dolayı pişmanlık duymuyordu. Padişah, veliaht (Vahideddin), Âyan ve Mebusan Meclisleri, subaylar, halk ve memurlar ülkenin kurtarılmış olduğuna inanmaktaydılar. Ancak savaşın dört yıl süreceğine ihtimal verilmemişti. Savaşın birinci ve ikinci yıllarında halk bütün yük ve külfetleri memnunlukla taşıdı, malını ve canını severek verdi. Hiçbir yerden yakınma işitilmedi. Bu savaş, milli duyguların uyandırılmasını ve bunun halkın ruhunda yer almasını gerektiriyordu. Amaç haklı ve zorunluydu. Ancak ilkeleri gerçeği gizlemek olan kimseler tarafından yapılan yayınlar, öteki milliyetler (azınlıklar) üzerinde zararlı etkiler bıraktı...”( Talat Paşa’nın Anıları, s.37,38, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2003)

Talat Paşa 1921 yılının Şubat Ayı içinde Almanya’da İngiliz Yazar Aubrey Herbert’e vermiş olduğu mülakatta ise şunları söyler;

“...(İngilizlerle) aramızın soğumasından sonra bile sizinle yeniden dost olmaya çabaladık; onun için onulmaz muhalifimiz Kâmil’in (İngiltere yanlısı Sadrazam Kâmil Paşa) sadrazamlığını kabul ettik. Ne bu, ne de yaptığımız başka şeyler sizi hoşnut etti. Bizi Almanya’nın kollarına attınız. Bizim başka seçeneğimiz yoktu. Öteki seçenekler ya ölüm, ya paylaşılma demekti.”( Age, s.150)

Üzerinde çok fazla yorum gerektirmiyor bile. O günün şartları içerisinde başka çareleri olmadığı için bazı şeyler mecburi yapılmıştı.

Unutmamak gerekir ki; Atatürk’te dahil Cumhuriyeti kuranların büyük çoğunluğu da İttihat ve Terakki Partisi’nin ileri gelenleridir. Enver Paşa ve Cemal Paşa gibi bazı subayların Rusların teşvik ve tavsiyeleri ile Türkistan’a geçtikleri ve İngilizlere karşı mücadele ettikleri de doğrudur. Burada şaşılacak bir durum yoktur. Çünkü Türkiye’deki mücadele de aynı düşmana karşı verilmekteydi ve Türk Milli Mücadelesi’nin önderleri de o tarihlerde Ruslara çıkarlarımız gereği ilişkiler kurmuşlar ve hatta Komünist teşkilatları bile kurulmasına izin vermişlerdir. Bu politika ile Sovyetlerden önemli miktarda silah ve nakit para temin ederek bu silahları ve paraları Anadolu’daki İngiliz destekli Yunanistan’a karşı kullanmışlar ve zafere ulaşmışlardır.

Bolşeviklerin teşvikiyle Moskova’ya giden Cemal Paşa’nın (ki; kendisi gazeteci-yazar Hasan Cemal’in dedesidir), Sovyetlerin hariciye vekili Çiçerin’le iyi ilişkiler kurduğu, Mustafa Kemal Paşa ile mektup ve telgraf vasıtasıyla sürekli olarak haberleşmek suretiyle Anadolu’daki Milli Mücadele sırasında Mustafa Kemal’e destek verdiği, hatta Ankara hükümeti tarafından Moskova’ya gönderilen temsilcilerin Sovyet yetkilileriyle görüşmelerine aracılık ederek Sovyetler Birliği ile 1921 yılında imzalanan Moskova Anlaşması’nın altyapısını oluşturduğu, ayrıca Sovyet Hükümeti’nden sağlanan silah ve para yardımları konusunda çok etkin rol oynadığı bilinmektedir.

Tıpkı Enver Paşa’nın dayısı olan Halil Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’nın gayr-i resmi temsilcisi sıfatıyla Sovyetlerin Hariciye komiseri Çiçerin, yardımcısı Karahan ve Harbiye Komiseri Kamanev’le görüşerek ilk elde bir milyon altın lira, 60.000 tüfek ve yüz milyon mermi gönderilmesini sağlaması ve 500 kg. altını bizzat Ankara’ya getirmesi gibi. (Stefanos Yerasimos, “Milliyetler ve Sınırlar-Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu”, s. 335-336 Çev. Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999)

Avrupa’da bulunan İttihat ve Terakki Partisi’nin diğer liderlerinden Talat Paşa’nın da sürekli olarak Mustafa Kemal Paşa ile mektuplaştığı ve kendisine destek verdiği, hatta Talat Paşa’nın, Cemal ve Enver Paşaların aksine Bolşeviklerin Türkistan’a geçmesi konusundaki teklifini geri çevirdiği ve onların Türkistan politikasını tasvip etmediği bilinmektedir. Nitekim, Talat Paşa’nın Bolşeviklerin Türkistan politikası konusundaki görüşleri doğru çıkmış ve Bolşevikler bütün Türkistan’ı işgal etmişlerdir.

“Talat Paşa, güvenlik gerekçesiyle adını değiştirerek yaşadığı Berlin’de, sürekli olarak Türkiye’deki gelişmelerle ilgilendi. Kurtuluş Savaşı başlayınca bir yandan Türkiye’de kalan ittihatçılara –kendi örgütünü– kurdurmaya çalışırken bir yandan da Anadolu’da bağımsız bir Türk devletinin yaşayabilmesi için Ermenilerle Bolşevikler arasında bir tampon bölge kurulması gereğine inanarak, İngiltere ve Sovyetler Birliği ile ilişkiye geçti. Mustafa Kemal’le de mektuplaşıyor, ondan gelecek izinle Anadolu’ya geçmeyi umuyordu”( Talat Paşa’nın Anıları, s.14, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2003)

Şeklinde verilen bilgiler de Talat Paşa’nın Milli Mücadele’nin önderleri ile sürekli olarak ilişkide olduğunu göstermektedir. Ayrıca, İngiliz Resmi Polis Örgütü Scotland Yard’ın temsilcisi sıfatıyla Almanya’da kendisiyle röportaj yapan Aubrey Herbert’e vermiş olduğu mülakatta söylemiş olduğu;

“...Hayır hayır, (Yunan işgalindeki) İzmir’i bize geri vermelisiniz, barış yeniden sağlanmalıdır. Bu durumda Anadolu’nun bütün kaynakları İngiltere’ye açılacaktır. Anadolu gelişmeye yönelik zengin bir ülkedir ve sizden kabul etmenizi beklediğimiz tek önemli şart, dostluğu bir yana bırakalım, bağımsızlığımızı tanımanızdır. Öteki ayrıntılar üzerinde kolayca anlaşmaya varılabilir. Tabii bir de adalet sorunu var. Eğer barışa gidilecekse, yarımadanın hemen bitişiğindeki adaların Yunan komitacılığı için bir üs olarak kullanılmasını engelleyecek önlemler alınmalıdır. Doğu Trakya ile ilgili olarak herhangi bir uzlaşmaya gidilemez. Çünkü İstanbul, düşmanlarının silah tehdidi altında hiçbir zaman güven ve esenlik içinde yaşayamaz...”( Age, s.160,161)

Şeklindeki sözler de Talat Paşa’nın, anavatandan uzakta da olsa, Milli Mücadele’nin bir parçası gibi davrandığını, adeta Mustafa Kemal’in Almanya’daki Fahri elçisi gibi görev yaptığını ve bu konuda sorumluluk hissettiğini göstermektedir.

Dolayısıyla, bazı kişiler ve olaylar karalanırken biraz insaflı olunması ve objektif davranılması gerekmektedir. Mondros Mütarekesi’nden sonra şu veya bu şekilde ülke dışına çıkmış olan Osmanlı paşalarının, Anadolu’daki İstiklal Mücadelesi’ni desteklediklerini ve bu mücadele lehine olmak üzere bulundukları ülkelerde bazı girişimlerde bulundukları ve kamuoyu oluşturduklarını kabul etme mecburiyetimiz vardır. Onların en büyük hataları, yanlış zamanda, yanlış politika uygulamalarıdır. Osmanlı’nın yıkılışını sadece bu paşaların gütmüş oldukları siyasete bağlamak ne kadar yanlışsa, Abdulhamid Han’ın ülke idaresinde ne kadar başarılı olduğunu ifade etmek de o kadar yanlıştır. 2. Abdulhamid’in gütmüş olduğu siyasetin taviz ve günü kurtarma siyaseti olduğunu bu gün hemen hemen bütün tarihçiler kabul etmektedir.

Prof. Dr. Halil İnalcık’a göre 2. Abdulhamid, Devletin bütünlüğünü ancak yabancı ülkelere vermiş olduğu önemli derecedeki kapitülasyonlar ve “Duyun-u Umumiye” uygulamasıyla devletin vergi musluklarını yabancıların havuzlarına akıtarak sağlamaya çalışmıştır. ( Sayın İnalcık bu konudaki görüşlerini Gazeteci Güneri Civaoğlu tarafından hazırlanarak 06.05.1999 günü Kanal D Televizyonunda yayınlanan “Durum” programında dile getirmiştir)

Necip Fazıl Kısakürek ise 2. Abdulhamid’in kendisinden önceki dönemden toplam 150 milyon İngiliz altını devlet borcu devraldığını ve borcun tamamını sırf kendi öz kesesinden, “Çiftlikat-ı Hûmâyun” gelirlerinden ödediğini ve kendi döneminde hiç borç almadığını ifade etmektedir. (Necip Fazıl Kısakürek “Ulu Hakan 2. Abdulhamid Han” s. 44, Büyükdoğu Yayınları, İstanbul-1988)

Necip Fazıl, döneminde hiç borç almadığı için 2. Abdulhamid’e övgüler yağdırırken, 1900 yılında yapımına başlanan Hicaz Demiryolu için Ziraat Bankası’ndan 10 milyon liralık kredi alındığını ve bu krediye faiz ödenmediğini, sırf bu iş için özel vergiler konduğunu, ayrıca toplam 1464 km. uzunluğundaki bu demiryolunun genelde Anadolu gençlerinden müteşekkil Osmanlı askerlerine ücretsiz yaptırıldığını göz ardı etmektedir.

Prof. Dr. Ercüment Kuran ise konu ile ilgili olarak şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır;

“Sultan Abdulhamid, İslam Dünyası’nın manevi birliğini sağlamak gayesi güden bir siyaset takip etti. Müslümanların zihni seviyelerini yükseltmek maksadıyla okullar ve hatta bir darülfünun açtı. Buna karşılık basın ve yayın faaliyetlerini baskı altında tuttu. Neticede, onun saltanatı zamanında memleketin fikri gelişmeleri durakladı. Bu devirde İslam düşüncesi sahasında yayınlanmış kayda değer eser pek azdır”. ( Ercüment Kuran, “Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler” s.44-45 TDV. Yayınları Ankara-1994)

Ercüment Kuran, aynı kitabında ayrıca şu bilgilere de yer vermektedir;

“Mısır ve Kıbrıs’ı ele geçirdikten sonra Doğu Anadolu’daki Ermenileri nüfuzu altına almaya çalışan Ruslara karşılık Ermenileri de kendi taraflarına çekmek isteyen İngilizlere karşı Abdulhamid tedbir olarak, bölgedeki aşiretlerden yararlanmayı düşündü; düzenli talim görmüş yerli süvari birlikleri Ermenilerin girişeceği ayaklanmaları bastırabilirdi. Padişahın iradesi üzerine 5. Ordu kumandanı Zeki Paşa, 1891’den itibaren, çoğu Kürt aşiretlerinden olan “Hamidiye Alayları”nı kurdu. Alayların subay kadrosu aşiret reisleri ve ağalardan teşkil edilmişti. Ancak nizamiye ordusu subayları onları sıkı denetim altında tutmaktaydı. Meşrutiyet devrinde Hamidiye Alayları “Aşiret Alayları” adıyla yeniden düzenlendi.”( Age, S. 280,281)

Gerek Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan Şeyh Said İsyanı’nın ortaya çıkmasında ve akabinde 17 kürt ayaklanmasında, gerekse günümüzde devam eden kürt terörünün doğmasında vaktiyle 2. Abdulhamid tarafından bölgeye verilen bu serbestinin önemli etkileri bulunmaktadır. Aynı hataya Cumhuriyet hükümetleri de düşmüş vaziyettedirler. Bana göre bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde uygulanmakta olan Köy Koruculuğu Sistemi, Abdulhamid tarafından organize edilen Aşiret Alayları’nın günümüze uyarlanmış şeklinden ibarettir. Köy korucuları, devletimizin güvenliğini tehdit eder bir mahiyet arz etmektedir. Devlet tarafından silahlandırılan ve yıllardır PKK’ya karşı verilen mücadele sırasında iyice eğitimli hale getirilen bu güç, devlet için tam bir handikaptır.

Ercüment Kuran “Abdulhamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı” isimli eserin yazarı olan Abdulhamid karşıtı yazarlardan Osman Nuri’den de şu nakli yapmaktadır;

“Abdulhamid zeki ve aynı zamanda dessastır. Çalışkan ve intizamlı olmakla birlikte devlet işleriyle az meşgul olurdu. Evhamlıydı. O derecede ki; “cinnet-i takib” illetine tutulmuş idi. Korkaklığından her gece başka bir odada yatardı. Hasisti. Teodor Kasap, Pinti Hamid piyesinde onu alaya almıştır. Haris, hain ve katildi. Çünkü Viyana sefiri Sadullah Paşa’yı, Mithat ve Damad Mahmud Paşaları öldürtmüştür. Yıldız Sarayında münzevi yaşardı. Cuma selamlığı ve Ramazan’da Hırka-i Şerif ziyareti dışında halka görünmezdi.”

Bir 2. Abdulhamid hayranı olan ve onun hakkında “Ulu Hakan 2. Abdulhamid Han” isimli hacimli bir kitap yazan Necip Fazıl Kısakürek, Osman Nuri’nin bu fikirlerine şiddetle karşı çıkar ve şöyle der;

“İttihat ve Terakki Komitesi’nin neşrettiği “Abdulhamid’i Sani ve Devri Saltanatı, Hayat-ı Hususiyye ve Siyasiyyesi” isimli bir eser vardır ki; sayıları, peşinen aldığı bir yekuna uydurmağa memur, her türlü ilim ve fikir haysiyyetinden mahrum bir karalamacıya yazdırılmıştır. Ne gariptir ki, bu adam da, hiç değilse kendi padişahı bahsinde yerli olacağına, eserinin bazı noktalarını kendi soyundan, propaganda faslı ücretlisi bir Avrupalıya dayamaktadır. Muharrirlik iddiasında bir Türk iyi veya kötü, kendi hükümdarını Avrupalı’dan mı öğrenecek, onun fırçasından mı tanıyacak, yoksa bizzat kendisi mi resmedip öz memleketine ve dünyaya öğretecek, tanıtacaktır”()

Teodor Kasap gibi Türk olmayan bir azınlık parçasının yazmış olduğu “Pinti Hamid” isimli piyesi kendisine hareket noktası kabul eden Osman Nuri’nin yazdıklarına bütünüyle katılmak elbette mümkün değildir. Ancak, burada Necip Fazıl’ın da biraz hissi davrandığını kabul etmemiz gerekmektedir. Çünkü hemen hemen bütün tarihçiler 2. Abdulhamid Han’ı çeşitli yönlerden tenkit etmektedir. Hatta torunları bile bu konuda bazı açıklamalarda bulunmuşlardır;

Osman Nuri’nin II. Abdulhamid hakkında ileri sürdüğü ve burcu burcu hakaret kokan yakıştırmaları içinde bulunan “dessas ve hasis” kelimelerini görünce, 2004 yılı içinde vatandaşlık hakları ve itibarları iade edilerek Türkiye’ye gelmesine izin verilen 2. Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman’ın dedesi 2. Abdulhamid hakkındaki bir değerlendirmesi aklımıza gelmiştir. 6 Mayıs 1999 günü Kanal D Televizyonunda yayınlanan ve Gazeteci Güneri Civaoğlu tarafından hazırlanan “Durum” Programına konuk olan Ertuğrul Osman şöyle bir hatırasını anlatmıştır;

“Gazi Osman Paşa Plevne’de Ruslar’a karşı vermiş olduğu savaştan sonra İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’a döndükten sonra kendisi Saray Müşiri olarak görevine devam eder. Plevne’de göstermiş olduğu kahramanlıklar sebebiyle halk kendisine çok fazla itibar etmekte ve onun Sadrazamlığa getirilmesini istemektedir. 2. Abdulhamid de paşayı çok sevmekle ve onunla arkadaş olmakla birlikte kendisini bu göreve getirmek istememektedir. Bir gün Paşaya -Paşa, bu gün seninle bir sandal sefası yapalım, kürekleri de sen çek- diye teklifte bulunur. Paşa -aman efendim olur mu, benim sizin yanınızda kürek çekmem yakışı kalır mı?- şeklinde itiraz edecek olursa da fazla direnemez ve teklifi kabul eder. Padişahla paşa sarayın önünden sandala atlarlar. Padişah sandala kurulmuş etrafı seyrediyor, paşa da küreklere asılıyor. Ahali ise Padişahı görebilmek için rıhtıma yığılmış. Bir müddet sonra paşa bir hayli terliyor. Padişah kendisine üstündeki üniformayı çıkarıp kürekleri daha rahat çekmesini tavsiye ediyor. Paşa hık mık dediyse de Padişah’a fazla üsteleyemiyor ve o meşhur madalyalarla dolu üniformasını sandalın bir tarafına iliştirip iç çamaşırlarıyla küreklere asılmaya başlıyor. Rıhtımda biriken halk ise gözleri fal taşı gibi açılmış manzarayı seyrediyor. Gazi Osman Paşanın bu hareketi, halk tarafından -Paşa da iş kalmamış, meğer o da Padişahın dalkavuğu olmuştur- şeklinde değerlendiriliyor ve Paşanın halk nazarındaki itibarı sıfıra iniyor. Padişah ise küçük bir manevra ile isteğine ulaşıyor ve itibarlı bir devlet adamını daha halkın nazarında küçük düşürmenin keyfini yaşıyor”.

David Kushner de Abdulhamid’le ilgili olarak şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır;

“2. Abdulhamid, sadece sert bir merkezi siyaset tatbik etmekle kalmamış, devletin ve kendisinin korunması için bir çeşit gözetim (hafiye) teşkilatı da kurmuştu. Sonuç olarak da devlete sadık olmadıkları için ihanet etmelerinden şüphe edilen hükümet üyelerinden birçoğu görevlerinden uzaklaştırılmış ve çoğunlukla da cezalandırılmışlardı (Münif Paşa Tahran’a Elçi, Ziya Paşa Suriye’ye Vali, Namık Kemal Midilliye Mutasarrıf olarak, ayrıca Mithat Paşa ve Damat Mahmut Paşa Taif’e, Mehmed Murad Rodos’a, İsmail Safa Sivas’a, Süleyman Paşa Bağdat’a, Said Bey Yemen’e gönderilerek İstanbul’dan uzaklaştırılmışlardır). Padişah’ın İslami politikası sonucu olarak dini teşkilatların ileri gelen liderlerinden bir kısmı –ki bunların çoğu Türk değildi- padişahı etkilemişlerdi”.( David Kushner, “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu” s. 8, Kervan Yayınları, İstanbul-1979)

David Kushner’in, 2. Abdülhamid’in çevresinde toplanarak padişahı etkilediklerini ve çoğunun Türk olmadığını dile getirdiği kişilerin, Padişah’ın izlemiş olduğu İslamcı siyasete uygun olarak kendi propagandasını yaptırmak üzere başta Arap ülkeleri olmak üzere İslam ülkelerinden çağırıp İstanbul’da sınırsız ikram ve ihsanla konuk ettiği kişiler olduğu muhakkaktır.

Bazı muhafazakâr yazarlarımız tarafından 2. Abdulhamid hakkında; “Öyle akılcı bir politika izledi ki; onun tahtta bulunduğu 32 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu bir karış toprak bile kaybetmedi” şeklinde bir yargıya varılmaktadır ki; bu yargı hiç de doğru değildir. Çünkü 2. Abdulhamid’in tahta çıkmasından hemen sonra 1877-1878 yıllarındaki olaylar İmparatorluğa yıkım getirmişti. Berlin Konferansı’ndan sonraki toprak kaybı muazzamdı. Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Tesalya elden çıkmış ve Anadolu’dan ve Kıbrıs’tan toprak yitirilmişti. Toplam kayıp İmparatorluk topraklarının yaklaşık üçte birine ve nüfusunun yüzde 20’den fazlasına ulaşıyordu. (Erik Jan Zürcher, ” Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” , 3. Baskı, s. 122, İletişim Yayınları, İstanbul-1998)

Erik Jan Zürcher’e göre;

“Abdulhamid’i 1908-1909’da iktidardan alaşağı eden Jön Türklerin mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihçileri, onu İmparatorluğun yeniden hayat bulmasını bir kuşak süresince durduran bir gerici olarak görmektedirler. 1960’lardan bu yana ise Türkiye’nin modern tarihçileri, onun saltanat döneminin Tanzimat’ın bir devamını hatta doruğunu simgelediğini ve İmparatorluğa ve halka getirmiş olduğu yararlarını vurgulayan farklı bir tablo çizmektedirler.” (Age, s. 117)

Her ne kadar 2. Abdulhamid hayranı olan ve ona “Ulu Hakan Abdulhamid Han” nazarıyla bakan Necip Fazıl tarafından topa tutulmuş olsalar da ve Mustafa Müftüoğlu gibi bazı yazar ve edipler tarafından “Üç Beyinsiz!” olarak nitelendirilseler de (Bkz. Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, c.3, s.221, ve c.4, s.237, Çile Yayınları/İstanbul-1976 ve 1981) İttihat ve Terakki Partisi’nin üç lideri Talat, Enver ve Cemal Paşalar, birinci Dünya Savaşı’na girişimizin sorumluluğunu üzerlerine almış ve ülkeyi terk etmişlerdir. Şüphesiz bu davranış, onurlu bir davranıştır. Peki, terk etmeselerdi ne olurdu? Terk etmeseler belki de talih onlara güler, yeni devletin kuruluşu belki de onlara nasip olurdu. Ya da çıkacak paşalar kavgası sebebiyle Türk Milli Mücadelesi başarıya ulaşamaz veya en azından bu başarı gecikir ve ülkede kardeşkanı dökülmüş olurdu. Çünkü onlar da en azından diğer komutanlar kadar güçlü kişilerdi ve ülkede onları destekleyen insanlar da vardı.

Çoğu yazarlar ve tarihçiler, genelde olayları sonuçlarına göre değerlendirdiklerinden hissi davranmakta ve objektif olamamaktadırlar. Birinci Dünya Savaşı sırasında (1915 yılında) Sarıkamış’ta Ruslara karşı girişilen harekâtta 90.000 (kimilerine göre de 40. 000) kişinin ölümüne sebep olan Enver Paşa, harekâtın başarısız olması sebebiyle yerden yere vurulup kötülenirken, Çanakkale’de 50.000’i şehid olmak üzere yaklaşık 200.000 insan pahasına kazanılan zaferden dolayı bu savaşı sevk ve idare eden komutanlar yere göğe sığdırılamamaktadır.

Halbuki, Çanakkale’de Türk orduları zafer kazanırken, aynı Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı, Cemal Paşa’nın Bahriye Nazırı, Talat Paşa’nın da Dahiliye Nazırı ve Sadrazamlık yaptıkları bilinmektedir. Bu sebeple, Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasında en büyük başarı, cephede savaşan askerlerin olmakla birlikte, onları sevk ve idare edenlerle lojistik destek sağlayanların da en az cephedekiler kadar başarıda pay sahibi olduklarını kabul etmek mecburiyetimiz vardır. Nusret Mayın Gemisi’nin kahramanlık destanları anlatılırken bu geminin bağlı bulunduğu Bahriye Nazırlığı’nın başında bulunan Cemal Paşa’nın ısrarla görmezden gelinmesi en hafif deyimiyle kadirbilmezliktir.

Nedense bu konu, bütün tarihçiler tarafından özellikle göz ardı edilmeye çalışılmakta, insanlar yargılanmaya başlamadan önce hemen ya tamamen kötü, ya da tamamen iyi olarak damgalanmakta, sonra da bu kanaatleri güçlendirmek için olmadık övgüler ya da iftiralar yapılmaktadır. İnsanların ve olayların sadece tek tarafı ele alınmaktadır. En kötüsü de sanki birilerinin hakkı teslim edilmek için birilerini karalamak şartmış gibi hareket edilmektedir. Aynı hataya Necip Fazıl da düşmekte ve 2. Abdulhamid’e paye vermek için, hem Tanzimatçı Mustafa Reşit Paşa ile Ali ve Fuat Paşalara hakaret etmekte, hem de dönemin padişahı Abdulaziz’e “Bu kıratta adamların oyuncağı olmaya layık muhteşem budala ve safdil hükümdar” yakıştırması yapmaktadır. Bu tavrını da “Sırf Abdulhamid’i anlatmak için kalın çizgilerle resmettiğimiz bu portreler.” diye açıklamaktadır. (Necip Fazıl Kısakürek, age, s. 35,36,37)

Necip Fazıl Kısakürek’in 2. Abdulhamid’e paye verirken diğer Osmanlı Sultanı Abdulaziz ve bir takım Osmanlı paşalarını yerden yere vurduğu gibi, Çanakkale Savaşı’nda seken bir şarapnel parçası ile göğsündeki cep saati parçalanan (Trablusgarp Savaşları sırasında Derne’de seken bir şarapnel parçası yüzünden gözünden yara aldığı için gazi olan) Mustafa Kemal Paşa’nın karşı karşıya kaldığı bu tehlike anlatılırken, makineli tüfeklere karşı yalınkılıç taarruza geçen ve savaş meydanında başı gövdesinden kesilerek ayrılan Şehit Enver Paşa’nın görmezlikten gelinmesi, herhalde dürüstlükle bağdaşmaz diye düşünüyorum.

Elbette “Türkistan’dan bize ne?, Enver Paşa Türkistan’a gitmeseydi! Makineli tüfeklere karşı kılıçla saldıracak zoru neydi!” diye düşünenler olabilir. İşte bu tür düşüncelerdir ki; Türkistan’ı bizden koparıp almış ve bu düşünce sahiplerinin bugüne kadar Türkistan diye bir problemleri olmamıştır. Unutmamak gerekir ki; Çanakkale’de kazanılan zaferler, sonuçsuz kalmış ve tam iki yüz bin vatan evladı bir anlamda boşuna telef olmuştur! Çünkü müttefiklerimizin yenilerek teslim olması neticesinde Osmanlı İmparatorluğu da yenik sayılmış, ülke işgalden ve yıkılmaktan kurtulamamıştır. Hem de Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın komutasındaki Türk ordularının bütün Azerbaycan’ı fethedip Dağıstan’a kadar ilerledikleri, Derbent ve Mohaçkale’yi ele geçirdikleri bir sırada.

Elbette bunu söylerken, başta Atatürk olmak üzere Çanakkale Savaşları’nda Türk Ordusu’nu sevk ve idare eden subayları küçümsediğimiz düşünülmemelidir. Çünkü onlar üstlerine düşeni hakkıyla yapmışlar ve o yokluk ortamında Türk tarihine altın bir sayfa eklemişlerdir. Gerçi sağlıklı bir mantık yürütme olmayabilir ama, bazen şöyle bir düşünceye kapıldığım olur. Eğer, Sarıkamış’ta da Çanakkale’deki gibi iki yüz bin kayıp verseydik durum ne olurdu? Belki orada da zafer kazanılır ve bu zaferin kazanılmasını sağlayan Enver Paşa’yı yere göğe sığdırılmazdı. Ya da iki yüz bin insan kaybı verdiğimiz Çanakkale Savaşları’nda başarısız olunsaydı acaba Mustafa Kemal Paşa’ya neler edilmezdi? Ya Milli Mücadele başarısızlıkla sonuçlansaydı; kendisini vatan haini ilan eder ve Çanakkale’de “Ben sizlere savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum!” şeklinde vermiş olduğu emirleri delil göstererek 200.000 kişinin telef edilmesine sebebiyet vermekten suçlu bulur ve belki de idam edilirdi! Dolayısıyla hadiseleri sebepleriyle ve sonuçlarıyla iyi incelemek ve ona göre hüküm vermek gerekmektedir. Her şeyden önce yansız ve dürüst olmak lazımdır.

Buraya kadar vermiş olduğumuz bilgileri alt alta getirdiğimiz vakit, Osmanlı İmparatorluğu’na miadını tamamlamış bir devlet olarak bakmak daha yerinde olur kanaatindeyim. Belki bazı uygulamalar çöküşü hızlandırmış olabilir. Hepsi o kadar. Çünkü İmparatorluğun resmen sona ermesinden yaklaşık 150 sene önce yazıldığı sanılan ve Padişah 3. Mustafa’ya ait olduğu ifade edilen şu mısralar devletin yaklaşmakta olduğu kaçınılmaz sonu çok güzel anlatmaktadır;

“Yıkılıbdur bu cihan sanma ki bizde düzele!
Devleti, Çark-ı Denî verdi kamu mübtezele.
Şimdi ebvâb-ı saâdette gezen hep hazele.
İşimiz kaldı bizim merhamet-i Lem Yezel’e...”

Yani, bu cihan yıkılmaktadır, bizde düzeleceğini sanma! O aşağılık çark Devlet’i tümüyle alçakların eline teslim etti. Şimdi saadet kapılarında gezenler hep yüzsüzlerdir. İşimiz Zâil Olmayan’ın merhametine kaldı.

Bazı kaynaklar, Enver Paşa’nın Ruslar tarafından Atatürk’e alternatif olarak kullanılmak istendiğinden bahsederler.( Tekin Erer, “Enver Paşa’nın Türkistan Kurtuluş Savaşı” , s. 36, İstanbul-1971) Hatta Baymirza Hayit’in TDV. Tarafından yayınlanan “Basmacılar” isimli eserinin 193. sayfasında, Türkiye’ye dönmeye kalkışan Enver Paşa’nın bu tutumuna karşılık yine Gürcistan ve İran’da faaliyetlerde bulunan amcası Halil Paşa’nın

“Senin Türkiye’ye geri dönme niyetini doğru bulmuyorum. Böyle bir durumda senin taraftarların ile Mustafa Kemal’inkiler ayrılacaklardır. Yunan’a karşı cephede savaşan halk -ister istemez- ikiye bölünecektir. Netice itibarıyla vatanımız ve milletimiz şahsi anlaşmazlıklardan dolayı zarar görecektir”

Şeklinde ikazlarda bulunarak kendisine engel olmaya çalıştığı, Enver Paşa’nın da;

“Benim Türkiye’ye geri dönmemin yararlı olacağı kanaatindeysem de, bunun kötü sonuçları olabileceği konusunda sen haklıydın. Bunun için Türkiye’ye geri dönmekten vazgeçiyorum.”

Şeklinde açıklamalarda bulunarak Türkiye’ye dönmekten vazgeçtiği konusunda bilgiler bulunmaktadır.

Burada, Enver Paşa’nın Türkiye’ye geri dönmesinin mümkün olmakla birlikte, çıkması muhtemel karışıklıkların ve akması muhtemel kardeş kanının önüne geçmek ve yurdun bir an önce birlik ve beraberlik içinde düşmandan kurtarılmasına imkân sağlamak için bu hakkından feragat ettiğini, ayrıca amcası Halil Paşanın ileri görüşlülüğünü, devlet adamlığını ve vatan sevgisini de belirtmek yerinde olur diye düşünüyorum. Zaten onun aşağıda yer vereceğimiz bazı ifadeleri, olayın hiç de Tekin Erer’in dediği gibi olmadığını ve Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’e karşı Ruslar tarafından kullanılamayacak kadar vatanperver ve idealist bir insan olduğunu göstermektedir. Rusların bu şekilde bir istekleri olmuş olabilir. Henüz çok genç yaşta (34 yaşında) Osmanlı Orduları’nın başına geçerek Devlette önemli bir mevkie yükselen, Naciye Sultan’la evlenerek sarayla olan ilişkilerini güçlendiren ve Padişahtan sonra ikinci adamlık gibi bir mertebeye gelen bu genç askerin de başlangıçta bazı beklentiler içine girdiği muhakkaktır. Ayrıca, paşalar arasında da anlayış farkı ve izlenen siyasetler açısından bir sürtüşme ve kırgınlıklar yaşandığı bilinmektedir. Bu sürtüşme ve kırgınlıklara Milli Mücadele’nin devam ettiği yıllarda Mustafa Kemal Paşa ile Ali İhsan Sabis ve Nurettin Paşalar arasında (ki; Atatürk Nutku’nda Nurettin Paşa için “zaferin şerefine en az iştirak hakkı olanlardan biri” diye bahseder. Milli Mücadele karşıtı fikirleriyle tanınan Çankırılı Gazeteci Ali Kemal, Nurettin Paşa yönetimindeki kuvvetlerce yakalanarak linç edilmiştir).

Milli Mücadeleden sonra da Atatürk ile Ülkenin Doğu Anadolu Bölgesi’ni Ermenilerden temizleyen Kazım Karabekir Paşa arasında rastlamak mümkündür. Hatta, Atatürk’e karşı girişilen İzmir Suikastı, Kazım Karabekir Paşa ile ilişkisi bulunmuş olduğu Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatıldığı bir gerçektir.

Enver Paşa’nın hayatının en ilginç yanlarından birisi de hiç şüphesiz onun Türkistan’da yürütmüş olduğu hürriyet mücadelesidir. Bu mücadele, tamamen serdengeçtice ve belki de tamamen tarihe bir kahramanlık destanı bırakmak istercesine yapılmıştır. Çünkü soyunmuş olduğu mücadele, onun bir başına altından kalkamayacağı kadar büyük bir mücadele idi ve etrafında ne bir mücadele gücü vardı ne de görüş birliği. Her grup kendi başına Ruslara karşı mücadele ediyordu. Enver Paşa ise her ne kadar “Buralar benim ata yurdum” dese de gerçekte Türkistan’da bir yabancı idi ve etrafında ancak bir avuç Türk Serdengeçtisi vardı.

Enver Paşa’nın, Türkistan millî mücadelesinde aktif olarak savaş meydanlarında boy göstermesi, Türkistan tarihinde de Türk dünyasında da eşine rastlanmayan büyük bir hadisedir. Türkistan milli mücadelesine yeni ufuklar ve yeni ümitler kazandıran Enver Paşa, Türk liderleri için büyük meşale olmuştur. Başka bir Türk ülkesinde doğmuş, Osmanlı Devleti ordularının başkumandanı ve nihayet Osmanlı Devleti’nin savunma bakanı olmuş bir şahsiyetin, askeri yönden bir mağlubiyete düşmüş olsa da, Türkistan’da yaptığı faaliyetten dolayı gurur duyması, takdire şayandır.

Enver Paşa, Moskova tarafından kendi şahsiyetinin istismar edildiğini fark edince, Türk dünyası için bir ölçü olarak gördüğü Türkistan’ın kaderine ilişkin acı tecrübeler ediniyordu. Büyük bir vakar ve haysiyet ile Türkistan’ı Sovyetlerden kurtarma görevini üstleniyordu. Özgürlük mücadelesinin bütün liderleri, İbrahim Bek gibi birkaç kişi hariç, ona karşı saygı duyuyorlardı. Savaş tecrübesi olan, dünyaca tanınmış askeri bir şahsiyetin, Türkistan’da askeri malzemenin yetersizliğine rağmen, Türklerin Ruslara karşı sürdürdükleri savaşta başkumandanlık görevini üstlenmesi, Türkistan milli mücadelesi için büyük bir gurur vesilesi olmuştu. Enver Paşa Türkistan’da ve özellikle Doğu Buhara’da birçok mağlubiyet almış, fakat hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemiştir. Sovyetlerin istihbarat biriminin kalleşliğine kurban gitmiştir. Kuzey Kafkasya’nın eski savunma bakanı Ali Kantemir, Enver Paşa’nın Türkistan için önemi hakkında haklı olarak şunları yazmaktadır.

“Türkiye’de onun hakkında ne düşünülürse düşünülsün, Enver Paşa her Türkistanlı tarafından saygıyla anılır. Türkistanlılar onu çok sevmiş ve saymışlardır: Enver Paşa yabancı bir ülkede değil, kendi anavatanında kardeş vatanda, Türkler ve Türklük için ölmüştür.

Enver Paşa 42 yıllık hayatının 10 ayını Türkistan’da, Türkistan’ın gelecekte bağımsızlığına kavuşması inancı ile, özgürlük mücadelelerinin birliğini sağlama çabası ile ve hiç yorulma bilmeyen savaş azmi ile yaşamıştır.”( Dr. Baymirza Hayit, Basmacılar-Türkistan Milli Mücadele Tarihi, s. 223-4, TDV. Yayınları, Ankara,1997)

Türkiye’den şu veya bu sebeple ayrıldıktan sonra Türkistan’a giden ve oradaki istiklal mücadelesinin başına geçerek Ruslara karşı büyük başarılar kazanan Enver Paşa’nın bu başarılarını hazmedemeyen Buhara’daki komünist liderlerden Alimcan Akçurin, 1922 yılının Mart ayı içinde Enver Paşa’ya göndermiş olduğu bir mektupta şunları yazıyordu;

“Siz Türksünüz ve ülkeniz düşman işgali altında. Askeri gücünüzü orada kullanırsanız, sizin için daha iyi olur.”( Dr. Baymirza Hayit, age, s. 204)

Akçurin’in bu sözlerinden hem tıpkı bugünkü Özbekistan Lideri İslam Kerimov gibi (İslam Kerimov, Özbek kültürünün Türk Kültürü kadar İran kültürü ile de akraba olduğunu söylemektedir) Türk kimliğini kabul etmediği, hem de Enver Paşa’yı tehdit ettiği anlaşılmaktadır.

Belcivan Bölgesi’nde bulunan Çeken Köyü’nde 30 arkadaşıyla birlikte Ermeni asıllı Ağabekov idaresindeki Çeka (KGB. nin çekirdeğini teşkil eden örgüt) birliklerine karşı yalınkılıç saldıran Enver Paşa, arkadaşlarıyla birlikte şehit olurken Özbekistan’daki Lakay Aşireti’nin reisi İbrahim Bek Lakay, 700 atlısıyla birlikte sadece 50 km. ötededir. Enver Paşa kendisinden “Ruslar bize saldırdılar. Kaçmak zorunda kaldım. Denov’a geldim. Rica ederim yardım et!” şeklinde yardım isterken, İbrahim Bek Lakay “Gitmek istemiyordum. Göktaş’taki Rengendağ’a gittim. Savaşmayı bırakmıştım artık.” şeklinde itiraflarda bulunarak bir manada ihanet olmasa bile, işi ağırdan aldığını belgelemiştir.

İbrahim Bek Lakay daha sonra Enver Paşa’nın yardımına gitmiştir, ancak iş işten çoktan geçmiş, yolda Enver Paşa ve arkadaşlarının şehadet haberi gelmiştir. Bu davranışları yüzünden İbrahim Bek Lakay, yurtdışındaki Özbek muhalefeti tarafından Enver Paşa’ya kişisel kıskançlık ve çıkarları yüzünden ihanet etmekle suçlanmıştır. Türkistan’da Enver Paşa’ ya karşı savaşan Kızıl ordu birliklerinin komutanlarından Albay Vasilyevski “Orta Asya’da Basmacı Hareketi’nin Aşamaları” isimli incelemesinde İbrahim Bek Lakay’ın tutumu hakkında şu bilgileri vermektedir:

“...1922 yılının ortalarında Afganistan’da sürgünde yaşayan Buhara Emiri’nin yetkili temsilcisi Lakay İbrahim Bey geldi ve büyük bir olasılıkla, Enver Paşa’nın Türkistan’daki nüfuzunun artmasından korkarak askeri operasyonları onunla birlikte koordine etmek istemedi. Bizim bu zaferimizin kazanılmasında basmacılarla Korbaşılar arasındaki anlaşmazlıkların büyük rolü var. Kırgız Müettin ve Özbek Korbaşı İsrafil arasındaki silahlı çarpışmalar, Enver Paşa ile İbrahim Bek Lakay arasında da liderlik mücadelesi, basmacıların gücünü hafifletiyordu.”

Bu itilaflar, kabilecilik ayrımlarının doğurduğu kavgalar olmasa Kızılordu belki de Türkistan Azatlık savaşının ateşini kolay kolay söndüremeyecekti. Enver Paşa bunun bilincindeydi.( İrfan Ülkü, KGB Arşivlerinde Enver Paşa, Kervan Yayınları, s.23,28,39,42,3, İstanbul, 1999)

Ne var ki Türkistan bağımsızlık hareketleri başarıya ulaşamadı ve Ruslar, bütün Türkistan’ı işgal etti. Başarısızlığın başlıca sebepleri arasında korbaşı denen liderlerin kendi aralarında düzenli bir birlik ve merkezi bir kumandanlık kuramamaları, savaşlarda tank, uçak, top ve zehirli gaz gibi silahlar kullanan Ruslara karşı Türklerin makineli tüfeklerinin bile olmayışı ve nihayet dışarıdan yardım alamamaları zikredilebilir. (Dr. Baymirza Hayit, age, arka kapak yazısı)

Burada bir parantez açarak, Dr. Baymirza Hayit tarafından destansı bir şekilde kaleme alınan ve Türkistan Milli Mücadelesini anlatan “Basmacılar” isimli kitapta, Enver Paşa ile İbrahim Bek Lakay’ın isimlerinin yan yana kullanılmakla birlikte, aralarındaki rekabeti anlatan bazı cümleleri birbirine ekleyerek hem bu rekabeti, hem de Enver Paşanın zorlu mücadelesini gözler önüne sermek istiyorum;

Enver Paşa ve beraberindekiler, 28 Kasım (1921) da, fanatik bir emir taraftarı, fakat cesur askerleri olan İbrahim Bek’in sahasına, yani Karamendi köyüne gelirler. Bir sonraki gün Aral köyüne ulaşır ve orada Ali Merdan Toksaba’nın bir gün misafiri olarak kalan Paşa’nın Türkiye’ye geri dönmesinin mümkün olmakla birlikte, karışıklık olmaması için bundan vazgeçer. Enver Paşa’nın özgürlük mücadelesi saflarına geçmesi ile birlikte Buhara Halk cumhuriyeti idari kadrosunda farklı görüşler belirmişti. Osman Hoca ve arkadaşları Rusların hegemonyasından kurtularak bağımsız bir devlet politikası izlemek istiyorlardı. Hükümette başbakanlık görevi yapan Feyzullah Hoca ve yoldaşları, Rusları ürkütmeyecek tarzda bir uzlaşma yolu seçerlerken, birçok hükümet üyesi Enver Paşa ile Ruslar arasındaki mücadelenin seyrine göre tavır belirlemekten yanaydı. İbrahim Bek gibi birçok Emir taraftarı ise, hem Enver Paşa’ya, hem ceditçilerin hükümetine ve komünistlere, hem de Ruslara karşı çıkıyorlardı. Akçurin gibi Buhara komünistleri ise Ruslarla şartsız olarak çalışmaktan yanaydılar. Enver Paşa ise işte böyle karşıt fikirlerin ve güçlerin olduğu bir ortamda doğruyu yapmak zorundaydı. İbrahim Bek ile Enver Paşa’nın ayrılmaları özgürlük mücadelesinin devamını olumsuz yönde etkilemişti. Böylece Kızıl Ordu, koordineli bir çalışma yapamayan Türk güçlerine karşı saldırma fırsatı bulmuştur. Enver Paşa’nın Lâkay vadisine girmesiyle birlikte, Kızıl Ordu İbrahim Bek’e yanaşarak vadiyi terk eder, böylece Enver Paşa dışlanmış olur. Gerçekten de İbrahim Bek’in birlikleri geri çekilen Sovyet sağ kol birliklerine ve İbrahim’in vekili Togay Sarı da Enver Paşa’nın birliklerine saldırır. Böylece büyük bir Rus ve Bolşevik düşmanı olan İbrahim Bek milli mücadeleye ihanet eder. Onun bencilliği Enver Paşa’nın Sovyetler tarafından imha edilmesine neden olur. Kızıl Ordu birlikleri, İbrahim Bek’e saldırmaktan vazgeçer ve düzenli olarak Enver Paşa’ya saldırmaya başlar.( Dr. Baymirza Hayit, age, s. 200-2, 215, 219)

Enver Paşa ile İbrahim Bek Lakay arasındaki rekabeti ve ihaneti okudukça Mustafa Kemal Paşa ile Çerkez Ethem arasındaki mücadeleyi hatırlamamak mümkün değildir. Her iki olay da benzer karakter arz etmektedir. İbrahim Bek Lakay yaklaşık 20.000 kişilik kuvvetiyle zaman zaman Enver Paşa ile de çatışarak Türkistan milli Mücadelesi’ndeki yerini alırken, Çerkez Ethem de çoğu atlı olmak üzere yaklaşık 3000 kişiden teşekkül eden ve “Kuvveî Seyyare” denilen birlikleriyle ilk zamanlarda Kuvayı Milliye’nin yanında yer alarak işgal kuvvetlerine karşı savaşmış, ancak sonradan Mustafa Kemal Paşa ile yolları ayrılarak birbirlerine rakip olmuşlardır. Bu rekabetlerde Enver Paşa Ata yurdumuz olan Türkistan’da soydaşlarımızın arasında ancak bilmediği bir coğrafyada şehit olurken, Mustafa Kemal Paşa, Ana vatanımız olan Anadolu’da kendi bildiği bir coğrafyada şansını iyi değerlendirerek zafere ulaşmıştır.

Enver Paşa’nın şehadeti üzerine Türkistan’ın tamamında aylarca matem devam etmiş, Buhara Halk Cumhuriyeti Hükümeti Enver Paşa’nın ölümünü Ruslarla birlikte kutlarken, Afganistan Emiri Amanullah Han 2 Ekim 1922 gününü Enver Paşa’nın hatırasına devletin matem günü ilan etmiştir. Buhara hükümeti ise, 49 Sovyet askerini Buhara’nın kızıl yıldız madalyasını vererek ödüllendirmiştir. (Dr. Baymirza Hayit, age, s. 221)

Burada aklımıza gelen, Buhara hükümetince madalya verilerek ödüllendirilen bu 49 Sovyet askerinin, büyük ihtimalle Enver Paşa’yı şehit eden askerler olduğudur. Neticede ayrılıkçı Çerkez Ethem ve yandaşları Türkiye’yi terk edip Yunanistan’a sığınmak zorunda kalırken, İbrahim Bek Lakay ayrılıkçı Özbek korbaşılar, mahalli liderler ve Enver Paşa’yı şehit eden Rus askerlerini madalyalarla ödüllendiren sözüm ona Buhara Hükümeti yetkilileri, ülkelerinin yaklaşık 70 yıl süre ile Rus Bolşevizmi’nin altında ezilmesine ve sömürülmesine sebep olmuşlardır. Şu anda bile Türk Cumhuriyetleri’nin birçok yönden tam bağımsız oldukları söylenemez.

Belcivan bölgesinde bulunan Çeken Köyü’nde Enver Paşa’yı ve 30 arkadaşını şehit eden Çeka’nın komutanı “Ağabekov’un gerçekte Rus olmadığını yakınlarının dışında pek az kişi bilirdi. Çünkü resmi adıyla Ağabekyan, o günlerde Rusya Bolşevik Partisi’ne üye olmuş bir Ermeniydi. Ağabekyan’ın torunu, daha düne kadar Özbekistan’da devlet başsavcısı olarak çalışmıştır” (İrfan Ülkü, age, s. 20-5)

Gerçi Gürcü asıllı Stalin’in Sovyetler Birliği’ne lider, Azeri asıllı Haydar Aliyev’in Politbüro üyesi olabildiği bir sistemde, Ermeni Ağabekyan’ın torununun Özbekistan’da devlet başsavcısı olmasına şaşırmamak ve bu doğruyu normal karşılamak gerekir diye düşünüyorum.

Enver Paşa’nın Türkistan’daki çalışmalarından rahatsız olan bazı Özbek İdarecilere karşılık, onun vefatı üzerine günlerce matem tutan, ağıtlar yakan ve şiirler yazan Özbek soydaşlarımız da çıkmıştır. Bunların en meşhuru Bütün Türkistan’ın Milli Şairi sayılan Özbekistanlı şair Abdulhamit Süleyman Çolpan’dır. Onun Enver Paşa’nın şehadetinin ardından 1922 yılında Semerkant’ta yazmış olduğu ve Enver Paşa’nın şehit olduğu bölgeye izafeten “BELCİVAN” adını verdiği şiir bir ağıt ve adeta bir feryat niteliğindedir.

BELCİVAN
Feryadım boğsun Dünya’nın bütün varlığını;
Ümidim son ipini de koparıp atsın!
Gazaptan titreyen genç bir yiğidin
Dolmuş mermiler sinesine taş gibi,
Dağlarda özgürlük diye gezen geyiğin
Matemler inmiş kara gözlerine.

Deryalar, dalgalar titreten bir yiğit,
Yediği darbelerin kahrından yıkılıp kalmış,
Kurtuluş yıldızı sanki hiçliğe karışmış,
Senin son canını da düşmanlar almış.

Marmara boyları, Edirne yolu,
Çatalca Ovası, Boğaz geçidi,
Karpat Dağları, Trablus Çölleri,
Güzel Selanik’in şirin bahçeleri.


Şehitlerin yüzüne damlayan nurlar,
Bizi kan ağlattı bu kara haber.

Berlin sokakları yiğidin birini,
Dopdolu koynuna alıp sardı,
Tiflis’in havaları da bir kurtarıcı yiğidi,
Kara kanlara boyayıp toprağa saldı.

Tarihin rengini kanlarla karartıp dolduran
En son ümidimizi de kana boyadı o Belcivan.
Ah nasıl uğursuz zamanlar gelmiş,
Feryadım Dünya’nın varlığını boğup öldürsün,
Kapkara bahtına şeytanlar gülsün!
( Bu şiir, Dr. Baymirza Hayit’in “Basmacılar” isimli eserinin 224. sayfasında ve İrfan Ülkü’nün “KGB Arşivlerinde Enver Paşa” isimli kitabının 7. sayfasında yer almaktadır. İrfan Ülkü’nün kitabında bulunan metin daha şiirsel olduğundan tercihimiz bu yönde olmuştur. Şiirde Enver Paşa’nın görev yaptığı yerlerin yanı sıra Berlin’de katledilen Talat Paşa’ya ve Tiflis’te Ermenilerce şehit edilen Cemal Paşa’ya da atıfta bulunulmaktadır.)

Necip Fazıl Kısakürek, “Ulu Hakan 2. Abdulhamid Han” s. 20, Büyükdoğu Yayınları, İstanbul-1988 Enver Paşa’nın kişiliği hakkında ip uçları

Enver Paşa’ya Barış talebinde bulunan Sovyet Dışişleri’nin göndermiş olduğu barış heyetinin kuryesi Osman Aka’ya söylediği sözler;
“Barış, ancak Rus askerlerinin Türkistan topraklarından geri çekilmesiyle mümkündür. Kumandanları olduğum Türkler son nefeslerine kadar özgürlük ve bağımsızlık için savaşmaya ant içtiler!”

1922 yılının Mart ayı içinde Enver Paşa’ya mektup yazan ve kendisine “Siz Türksünüz ve ülkeniz düşman işgali altında. Askeri gücünüzü orada kullanırsanız, sizin için daha iyi olur” şeklinde laflar eden Buhara’daki komünist liderlerden Alimcan Akçurin’e vermiş olduğu cevap;

“Türkiye’yi kurtarabilecek nitelikte olan birçok arkadaşım var. Bundan kuşku duymayın. Orada arkadaşlarımız bütün güçleri ile mücadele ediyorlar. Bu ülke de benim anavatanımın bir parçasıdır. Buradaki hemşehrilerimin damarlarında dolaşan kan ile benim kanım aynı kandır. Bu ülke Rusların değil, sadece Türklerindir. Nasıl buradan insanlar Türkiye’yi kurtarmak için gitmişlerse, ben de burada düşmanlara karşı savaşmak için bulunmaktayım. Türkler nerede olurlarsa olsunlar hür ve bağımsız olmalıdırlar”.

Enver Paşa’nın “Türkiye’yi kurtaracak nitelikte olan bir çok arkadaşım var” dediği arkadaşları, şüphesiz başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kuvayı Milliye’nin subay kadrosudur. Bu düşüncedeki bir insanın, Mustafa Kemal’e karşı mücadele içinde bulunması ve bu maksatla Rusların oyuncağı olması elbette düşünülemez. Nitekim Enver Paşa, Rusların kendi şahsiyetini istismar etmeye başladıklarını anlayınca onlara karşı Türkistan halkının yanında olmuş ve onlarla omuz omuza savaşarak şehit düşmüştür.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri Kuşçubaşı Eşref Bey, Enver Paşa’nın devlet adamlığı ve asker kişiliği hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmakta ve şöyle demektedir;

“- Enver Paşa’nın Ordu mevzuları dışındaki hadiselerle alakadar olduğuna, ittihat ve terakki içindeki iktidar kavgalarına karıştığına ve kendisi için hususi “klik” ler (entrikacı gruplar) teşkil ettiğine dair daha çok düşmanca duygularla atılan fikirler tamamen yanlış ve haksızdır. Enver Paşa, rahatça iddia edebilirim ki, sadrâzamlardan ve Hariciye Nazırlarından daha büyük basiretle, dünyanın büyük bir harbe sürüklendiğini görmüş ve Osmanlı devletinin bu harbin dışında kalabilmesinin kendi irade ve arzusunun üstünde ve haricinde, adetâ bir emrivâki olduğunapamayan Türk güçlerine karşı saldırma fırsatı bulmuştur. Enver Paşa’nın Lâkay vadisine girmesiyle birlikte, Kızıl Ordu İbrahim Bek’e yanaşarak vadiyi terk eder, böylece Enver Paşa dışlanmış olur. Gerçekten de İbrahim Bek’in birlikleri geri çekilen Sovyet sağ kol birliklerine ve İbrahim’in vekili Togay Sarı da Enver Paşa’nın birliklerine saldırır. Böylece büyük bir Rus ve Bolşevik düşmanı olan İbrahim Bek milli mücadeleye ihanet eder. Onun bencilliği Enver Paşa’nın Sovyetler tarafından imha edilmesine neden olur. Kızıl Ordu birlikleri, İbrahim Bek’e saldırmaktan vazgeçer ve düzenli olarak Enver Paşa’ya saldırmaya başlar.

Enver Paşa ile İbrahim Bek Lakay arasındaki rekabeti ve ihaneti okudukça Mustafa Kemal Paşa ile Çerkez Ethem arasındaki mücadeleyi hatırlamamak mümkün değildir. Her iki olay da benzer karakter arz etmektedir. İbrahim Bek Lakay yaklaşık 20.000 kişilik kuvvetiyle zaman zaman Enver Paşa ile de çatışarak Türkistan milli Mücadelesi’ndeki yerini alırken, Çerkez Ethem de çoğu atlı olmak üzere izah ettim. Başkumandan, bu hususta Teşkilât-ı Mahsusanın sahip olduğu vesikaları ciddiyetle tetkik etti. Bunlar, kanaat ve tezimi, hiçbir şüpheye mahal bırakmadan ispat edecek mahiyette idiler. Mısır, bütün Arap Yarım Adasını bir anda aleyhimize ayağa kaldıracak İngiliz tahriklerinin merkezi olmuştu. Su gibi İngiliz altını akıyordu. İntelligence Servis’in senelerdir hazırladığı, hususi şekilde yetiştirilmiş “Misyoner-Ajan” lar çölün en ücra köşelerine kadar sızmışlardı. Aziz-El-Mısrî, Nuri Said gibi aslen Arap olan –veya bu iddiada bulunan...-, bizim harbiyeden yetişmiş, senelerce beraber dirsek çürüttüğümüz, hattâ Trablus Garb Harbi’ne, Balkan Savaşı’na, Makedonya mücadelelerine kadar içimizde, beraberimizde, safımızda olanlar bile, bu ağın içinde idiler. Şahsen bana “vecih vermiş”* olan içeri çölün en nüfuzlu reislerinden birisinden aldığım bir mektubu Başkumandana verdim. Bu, samimi ve mert bir ruhun feryadı idi. Şöyle söyleniyordu;

Ya Eşref. Ya kadîm dost. Ya vecih verip, vecih aldığım (karşılıklı olarak sözlü teminat verip aldığım) aziz misafir. Emin ol ki, burada pek yakında bir kıyamet kopacak ve ben de, âmmeten (genel olarak) gelecek olan bu kıyam içinde, sana hasım olacağım. Kavmiyetimizin ve an’anelerimizin icap ettirdiği yolda yürümemiş olmanın hacaletini (utancını) bu diyarda kimsenin irtikâp etmeyeceğini (kötü saymayacağını) sen bilirsin. Ne yapalım ki, bu yolun icablarını (gereklerini) bize, Makam-ı Hilâfet ve Saltanat-ı Osmaniyeyi (Osmanlı saltanatını) temsil eden sizler anlatmadınız. Delilleri ve sebepleri onlar ortaya koydu. Şimdi senden “vechimi” (sözlü teminatımı) bana iade et diyorum. Bununla kalben mustaribim. Ammaki (ancak) bütün kabailin (kabile mensuplarının) ve ehibbanın (dostların) iştirâk edeceği yoldan benim ayrılmam nasıl mümkün olur? İslâmiyet’te “ve emrihüm şûra (umumi kararlara uyunuz)...” hükmü yok mudur?

Enver Paşa, izahlarımı sabırla dinledi. Hayatımın en hareketli senelerini aralarında geçirdiğim, ananelerini yakından bildiğim bu halkın ve bu ülkelerin artık bizim için kaybedilmekte olduğunu anlıyordum. Fakat benim bu idrâkimi mes’ul makam sahiplerine olduğu gibi kabul ettirebilmek, şahsım için besledikleri sonsuz itimada rağmen çok zor, adetâ imkânsızdı. Çünkü “resmî makamlar” devamlı olarak aksini iddia ediyorlardı. Karar mevkiinde olanlar ise, bu resmi makamların kendilerine ilettikleri güzel ve uyuşturucu haberlere değer vermeye mütemayil idiler. Yapılacak ne vardı? Bu, ayrı bir meseledir: Fakat, Mekke Şerifi Hüseyin Paşanın isyana hazırlandığı, Cemal Paşaya da, daha sonra Enver paşaya da bizzat benim tarafımdan haber verilmiştir. Haberlerim, aslâ ihtimallere dayanmıyordu. Fakat Cemal Paşa, kendilerinden Allah ve Resûl namına aldığı yemini kâfi manevî teminat, Medine civarında aldırılan askerî tedbirleri de yeter maddi garanti addetmişti. Hata burada idi ve bizzat Cemal Paşanın hâtıratında itiraf ettiği üzere bu hata, bütün Arabistan’ın en kötü şartlar içinde elden çıkmasına sebep oldu. Hem de, uğruna yüz binler, hayır milyonlarca Türk yavrusunu feda ettiğimiz bu topraklardan, arkamızda sebepsiz kin duyguları bırakarak! Türk’ün mâruz kaldığı zulmün intikamını ise, insanların adaleti değil, Allah’ın adaleti aldı: Bizi, arkamızdan vuran, Mehmetçiğe ne İngilizlerin tenezzül ettiği, ne Fransızların revâ gördüğü işkenceyi, gözü dönmüş olarak yapmış bu nankör Şerif ailesinin bütün fertleri, ya hüsran içinde öldüler, ya parçalandılar, ya beklenmedik feci kazaların kurbanı oldular, ya bizzat kendi tebaaları tarafından katledildiler. Onlara katılanlar da aynı akıbete uğradı. Türk’ün âhı yanlarında kalmadı.” (Cemal Kutay, age, s. 137-145)

Eşref Bey, bu toplantıda Harbiye Nazırı Enver Paşaya yapmış olduğu ve Şair Mehmed Akif ile Enver Paşa’nın Arap Dünyası’ndan sorumlu müşaviri Şeyh Şerif Salih El Tunusî’nin de yer alacağı ikna ve istihbarat ekibinin oluşmasına sebep olan teklifini de şöyle açıklıyor:

“-Benim Şahsî kanaatim, her şeyin daha kaybolmadığı merkezindedir. Şerif Hüseyin Paşa, oğullarıyla beraber yakında isyan edecektir. Fırsat kollamaktadır. Bu ayaklanmanın tarihini de, İngiliz makamları tespit edeceklerdir. Çünkü kendisi, İngiltere’nin başlayacağı askerî harekâtın bir faslının muvaffakiyetle neticelenmesi vazifesiyle karşı karşıyadır. Teşkilât-ı Mahsusa’nın dosyalarında, oğullarının harbin başlamasından çok evvel, Mısır’daki İngiliz selâhiyettar (yetkili) şahsiyetleriyle yaptıkları anlaşmalara dair inanılacak izahat vardır. Benim için dava, Mekke Emîri’nin isyanı sırasında, onun tesir ve nüfuzu dışında kalabilecek mıntıkaların şimdilik bîtaraflığını temin etmektir. Müsaade ederseniz, telkin ve irşad bahsinde selâhiyet ve kıymetlerine bütün İslâm âleminin itimat ettiği şahsiyetlerinden mütevazı bir heyet teşkil ederek Necid ve Hicaz mıntıkalarına gitmek arzusundayım. Onlar, telkinleriyle ve irşatlarıyla meşgul olurlarken, ben de, asıl vazifemin nasıl başarılabileceğini tetkik etmiş olacağım. Çünkü Paşam, emin olunuz. Bir gün gelecek siz de bana hak vereceksiniz ve bugünden tavsiye ettiğim tedbirleri alacaksınız, hatta bunu yine benden isteyeceksiniz amma, korkarım ki iş işten geçecektir.”( Cemal Kutay, age, 145-6)

Teşkilât-ı Mahsusa Reisi Eşref Bey’in, Enver Paşa ile görüşmeleri sırasında heyettekiler hakkında bilgi verirken kendisine “Aman Eşref Bey. Benim hem Başyaverimi, hem de Arap ve Afrika işlerimin müşavirini alıyorsunuz.” diyen Enver Paşa’ya karşı vermiş olduğu “Paşa Hazretleri. Mümkün olsa Padişahı da beraberime alabilsem de götürsem. Hicaz’da patlayacak felâket, bize bütün Arabistan’ı elden çıkartacak görünür. Cemal Paşa ile aramızdaki ihtilaf devam ediyor. Bütün kalbimle temenni ederim ki ben haksız çıkayım. Fakat maalesef vaziyet böyle gözükmüyor. Bir an evvel biz yola çıkmak zaruretindeyiz ve çok rica ederim. Size de çok lâzım olduklarını bildiğim bu arkadaşlarımı benden ayırmayınız.”( Cemal Kutay, Necid Çöllerinde Mehmet Akif, Tarih Yayınları Müessesesi, s.44, İstanbul, 1963)

Şeklindeki sözlerinden Enver Paşa’nın Teşkilat-ı Mahsusa’nın çalışmalarına elinden gelen her türlü desteği verdiğini ve bu teşkilatın yapmış olduğu çalışmalara çok büyük değer verdiğini de göstermektedir. Zaten Teşkilat-ı Mahsusa, direkt kendisine bağlı olarak çalışan bir örgüttü ve bu örgütün çalışmalarını, Enver Paşa ve birkaç kişi dışında Padişah bile bilmezdi.

Sözlükler “Kahraman” kelimesine;

“Savaşta veya tehlikeli bir durumda yararlık gösteren kimse, alp, yiğit. Bir olayda önemli yeri olan kimse.”( Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara, 1998)

“Yiğitliği, gözü pekliği, üstün nitelikleriyle dikkati çeken kimse; yiğit, batur, alp”( Büyük Larousse, c.12, s.6190, Milliyet Yayınları, İstanbul)

Şeklinde anlam vermektedirler. “Serdengeçti” kelimesini ise

“Fedai”( Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara, 1998)

“Osmanlı Ordusu’nda fedai ve gönüllü askerlere verilen ad -Ölüm eri ya da dalkılıç da denirdi-. Serdengeçti birliklerinin görevleri, düşmana baskın düzenlemek, düşman ordusu içine beklenmedik saldırılarda bulunarak karşı tarafın moralini çökertmek, kuşatma sırasında bir kalenin ele geçirilmesi için ön hareketi gerçekleştirmek, düşman kuşatmasının yarılmasında öncülük etmek, düşmanın her türlü yığınını ortadan kaldırarak savaş gücünü azaltmak vb. idi”. ( Büyük Larousse, c.12, s.6190, Milliyet Yayınları, İstanbul)

Şeklinde tanımlamaktadırlar. Kanaatimizce “Kahraman” kelimesini kahra katlanan adam ve çileyi kendisine yoldaş etmiş insan olarak tarif etmek de mümkündür. “Serdengeçti” kelimesini ise, mukaddes hedefler için kelle koltuğunda savaşan insan olarak tanımlamak pekâlâ mümkündür.

“Ser” kelimesinin Farsça’da “baş ve kelle” anlamlarına geldiğini düşünürsek, “Serdengeçti”yi, inanmış olduğu dava uğruna başını vermeye hazır kimse olarak kabul edebiliriz. Kahraman ve Serdengeçti sıfatlarını üst üste koyarak bir kişiyi tanımlayacak olursak bu kişinin, yiğit, cesur, atak, hırslı, mücadeleci, güzü pek, fedakâr, inanmış olduğu davaya sonuna kadar bağlı ve bu dava için canını seve seve vermeye hazır, vatansever ve milliyetçi olması en önde gelen vasıfları olmak gerekir.

Bu yazıyı “adam sende” deyip dudak bükmeksizin dikkatlice okuyup, okuduklarını önyargılarından arınmış olarak değerlendiren bir kişinin, Şehit Enver Paşa’nın “Kahraman” ve “Serdengeçti” sıfatlarıyla birebir örtüştüğünü görmemesi mümkün değildir. Çünkü Enver Paşa, İtalyanların Trablusgarp ve Bingazi’yi işgal etmeleri üzerine (Mustafa Kemal de dahil olmak üzere) bir grup arkadaşıyla birlikte gizlice Trablusgarp’a gidip çok başarılı vur kaç savaşları yapacak kadar idealist, Harbiye Nazırı olan eniştesi Nazım Paşa’yı (Yakup Cemil Bey’e) vurup öldürtecek ve (çoğu zaman kendi kendisini terfi ettirmiş olsa da) kısa zamanda terfi edip 34 yaşında Osmanlı’nın Harbiye Nazırı olacak kadar hırslı ve azimkâr, Osmanlı’dan gasp ettikleri toprakları paylaşmak için birbirleriyle savaşa tutuşan Balkan ülkelerinin bu karışıklığından istifade ederek Padişahtan ferman beklemeksizin tek başına vermiş olduğu bir kararla Serhat Şehri Edirne’yi geri alacak kadar atak ve dirayetli bir insandır.

Sarıkamış Harekatı sırasında Aralık Ayı’nın –40 derece soğuğunda ve iyi bilmediği bir coğrafyada gecenin zifiri karanlığında Rus birlikleriyle kuşatılmış vadiler boyunca birkaç kişilik maiyetiyle birlikte at sürecek kadar cesur ve korkusuz, Türkistan’a gidip oradaki soydaşlarımızın bağımsızlıkları için mücadele edecek kadar milliyetçi, Rus mitralyözlerine karşı yalınkılıç hücuma kalkacak kadar yiğit ve nihayet inanmış olduğu mukaddes dava (ki; bu dava Uluğ Türkistan’ın istiklaline kavuşması davasıdır) uğruna en seçkin Rus askerlerinden müteşekkil ÇEKA’nın (KGB’nin çekirdeği olan birim) kılıçlarına başını feda edecek kadar fedakârlık gösteren bir karakterdir.

Bu yönüyle Enver Paşa, sanki Türk Tarihi’nin derinliklerinden fışkırıp adeta bir destan bırakmak için 20. yüzyıla fırlatılmış bir kahraman gibidir. Onun, maiyetindeki 30 Türk serdengeçtisiyle Rus makineli tüfeklerine karşı yapmış olduğu kılıç taarruzu, tıpkı 40 arkadaşıyla birlikte Vu Nehri’nin kenarındaki Çin Sarayı’nı basarak Çin İmparatoru’nu yakalamaya ramak kala arkadaşlarıyla birlikte şehit edilen Kür Şad’ı andırmaktadır. İstanbul surlarına tırmanarak Türk Bayrağı’nı surlara diken ve sonra da Bizanslıların atmış olduğu oklarla surlara dikmiş olduğu bu bayrağın altında şehit düşen Ulubatlı Hasan’ı ve Çanakkale Savaşları’nda 250 kiloluk top mermisini tek başına kaldırıp topa yerleştiren Havranlı Seyit Onbaşı’yı çağrıştırmaktadır. Enver Paşa, bireysel kahramanların kaybolup gittiği ve bu tür kahramanlıkların artık para etmediği günümüz dünyasına 87 yıl ötesinden göz kırpan bir yıldız gibidir adeta.

Biz bu işi, dürüst tarihçilere havale ederken; (manevi huzurunda saygı ile eğiliyorum demekle eğer bir görev ifa edilmiş sayılıyorsa) 4 Ağustos 1922 tarihinde yedikleri baskın üzerine 30 arkadaşıyla birlikte kılıçlarını çekerek Ruslara hücum eden, ancak Rusların makineli tüfek taraması neticesinde 30 arkadaşıyla birlikte vücuduna 5 kurşun isabet ederek şehit düşen (sonra da kılıçla başı gövdesinden ayrılan) bu büyük ve kahraman vatan evladının hatırası önünde saygıyla eğiliyor, yıllar sonra da olsa bedenini Tacikistan’dan getirerek İstanbul’daki Hürriyeti Ebediye Tepesi’nde bulunan Talat Paşa’nın kabri yanında Resmi Devlet Töreni ile defneden zihniyete sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz.

Yüce Türk tini şad olsun....

Ulu Kök Tengri Türk'ünü Korusun
Ferhat SARIKAYA
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Cevap: Enver Paşa - Sahipsiz Kahraman

Enver Paşa’ya saldıranların dillerinden düşürmedikleri suçlamaların başında bu saçma cümle en başı çeker: “Koca imparatorluğu parçaladı”

Hani bir atalar sözü vardır: “Bir lafa bakarım laf mı diye, bir lafı diyene bakarım adam mı diye?”

Bu suçlamaları yapanların ekseriyeti bugün Türk Devletini parçalamak isteyen adamlardır ve ben en çok buna gülerim. Bir devleti parçalamak isteyenler, başka bir kahramanı devlet parçalamakla suçlar dururlar…
 
Üst