Hazar’da Kültürel Çatışma Tahlilleri

SALUR

Dost Üyeler
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
859
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
(the_aci_show)
Hazar’da Kültürel Çatışma Tahlilleri


Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu (bipolar) etkileşim içerisindeki dünya, Sovyetler’in yıkılmasıyla bütün etki odaklarını ele geçiren ABD’nin “dünya jandarmalığı”nı yaptığı bu dönemde de eski sıkıntılarından kurtulmuş değildir.

Soğuk Savaş’ın bitimiyle ABD’nin tek güç olarak kalması “gelecek günler” ile ilgili olarak hazırlanan tezleri de beraberinde getirdi. Bu tezlerden en önemlisi, mirasını Bernard Lewis’in 60’lı yıllardaki tezinden alan Samuel Huntington’ın “The Clash of Civilizations” yani Medeniyetler Çatışması tezidir. Buna göre, dünya halkları etnik ve kültürel olarak kategorilere ayrılmış, tek farklı ayırıcı maddeyi ise İslâm’a tabi olan halklar teşkil etmiştir.

Samuel Huntington’ın bu tezi Amerikan akademisyenleri ile birlikte dünya genelinde akademisyenler ve siyasiler tarafın dan aslında Yeni Dünya Düzeni’nin (New World Order) 21. yüzyıldaki ana maddesi olarak kabul görmekte.

Bunu kabul edenlerden önemli bir isim olan Brenda Shaffer “Is There a Muslim Foreign Policy?” 1 adlı makalesinde Müslüman halkların diplomatik çalışmalarını içsel/dışsal boyutlarla ele almakta fakat bu incelemelerde Huntington tezinin etkisi kaçınılmaz bir dayatma ile kendini göstermektedir. S haffer kültürel baskın yönetimin de medeniyetler çatışmasına sebep olduğunu savunmakta.

11 Eylül olaylarından sonra Batılı araştırmacılar Müslüman nüfusun ülke nüfusunun tamamını kaplayan ülkelerde yer alan siyasi yönetimler üzerinde İslâmi etkinin olup olmadığı konusunda araştırmalarda bulunmaktalar. Aslına bakılırsa bu araştırmacılar İslâmi siyasal etkinin nükleer silâhlanmadan daha etkili olduğunu düşünmekteler. Tabii ki bu fiziki bir tehlikeden öte siyasal ve kültürel bir tehlike olarak tanımlanmıştır.

Bu tehlikenin tüm dünyayı tehdit ettiği de ayrı bir görüş olarak sunulmaktadır. Ve bu zamanlarda en çok sorulan soru Müslümanlar’ın gayrimüslimlerden tamamen farklı bir hareket içinde olup olmadıklarıyla ilgilidir. Dikkat edilirse burada dünya iki kutup halinde ele alınmakta. Brenda Shaffer’a göre insanlığın ana yapıları kültürle özdeştir. Bu bağlamda ise insan inançları ülk e yönetiminde etkili olmaktadır. Yani bu ifade insan inançlarının tam açıklaması olarak ele alınırsa, halk iradesi (determination) yönetim sisteminde en büyük etkiye sahiptir.

Bir ülkenin oluşumundaki temel faktörlerden biri olan halk, kendi iradesi ile dünyaya varlıklarını ifade etme gücünü siyasal yönetim vasıtasıyla kullanır. Bu görüşle birlikte ardı kapalı düşünceyi şeffaflaştırıcı olan diğer ifade dikkat çekicidir : Devlet halk iradesi dışında kısmî olarak hareket eder. Bu, devletin de birey gibi bir varlık olduğu düşüncesini oluşturmaktadır. Yani birey küçültülmüş bir devlet, devlet ise büyütülmüş bir bireydir. İşlevleri bakımından benzerlik taşıyabilirler. Eğer devletin halktan bağımsız fonksiyonel bir varlık olduğu düşünülse, halk iradesinin de önemi kalmayacaktır.

Shaffer incelemesinde ayrı bir karar-eylem örneğine yer vermekte. Bazı Müslüman ülkeler emperyalizm karşıtı olan anti-Amerikan 2 (siyasi anlamda anti-amerikan ama kültürel anlamda anti-americanization) veya anti-Batı düşüncesine sahip halk yığınlarından oluşmaktadır. Fakat yönetimsel olarak bu ülkeler Amerika ile işbirliği içerisindedirler. Suudi Arabistan, Pakistan ve Mısır gibi ülkeler örneklerden bazılarıdır.

Genel olarak yönetim politikası ile halk arasında zıtlıklar göze çarpmakta. Eğer bu örnekler kendilerini yo k etmezlerse kültürün siyasal yönetime etkisi, dolayısıyla İslâm’ın siyasete alet edilmiş görüntüsü ve bunun sonucunda medeniyetlerin çatışması tezinin ana teması olan kültür etkisinin varlığı kabul edilemez iddialar halini alacaktır.

Uluslararası ilişkiler halk ve yönetimi birbirinden ayırmayıp tek bütün halinde ele alırsa, Huntington haklı çıkmak durumunda. Fakat halkı ve yönetimi farklı öğeler olarak ele alırsa sonuç daha değişik olacaktır. O halde karşımıza şöyle bir ikilem çıkıyor; ya bu ülkeler sırf yöneticilerinden dolayı Batı tarafından düşman ilân edilecek ya da kültürel ve siyasi asimilasyonu kabul etmeyen ama diyalog içinde olmayı arzulayan halktan dolayı -ki bunu reddeden bir halk yeryüzünde bulunmamakta- yönetimlerine takınılan tavra zıt olarak, dostluk elleri uzatılacak.

Bu durumda İslâmi tehditten endişe eden Batı’nın sadece halk kitlelerini düşmanlığa yönelten ve İslâm’ı buna alet etmeye çalışan zümreyle çatışmaya girmesi gerekmekte. Yoksa çatışma tezinin iddia ettiği gibi halkların birbirine olan düşmanlığı, kendi kültürlerinden değil, yönetim zümresinin dayatmaları sonucu oluşan bir durum.

Brenda Shaffer, İslâmi coğrafyaya ait olan Hazar’ı da (Caspian) ele almakta. Bu konuda şekil olarak diğer coğrafi konumlardan farklı olan Hazar’ı aynı yargıyla dile getirmekte. Shaffer’a göre Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte Hazar çevresi ülkeleri İslâmi rejim etkisi/tehditi altına girdiler. Ve şu an bu devletler iç ve dış siyasetlerini buna göre belirlemekteler.3

İRAN : İSLÂMİ SİSTEMİN BAŞ AKTÖRÜ

İran İslâm Cumhuriyeti Hazar bölgesinde büyük etkinliğe sahip. Shaffer’ın da savunduğu gibi özellikle komşu ülkeleri ile ilişkisi bakımından İran mercek altına alınması gereken bir ülke. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen sonra kendilerine göre yorumladıkları İslâmi anlayışı (Parsian Islamism) komşu ülkelere ihraç etme hareketlerinde bulundular.

Orta Asya ve Kafkasya (buna Türkiye de dahil) için İran, rejim ve inanç ihracı girişimlerinde kilit rol oynadı. Bu girişimlerini İslâmi Dayanışma (Islamic Solidarity) mantığındaki bir kalıba soktu. Bu da yanışmanın esaslarını ekonomi ve güvenlik teşkil ediyordu. Özellikle ekonomik yönden fakir olan ülkeler büyük bir etki altına girdiler. Fakat seküler sistemi savunan ve bu konuda Türkiye örneğinden ilham alan devletler bu girişimlere direndiler.

Sadece rejim ve inanç ihracı yönünden değil, ekonomik anlamda zengin rezervlere sahip olan ülkeler ekonomik olarak kendilerine dostça yaklaşımlarda bulunmaya çalışan İran’ı bir süre oyalamaya çalıştılar. 4

Fakat Shaffer başta olmak üzere İran’ın girişimlerini yanlış anlayan veya değerlendiren diğer Batılılar, çatışma meselesinin derinleştirilmesine sebep oldular. Bahsettiğimiz gibi Parsian Islamism girişimleri sadece İrancı paradigmaları içeren bir anlayışa sahiptir.

Eğer İran tüm İslâm alemini temsil eden ülke olarak görülürse bütün Müslümanlar için aynı bakış açısı doğuracaktır. Halbuki Yavuz Sultan Selim döneminde bile İran, halifeliği elinde bulunduran Osmanlı Devleti karşısında farklı İslâmi anlayışlara sahip olan ülke olarak değerlendirilmiş ve İran’ın her türlü girişimi engellenmiştir. İran’ın sahip olduğu bakış açısını ve yaşam tarzını hatta siyasal yönetimi tüm Müslümanlar’da aynıymış gibi ifade eden Shaffer, Tahran yönetiminin önünde üç zorlu vaziyetin bulunduğunu ifade eder :

- Nagorno – Karabağ (Müslüman Azeriler ve Hristiyan Ermeniler)

- Çeçen Meseleleri ( Müslüman Çeçenler ve Moskova)

- Tacik Sivil Savaşları ( İslâmi Kalkınma Partisi ve Moskova)

Bütün bu devam edegelen olayların fundamentalist İran’ı kendini devlet menfaatlerini düşünmeye zorladığını söyleyen Shaffer, İran’ın Ermeniler’e olan iyi yaklaşımlarını da menfi olarak değerlendirmekte. Zaten bu düşünce de katı İran yargılarını ezmektedir. Amacın İslâmi yayılım dışında devlet menfaatleri olduğu açıkça bilinmektedir.

İran’ın çok etnikli (multiethnic) yapısı, devlet siyasetini de “İranlılık menfaatini koruma” olarak etkilemiştir. Kuzeybatı sınırı Azerbaycan’a dayanan İran, kendi içerisinde milyonlarca Azeri barındırmaktadır. Öyle ki, bugün Azerbaycan, İran’a ait olan Hoy, Salmas, Tebriz, Erdebil ve Astara hattını İran Azerbaycan’ı olarak adlandırmaktadır. İran çok etnikli yapısını buradaki Azeriler’e kültürel asimilasyon ile korumayı sürdürürken diğer yandan da Er meniler’e göz kırparak “kararlı” politikasını devam ettirmektedir.

Eğer İranlı Azeriler serbestleşirlerse ileride bağımsızlık çatışmalarına girişecek ve anavatan Azerbaycan bu durumdan yararlanmak isteyecektir. Ama Ermeniler’e büyük devletlerle beraber destek veren İran “dost tanımaz” hareketleriyle kendi güvenliğini korumaya alacaktır. Fakat sekiz milyon nüfuslu Azerbaycan’ın mevcut nüfusun üç veya dört katı fazla olan İran’daki soydaşlarına sahip çıkmaya teşebbüsü bile çok tehlikelidir.

Mevcut İranlı Azeri nüfus İran’ın kuzeybatı kesiminin bel kemiğini oluşturduğundan İran devleti için ayrı bir öneme sahiptir. Ermeni meselesindeki girişimlerinden dolayı Bakü yönetimiyle çoğu kez soğuk temaslar yaşamakta. İran’ın Ermeniler’e karşı olarak Azeriler’e destek vermesi ile, Bakü yönetiminin de bu topluluklarla (soydaşları) sıcak temasından doğacak olan tehlikelere karşı sert ve koru macı/elde tutucu politikaya sahip oluşu, mecburi olarak dünyaya yansıtılan “İslâmi yayılmacı” uygulamanın içe dönük olarak devlet menfaatine çevrilmesine sebep olmuştur.

Bütün bu durumlara karşılık, Türkiye’nin Karabağ meselesinde Azerbaycan’dan yana taraf tutuşu Shaffer tarafından kültürel etkilerin siyasete karışması ve başka kültür için çatışmaya dönüş olarak yorumlanıyor. Halbuki Türkiye’nin Karabağ desteğinin arka planında Ermeni diasporasının Türkiye aleyhindeki çalışmaları etkin olmakta. Yani Türkiye de Azerbaycan gibi bir çatışma halinde. Fakat bu çatışma siyasi platformlarda gerçekleştirilen ve Türkiye’nin iyimserlik politikasını güttüğü bir durum. Azerbaycan’a yardım eden Türkiye’nin “kültürel etkileşimleri” ni negatif gelişmeler olarak değerlendiren Shaffer’ın Ermeni dayatmalarına değinmemesi ve onları ezilen taraf olarak göstermesi ilginç bir durum.

Shaffer ile aynı düşünceleri paylaşan diğer gözlemciler ise çatışmanın temel nedenini kültür ile birlikte “dini farklılıklar” olarak yorumlamaktalar. Meselâ Çeçenler’in Moskova’ya olan direnişlerini hissi olarak destekleyen Azerbaycan aynı desteği Hristiyan Ermeniler’e göstermemekte. Ayrıca yönetim ile halk tabakasını birbirinden ayırma düşüncemiz de bu gözlemciler tarafından doğrulanmaktadır. Liderlerin halklardan farklı tavırlar sergilemeleri gözlemciler tarafından halk ile yönetim arasındaki farklılıklar olarak yorumlanmakta.

Hazar çevresinde gelişen şiddet olaylarının tamamının kültürel arkaplana dayandığını savunan “çatışmacılar” Türkiye ve Azerbaycan’ın Türk ve Müslüman kimlikleriyle, Rus ve Ermeniler’in Hristiyan kimlikleriyle bağlantılı hareket ettiklerini belirtirlerken, Gürcü-Rus çatışmasına belirli bir izah getirememekteler.

Kültür belirli çizgiler içerisinde ortak hareket etme vasıtası olabilir. İslâmi yaşayışın da iç ve dış politikadaki etkilerinden bahsedilebilir. Fakat devletlerin politikaları ve halkların bakış açıları temelli olarak bu çerçevede ele alınmamalıdır. Neo-realizmin geliştiği ve önemini koruduğu çağımızda “kültürel etki” gibi yumuşak kavramlardan bahsedilmesi uluslararası ilişkiler disiplinine aykırıdır.

"Kuran’da dış politikaya yön verecek neler var ki Müslümanlar bu şekilde hareket ediyor?” sorusunu soran Shaffer için, Hazar Bölgesi dışında Almanya’yı İncil ile, İsrail’i Tevrat ile bağlantılı hareket ediyor şeklinde göstermemiz, çatışmacı tezin gereklerinden biri olmalıdır.
 
Üst