Hz. Muhammed(Sav)in Doğumu Çocukluğu ve Yetiştiği Devir

İl_Bilge_Katun

Dost Üyeler
Katılım
5 Nis 2009
Mesajlar
175
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hz. Muhammed(Sav)in Doğumu Çocukluğu ve Yetiştiği Devir


Çocukluk Dönemi


îslamın elçiliği, gelmiş geçmiş tüm ilahi mesajları kapsayan bir mahiyete sahipti, onların sonuncusuydu ve hepsini yürürlük*ten kaldırmak ve onları bir anlamda tamamlamak üzere gelecek, bütün insanlığa hitap edecekti. O bakımdan bu elçiliği yüklenecek olan kimsenin, ilahi emaneti tamamen eda edebilecek (görevini yerine getirebilecek) bir ehliyete (bir yeterliliğe) sahip olması gere*kirdi. Hiç şüphe yok ki, bu görev için birini seçmek ancak Allah Te-ala tarafından olacaktı.
Yüce Allah (cc) bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"[Mekke'li (kafirlere) Allah'ın mesajlarından] bir ayet bildiril*diği zaman:
Allah'ın peygamberlerine ayetler indiği gibi (bizzat) bize de inmedikçe inanmayız, diyorlar. Allah kimi elçi kılacağını daha iyi bilir. (Böyle küstahça isteklerle) suç işleyenlere aşağılayıcı bir kar*şılık ve hilelerinden ötürü şiddetli cezalar isabet edecektir." [1]
Allah Teala işte bu elçiyi, dünya milletleri içinde vasat bir top*lumun arasından, Arapların en saygın kabilesi olan Kureyş'in ortasından, tam odağından ve Hz. îbrahim ile Hz. İsmail (as)'m dev*rinden beri herkesçe sevilen boyundan seçti.
Hz. İbrahim vaktiyle Rabbine şöyle yakarmıştı:
"Rabbimiz! Ben ailemin bir kısmı namaz kılabilmeîeri için (Mekke'de) senin kutsal evinin yakınında tarıma elverişsiz (ço*rak) bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların gönüllerini on*lara meylettir. (Onları insanlara sevdir) Şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır.[2]
Keza Allah Teala bu elçiyi şerefli bir soydan seçti. Çünkü O'nun ataları arasında nikahsız ya da benzeri bir ilişkiden dünyaya gel*miş veya soyunda şaibe bulunan ve ayıplanan biri yoktur.
Yine Allah Teala bu elçiyi şehirli olmaktan çok göçebe bir ha*yata daha yakın bir toplum arasından seçti. Çünkü bu toplum şe*hirliliğin dejenere etmediği, refahın değiştirmediği saflığını koru*yordu.
Keza O, medeniyet alanında varlık göstermiş, felsefeyi ve fikrî tartışmaları tanımış, çeşitli konularda tezler ileri sürüp münazara*lar tertip edebilecek kadar ilim ve kültür birikimine sahip olmuş bir milletin içinden de gelmiyordu. Eğer öyle olsaydı (bu elçinin kişiliği) konusunda çok tartışmalar olur ve şöyle denirdi:
Bu zat eskilere ait bilgilerden iktibas etmiş, ilimlerinden fayda*lanmıştır; filozoflarla haşir-neşir olmuş, onlardan öğrenmiştir.
Bütün bunlarla birlikte Hz. Muhammed (sav) zaten ümmiydi. Ne okumuş, ne de yazmıştı. Ta ki hiç bir kimse O'nun için: Bazı acem [3] lerden okudu, Arap yarımadası dışında bulunan kitapları inceledi demesin.
Allah Teala bu hususu şöyle açıklamaktadır:
"Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı (gerçekleri) iptal etmeye çalışanlar şüphe*ye düşerlerdi."[4]
Elçisini Allah Teala böylece seçmiş oldu. Doğup yetişip pey*gamber oluncaya kadar, mücadelesini verip devletini kuruncaya kadar, hatta yüce Rabb'ine kavuşuncaya kadar Allah Teala O'nu koruması altına aldı. İlahi koruma O'nu her an çepçevre sarmış bulunuyordu.
O'nun hayat dinamizmi mükemmel ve sürekliydi, aktivitesin-de hiç bir kopukluk yoktu. Aynı zamanda, ne kadar kısa olursa ol*sun, O'nun hayatının hiç bir kesitinde, insanlar tarafından keşfe-dilemeyen bir bulanıklık ya da meçhul bir şey yoktur. Taki O'nun hayatında insanların bilemediği gizli bir olay kalmış olmasın.
Çünkü olabilir ki böyle meçhul kalmış bir hadisede çok fayda*lar bulunur, insanlar böyle bir şeyden haberdar olurlarsa, hayat meselelerinde onu örnek alırlar. Hatta ve hatta hanımlarıyla yalnız kaldığı mahrem anları bile berrak bir şekilde ümmete intikal et*miştir. Çünkü O'nun hanımları zaman zaman bu mahrem durum*ları gayet büyük bir edep ve hikmetle (yakışır bir ifade ile) nakle*derlerdi. Böylece kişi hanımı ile olan ilişkilerinde bu büyük bilgi*lerden istifade imkanını bulmaktadır.
Hz. Muhammed (sav)'in hayatı tarihi bir hayattır. Gerçek su*rette cereyan etmiştir ve bilim bu hayatı baştan sona kadar kay*detmişti. Aksine o, ne bir hayal ürünüdür, ne yazarların bir temsi*li canlandırmasıdır, ne de hurafeler üzerinde temellendirilmiş ya da varsayım üzerinde bina edilmiş bir şeydir.
Bu bakımdan insanın hayata uygulayabileceği gerçekçi bir ya*şam tarzıdır. Çünkü insan fıtratıyla uyum halindedir. Hz. Muham-med'in hayat gerçeği, taraftarlardan çok düşmanlarca ve bizzat O'nunla birlikte yaşayan ashabından (dava arkadaşlarından) önce çağdaşları olan muhaliflerce de çok açık bir şekilde bilinmekte idi.
Hz. Muhammed (sav)'in.sireti (O'nun yaşam tarzı), hayatın tüm sahalarına şamil bir dinamizm sergilemiştir. O'nun bu hayatı içinde arkadaşlarıyla birlikte bulunan bir gencin, eşiyle mutlu bir aile hayatı yaşayan bir kocanın, çocuklarıyla haşir neşir olan bir babanın, toplumun fertleriyle birlikte herkesle eşit düzeyde yaşa*yan bir vatandaşın, muhitinin insanlarıyla uyum içinde olan bir komşunun çeşitli ilişkilerinden mükemmel örnekleri bulunmak*tadır. Yine O'nun bu hikmetlerle dolu aktif hayatında, ordusunu sevk ve idare eden bir komutanın, halkını yöneten başarılı bir dev*let başkanının adil ve isabetli icraatından eşsiz örnekler vardır.
Keza O'nun hayatında çocukları ölen bir babanın, eşini kaybe*den bir kocanın, yanmasında dava arkadaşları öldürülen bir dos*tun, düşmanları tarafından çeşitli zulüm ve baskılara maruz bıra*kılan, çevre halkı tarafından kendisine eziyet edilen, ileri gelenle*rin inat ve küstahlıklarıyla, liderlerin düşmanlıklarıyla karşılaşan, ezilmişlerden başka kimselerce desteklenmeyen, gözleri önünde taraftarlarına çeşitli işkenceler yapılırken çaresizlik içinde kalan bir insanın perişan hayatından da yine ibret verici örnekler vardır.
O'nun hayatında bizzat kendisinin çizdiği sistem hakimdir. Bizzat kendisinin çizerek izlediği yol vardır. Bunun içinde devlet*lerle icra edilen ilişkiler, zor günler, ferah günler vardır.
Yine O'nun hayatından, elde edilen zaferler ve üstünlükler sı*rasında canlılık ve ümit, zorluk ve engeller karşısında nefret belir*tilerini sergileyen kesitler vardır. Böylece her insan, hayatının her anında, Allah'ın bu son elçisinin yaşamından bir kesit bularak onu örnek alabilir, davranışlarını ve hayatını buna göre düzenleyebilir.
O'nun siretinin tablosu içinde, aynı zamanda yetim kalmış bir çocuğun, fakir bir insanın, güvenilir bir tacirin, yaşlı bir hanımla hayatını paylaşan genç bir kocanın, erkek çocuklarını kaybedip yalnızca kız çocuklarıyla başbaşa kalmış, kızlarından kimisi evle*nip çoluk çocuk sahibi olurken bu şansa sahip olamamış bir baba*nın -ki bir kızı (Hz. Fatıma) hariç, bütün çocuklarını sağlığında kaybetti- aralarında hem çok yaşlı, hem çok genç, gerek güzelliği ile övünen ve gerekse kıskanç hanımları olan bir aile reisinin yine hayatından ders, ibret ve hikmetlerle dolu örnekler vardır.
Hz. Muhammed (sav)'in sireti, insanlar tarafından Örnek alı*narak uygulanabilen (aktif ve dinamik) bir hayat tablosunu can*landırmaktadır. Eğer hayatının normal insan seviyesinin üstünde bir özelliği olsaydı böyle bir hayatı örnek almak ve çizgisini takip etmek zorlaşacaktı.
Zira O ilahi kudretle olağanüstü bir hayat sistemini de uygula*yabilirdi. Benzerlik gösteren hadiseler arasındaki çelişkilerden hiç bir şey O'nun hayatında yoktur. Çünkü böyle bir durum, bu haya*tın başkaları tarafından örnek alınmasını ve uygulanmasını engel*ler.
Ancak bu, O'nun mucizelere ve olağanüstü güçlere sahip ol*madığı anlamına da gelmez. Ancak bu mucizeler, O'nun normal bir insan olarak yaşadığı ve başkaları tarafından örnek alınması gereken hayatının dışında cereyan ediyordu. Şu olay kesin ve mu*hakkaktır ki: ağaç ve kaya O'nu selamlamışlardır, O'nun mübarek parmakları arasından sular fışkırmıştır, melekler inmiş O'na sa*vaşta yardım etmişlerdir.
Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz. O, - Ben size birbiri peşinden bin melekle yardım ederim, diye istediğinizi kabul etmişti.
Allah bunu, ancak bir müjde olması ve kalplerinizin yatışma*sı için yapmıştı. Zafer ancak Allah'ın elindedir. Gerçek şu ki: Allah güçlüdür, hakimdir." [5]
Yine şöyle buyurmaktadır: "Rabbin meleklere:
- Ben sizinleyim. İnananları destekleyin, diye vahyetti. Ben inkar edenlerin kalplerine korku salacağım. Artık onların boyun*larını vurun, parmaklarını doğrayın, dedi [6]
Keza şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi) Müminlere (Bedir savaşı sırasında) şöyle diyordun:
- Rabbinizin üç bin melek indirerek size yardımda bulunma*sı yetmez mi? Evet eğer (direnerek) sabredecek olur ve (Allah'ın ve peygamberin emirlerine karşı gelmekten) sakınırsanız, onlar da hemen üzerinize hücum edecek olurlarsa Rabbiniz size (yardımı*nıza gelenlerin melek olduklarını tamyasmız diye) nişanlı beşbin melekle imdat edecektir.
Allah bunu, ancak bir müjde olması ve kalplerinizin yatışma*sı için yapmıştır. Zafer ancak Allah'ın elindedir. Gerçek şu ki: Al*lah güçlüdür, hakîmdir." [7]
Bütün bunlara ilaveten Kur'an-ı Kerim, edebi izah tarzı ve ya*sama bakımlarından Hz. Peygamber'in en büyük mucizesi sayılır. Çünkü O'nun halkı edebi anlatım üslubuyla ünlü idiler. Kur'an-ı Kerim ise onlara meydan okumuş, becerebilirlerse Kur'an'daki gi*bi on sure veya en azından bir sure getirmeleri için çağrıda bulun*muştur.
Bu konuda Allah Teala şöyle buyurmakta:
"Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe edi*yorsanız siz de onun benzeri bir sure meydana getirin; eğer doğ*ru sözlü iseniz, Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağı*rın. Eğer yapamazsanız- ki yapamayacaksınız- O takdirde, inkar edenler için hazırlanmış bulunan ve yakıtı (asi) insanlarla (hey*kel ve put gibi) taşlar olan ateşten sakının." [8]
Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "(Ey Muhammedi) Senin için:
- Onu uydurdu, diyorlar. Öyle mi?! De ki:
Öyleyse ona benzer, uydurma on sure meydana getirin. İddi*anızda samimi iseniz, Allah'dan başka çağırabileçeklerinizi de çağırın. Söylediğinizi yapmazlarsa bilin ki, ancak o, Allah'ın il*miyle indirilmiştir. Ondan başka (da) ilah yoktur. Artık müslü-mansımz değil mi? [9]
Allah Teala keza şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi) De ki: Eğer insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olup bu Kur'an'm bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler bile, and olsun ki yine de benzerini ortaya koya*mazlar." [10]
Kur'an-ı Kerim'de başlı başına mucize olan ayetler de vardır: Bu ayetler gerek geçmiş milletler hakkında verdikleri haberler ba*kımından olsun -ki bu bilgiler meçhuldü ve Arap Yarımadası'nın halkı, bunları katiyyen bilmiyordu- gerekse Romalıların Persleri yeneceklerine dair verdiği istikbale matuf bilgiler gibi olsun, birer mucizedir. îşte bu ayetlerden biri de şudur:
"Elif, Lam, Mîm. Rumlar (Bizanslılar) en yakın bir yerde yenil*diler. Onlar bu yenilgiden sonra birkaç yıl içinde galip gelecekler*dir. İş eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün inananlar, istedi*ğine yardım eden Allah'ın desteğine sevineceklerdir. O güçlüdür, merhametlidir." [11]
Bunların yanı sıra, ne kadar edebi değerleri yüksek olursa ol*sun insan sözünün, Kur'an'ndaki ilahî anlatım seviyesine asla eri*şemeyeceği hakkında, her çeşit fikre sahip kimseleri ikna etmeye çağıran ekonomik, sosyal ve yasama kanunlarını içerir mahiyette mucize ayetler de vardır. Öyle ki: Eğer bu yasalar uygulanacak ol*sa bütün insanlar, Asr-ı Saadet' [12] de olduğu gibi tamamen mutlu bir hayat yaşayacaklardır. Neden olmasın? İnsanları kudret-i ilahi-yesi ile yaratan, onlara istediği şekli veren Allah Teala'nın, hiç şüp*hesiz ki, onlar için koyduğu ve gönderdiği kanunlar kendilerine yalnız bir yönden değil, her bakımdan mutluluk temin edecektir, onların hiç bir menfaatini ihmal etmeyecektir. Zira Allah herşeye kadirdir.
îşte bu özelliklere sahip bir hayat tarzı örnek alınmaya değer. Peygamberlerin hayatları hakkında sahip olduğumuz bilgilere baktığımızda, hiç birinin hayatında Hz. Muhammed (sav)'inki ka*dar bu derece çeşitli meziyetlere sahip birini bulamıyoruz. Çünkü az sayıdakilerin hariç diğer peygamberlerin hayatları hakkında hemen hiç bir malumatımız yoktur. Kendileriyle ilgili olarak çok şeyler bildiğimiz bazı peygamberlerin ise hayatlarının diğer kesit*leri bizce meçhul bulunmaktadır. Bu durum ise onların siretleri hakkındaki bilgilerimiz arasında kopukluklara neden olmaktadır.
Hz. Muhammed (sav) hariç, diğer peygamberlerin hemen hep*sinin, tüm hayat alanlarına şamil faaliyetleri mevcut değildir. Mese*la Hz. Musa Kur'an-ı Kerim'de en çok bahsi geçen peygamberdir. Başından geçenler hakkında çok şeyler de biliyoruz. Ancak Fira-vun'un sarayında nasıl yetiştiği hakkında hiç bir bilgimiz yoktur.
Keza kardeşi Harun (as)ın öldürülmekten nasıl kurtulduğunu, Hz. Musa'nın eşiyle, ailesiyle, akrabalarıyla, çocuklarıyla olan iliş*kilerini bilmiyoruz. Halbuki bunlar, sosyal hayatta temel noktaları teşkil etmektedir.
Keza Hz. Musa (as)'in, kendi toplumuna uyguladığı bizzat çiz*gisinde yürüdüğü ve insanları davet ettiği ekonomik ve siyasi ma*hiyeti hakkında hiç bir malumatımız yoktur. Bu konuda mevcut Tevrat'ın verdiği bilgilere güvenmek mümkün değildir. Çünkü Tev*rat'ın dağılan bölümleri Hz. Musa (as) 'm yaşadığı devirden asırlar*ca sonra toplanmıştır. Bu da Tevrat'a bir yandan bazı şeyler eklen*mesine, diğer yandan bazı kısımlarının çıkarılmasına ve çoğunun değişikliğe uğramasına sebep olmuştur.
Bu suretle de son haliyle Tevrat, daha çok tarihçilerin çeşitli kanaatlerinden oluşan ve sözünü ettikleri zat hakkındaki görüş ve düşüncelerini yansıtan, bununla birlikte birçok çelişkiler içeren bir biyografi kitabı olarak geride kalmıştır. İçindeki her olay hak*kında iki ayrı rivayet vardır. Bazen bu iki rivayet birbirlerinden ta*mamen farklıdır.
Hz. İsa (as) 'nın hayatı hakkında da, azı hariç, hemen hiç birşey bilmiyoruz. Çünkü O'nun sadece doğumuna ve çocukluğuna dair bazı bilgilerimiz vardır. Ondan sonra da son yılları hariç, pek kısa bir süreden ibaret olmayan hayatının diğer aşamaları bilgilerimi*zin ufku dışında kalıp kayboluyor.
Buna ilaveten İncil'ler, O'nun Ref edilmesinin üzerinden alt*mış yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra kaleme alınmışlardır. Kaldı ki bu İncil'lerin, ilkin hangi dillerle yazılmış olduklarını ve kimler tarafından tercüme edildiklerini bile bilmemekteyiz. O hal*de bunlar da güvenilemeyecek birer biyografi kitabıdır. Çünkü ne yazarları, ne doğruluk dereceleri, ne de bu İncil'lerin gaye ve mak*satları bilinmektedir.
Sonraları bu İncil'lerin havariler [13] tarafından yazıldıkları ileri sürülmüştür. Hatta kilisenin başka havarilere mal edilen bazı İn*cil'ler hakkında bile bilgisi yoktur. Çünkü bu İncil'lerin ihtiva etti*ği bilgiler kiliseye ulaşmış değildir. Hem sonra kilise adamları Hz. İsa Mesih (as)'in, tabiatını (varlığının mahiyetini) inceleyip araş*tırmak üzere O'ndan ancak asırlar sonra toplanmışlardır.' [14]
Keza Hz. İsa'nın da yaşayışı, hayatın tüm sahalarını kapsayan bir şümule sahip değildir. Her şeyden önce evli değildi ki karı-ko-ca olarak ilişkileri hakkında ortada bir bilgi bulunsun. Çocukları yoktu, devlet kurup yönetmemişti. O'nun hayatında bütün bunlar yoktur ki bu alanlarda kendisini örnek alalım. Siyasî, sosyal ve ekonomik meselelerde O'nun yürümüş olduğu çizgiyi izleyerek çözümler arayalım. Bu kriterlere göre diğer devlet ve milletlerle ilişkilerimizin nasıl olması gerektiğini kestirelim.
Kendileriyle ilgili olarak çok şeyler bildiğimiz peygamberler için durum böyle olursa haklarında en az bilgiye sahip bulundu*ğumuz ya da kendilerinin ve gönderildikleri kavimlerin yalnızca adlarını bildiğimiz peygamberler konusunda ne demeli?..
Hz. Muhammed (sav)'in siretine, (hayat ve yaşayış tarzına) ge*lince çocukluğundan vefatına kadar bütün ayrıntılarını biliyoruz. Bu siretten hiç birşey meçhulümüz değildir. Hanımlarıyla olan ilişkilerine varıncaya kadar göz açıp kırpacak bir sürede geçenleri bile biliyoruz.
Çünkü Hz. Peygamber (sav) onlara bu mahrem durumlar hak*kında da konuşmaları ve müslümanlara bilgi nakletmeleri konu*sunda izin veriyordu. Buna ilaveten ashabdan bir grup, sırf kendi*sinden bilgi almak maksadıyla başka bir işle uğraşmıyorlardı. Bunlar O'ndan bize büyük bir dikkat ve titizlikle malumat naklet*tiler. Bu bilgilerden bizce hiç birşey meçhul kalmasın diye sağlam yollarla ve güvenilir kimselerin birbirlerinden devralmaları sure*tiyle bize kadar ulaşmış oldu.
Hz. Peygamber (sav), düşmanları ve karşıtları arasında elliüç yıl yaşadı. Dolayısıyla hakkındaki bilgiler bize sadece O'nun asha*bı ve taraftarlarınca değil,aynı zamanda düşmanları ve muhalifle*ri tarafından da ulaştırılmış bulunmaktadır. O'nun ahlakî vasıfla*rını, güvenirliğini ve doğruluğunu, her iki kanaldan gelen bilgiler de yaklaşık olarak kaydetmektedir. Hz. Peygamber, kurduğu dev*letin başında on yıldan fazla kaldı. Bu devletin yasama, ekonomik, sosyal ve siyasi düzeni hayatın bütün gereklerini kapsıyordu ve uygulama başarılıydı.
Bu düzen çağlar üstü vasıfta olup, her zaman, her toplum ve dünyanın her bölgesi için geçerlidir. Bununla da anlaşılmaktadır ki O'nun yaşayış tarzı, kendisini örnek alacak her fert için yarayış*lı ve koymuş olduğu düzen de isabetli bir çığır takip etmek arzu*sunda olan her devlet için Örnek alınabilecek bir idare şeklidir.
Şurası bir hakikattir ki her dinin mensubu dininin emirlerini yerine getirirken bu konudaki bilgileri kendi peygamberinin yaşa*yış tarzından Öğrenir, onu bir ölçü kabul ederek hayatım da on göre düzenler. Keza her devlet, vatandaşlarının mensubu oldukları peygamberin koyduğu düzen ve şeriatı esas alarak doğru yolu bul*maya çalışır ve o düzeni gerek kendisine, gerekse devletine tatbik eder. O halde buna göre Hz. Muhammed (sav) 'in hayatı esasen in*celenmeye, Örnek alınarak uyulmaya ve her konuda ona tutunma*ya değen bir sîrettir.
Hz.Muhammed, ne Allah'a iman eden, nede O'na iman etme yolunda vesilelere baş vuran cahili bir toplum içinde yetişti. Bila*kis Allahtan başka heykel ve putlara taparlardı. Bu putların insanı Allah'a yaklaştırdığı ileri sürülürdü. Allah Teala onlarla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
" (Ey Muhammed!) Biz sana kitabı (Kur'an'ı) gerçek (leri bildir*mek üzere rehber) olarak indirdik. Öyle ise Allah'a samimiyetle kulluk et. Dikkat edin! Ancak , sırf Allah'a kulluk edilir. (O'nu bı*rakıp da) başkalarını (putları) sahip edinenler:
- Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Elbette Allah, hakkında ihtilafa düştükleri konularda, ara*larında (kendilerini bağlayıcı bir) hüküm verecektir. [15]
Onların, bu şekilde ortak koşma inancı ile birlikte Allah Teala hakkındaki düşünceleri çok yanlıştı. Çünkü meleklerin, Allah'ın kızları olduğuna inanırlardı. Keza meleklerle cinler arasında bir soy bağı bulunduğuna inanırlardı. Allah Teala onları reddederek şöyle buyurmaktadır:
"Rabbiniz oğulları size ayırdı da melekleri mi kendisine kız diye seçti? Doğrusu (boyunuzdan) büyük söz söylüyorsunuz!" [16]
Yine şöyle buyurmaktadır:
"Cinleri -O yaratmışken- kâfirler Allah'a ortak koştular. Körü körüne O'na oğullar ve kızlar uydurdular. Haşa! O, onların vasıf*landırmalarından yücedir." [17]
Bu inanışlar, esasen toplum içinde aklı başındaki bazı kimse*leri, bu şekilde düşünmenin çok kötü olduğu, cahilce inanıldığı ve doğruluktan uzak kalındığı yolunda bir kanaate sevk ediyordu. Fa*kat bunlar da doğru yolu (net olarak) keşfedemiyorlardı. Bu se*beple de inzivaya çekilmiş, toplumdan kopuk bir şekilde yaşıyor*lardı. Hanîf olduklarını, (Allah'ın birliği inancına bağlı) ve Hz. İb*rahim'in dini üzerinde bulunduklarını ileri sürüyorlardı.
Ancak idealini taşıdıkları bu dinin gerçek şeklini keşfedeme*mişlerdi. Hem sonra bu haniner, içinde yaşadıkları toplumun ca-hilî sistemine karşı bir tepki göstermiyor, onları doğru düşünme*ye davet etmiyorlardı. Bu sebeple, (putperest inanışa karşı olmala*rına rağmen) tutumları yine de olumsuzdu. Çünkü kimseyi etkile*miyorlardı, çalışmaları da bir sonuç vermiyordu. Şüphe yok ki in*sanlardan gizlenmekle yapılan çalışmanın bir faydası olmaz. İba*dethanelere kapanmakla da bir sonuç alınamaz. İslâm, her saha*da ve her platformda hakka davettir. îslam, doğruyu emretmek, kötülükten sakındırmak, her türlü sapıklığa karşı savaş ve müca*dele vermek demektir. Basit ve önemsiz boyutlarda bile olsa görü*lecek herhangi bir kötülüğe karşı tepki gösterilmezse böyle bir tu*tum, bu kötülüğün yayılması için toplumla işbirliği yapmak ve her tarafı sarmasına yardımcı olmak anlamını taşır.
Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"îsrailoğullarından (Peygamberlerce bildirilen gerçekleri) in*kâr edenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendi*ler. Bunun sebebi, (Allah'a karşı) baş kaldırmaları ve (O'nun koy*duğu) sının aşmalarıydı. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara en*gel olmuyorlardı. İşledikleri fiiller ne de kötüydü!.[18]
Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Sizden iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan me-nedenbir topluluk (daima) bulunsun. İşte kurtuluşa erenler on*lardır, (Böyle davrananlardır [19]
Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır:
"İçinizden, bir fenalık işlendiğini gören olursa (imkan elver*diği takdirde) o kötülüğü eliyle (fiilen müdahale ederek) değiştir*sin. Buna gücü yetmediği takdirde diliyle (o kötülüğü) bertaraf etsin. Buna da gücü yetmediği zaman içinden o kötülüğü işleye*ne karşı (hiç değilse) nefret duysun. (Onu hoşgörü ile karşılama*sın) . Ancak bu (kadar zayıf bir tepkiyle yetinen bir kimsenin) tutu*mu onun en zayıf bir inanca sahip olduğunu gösterir[20]
Belli bir örfe bağlanmak, ibadethanelere girip inzivaya çekil*mek veya sırf toplum liderlerine mahsus usul ve metodlarla yetin*mek gibi şeyleri ilk müslümanlar görüp yaşamış değillerdi. Önder*ler böyle şeyleri benimsememişlerdir.
Ancak işin kolayına giden, cihadın en hafifini seçen ve en zayıf imana sahip olanlar bu yoldan yürümüşlerdir.
Hz. Muhammed (sav), zulme boğulmuş bir toplum içinde ye*tişti. Bu toplumda güçlü zayın eziyor, zengin fakiri sömürüyordu. İnsanın insana kulluğu kabullenilmiş, tescil olmuş bir toplum ger*çeğiydi.
Kölelik yürüyen bir düzen haline gelmişti. Bu sistemin kay*nakları çoktu. Silahlı akınlar, yağmalar, saldırılar ve savaşlar geçim kaynaklarıydı. Savaştan çok bir şey yoktu.Bütün bunlar her defa*sında topluma, kölelerden yeni ordular kazandırıyordu. Zenginler bir avuçtu. Toplumda çoğunluğu ise yoksullar oluşturuyordu.
Kabileler arası akınlar ise o devrin en meşhur olaylanndandı. Bu akınlar yaşamak, mal ve servet sahibi olmak için en büyük kâr ve kazanç yollarıydı. Hürriyeti kaybetmek korkusu ise insanın at*tığı her adımda mevcuttu. Malından olmak, mal sahibinin, bir sa*niye bile içine düşeceği gaflet veya onu koruyamamak gibi haller*de korkulu rüya idi. Kimse de bu olup bitenlere bir sınır çekemi-yordu. Gördükleri bu dehşetli manzara karşısında bazı kimselerin içleri korkudan titrediği halde biri çıkıp bu gidişata dur diyecek bir çağrıda da bulunmuyordu.
Çünkü hakim olan zulüm, bu durumun aleyhinde yapılacak bir çağrıdan çok daha güçlü idi.
Hz. Muhammed (sav), kötülüklerin fazlasıyla yayılmış bulun*duğu, rezaletlerin genel bir manzara halini aldığı bir toplumun içinde büyüdü. Fuhuş, kocanın izniyle başka erkekten döl almak, her çeşit toplu ve münferid zina, kocası ölen kadının ileri gelen bi*ri tarafından kapatılması [21] gibi şeyler toplumda egemendi. Genç kızları kaçırmak ve namusa musallat olmak, ne kimsenin kınadığı, ne de karşısında mücadele verdiği yaygın olaylardandı.
Bunlarla beraber kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, er*kek çocuklar yoksulluk korkusuyla bizzat aileleri tarafından öldürü*lüyorlardı. Kumar ve içki ise iftihar edilen davranışlardan sayılırdı.
Bütün bunlar, toplumun vasıfları ve özellikleriydi diyebilme*miz için elbetteki herkesin bu kötülükleri işlemiş olması şart değil*dir. Fakat makbul olan (olumlu kişilik ve davranışlara sahip bulu*nan) bazı kimselerin işlenen bu kötülüklere karşı hiç tepki göster*memeleri onların da durumu onayladıklarını ispat etmektedir.
Islah çağrısı, zayıf da olsa bazı kimselerce desteklenmesine rağmen bu suskunluk, sayılan kötülüklerin başka fikirlerle beraber yayılmasını kolaylaştırıyordu.
Hz. Muhammed (sav), Arap topraklarında dünyaya gelip yetiş*ti. Bu toprakların, zenginliklere sahip bulunan yakın bölgeleri, bu*radaki halkın değil, başkalarının elinde idi. Gerek Yemen'de gerek Irak'ta ve gerekse Suriye'de bu toprakların uzantılarına Habeşler, Persler ve Romalılar hakim idiler.
Bu yabancılara taraftar olan Arap kabileleri de vardı. Arapları desteklemeyen başka topluluklardan yandaşları da vardı. Bu ya*bancılara karşı savaşmak ve onları kovmak için Araplar arasında çağrıda bulunacak bir kimse yoktu. Eğer böyle bir çağrıda bulu-nulsaydı muhakkak en azından ganimetten faydalanmak arzusuy*la da olsa bu çağrı destek bulacaktı. Çünkü bu devirde savaş, başlıca ve en önemli geçim ve gelir kaynağıydı. Arap Yarım adası'nın ortasındaki yoksul topraklarda ise birçok göçebe Arap kabileleri yaşıyordu Aralarında büyük ölçüde can kaybına sebep olan çatış*malar devam ediyor, düşmanlıklar sürüp gidiyordu.
En basit sebepler ve en değmez bahanelerle kılıçlar çekiliyor, mızraklara baş vuruluyordu. Kabileler böylesi kahramanlık günle-riyle, birbirlerine karşı elde ettikleri zaferleriyle ve kahramanlarıy*la iftihar ederlerdi.
Özet olarak söylemek gerekir ki: Arap yarımadası o devirde hiç de kıskanılacak bir durumda değildi. Burada yaşayan halk da dün*yanın diğer milletlerinin seviyesinde bulunmuyordu. Birbirlerin*den kopmuş ve parçalanmış bir durum içinde, zulmün ve çeşitli kötülüklerin kol gezdiği bir ortamda idiler.
Hz. Muhammed (sav), Arapların en saygın kabilesi olan Ku-reyş'in ve bu kabilenin de en üstün ve en aşılmaz ailesi içinde ye*tişti. Öksüz büyüdü ve babasını hiç göremedi. Annesiyle de doya*sıya bulunmadı. (İlahî iradenin gereği olarak) öksüzlüğün en kötü günlerini yaşamak için faal bir iş ve çalışma hayatının nimetlerin*den faydalanamadı. (Yine ilahî iradeyle) yoksulluğun en acı gün*lerini yaşamak için, malî durumu pek zayıf, buna mukabil kalaba*lık bir aileye sahip olan amcası Ebu Talip'in himayesindeyken bol*luk ve refahın ne olduğunu hiç hissetmedi.
Halbuki O, Allah'ın elçisi ve yarattıklarının en üstünüydü. (Al*lah Teala işte böyle takdir buyurmuştu ki
smile.gif
O, yakınlarını kaybe*denlere, hayatın acılarını tadanlara -göstermiş olduğu sabır, meta*net ve eşsiz faziletlerle- örnek olsun.
Hz. Muhammed (sav), kendi halkının arasında yetişti. Fakat doğruydu. Yalanın ne olduğunu bilmezdi. Güvenilir idi, emanete ihanet etmeyi, hak yeyip başkasını mağdur etmeyi de bilmezdi. Hatta kendi halkı arasında bu vasıflarla tanınıyor, bu niteliklerle başkalarından farkediliyordu. Onun bu özelliklerini bilmeyen kimse yoktu. Hiç kimse bu derecede ona denk değildi. Düşmanla*rı bile bu gerçekleri söylemekten kendilerini alamıyor, hiç bir mu*halifi O'nu suçlama imkanını bulamıyordu.
Allah tarafından elçi olarak gönderilince halkı O'na karşı cep*he aldı. Fakat onlardan hiç bir kimse çıkıp kendisine yakışmayan bir sıfatla O'nu suçlama imkanını, ne de O'nu ayıplayabilecek kö*tü bir davranışını bulabildi.
Aralarında kırk yıl yaşamış olmasına rağmen eğer O'nu küçük düşürebilecek en ufak birşeyini yakalayabilselerdi gece gündüz durup dinlenmeden O'na bir kabahat bulmak için sarfettikleri ça*ba ve arayışlara bir saniye olsun ara verip rahat edeceklerdi.
Hac mevsimi gelip çatınca da insanları O'ndan uzaklaştırmak için böyle bir kozu kullanacaklardı. Fakat O'na en ufak bir kabahat bulmakta o kadar aciz kaldılar ki, kendisini sihirbazlıkla suçla*maktan başka çareleri kalmadı.
insanlara yönelttiği etkili çağrısıyla baba ile oğulun, kardeşle kardeşin, koca ile karısının arasım açtığı için O'na en yakışan vasıf olarak ancak bunu bulabildiler. Ayrıca, cin çarpmıştır, delidir diye laf uydurdular.
Bazıları O'nu yalancılıkla suçlamayı ortaya attıkları zaman di*ğerleri "kendisinde böyle bir şey görmedik" diye cevap verdiler.
Bu sebepledir ki sonuç ne olursa olsun müslüman kişinin asla kopamayacağı önde gelen vasıflardan biri doğruluk olmalıdır. Ay*nı zamanda Müslüman kişi hem sözünde, hem de niyetinde doğ*ru olmalıdır. Gerek bir işe teşebbüs ederken, gerek bir sözü yerine getirirken, gerekse bir iş ve faaliyette bulunurken daima doğru ol*malıdır. Konuşurken doğru olmak, doğruluğun en açığı ve en par*lağıdır. Naklederken de doğru olmalıdır. Eğer bir kimse sözü, oldu*ğundan başka şekilde nakledecek olursa yalancı ve iftiracıdır. Bu sekide davranmakla da münafıklardan sayılır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Gerçek şudur ki: Allah'ın ayetlerine (gösterdiği mucizelere ve indirdiği sözlere) inanmayalar yalan yere iftira etmektedirler. Onlar var ya, yalancıların ta kendileridir.[22]
Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Münafık kişinin belirtisi üçtür:
Konuşurken yalan söyler, verdiği sözden (menfaati uğruna) cayar, emanete ihanet [23] eder." [24]
İşlerini yürütmek için yalanı vesile edinenleri (yalana baş vu*ranları) müslümanlar kendi aralarından daima ayıkl amali diri ar. Çünkü müslümanlar, hedeflerine doğru aldıkları yolda karşılaşa*bilecekleri en büyük tehlike işte bu münafıklardır.
Niyette doğru olmak, yapılacak iş ve ibadette samimiyetle davranmaya, insanların takdirini kazanmak için değil, Allah rızası için çalışmaya bağlıdır.
Bir işe azmederken (daha işin başındayken), niyet doğru ve sa*mimi olmalıdır. Mesela hastayken biri:
- Eğer Allah bana şifa verirse O'nun yolunda cihad edeceğim, dedikten sonra iyileştiği takdirde, bu kimsenin doğruluk derecesi, onun bu sözü yerine getirmesiyle ancak belli olur. Çünkü insan şi*fa bulduktan sonra kendisinde bir çeşit gevşeklik baş gösterecek, sözünü yerine getirmekte belki tereddüde düşecektir.
Nitekim Allah Teala yapılması için azmedilen bir görevi yerine getirmeyi doğruluk olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Aralarında:
- Allah bize bol nimetinden verecek olursa and olsun ki sada*ka vereceğiz ve iyilerden olacağız, diye O'na söz verenler vardı. Allah onlara bol nimetinden verince cimrilik ettiler. Yüz çevirdi*ler. Zaten dönektirler.
Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları için
O'nunla karşılacakları güne kadar Allah kalplerine nifak soktu."[25]
Bu gerçek Hz.Ömer(ra)'in söylemiş olduğu şu sözde ifadesini bulmaktadır:
"Hz. Ebubekir'in aralarında bulunduğu bir millete başkanlık etmektense boynumun vurulmasını tercih ederim. Ancak şu an*da kanaatimde hissetmediğim bir teredüt, öldürüleceğim sırada içimden geçebilir. Çünkü öldürülmenin bana ağır gelmesinden ve şu anda sahip olduğum kararlılığın o sırada değişmeyeceğin*den pek emin değilim."
Çalışırken gösterilecek olan doğruluk ise müslüman kişi tara*fından yapılan işin dış görünüşü ile iç yüzü arasında fark bulun*maması neticesinde ancak belli olur.
Keza doğruluğun bir belirtisi de vadedilen bir şeyi vermek, ve*rilen sözü yerine getirmek, güvenen kimsenin hakkını verip onu mağdur etmemek ve güvenini sarsmamaktır.
Hz. Peygamber (sav), pek güvenilir bir şahsiyete sahipti. Ema*neti büyük bir titizlikle korur, kendisi ile, O'na iman etmeyen hal*kı arasındaki düşmanlığa rağmen, yine emanetlerini O'na tevdi edip saklarlardı.
Kureyş müşrikleri tarafından kendisine tevdi edilmiş emanet*leri sahiplerine ulaştırmak için O'nun hicret ettiği (en tehlikeli ve en kritik bir günde bile) Hz. Ali'yi (Mekke'de) arkada bırakarak, üs*telik evini ve mülklerini de düşmanları olan bu emanet sahipleri*ne terkederek Medine'ye nasıl göç ettiği olayım burada hatırlat*mak isteriz.
îşte müslüman kişi, Hz. Peygamber (sav)'i örnek alarak bu va*sıflara, bu faziletlere sahip olan ve sahip olma arayışında gayret sarfeden kimsedir.
Hz. Peygamber(sav)'in doğumuna gelince, annesi Benî Zühre Kabilesinden Vehb'in kızı Amine, eşi Abdulah'tan O'na hamile kaldi. Fakat henüz hamileliği iki ayı bile geçmeden kocası, ticaret maksadıyla gittiği Şam dönüşünde vefat etti.
Dönüşü sırasında Yesrib'de Beni'n-Neccâr kabilesinden olan dayılarına uğramış, onlara misafir olmuştu ki ölüm kendisini ora*da yakaladı.
Amine'nin hamilelik süresi sona erince Hz. Peygamber (sav), Hz. İsa (as) Efendimizin miladından 571 yıl sonra 20 Nisan günü*ne tesadüf eden Rebiülevvel ayının 12'nci günü dünyaya geldi.
Bu tarih Fil Olayı'nın birinci yıl dönümüne rastlamaktadır. Milletler çok kere yaşadıkları önemli hadiselerin tarihlerini kayde*derler. Fil olayı da Mekke halkı için önemli bir hadiseydi. Çünkü bu olayda Ebrehetül-Eşram Kabe'yi yıkmak istemişti.
Fakat Allah Teala Kabe'yi korumuş ve düşmanların tecavüzle-riyle bizzat düşmanları cezalandırmıştı.
Hz. Peygamber (sav) dünyaya gelince, dedesi O'na Muham-med (sav) adını verdi. Ebeliğini Hz. Abdurrahman Bin Avf'in anne*si Şifâ Hatun yaptı. O'nu (sav) 'ilk emziren de amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe'dir. Bakımını üstlenen ise babasının hizmetçisi Ümmü Eymen Bere Hatun'dur.
Böylece Hz. Muhammed (sav), öksüz büyüdü. Babasını hiç gö*rüp tanıyamadı. Bu öyle bir olaydır ki insanlığın efendisinin böyle bir gerçeği yaşamış olması, öksüz dünyaya gelen bir kimse için te*selli kaynağıdır/ [26]
Gerek Kureyş'in, gerekse şehirlerde oturanların geleneklerin*den biri de güzel ve saf bir anlatım diline aşina olabilmeleri için çocuklarını küçük yaşta çöldeki göçebe kabileler arasına gönder*mekti.
Adet şöyleydi:
Bu kabilelerden sütanne olmak isteyen kadınlar toplu olarak şehirlere gider, ücret karşılığında emzirip bakımını üstlenmek üzere ailelerden bebeklerini alırlardı. İşte böyle bir gün de Benî Saad kabilesinden sütanne adayları Mekke'ye gelmişlerdi. Her bi*ri dadılığını yapmak üzere birer bebek buldular.
Ancak bu arada hem öksüz, hem de yoksul bir ailenin çocuğu olduğu için Hz. Muhammed (sav)'i almaya yanaşmadılar. Bu dadı*lar arasında Ebu Kebşe'nin hanımı Halime, bebek bulamadığı için Hz. Muhammed (sav)'i kabul etmek zorunda kaldı. Bu işte belki bir hikmet vardı. Çünkü hangi şeyin hayırlı olduğunu insan kestire*mez. Belki de insanın bilhassa kaçındığı işte en büyük fayda vardır.
İşte Halime de bebeğini alıp arkadaşlarıyla birlikte yola koyu*lur koyulmaz her iki göğsünün sütle dolup taştığını hissetmeye başladı. Arkadaşları ise böyle yoksul bir bebeği almak zorunda ka*lan Hahme'ye acıdıkları ve O'nu üzmek istemedikleri için yolda pek konuşmuyor, bu suskunlukla kendisini bir çeşit teselli etmeye çalışıyorlardı. Bununla beraber onlardan iki hatun bir kenara çeki*lerek, veya Halime, kafileden biraz geride kaldığı zaman ancak ko*nuşuyor, gülüşüyor ve Halime'nin biraz da durumuna acıyorlardı.
Benî Saad dadıları kabilenin bulunduğu mevkiye ulaşır ulaş*maz her şeyde iyiye doğru bir değişme başladı. Bu mekân kuru bir çöldü. Çayır bulunmadığı için hayvanların memeleri su ve yem kıtlığı yüzünden neredeyse kuruyordu.
Fakat emzikteki bebek Muhammed (sav)'in kabile muhitine girmesiyle birlikte gökyüzü onların üzerine bereketini yağdırmaya başladı. Yeryüzü yeşerdi, otlar boy attı, koyunlar doyup semirdi, başıboş otladıkları yerde memeleri sütle dolup taştı.
Halime'nin ailesi hariç Benî Saad kabilesi hiç bir sebebe bağ-layamadıkları halde muhitlerinde meydana gelen bu bolluğun far*kındaydılar. Ancak Halime'nin ailesi bu öksüz bebeğin, evlerine girdiği günden sonra özelikle Hz. Muhammed (sav)'in geçirdiği Kalp Ameliyatı Mucizesi'nden sonra nail oldukları nimetlerin ve kavuştukları gönül rahatlığının tamamen bilin cindeydiler.
Halime bu olayı şöyle anlatmaktadır:
"Hz. Muhammed (sav) süt kardeşleriyle birlikte evlerimizin arka taraflarında kuzularımızı gütmeye gitmişti. Bir ara kardeş*lerinden biri koşarak eve geldi.
Bana ve babasına telaşla şunları anlattı:
"- Şu Kureyşli kardeşim var ya, O'nu, üstlerinde beyaz elbise*ler bulunan iki adam gelip bir kenara çekerek göğsünü yardılar. O'nu, ellerinin arasında çevirip duruyorlardı,"
Bunun üzerine süt babasıyla birlikte hemen fırlayıp yanına gittik. O'nu benzi solmuş bir durumda bulduk. Kendisini kucak*ladım, sütbabası da O'nu kucakladı. O'na:
- Yavrucuğum! Neyin var, diye merakla sorduk. Bize:
"- Üstlerinde beyaz elbiseler bulunan iki adam yanıma geldi*ler. Biri diğerine:
- Bu O mu, diye sordu, beriki de:
- Evet, diye cevap verdi. Bunun üzerine yaklaşıp beni yere ya*tırdılar. Göğsümü yarıp içinde bir şey buldular.Onu çıkarıp attı*lar. Ne olduğunu bilmiyorum."
Hz. Muhammed (sav), evlerinde bulunduğu sürece yaşadıkla*rı refah ve gördükleri bereket yüzünden ayrılmasını bir türlü iste*medikleri halde, Halime bu olaydan korktu. O'nu annesine götü*rüp geri verdi.
Bu refah ve bereket yalnızca Halîme'nin evine değil, bütün Be*nî Saad diyarına ve hayvanlarına da yağmıştı. Mesele yalnız bun*dan ibaret de değildi. (O'nun o küçük yaşta bile gösterdiği) ağır*başlılığı, inceliği ve arkadaşlarıyla olan güzel ilişkileri aynı zaman*da bu aile ve kabilenin manevi kazançlanndandı. [27]
Hz. Muhammed (sav), annesine döndüğü sırada henüz dört yaşını geçmiş değildi. Birlikte de fazla kalmadılar.
Annesi hem kendi akrabalarını hem de Hz. Muhammed (sav)'in babasının mezarını ziyaret etmek için O'nu da alıp Yesrib'e gitti. Mekke'ye dönüşü sırasında El-Ebva' [28] Kasabası'nda ve*fat etti [29]
Amine vefat ettiği zaman Hz. Muhammed (sav) henüz hayatı*nın ilk aşamasında ve çocukluğunun ilk günlerindeydi. Babası ve*fat ettiği zaman annesinin vefat tarihindeki yaşından çok büyük değildi. îkisi de vefat ettikleri sırada henüz yirmi yaşlarını doldur*mamışlardı. Nadir olarak eşlerin ikisi de bu kadar genç yaşta bera*ber hayatlarını kaybederler. Fakat AllahTeala'nm hikmet ve tedbi*ri her türlü hikmet ve tedbirin üzerindedir. Çünkü önce de anlat*tığımız gibi Allah O'nun her öksüze, her yetime ve her yoksula ör*nek olmasını irade buyurdu. Öyle ki o her öksüz ve her yetimden çok daha fazla bir anne-baba mahrumiyeti ve çok daha acı bir yoksulluk çekti.
Amine de vefat edince bu sefer O'na sahip çıkma görevi dede*si Abdülmuttalip'e intikal etti. Bakımını ise, babasının cariyesi Ümmü Eymen üstlendi. O'na gerçek bir anne gibi davrandı. Hz. Muhammed (sav)'de O'nun sözünü dinleyen, saygı gösteren bir çocuğu gibi muamele etti.
Ümmü Eymen Hz. Muhammed (sav)'den, hiç bir zaman ya*şıtlarında göremediği, ancak O'ndan yaşça çok büyük kimselerde bulunabilecek bir ağırbaşlılık ve asaletin örneklerine şahit oldu. Hz. Muhammed (sav) bir müddet dedesinin evinde yaşadı.
Bazı erbap kimseler: "Dede ikinci baba sayılır, bununla birlik*te Abdülmuttalip Kureyş halkının sözü dinlenen, saygın efendi-siydi. Dolayısıyla Muhammed (sav), hürmet gören bir evin çatısı altında büyüdü Buradaki atmosferden faydalandı, bu evde ha*kim olan güzel terbiyeyi aldı ve Abdülmuttalip'e sık sık konuk olan değerli insanlarla haşir neşir olarak bilgi ve tecrübe kazan*dı" diye kaydederler. Ne var ki dedesinin himayesi pek devam et*medi. Bu hayat çok kısa sürdü.
Hz. Muhammed(sav), henüz küçük yaştaydı. Bu sebeple de dedesinin mevkiini dolduracak imkana daha sahip değildi. Kaldı ki Abdülmuttalip'in son günlerinde nüfuzu da azalmış, Kureyş'in diğer kolları arasında hatta bizzat Benî Haşim Kabilesi içinden bi*le bir çok liderler ortaya çıkmıştı. O'nun da yerini oğullan doldur*maya çalışıyordu. Zübeyir, Ebu talip, Haris ve diğerleri O'nun boşluğunu dolduruyorlardı.
Abdülmuttalip'in oğulları arasında Hamza ve Abbas'tan başka çocuk yaşta kimse yoktu. Hamza ile Abbas ise yaklaşık dlarak Hz. Muhammed (sav)'in yaşında idiler.
Abdülmuttalip vefat ettiği zaman Hz. Peygamber sekiz yaşın*dan büyük değildi. Bu sefer de anne-baba bir öz amcası Ebu talip O'nu himayesine aldı. Çünkü amcaları arasında yalnız Ebu talip ve Zübeyir, Hz. Peygamberin öz amcalarıydılar.
Hz. Safiyye'den başka, Abdülmuttalip'in bütün kızları da Hz. Peygamber (sav) 'in öz halalarıdırlar. Hz. Safiyye ise Hz. Hamza'nm anne-baba bir öz kardeşidir. Ebu talip Hz. Muhammed (sav)'i zi*yadesiyle seviyordu. Çünkü O, yavrusunu görme mutluluğuna er*meden vefat eden öz kardeşi Abdullah'ın değerli bir hatırasıydı. O gencecik kardeşi daha henüz birkaç aylık damatken evliliğinin sa*adetini yaşamadan gurbet ellerinde vefat etmişti. İkinci bakımdan Hz. Muhammed (sav), babası Abdülmuttalip'in ona bir emanetiy*di. Üçü ncü bakımdan da hiç bir zaman başkasında göremediği edep, necabet, terbiye ve itaatkârlık gibi faziletlerin eşsiz örnekle*rini O'nda görmüştü. Bu yüzden O'nu da kalabalık çocukları ara*sına aldı. O'na çok önem veriyor, bütün çocuklarından üstün tutu*yordu.
Ebu Talip'in malî durumu zayıftı. Bununla beraber kalabalık bir aileye sahipti. Hz. Peygamber (sav), daha çok küçük yaştayken bu kritik durumu kavramış ve büyük bir nezaket örneği sergileye*rek, O'nun bütçesine bir katkıda bulunmak amacıyla çalışmak is*tediğini anlatmıştı. Ancak Ebu talip yeğenine karşı duyduğu saygı ve takdir sebebiyle O'nun çalışmasına taraftar değildi. Fakat çocuk şiddetle ısrar edince, amcası talebim onayladı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), ücret karşılığında Mek-kelüer'in koyunlarını gütmeye başladı. Hz.Peygamber (sav) bu ko*nu ile ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ın göndermiş olduğu elçiler arasında koyun gütmemiş (çobanlık yapmamış) hiç kimse yoktur.
Sahabeleri O'na:
- Siz de mi? ya Resulallah! diye sorunca
- Evet, Kırat [30] karşılığında Mekkelüerin koyunlarını güder*dim, diye cevap vermişlerdir.
İbni Hacer diyor ki:
"Kendilerine vahiy gelmeden önce peygamberlerin, çobanlık yapmış olmalanndaki hikmet, ümmetlerine yapacakları önder*likte koyun gütmek suretiyle kalabalıkları idare etmek konusun*da bir çeşit tecrübe kazanma amacını taşımaktadır.
Çünkü koyunlarla haşir neşir olurlarken onların hoşgörü ve şefkat hisleri gelişmiş olur. Hem de sürüyü, dağıldıktan sonra ye*niden toparlayıp bir araya getirmek, onu bir mağaradan diğerine götürüp otlamasını temin etmek, vahşi hayvan ve hırsız gibi düş*manlarından onu korumak için gerekli direnç ve dayanıklılığı gösterip koyunların arasındaki huy ve alışkanlık farklarını, zayıf ve sahipsiz düştükleri zaman ise hemen dağılacaklarını (kurda kuşa yem olabileceklerini) dolayısıyla onları korumaya daima ge*rek duyduklarını ancak çobanlık yaparak öğrenebilirler.
Bu suretle idare edecekleri ümmetin sorunları karşısında sa*bır gösterebilir, insanlar arasındaki huy ve anlayış farklarını tak*dir edebilirler. îşte bunun bir sonucu olarak da ümmetin kayıp*larını telafi etmek, zayıflarına şefkat göstermek ve zorlukları gö*ğüslemekte tecrübe sahibi olurlar. Onlara bu görev aniden veril*diği zaman karşılaşacakları meşakketlere alışmış olarak daha rahat dayanabilmeleri bakımından vaktiyle koyun güderek yavaş yavaş idare etme sanatında aşinalık kazanmaları sayesinde çok daha kolay gerçekleşmiş olur.
Hayvan türleri arasında bu sınav için ilahi hikmetle koyunla*rın seçilmiş olması bu türün daha zayıf, daha uysal, sığır ve deve*lere oranla arazide daha çabuk dağılma eğilimi göstererek bakı*cısının bu nedenle daha dikkatli olmasını gerektirmeleri yüzün*dendi. Çünkü sığır ve develerin teker teker bağlanarak koruma altına alınmalarına mukabil koyunlar için böyle bir tedbir adet haline getirilmemiştir. Bütün bunlara rağmen koyun diğer tür hayvanlardan bakıcısına daha çok bağlıdır."
Aradan yıllar geçti. Ebu Talip, yeğeninin artık gençlik çağma gelmiş olduğunu hissetti. Çünkü Hz. Muhammed (sav)'in yaşı onikiye yaklaşıyordu ve hem fazla kazanç getirmeyen, hem de iti*barlı kimselerce yapılmasına tenezzül edilmeyen çobanlık işini ar*tık bırakmalıydı. Bu bakımdan Ebu talip yeğenine, bir kâr ve ka*zanç kaynağı olmasının yanı sıra hem Kureyş'in hem de itibarlı kimselerin meslek haline getirdikleri ticaret konularında tecrübe kazandırmak istedi.
Hem sonra Ebu Talip bir ara ticaret maksadıyla seyahate çıktı*ğı sırada Hz Muhammed (sav)'e, büyük teselli kaynağı olan amca*sının bu ayrılığı çok zor gelmişti. Bu sebeple Ebu Talip dönüşünde duygulanmış ve yeğenini sonraki seyahatinde birlikte götürmüş*tü. Böylece her ikisinin de arzusu yerine gelmiş oldu. Bulundukla*rı ticaret kervanı Şam'a doğru yol tuttu.
Ebu Talip Hz. Muhammed (sav)'i, yolculuğunda saygılı ve na*zik bir kardeş, itaatkâr bir evlat, geniş bilgilere, aydın düşünceye sahip bir ticaret erbabı, mantıklı ve isabetli düşünen bir arkadaş olarak daha yakından görüp tanıdı. Amcası beraberinde mükem*mel bir kişiliği, geniş bir kalbi, sağlam bir aklı, değerli bilgi ve tec*rübeleri olan büyük bir insan bulundurduğunu görüyor ve buna çok seviniyordu. Aynı zamanda yeğeninden beklediği çok büyük bir mevkiyi işgal edeceğim de seziyordu.
Kureyş halkının kişilik olarak sahip oldukları kalite ve erkeklerinin mevki ve dirayetlerine rağmen Hz. Muhammed (sav)'in işgal edeceği sosyal ve siyasi mevkide kendisi ile boy ölçüşemeyecekle-rine inanıyordu.
Kafile nihayet Havran topraklarında Şam bölgesindeki Busra şehrine ulaştı. Bu şehirde genel ve devamlı bir panayır vardı. Bu*rada Ebu Talip Buhayra adında bir Hristiyan rahibi ile tanıştı. Ra*hip, sohbet sırasında Ebu Talip'e Arap topraklarında bir peygam*berin ortaya çıkıp çıkmadığına dair bir soru yöneltti. Ebu Talip ise böyle bir kimsenin o ana kadar zuhur etmediği şeklinde cevap ver*di. Bunun üzerine Rahip şöyle konuştu:
- Biz kutsal kitabımızda, bu peygamberin ortaya çıkması için artık zamanın gelip çatmış bulunduğuna inanıyoruz. Kitap ehli olan gerek yahudi gerekse Hristiyanlar Arap topraklarından bir peygamberin çıkmak üzere olduğu yolunda konuşuyorlar."
Sonra rahip Ebu Talip'e, beraberinde bulunan delikanlının kim olduğunu sordu. Ebu Talip:
- Oğlumdur. diye cevap verdi. Bunun üzerine rahip:
- Onu hemen getirdiğin yere geri götür! Olabilir ki (Yahudiler*den) bazı kimseler bu delikanlının sahip olduğu önemli kişilik hakkında birşeyler öğrenirler, kendisinden kurtulmak için de ba*şına bir iş getirebilirler. Çünkü doğrusunu sorarsanız bu delikan*lı ile ilgili olarak çok büyük yankılar uyandıran olaylar meydana gelecektir, dedi.
Aslında bu sözler Ebu Talip'i şaşırtmadı. Bilakis zaman zaman kafasından geçen bazı düşünceleri doğrulayan haberlere benzi*yordu. Ebu Talip içinden ürperti duyarak hızla kafilesinin bulun*duğu yere geldi. Hz. Muhammed (sav)'e karşı sevgisi ve düşkünlü*ğü katkat artmıştı. Hz. Muhammed (sav) Mekke'ye döndükten sonra halkının kalabalığı içinde hayata iyice girdi. İnsanlarla haşir neşir oluyor, alıp veriyor, bir yandan yine koyun güdüyordu. Halk artık O'nu tam anlamıyla ve yakından tanımaya başladı.[31]

Gençlik Dönemi


I- Hz. Muhammed (Sav)'İn Hayatına Genel Bakış


Hz. Muhammed (sav)'in, yaşı onsekizi bulmuş, artık gençlik çağma ermişti. İçinde yaşadığı toplumla haşir neşir oluyor, cemi*yetin sosyal faaliyetlerinde bulunuyor, genel olaylarda kendilerine katılıyordu. O'nun yaşadığı bu önemli hadiselerin başında şunlar gelmektedir:[32]

Ficar Savaşı


Bu savaş bir yandan müttefik Kureyş ve Kinâne kabileleri, di*ğer yandan ise Kays Kabilesi arasında cereyan etti. Sebebi de: Ki*nâne Kabilesi'nden biri, Kays Kabilesinden bir adamı Öldürdü. Bu*nun üzerine Kays'm adamları öçlerini almak için harekete geçtiler. Her iki taraf Mekke'nin kuzey doğusunda bulunan ve Harem'in dı*şında kalan Nahle mevkiinde karşılaştılar. Kayslılar iyice kızışınca Kureyşliler geri çekilerek, bu güven yeri olan (hiç bir durumda ve şartlar ne olursa olsun herkesin saygı duyduğu) Harem-i Şerife (Kabe ve civarına) sığındılar. Bu kutsal mekâna artık saldıramayan Kays'lılar: "gelecek yıl sizinle Ukaz [33] da karşılaşırız.!" diye ilan edip
çekildiler. Ertesi yıl kararlaştırılan bu yerde karşı karşıya geldiler. Kureyşliler Kinâne Kabilesi ile birlikte Mekke civarında oturan ka*bileleri ve müttefiklerini de kendi saflarında toplamışlardı. Kayslı-lar yenildiler. Sonra da taraflar arasında barış yapıldı ve Ölü sayısı tesbit edilerek tazminatlar ödendi.
Hz. Peygamber (sav), yirmi yaşlarında idi. Amcalarıyla birlikte bu savaşa katılmıştı. Amcası Zübeyir Kureyş'in Benî Haşim Kolu*nun komutanıydı. Kardeşleri Ebu talip, Hamza ve Abbas da onun*la birlikte savaşa katılmışlardı. Harb Bin Ümeyye de Kureyş cep*hesinin genel komutanıydı.
Hz. Peygamber (sav)'ise bu savaş sırasında sadece karşı cep*heden gelen okları topluyordu. [34]

Hilfu'l-Fudul Sözleşmesi


Kureyş savaşçıları Ficar Savaşından döndükten sonra Mek*ke'de bazı sülalelerin ileri gelenleri birbirleriyle temas kurarak: "Ne yerli ne de yabancı bir kimsenin Mekke içinde haksızlığa uğ*ramasını görmek istemediklerini» böyle birşey meydana gelecek olursa, zulme uğrayanın yanında yer alıp mutlak surette hakkı*nın icrası yoluna gidecekleri konusunda bir görüşme yaptılar.
Bu görüşmede bulunan sülaleler arasında Benî Haşim Kabile*si de vardı. Kureyş'in ileri gelenlerinden biri olan Abdullah bin Ced'an'm evinde düzenlenen bu toplantıya Hz.Peygamber de ka*tıldı. İlahi elçilikle şereflendirildikten sonra Hz.Peygamber (sav) şöyle buyurmuşlardır:
"Ben amcalarımla birlikte Abdullah Bin Ced'an'ın evinde bir sözleşme toplantısına şahit oldum. Bu olay (tüm dünyadaki) de*ve yünlerine sahip olmaktan daha çok beni sevindirmiştir. İslam döneminde bile (o dejenere olmuş toplumun insanları tarafından böyle bir amaç için) davet edilecek olsam yine kabul ederim [35]
Kureyş Kabilesi arasında her toplantıda bu delikanlıdan söz edilmeye başlandı
Her yerde O'nun doğruluğu, güvenilirliği, güzel ahlakı ve sahip olduğu üstün vasıflarla O'nun bir lider olmaya, hatta daha büyük bir yer işgal etmeye layık bulunduğu sık sık konuşulur oldu. Halk arasında^ doğruluğu ve dürüstlüğü sebebiyle "Muhammed'ül-Emîn" ve "Es-Sadık"< sıfatlarıyla tanındı. [36]

Kabe'nin Restorasyonu


Kabe'yi Muazzama'ya önce bir yangın isabet etmiş, sonra da bir sel, duvarlarında büyük hasara yol açmıştı. Kureyşliler onu ye*niden inşa etmek istediler. Bu maksatla da helal maldan yardımlar topladılar, yıkıp yeniden Kabe'yi inşa etmeye başladılar. Kabe'ye karşı duydukları derin saygı nedeniyle Kureyş'in ileri gelenleri bi*le Kabe'nin inşaatı sırasında sırtlarında taş taşıdılar.
Hz. Peygamber (sav)'de amcası Hz. Abbas (ra) ile birlikte bu çalışmalarda bizzat bulundu.
Kabe'nin inşaatı tamamlanınca Hacer'ül-Esved denilen kutsal taşı, ait olduğu yere koyma sırası geldi. Fakat kimin bu işi yapaca*ğı konusunda ihtilaf çıktı. Aralarında üstünlük tartışmasına girdi*ler. Öyle ki nerdeyse Kureyş boyları arasında savaş çıkacaktı. Bu anlaşmazlık dört gün kadar sürdü sonra toplumun en yaşlısı olan Ebu Ümeyye Bin Muğire El-Mahzûmî adında bir şahıs onlara şöy*le seslendi:
- Bakın beyler! Kavga etmeyin, gelin, kimi istiyorsanız bu me*selede onu hakem tayin edin de sorun çözümlensin. Bunun üze*rine;
- Harem'e ilk gireni hakem tayin edelim, diye anlaştılar. Çok geçmeden birde ne görsünler: içeriye Hz. Muhammed (sav) gir*mesin mi?
Hep birden rahatladılar. Çünkü dürüstlüğünü, güvenirliğini ve isabetli bir görüşe sahip olduğunu biliyorladı.
Hep birden:
- İşte 'Dürüst Muhammed' geliyor! O'nun hakemliğine razı*yız, dediler.
İleri gelenler meseleyi Hz. Muhammed (sav)'e izah ettiler. O da hemen harmanisini çıkarıp yere serdi. Hacerül-Esved'i üzerine koyarak:
- Haydi! Her kabilenin temsilcisi elbisenin bir kenarını tutup kaldırsın, dedi. Hep birden taşı, konacak gediğin hizasına kaldır*dıktan sonra Hz. Peygamber (sav) mübarek elleriyle onu alıp ait olduğu yere koydu. [37]
Hz. Peygamber o sıralarda yaklaşık 30 yaşlanndaydı. Toplu*mun, ufak büyük ne sorunları varsa hepsine katılıyordu. îşte böy*lece müslüman kişi de kendi toplumu ile iç içe yaşamalıdır. Yakın*ları ile temas halinde bulunmalı, onların acı ve sevinçlerine ortak olmalı, hastaları ziyaret etmeli, (gerektiğinde) birlikte yaşadığı in*sanlar arasında güç durumda bulunanların ağırlıklarını yüklen*meli, mahallesinin camiinde namaz kılmalı ve pazarından alışve*riş yapmalıdır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"İnsanlarla haşir neşir olup onların eziyetlerine karşı göğüs geren mümin, onlarla düşüp kalkmayan dolayısıyla eziyetlerine katlanmayan mümin kişiden daha hayırlıdır. [38]
Toplumu iyi tanıyan halkla birlikte yaşayandır. Komşu, kom*şuyu başkasından daha iyi bilir. Eğer kişi insanlarla, İslamm em*rettiği şekilde muamele edecek olursa artık o, yalan söylemeyecek onlara hile yapmayacak, kendilerini arkadan çekiştirmeyecek, iyi*lik ve güzellikten başka bir şeyi sözkonusu etmeyecektir.
Eğer böyle davranacak olursa elbetteki aralarında saygınlık kazanacaktır. Fakat tam tersine eğer bir kenara çekilip onlardan uzaklaşacak olursa tanınmaz ve bilinmez bir duruma düşecek, bu sebeple de ne onların üzerinde bir tesir uyandırabilecek, ne de kendilerinden istifade edebilecektir. Keza alış verişlerinde, ilişkile*rinde hoşgörülü ve faziletli olmalıdır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Satarken, satın alırken, yargılarken ve yargılanırken hoşgö*rülü davranan kişiye Allah rahmet eylesin [39]
Yine Hz. Peygamber buyurmaktadır:
"Cebrail komşunun komşu üzerindeki hukukunu o kadar ıs*rarla tavsiye etti ki neredeyse ona varis olacağım zannettim. [40]
Yine Hz. Peygamber buyurmaktadır:
"Allah'a ve Ahiret gününe inanan kimse misafirini ağırlamalıdır [41]
Adamın biri Hz.Peygamber'e:
- îslamda hangi meziyet daha üstündür? diye sordu. Ona:
- Karın doyurmak ve tanıdığın tanımadığın herkese selam vermek" [42]diye cevap verdi.
Müslüman kişinin faaliyet sahası onun, içinde yaşadığı öz mu*hitidir. O halde müslümanın kendisi bu sahayı hazırlamalı, ona özellik vermeli, (hayırlı faaliyetleri için onu uygun hale getirmeli) onu yakından tanımalı ve korumalıdır.[43]

Iı- Hz. Peygamberin Özel Hayatı


Hz. Peygamber (sav)'in, hatta îslamdan önceki hayatı bile mü*min kişinin örnek alabileceği bir özelliğe sahipti.[44]

Hz. Peygamber (Sav) Rin İş Ve Çalışma Hayatı


Hz. Peyga.mber(çocukluk ve delikanlılık yıllarında) bir ara ko*yun gütmekle meşgul oldu. Sonraları ticaretle uğraştı. Ortağı Es'Saib Bin Ebi's-Saib adında biriydi. Ücret mukabilinde Hatice Binti Huveylid adına ticaret yapmak üzere Şam'a gitti. Kendisiyle evlendikten sonra sermayesini çalıştırdı. Hz. Peygamber daima kendi emeğiyle geçindi. Şöyle buyururdu:
"Hiç bir kimse kendi elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlısını yiyemez. Allah'ın elçisi Hz. Davud da (bir devlet başka*nı olduğu halde maaş almaz) elinin emeğiyle geçinirdi [45]
Allah (cc) Hz. Peygamber(sav)'e ihsanda bulunarak O'nu baş*kasına muhtaç kılmadı. Allah (cc) O'na hitaben şöyle buyurmak*tadır:
"Seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış görüp yol göstermedi mi? Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?" [46]

Gece Hayatı


Kureyş gençleri gece sabaha kadar eğlence yerlerinde içki içer bazen şiir söyler, bazen de bir putun etrafında toplanır ona ibadet ederlerdi. Fakat Hz. Peygamber hiç bir zaman böyle bir şey yapmış değildir. Çünkü O'nu çocukluğundan beri Allah Teala korumuş, kendisiyle bu uygunsuz şeylerin arasına engeller koymuştu.
Öyle ki hiç bir zaman ne bu tip toplantılara katılır, ne de put*lar için yapılan bayram törenlerinde bulunurdu. Bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Ne zaman ki büyüyüp yetiştim, putlara karşı bana nefret geldi. Keza şiire karşı da bana nefret geldi. Cahiliyet toplumunun işlediği şeylerden iki olay hariç hiç biri ilgimi çekmedi.
Bu iki olayın her birinde de Allah Teala, benimle arzu ettiğim şey arasına engel koydu. Sonra Allah (cc) beni elçilikle şerefîen-dirinceye kadar da artık hiç bir kötü fiil işlemeye azmetmedim.
Benimle birlikte koyun güden bir delikanlı vardı. O'na bir ge*ce 'koyunlarıma göz kulak olursan bu gece Mekke'ye inip genç*lerle birlikte eğlenmek istiyorum' dedim. Ayrılıp, tâ Mekke (giri-şin)'deki ilk binanın hizasına geldim ki birinin düğününde çalı*nan def ve çalgı sesleri duydum. Dinlenmek üzere oracıkta otur*dum. Allah (cc) bana öyle bir uyku verdi ki güneşin dokunuşun*dan başka bir şey beni uyandırmadı. O eğlencede hiç bulunma*dım. Bunun gibi bir kere daha başımdan geçti. [47]
Hz. Peygamber (sav) kati surette içki kullanmıyordu. İçki, bü*yük ölçüde toplum tarafından yaygın şekilde kullanılmasına rağ*men Hz. Peygamber (sav) onu kendisine kesin olarak yasaklamış*tı. Aynı zamanda putlara kurban edilen etten de yemezdi.
O'nun bu şekildeki tutum ve davranışları halk tarafından daha çok sevilmesine neden oldu.
Hz. Peygamber(sav)'i, bu yönüyle de örnek alarak, müslüman kişi, şüpheli yerlerden, suçlanabilecek davranışlardan son derece kaçınmalı, uzak durmalıdır. Hele: "işte günümüzde yaygın olan ve toplum tarafından benimsenen budur. Binaenaleyh topluma ayak uydurmak ve insanlarla geçinmek de lazımdır" deyip îsla-mın yasakladığı şeyleri meşrulaştırmak için asla bahane aranma*malıdır.
Müslümamn en büyük görevi, içinde yaşadığı toplumu etkile*mek, iyi olmayan taraflarını değiştirmeye çalışmaktır. Yoksa tam aksine, toplumdan etkilenmek ve gördüğü her şeyi kopye edip yapmak değildir. Bunu ancak zayıf kişiliğe sahip ve her şeye eyval*lah diyen karakterdeki insanlar yapar.
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"İçinizden hiç biri, insanlar iyi bir iş de yapsalar, kötü bir davranış da gösterseler onların peşi sıra sürüklenen uydular ol*mayınız."[48]

Evliliği


Hz. Peygamber (sav) artık yirmibeş yaşında kemale ermiş bir delikanlıydı. O, birçok kabile ve oymakların göz ağrısı olmuştu. Kendisi ile bir akrabalık bağı kurup bu suretle itibar sahibi olmak istiyorlardı. Tabi bu, genç kızlarca da bilinmeyen bir olay değildi. Üstelik her biri, varlıklı olmasa da ideal bir kocaya sahip olmayı arzu ediyordu. Mal ve para geçici ama şeref ve itibar kalıcıydı.
Fakat kabile hayatı döneminde genç kız, içinden geçenleri hangi cesaretle açığa vurabilirdi?
Bu sadece halkın kınama ve dedikodularına aldırış etmek için bir sebep görmeyecek kadar toplumda ayrıcalığı olan aristokrat, itibarlı ve zengin aile kızlarına veya serveti itibarı ile ilerlemiş ya*şından dolayı bir çeşit erkekler seviyesine gelmiş pişkin dullara mahsustu.
Benî Esed boyundan, Huveylid kızı Hatice, halkının arasında itibarlı ve saygın bir kişiliğe sahipti. Esasen O'nun mensup olduğu Benî Esed ailesi, Kureyş kabilesinin üstünlük ve sosyal mevki ile şöhret bulmuş bir koluydu. Kendisi tacirdi. Ücret karşılığında işbi-lir kimseler çalıştırır, ticaretini onlara yaptırırdı. Tüccarın serma*yesini de çalıştırır, onlarla rekabet ederdi.
Hz. Hatice vaktiyle yine dul olarak Ebu Hâle adında biriyle ev*lenmiş ve ondan Hâle adını verdiği bir erkek çocuk dünyaya getir*mişti ki bu, Hz. Peygamber'in üvey çocuğuydu. Hz. Hatice'nin işte bu sosyal durumudur ki içinden geçeni açıkça anlatabilmiştir.
Hz. Hatice, Hz. Muhammed (sav)'in dürüstlüğünü, doğrulu*ğunu, dirayetini ve bilgisini duymuştu. Ticari işleri için O'nu Şam'a göndermek maksadıyla başkalarının verdiği ücretten daha fazlasını vermek suretiyle anlaştı.
Bütün bunları kendisi için bir tedbir olarak yapıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber O'nun ücretli elemanı Meysere ile birlikte ticari seyahat için yola çıktılar. Beraber götürdükleri malları sattı*lar. Satın aldıklarım da yükleyip getirdiler. Bu seyahatte büyük miktarda kâr elde ettiler.
Hz. Peygamber (sav)'in bu seyahatte, başka erkeklerin hiç bi*rinde bulunmayan eşsiz üstünlükleriyle tamamen bir mucize ol*duğu Meysere'nin gözlerinin önüne serildi.
Her ikisi de Mekke'ye döndükten ve Hz. Hatice, Meysere'nin arkadaşından gördüğü, hayranlık uyandıran şeyleri dinledikten sonra gayet sevindi ve kendisiyle evlenmeyi düşündü. Sonra da evlenme teklifinde bulundu.
Bu sırada Hz. Hatice kırk yaşların d aydı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) amcalarıyla birlikte Hz. Hatice'nin amcası Amr Bin Esed'i ziyaret ettiler. Hz. Hatice'yi O'ndan istediler. O da kabul etti.
Hz. Peygamber (sav)'in amcalarından Ebu Talib şöyle bir ko*nuşma yaptı:
"Bizi Hz. İbrahim'in neslinden Hz. İsmail'in soyundan Ma'd'ın temelinden ve Mudar'm unsurundan yaratan, Kutsal evi*ne koruyucu ve haremine idareci kılan, insanlar için bir ziyaret-gah ve civarında güven içinde oturduğumuz bir haremi bize ih*san eden Allah Teala'ya hamd olsun.
Doğrusu şeref, asalet ve fazilet bakımından hiç bir erkek, şu yeğenim Abdullah oğlu Muhammed'le boy ölçüşemez. Kendisi varlıklı olmamakla beraber gerçek budur. Çünkü mal ve zengin*lik zaman zaman görünen ve kaybolan bir gölge, gerçekleri örten bir perde, el değiştiren bir emanettir. Sonra andolsun ki o yankı*lar uyandıran büyük bir şöhrete sahip olacaktır. O'nun çok par*lak düşünceleri vardır. Kendisi, kızınız Hatice Hanımefendi'ye ta*lip bulunmaktadır ve şu kadar miktarda da mehr hazırlamıştır." Böylece bu mesele nihayettendi.
Hz. Peygamber (sav) Hz. Hatice'yle birlikte uyumlu ve örnek bir zevciyet hayatı sürdürdü. Her biri yekdiğerini çok iyi ve yakın*dan tanıdı.
Hz. Hatice gelecekte Hz. Peygamber (sav)'in üzerinde derin iz*ler bırakan bir sadakatle O'na doğruluk, güven, fazilet, bağlılık, sevgi ve iyilikte örnek bir koca olarak baktı.[49]

İnziva (Tefekkür Hayatı)


Hz. Peygamber (sav) 40 yaşma doğru yaklaşırken içinde sık sık yalnız kalma arzusu doğdu. Bunu, içinde yaşadığı kötülüklerle, zulümle çeşitli trajik olaylarla dejenere olmuş toplumun çirkinlik*lerinden uzak kalmak maksadıyla yapıyordu. Ve yine atası Hz. İb*rahim (as)'m dini üzerine Allah'a ibadet etmek için böyle yapıyor*du. Bilindiği üzere insan kendisi ile başbaşa kaldığı zaman daha saflaşır ve vicdanı arılanır. Bu, insanın iç dünyası için bir temizlik*tir. Ve insan ruhu için bir avunma ve tesellidir.
İşte bu sebeple Hz. Peygamber (sav) Mekke yakınlarında bulu*nan bir dağa çıkar bu dağın belli bir yüksekliğinde bulunan Hira adıyla meşhur mağaraya girerdi. Buradan Mekke'yi seyrederdi.
Mekke şehri, bu şehrin içinde bulunanlar ve bütün dünya gö*zünün önünde küçülürdü. Bu sefer üzerinde bulunduğu dağa ba*kardı. Bulunduğu yerden daha aşağıdaki yükseklikleri seyrederken ünlü şahsiyetler, komutanlar, diktatörler, sahip oldukları mevki ve otorite sebebiyle şımaran ve küstahlaşan günahkarlar O'nun gö*zünde küçülürlerdi.
Bundan dolayıdır ki bir müslüman Allah'a iman ettiği müd*detçe mevkileri ne olursa olsun Allah'a karşı gelmiş ve sapmış in*sanların, kendisinden çok çok daha küçük ve önemsiz olduklarına inanmalı ve onlara bu gözle bakmalıdır; onları daima küçücük bi*rer yaratık olarak görmelidir.
Hz. Muhammed (sav), bir kaç gece üst üste Hıra Mağarasi'na, ibadet için kapanırdı. Bazen bu mağarada on gün kadar kaldığı da olurdu. Bazen bir ay bile kalırdı. Giderken kalacağı süre içinde kendisine yetecek kadar azık da alırdı. Yiyeceği bitince evine, ha*nımının yanma döner ve kısa bir süre evde kaldıktan sonra tekrar inziva için bulunduğu yere dönerdi. Onun bu durumu kendisine vahiy gelinceye kadar devam etti.
Bundan anlaşılmaktadır ki müslüman kişi de günlük hayatı*nın kısa bir bölümünü ibadet ve tefekkür için ayırmalıdır.
Keza haftada bir gün ve ayda yine münasip bir süreyi ibadet için ayırmalıdır ki maddi hayatın oyalayıcı cazibesiyle Allah'dan ilişkisi kesilmiş olmasın. Bu dünya hayatı öyledir ki insanlar onun gaileleri içinde adeta batmış bulunmaktadır. Dünya bizzat kendi*lerini ve çoluk çocuklarını bile onlara unutturmuş, yavrularım on*lardan koparmış ve kendilerini ruhî bir boşluğa terketmiştir.
Bütün bunlar maddeye karşı olan hırsları, duyumsuzlukları ve böyle düşünmenin böyle davranmanın bir hayati zorunluk oldu*ğu yolundaki iddiaları yüzünden başlarına gelmiştir. Biz de şart*landığımız bu kompleksler altında zaruri ihtiyaçlarımızı temin et*mek için koşuşturup durduk.
Aslında maddeye duyulan ihtiyaç ile ona kul olmak arasında fark vardır. Keza bir ihtiyacı temin ederken onu kâfi derecede elde etmekle hırsa ve doyumsuzluğa kapılarak hepten ona sarılmak arasında fark vardır. Son derece gerekli olan ihtiyaçla, mükemmel olsun diye biriktirip yığmak arasında fark vardır.[50]


Peygamberlik Dönemi


Hz. Peygamber (sav) adeti üzere Hıra Mağarasında bulunduğu bir gün kendisine vahiy geldi.
Bu olay, Hicretten 13 yıl önce Ramazanın 17. gününe, Miladi tarihle de:l Şubat 610'a rastlamaktadır. Hz. Peygamber (sav) bu sı*ralarda 40 yaşını doldurmuş idi.
Müminlerin annesi Hz. Aişe vahiy hadisesi hakkında şunları söylemektedir.
"Başlangıçta, Hz. Peygamber isabetli rüyalar görürdü. O hiç bir rüya görmezdi ki sabahın aydınlanması gibi ortaya çıkmış ol*masın. Sonraları yalnız başına kalmak hoşuna gitti. Hıra Mağa-rasi'nda inzivaya çekilir orada birkaç gün üst üste kalarak ibadet ederdi. Bu süre için azığını da birlikte götürürdü, yiyecek ve içe*ceği bitince Hatice'ye (eve) döner yeniden tedbirini alırdı.
Derken O, Hira'da bulunduğu bir sıra kendisine hakikat indi. Melek gelip O'na:
- Oku, dedi. O da (meleğe):
- Ben okur değilim (okumasını bilmem) diye cevap verdi.
Hz. Peygamber anlatıyor:
"Melek beni kuşatıp öyle sıkıştırdı ki bunaldım. Sonra beni salıverdi ve yine:
- Oku, dedi. Ben (tekrar kendisine):
- Okur değilim, diye cevap verdim. Beni ikinci defa kucakla*yıp öyle sıkıştırdı ki bunaldım. Tekrar bıraktı. Sonra dedi ki:
- Yaratan Rabbinin adıyla oku. Bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla... Oku! Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir.
Hz. Peygamber (sav) bu olayın etkisiyle heyecan içinde eve döndü. Hz. Hatice (ra)'nın yanma girer girmez:
- Beni örtün, beni örtün, dedi.
Onun bu heyecanı geçinceye kadar üzerini örttüler.
Vahiy: İlahi mesajların peygamberlere iletilmesi olayıdır. Bu olay, ilhamdan tamamen farklıdır ve çeşitli şekillerde cereyan eder. Kur'an-ı Kerim'in 78 yerinde Vahiy kelimesi ve türevleri geç*mektedir.
Hz. Peygamber (sav) sonra olayı Hz. Hatice (ra)'ye şöyle an*lattı:
"İnan ki başıma bir şey gelecek diye korktum." Hz. Hatice ise şöyle dedi:
- Hayır Allah'a yemin ederim ki Allah (cc) seni asla rezil et*mez. Çünkü sen akrabalarında ilgilenirsin. Başkalarının ağırlığı*nı yüklenirsin, yoksulun elinden tutar, misafir ağırlar ve haklıyı savunursun.
Sonra Hz. Hatice (ra) Hz. Peygamber (sav)'i yanma alarak Va*raka Bin Nevfel'e gittiler. Bu zat Hz. Hatice (ra)'nin amcası oğluy*du. Cahiliyet devrinde hristiyan olmuştu. îbranice yazardı. İn*cil'den Allah'ın dilediği kadar İbranice yazabilirdi. Çok yaşlıydı. Son yıllarında gözlerini de kaybetmişti.
Hz. Hatice (ra) O'na:
- Amcaoğlu yeğenini biraz dinler misin, dedi. O da Hz. Peygamber (sav)'e hitaben:
- (Anlat bakalım) yeğenim neler görüyorsun, diye sordu. Hz. Peygamber (sav) gördüklerini ona (baştan sona kadar) anlattı.
Bunun üzerine Varaka:
- İşte bu Hz. Musa (as)a indirilen Namuslun [51] ta kendisidir. Keşke bu dava uğrunda verilecek mücadele sırasında genç olsay*dım. Keşke bu yüzden, milletin seni göçe mecbur ettiği günlerde ben sağ olsaydım.
Bu söz üzerine Hz. Peygamber (sav) O'na:
- Demek beni bu memleketten çıkaracaklar öyle mi, diye so*runca Varaka:
- Evet, senin (insanlığa) getirdiğin bu mesajı kim getirmişse mutlaka düşmanlık kazanmıştır. Onun için senin mücade günle*rinde sağ kalacak olsam sana çok yardım ederim, dedi. Varaka, aradan çok geçmeden öldü ve vahiy de bir zaman kesintiye uğradı."
Evet vahiy bir ara kesintiye uğradı. En gerçekçi görüşler vahyin 40 gün kadar kesintiye uğradığı noktasında birleşmektedir.
Bu, Hz. Peygamber'in vahye karşı bir özlem duyması için oldu. Öyle ki yüksek bir yere, bir tepeye çıktığı her defasında, insanlara Allah (cc)'m gönderdiği bir elçi olma şeref ve nimetine erişmişken kendisinden ilahi bağın kesilmesinden duyduğu büyük sıkıntıdan dolayı uçurumlardan atlayıp intihar etmek isterdi. Fakat aklından böyle intihar etmek geçtikçe melek O'na görünür:
Sen Allah (cc)'ın gerçek elçisisin, deyip kendisini teselli ederdi. Bunun üzerine O'nun da endişeleri bertaraf olur, içinden yapmayı düşündüğü şeyden vazgeçerdi.
Bu durum kendisine yeniden vahy gelinceye kadar devam et*ti. Vahye karşı bu derece duyduğu özlem ile birlikte ilk gün yaşadı*ğı şokun etkisiyle de vahye karşı bir ürperti duyuyordu. [52]
Bir gün Hz.Peygamber yolda yürürken gökten gelen bir ses duydu. Başını yukarıya kaldırıp bakınca Hıra Mağarası'nda kendi*sini kucaklayıp sıkan meleğin havada oturmuş olduğunu gördü. Şiddetli bir korkuya kapılarak mağarada başına gelen olayı hatır*ladı. Hemen acele ederek eve döndü.
Allah Teala bunun üzerine şu ayeti kerimeleri indirdi:
- Ey Örtüye bürünen Kalk da uyar, Rabbini yücelt, Çiydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri terke devam et. Yaptığın iyiliği çok gösterip başa kakma Rabbin için sabret. [53]
Sonra şu ayetler indi:
"Kuşluk vaktine and olsun.
Sükûnete erdiği zaman geceye and olsun.
(Ey Muhammedi) Rabbin ne seni terketti ne de sana danldı. Doğrusu sonraki (ahiret hayatı) senin için öncekinden daha ha*yırlı olacaktır." [54]
Müminlerin annesi Hz. Ayşe şunları anlatıyor: "Haris bin Hişam Hz. Peygambere:
- Ey Allah (cc)'ın Elçisi! Vahiy sana nasıl geliyor? diye sordu. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:
- Bazen çan sesi gibi geliyor, bu vahyin bana en ağır baskısı olan şeklidir. Sona erdiğinde meleğin bana söylediklerinin hep*sini kapmış olurum. Bazen de melek bana bir erkek suretinde gö*rünür. Benimle konuşur. Söylediklerini anlarım."
Yine Hz. Ayşe şöyle buyurmaktadır:
"Bazen çok soğuk günde Hz. Peygamberin üzerine vahiy in*diğine şahit olurum. Ona, vahyin inişi sona erdiğinde bir de ba*karım ki alnından (adeta) ter fışkırmaktadır[55]
Yukarıda anlattığımız gibi ük vahyin inişi çok şiddetli ve etkili olmuştu. Bu, O'nun omuzlarına yüklenmiş olan büyük görevin ne kadar Önemli olduğunu anlaması bakımından ilahi hikmetin gere*ğiydi. İnmekte olan ayetler hemen her zaman O'na sabrı tavsiye ediyordu. îşte bunlardan bazı örnekler:
"Ey Muhammedi Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret!"[56]
"Ey Muhammedi Sana vahyedilene uy, Allah hükmünü vere*ne kadar sabret, O, hüküm verenlerin en iyisidir.[57]
"Ey Muhammedi Bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olay*lardır. Sen de mîlletin de daha önce bunları bilmezdiniz. Sabret! {İyi ve memnun edici) sonuç Allah'ın koyduğu kurallara uyanla-rındır[58]
"Sabret! Allah iyi davrananların mükafatını elbette ki kayba uğratmaz.[59]
"Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır. Onlara üzülme, kurdukları komplolardan da endişe etme. Allah şüphe*siz kî sakınanlarla ve iyilik yapanlarla beraberdir[60]
"Ey Muhammedi Onların söylediklerine karşı sabır göster, güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile teşbih et. Gece saatlerinde ve gündüzleri de teşbih et ki Rabbinin hoş-mıtlulğunu kazanasın."[61]
"Ey Muhammedi Sabret ki Allah'ın vaadi haktır. (Allah verdiği sözü yerine getirecektir.) İnanmayanlar seni hafife almasınlar[62]
"Lokman oğluna öğüt vererek...
- Ey oğulcuğum! Namazı kıl, uygun olanı tavsiye et, fenalık*tan sakındır, başına gelene karşı sabret; doğrusu bunlar azmedil-meye değer işlerdir."[63]
"Ey Muhammedi Onların söylediklerine karşı sabret; güçlü kulumuz Davud'u an; O, daima Allah'a yönelirdi.[64]
"Ey Muhammedi Onların (Senin aleyhinde) söylediklerine karşı sabret, Rabbini güneşin doğuşundan ve batışından önce överek teşbih et.[65]
"Ey Muhammedi Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret. Şu bir gerçektir ki: Sen gözetimimiz altındasın. Kalkarken Rabbini överek teşbih et."[66]
"Ey Muhammed! Rabbinin hükmüne karşı sabret; Balık ola*yının kahramanı Yunus gibi olma. O, pek üzgün olarak Rabbine seslenmişti.[67]
"Ey Muhammed! Güzel güzel sabret."[68]
"Ey Muhammed! Putperestlerin söylediklerine karşı sabret, iyi bir şekilde ilişkini onlardan kes. [69]
"Ey Muhammed! Rabbin uğruna sabret.[70]
Evet sabır... Kavminin ileri gelenleri tarafından yapılan eziyet*lere, toplumunun küstahlık ve şımarıklığına, şirkte ısrar etmeleri*ne, cahiliyetin dejenere olmuş örf ve adetleri üzerinde kalmak uğ*runa gösterdikleri direnişe, atalarından devraldıkları sapık inanç ve düşüncelere olan bağlılıklarına karşı Hz. Peygamber (sav)'in verdiği mücadelede sabırlı olması ve her türlü zorluklara karşı gö*ğüs germesi için Allah (cc) O'na, bu şekilde sürekli olarak sabırlı olmasını emretmiştir.
Allah başka bir ayeti kerimede de şöyle buyurmaktadır:
"Ey Muhammed! Senden önce herhangi bir memlekete gön*derdiğimiz uyarıct elçiye o memleketin şımarık zenginleri:
- Aslında atalarımızı bir dine bağlı olarak bulduk. Biz de on*ların peşinden gidiyoruz, derlerdi. Gönderilen uyarıcı:
- Eğer atalarınızı bağlı bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı bana uymazsınız, diye sorardı. Onlar da:
- Elbette! Uğrunda gönderildiğin şeyi inkar ediyoruz, derlerdi. [71]
Sabır telkin eden ayetler O'na Mekke'de, Medine'de ve her mü*nasebette inerdi. Allah Teala'nın, tüm kuralları arasında insanlığa elçi olarak göndermek üzere sırf O'nu seçmek suretiyle kendisine vermiş olduğu üstün değeri ve küçük yaştan beri O'nu himaye et*mek O'nu korumak ve hidayete ejrdirmek gibi büyük nimete karşı*lık bir memnuniyet nişanesi olmak üzere insanları doğru yola da*vet ettiği sırada uğradığı bu şiddetlere karşı sabrediyor, göğüs ge*riyordu. Gerçekten de O'nu koruyan Allah (cc) kendisine şöyle hi-tab ediyordu:
"Rabbin seni öksüz bulup da barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi? Seni yoksul bulup zenginleştirmedi mi?"
Hz. Peygamber (sav) bütün bunların farkındaydı. Bu nimetle*ri takdir ediyordu. Onu, daha baştan beri yolunun uzun, tehlikeli ve dikenlerle dolu olduğunu bilmesi gerekliydi. Bu yolda, koşulan şartlardan daima kurtulmak isteyen insan nefsini sınırsız bir hür*riyet içinde istediğim yapma özlemine karşı bir direniş vardı. Bu yolda, şahsi menfaatini her şeyin üstünde tutan ve arzularının pe*şi sıra sürüklenen, dejenere olmuş bir toplumun karşısında dim*dik durmak mecburiyeti vardı ve nihayet bu yolda şahsi arzuları*nın önünde hiç bir engel görmek istemeyen, nüfuzlarıyla çizdikle*ri yoldan çıkanlara karşı savaş ilan eden kodamanlara karşı dur*mak vardı.
Ancak bu yolda, davetçi için başarı elde edeceği zaman cen*nette, -Önünde nehirler akan muhteşem köşklerle ve türlü ni*metlerle- mükafatlandırılmak üzere kalbindeki inancın mest edi*ci tadını hissetmek de vardı. Bununla birlikte dayanılmaz bir ha*yatın acılarını tadıyor, nüfuz sahiplerinin, faaliyetlerini kısıtlamak amacıyla uyguladıkları baskının ağırlığını hissediyordu.
Fakat bütün bunlar sadece şu fani dünyada kısa bir süre de*vam edecek olan zahmetlerdi. O biliyordu ki sonsuz nimetlerden olan nasibine ahirette kavuşacaktır.
Ahiret hayatı ise nimetlerle dolu bulunan, sonu olmayan istik*rarlı ve ebedi bir hayattır.[72]



[1] En'am Suresi, Ayet: 124

[2] İbrahim Suresi, Ayet: 37

[3] Acemî veya A'cemî: Arap olmayan kimse (Mütercim

[4] Ankebût Suresi, Ayet: 48

[5] Enfal Suresi, Ayet: 9-10

[6] Enfal Suresi, Ayet: 12

[7] Al-i İmrân Suresi, Ayet: 124-126

[8] Bakara Suresi, Ayet: 23-24

[9] Hud Suresi, Ayet: 13-14

[10] Isra Suresi, Ayet: 88

[11] Rum Suresi, Ayet: 1-5

[12] Asr-ı Saadet: Hz. Muhammed (s.a.v.) in yaşadığı devre, Özellikle: İslam devletini kurduğu ve başkanlığını yaptığı M.S. 622 den vefat ettiği M.S. 632 yılı*na kadar olan 10 yıllık döneme denir. Mutluluk Devri demektir.Bu devir 4 halife devriyle birlikte Altın çağ olarak da anılır. (Mütercim)

[13] Havan: Adları, sayıları ve hayatları hakkında pek net bilgiler bulunma*yan Hz. İsa'nın yakın arkadaşları ve yardımcılarına verilen ad. Çoğulu, Havariler veya Havâriyyûn'dur. (Mütercim)

[14] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 2, s. 166

[15] Zümer Suresi, Ayet: 2-3

[16] Isrâ Suresi, Ayet: 40

[17] En'am Suresi, Ayet: 100

[18] Maide Suresi, Ayet: 78-79

[19] Al-i tmrân Suresi, Ayet: 104

[20] Müslim, İman Babı: 49

[21] Nisa Suresi, Ayet: 22

[22] Nah! Suresi, Ayet: 105

[23] Hıyanet: Hainlik, döneklik, kalleşlik demek olan bu kelime, türkçede buna yakın bir anlam veren İhanet kelimesiyle ifade edilmektedir. Hadiste geçen İhanet değil Hıyanettir. (Mütercim

[24] Buharı: 1/83 - Müslim: iman Babı; 49

[25] Tevbe Suresi, Ayet: 75-77

[26] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 2, s. 417, 429

[27] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 2, s. 430-434

[28] El-Ebva': Mekke ile Medine arasında bulunan bir beldedir. Medine'ye daha yakındır. Rabığ kentinin 40 km. kuzey doğusuna düşer

[29] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 2, s. 437

[30] Kırat: Hz. Peygamberin yaşadığı Mekke devrine ait para birimi Dinarın kuruşudur. (Mütercim)

[31] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 2, s. 443-447
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/187-212.

[32] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/212.

[33] Ukaz: Cahiliyet Devrinde Arapların en önemli fuarıydı. Kabileler bu fu*arda toplanır, yirmi gün kadar yoğun ticari faaliyetlerde bulunur, sanat ve ede*biyat alanında çeşitli etkinlikler düzenlerlerdi. Bu fuar zaman olarak Şevval ayı*na rastlardı. Ukâz, mevki olarak: Arafe yönünde Taif ve Nahle arasında bulunur. (Mütercim)

[34] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/212-213.

[35] İbni Hişam, tbni İshak'tan rivayet etmiştir: 1/133

[36] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 2, s. 470
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/214-215.

[37] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 2, s. 469

[38] Tirmizi: Kıyamet Babı, 2509; Ibni Mace: Fitneler Babı, 4032

[39] Buhar

[40] Buhari-Müslim

[41] Buhari-Müslim

[42] Buhari-Müslim

[43] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/215-217.

[44] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/217.

[45] Buhari

[46] Duha Suresi Ayet: 5-6-7
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/218.

[47] Hakim: 4/245. Sahih olduğunu söylemiş Zehebî bunu onaylamıştır, îbn-i Kesir El-Bidaye'de (2/287) bu hadisin zayıf olduğunu ileri sürmüştür

[48] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/218-220.

[49] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/220-222.

[50] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/222-223.

[51] Namus: Cebrail, Cibril-i Emin; peygamberlere vahiy getirmekle görevli melek

[52] ) İbn-ül Esir, El-Kamil Fi't-Tarih tere, c. 2, s. 49-51, Bahar Yay., İstanbul, 1989; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 9-10

[53] Müddessir Suresi, Ayet: 1-7

[54] Duha Suresi, Avet: 1-3

[55] Feth'ül-Bari: Vahyin başlangıcı konusu

[56] Ahkaf Suresi, Ayet: 35

[57] Yunus Suresi, Ayet: iO9

[58] Hud Suresi, Ayet: 49

[59] Hud Suresi, Ayet: 115

[60] Nahl Suresi, Ayet: 127-128

[61] Taha Suresi, Ayet: 130

[62] Rum Suresi, Ayet: 60

[63] Lokman Suresi, Ayet: 17

[64] Sâd Suresi, Ayet: 17

[65] Kâf Suresi, Ayet: 39

[66] Tûr Suresi, Ayet: 48

[67] Kalem Suresi, Ayet: 48

[68] Mearic Suresi, Ayet: 5

[69] Müzemmil Suresi, Ayet: 10

[70] Müdessir Suresi, Ayet: 7

[71] Zuhruf Suresi, Ayet: 23-24

[72] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/226-232.
 
Üst