Içeriğinde rum ve ermeni adı geçmeyen bir hikaye

Levent Akıncı

Onursal Üye
Katılım
12 Eyl 2008
Mesajlar
49
Tepkime puanı
0
Puanları
0

Saygıdeğer, Kıbrıs 1974 platformu üyeleri. Aslında sizler çok zeki insanlarsınız. Her nekadar bu hikaye içeriğinin Rum ve Ermeniler ile ilişkisi yok gibi görünse de aslında var olduğunu anlayacaksınız. Üyesi olduğum iki ayrı platform da yayınladığım bu hikayenin beğenildiğini gelen mesajlardan anladım. Bu nedenle siz güzide büyüklerimi ve kardeşlerimi de düşünmeden geçemeyeceğim. Boş zamanınız olursa okunası dileğimle. Saygılar.
HAYATIMIZDAKİ GRAND’LAR
Yeditepe İstanbul’un, hangisidir bilinmez bir tepesinin üstünde, aşağıdaki düzlüğe uzanan küçük taşlı sokakların kenarlarını aralıksız dolduran, tek katlı kâgir evlerin kaybolmadığı yıllardı. Sokakları oluşturan taşların, el emeği, göz nuru, tılsımlı dizilişleri, yağmur sularını aşağıdaki düzlüğün kanalizasyonlarına karıştırdığı yerde son bulurdu. Nice şairlerin mısralarına taştığı, genç kızların açık pencere önünde bekleştiği, bıçkın delikanlıların açık pencereleri kestiği, evden eve kadın misafirlerin çağrıldığı, sulu kulenin çengileri ile çiftetellileşilen, karda, çocukların eğlencesi için kahrı çekilen, yürümenin zor olduğu, kızların Marilyn Monroe’yu, bıçkınların Clarkçılık oynadığı sokaklardandı burası.
Sokak, arkası sokak, aşağısı sokak, her yanı sıra taşlı sokak olan bu mahallenin erkekleri, aşağıdaki düzlükte Grand’ın kahvesine gitmeyi adetten sayar, tavla oyunundaki hünerlerini göstermekten sonsuz haz duyarlardı. Grant aslında bir lakap, kahve sahibi kahveci İdris, öldükten sonra oğlu Dinç, kahveyi işletmeye başlamıştı. Dinç; bıçkın, korkusuz, yakışıklı bir o kadar da ahlaksızdı. Yukarı mahallelerden evvelce edindiği hünerli arkadaşları sayesinde müşterileri artmış, parası yeni işletmeler açmaya muktedir hale gelmişti. Artık bir pantolon, gömlekten ibaret giysiler giymiyor, takım elbise giyiyor, tabiri caiz ise ‘’grand tuvalet’’ dolaşıyordu. Sakinler bu yüzden ona ‘Grand Dinç’ lakabını takıp, kıraathanesini de Grand’ın kahvesi olarak adlandırıyorlardı.
Sokaklar, mahalleleri dolduran sokaklar, bilinmeyen Yeditepe’nin birisindeki bu mahallenin sokaklarında sadece erkekler mi vardı? Kadınlar, ah o her zaman cazibe peşindeki kadınlar, mutlaka mahallenin terzilerine cazibe diktirmeden duramayan kadınlar. Aşağıdaki düzlüğün hemen yanı başındaki sokakta terzi Neriman’a cazibe diktirmeden duramazlardı tabii. Japone kollu, beli oturan, etekleri fırfırlı İstanbul’u baştan çıkaracak elbiseler hep Neriman ile hayat bulur, akşama erkeğini karşılayacak mahalle kadınlarının üstünde, mutlu yemek sofralarına gerdan kırarlardı. Mutlu kadınlar, erkeği için farklılaşan kadınlar.
Neriman, onlardan birisi değildi, farklılaşmayı gerektirecek kimsesi de yoktu, ince hastalık illetinden kaybetmişti erkeğini, bitmeyen nice akşamlar geçmiş, yaşlanmış, kimseye cazibe satacak hali kalmamıştı, bir tek düşüncesi kızı biricik Ayşe’sine mutlu bir yaşam verebilse. Acaba öyle mi olacaktı.
Ayşe, farfara Ayşe. Mahalleli öyle diyordu. Ne kendisi nede annesi Neriman biliyordu bunu. Ayşe, mahalleye çalgıcı grubu ile gelen Sulu kule çengilerinin yaptığı ve sonunda para topladıkları ziyaretlerde onlar ile beraber safça gerdan kırıp, göbek atar, herkesi kendine hayran bırakırdı. Sulu kulelilerin her ziyaretinde oynadığı ‘oy farfara farfara ateş düştü şalvara’ şarkısı ona ‘Farfara’adını çoktan taktırmıştı. Güzel kızdı Ayşe, saftı, güzel huylu idi, özgür hissederdi kendini ama İstanbul’da da olsa bir genç kızın özgürlüğü, hele bir mahallede biteviye bir özgürlük onu farfara yapmaya yetip artmıştı çoktan. Neriman; Ayşe’sine diktiği, göğüslerini belli eden, beli narin, etekleri uçuşan elbiselerin, yüksek topukların üstünde ve Grand kahvesinin önündeki salınışına gıpta ederdi. Bu gıpta bazıları için şehvet olacaktı tabii, nereden bilecekti ki bunu kızı için yaşayan yalnız bir kadın.
Bir gün, Ayşe’nin Casablanka filmini seyrettiği günün akşamı, Ayşe güzel Ayşe, saf, başına geleceklerden habersiz tepenin yollarına yalnız topuk vururken, arkasından gelen felaketin yanında duran bir chevrolet ile geleceğini nereden bilebilirdi ki. Yanında durdu bu chevrolet. Tanıdı onu, Grand’ın chevroletiydi bu, Dinç, ona arada bir hava atar, içinden ıslık çalar, Ayşe, kraliçem ol diye bağırır, sonra gazlar giderdi. Yine öyle olacak sandı, arabanın içinden dört kişi indi, o Dinç’i ararken kendini arabanın içinde buluverdi, arka koltukta boğazına dayanmış bir bıçak ve bilinmeyen bir meçhule gidiş. Issız bir İstanbul varoşunda, bilmediği bir evde idi artık. Bilmediği bu evden kaçmak için kilitli kapıları zorlarken bir odadan çıkan takım elbiseli adamın sesini duydu. ‘Ayşe kraliçe olmaya hazır mısın’? İrkildi nasıl bir kraliçelikti ki bu? Zorla güzellik olmayacağı gibi zorla kraliçelik nasıl olacaktı? Tanıdı bu sesi Grand Dinç ‘ti bu. Durgunlaştı bir ara, hoşlanırdı Dinç’den, arabası ile hava atmasından sonra onun kraliçesi olmayı arzu etmedi değildi hani! Ama bu şekilde düşünmemişti ki, beyaz atlı prensler, Dinç gibi yakışıklı erkekler böylemi yapmalıydı? Bunlar, Dinç elini ona dokunduruncaya kadar geçen zamanda aklından geçenler oldu. Dokunuş, bir erkek elinin sert dokunuşu, korkunun zirveye oturduğu an. Güzel bir söz söylenmeden, duygular okşanmadan, sahip olmanın bin bir türlü yolu dururken bu sertlik neden? El; dur yapma, bu sen olamazsın, hani ben kraliçen olacaktım sözleri ile daha sertleşiyor, üzerindekileri hunharca, yırtarcasına çıkarıyor, vuruyor, melun emeline adım adım ilerliyordu. Grand’ın eli bu, yıllarca böyle terbiye almıştı bu el, hunharlığı iyi biliyor, elde etmek istediğine böyle uzanıyordu. Kirli dünyanın içinden çıkan eldi bu. Körpe vücut, korkunun, çaresizliğin, karşı koyamamanın girdabına karıştığı anda bu kirli elin üstüne düştü. Bundan sonra olanlar hatırlanamayacaktı, uyanana kadar.
Ayşe, o bilinmeyen evde geçirdiği akşamın sabahında, Neriman’ın kollarında, başını iki dizinin arasına alarak o günün akşamına değin hicran deryasını yaşadı durdu. Sonraki günler ne getirecekti, umut bu mahallede tükenmişti artık. Yeni umutlar, yeni bir yaşam olabilir miydi? Bir müddet sonra mahalleli cazibe diktirmek için terzi Neriman’ı ve Farfarasını evlerinde bulamayacaklardı, ev yıllarca kilitli kalmak üzere kapanmış, Cazibe, diktirilecek başka bir yerde aranıyordu artık.
Yeditepe’nin birisinde ve uzaktan Marmara Denizini gören bu evin etrafında o eski sokakların yerini görkemli siteler, villalar almış, evini ve arsasını kat karşılığı veren eski mahallelilerin yanına ne olduğu belirsiz yeni yetme zenginler sükûn etmişti. Aşağıdaki düzlük ve kıraathane dev bir plazanın görkemi ile şerefleniyor, Dinç bey, korumaları eşliğinde plazasındaki kira rantını etraftaki yeni yetme zengin iş adamları ile paylaşmak için fırsat kolluyordu. En önemli yerde duran cazibe evi ise virane olmaktan şahane olmaya bir türlü terfi edememişti. Grand, ne ettiyse Ayşe’ sini bulamamış geçirdiği o güzel günün ertesinde yapacağı af ziyaretinde geç kalmanın acısından olacak başka bir fettan ile yaşamaya başlamıştı. Bu fettan yabancı değildi, Ayşe’nin o güzel günde sinemaya gittiğini Grand’a haber veren yan komşu kızı, Ayşe’nin can ciğer kuzu sarması arkadaşı Fettan Zühal’di. Hem de ne fettan, o gün Ayşe’yi Grand Dinç için sıra dışı bırakmanın en uygun zamanıydı, her şey düşündüğü gibi oldu. Fettandı, mahalleli öyle diyordu, mahalleli biliyordu, bilmez mi hiç. Grand’ın babasını baştan çıkarıp parasını yerken, bunu Grand’dan başka herkes biliyordu. Mahalleydi orası, sitelerdeki olağan yaşamın başlamadığı yıllardı o zamanlar.
İlkbaharın yağmurlarını sakınıp güneşin yazı haberdar ettiği bir gün virane yerinde yıkım çalışmaları başlayınca, Grand’ın gorilleri olağan soruşturmalarını yapacaktı elbet. Arazi yabancıya gidemezdi, gerekirse kan çıkar rant başkasına verilmezdi. Soruşturdular, bir sahibeden söz ediliyordu, kimdi bu sahibe? Adına ulaşmak zor yerinede. İlerleyen günlerde virane yerinde iki katlı bir villa olgunlaşırken müteahhitten yeni bir duyum alındı. Sahibenin İstanbul’un en zengin modacısı olduğu öğrenildi. Modacımı, onu da öğrendiler, ‘Farfara Moda Evi’nin patroniçesiymiş. Haber Grand’a uçtu, o anda Grand’ın da beti benzi uçtu, durumu kavramaya başlamıştı artık. Demek sahibe zorla sahip olduğu kraliçesi Ayşe’ydi. Artık semt’e gelişini bekleyecek hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edecekti.
Eşyaları günlerce taşınan ve içinde oturulacak duruma gelen villanın önünde duran lacivert mercedesin içinden iki kişi indi. Son derece şık ve gösterişli bir bayanın yanında yirmili yaşlarda etrafa ürkek ve çekingenlikle bakan bir erkek, anlaşılan villanın sakinleri zuhur etmişlerdi. Karşı villanın balkonundan bazı fettan gözlerin de bu gelenleri şüpheli bakışlarla seyretmesini görmeden zengin mekânlarına giriş yaptılar. Korumalar kapıda yerlerini çoktan almışlardı.
Anne, dedi genç. Anlattığın tüm olaylar burada mı oldu? Annesi öyle dercesine kafasını salladı. Düşünceliydi kadın, camdan Marmara’ya bakıyor, kendi kendini sorguluyor, başından geçenlerden manen yıpranmış durumda oğlu için kaygı duyuyordu. Dikiş dikip onu okutmaya çalıştığı yıllarda onu ihmal etmiş, tanınıp, terzihanesini moda evine çevirirken oğlunun ilgisine hep dadıları memur etmişti. Öğretmenleri, oğlu için hep kız çocukları ile oyun oynadığını, kızlar tuvaletine gittiğini, uzayan saçlarını ve tırnaklarını kestirmesi için hep ikaz ettiklerini söylemişlerdi. Kendisi de onu aynanın karşısında ruj sürüp, gözlerini boyarken yakalamamış mıydı? Topuklu ayakkabılarının beli nasıl kırılacaktı değilse! Hep bu düşüncelerle girdabını oluşturan anne, modacı ve zengin bir iş kadını olarak geri dönen Farfara Ayşe den başkası değildi. Bu geri dönüşün gizemi bir gün ortaya çıkacaktı mutlaka.
Villanın üst balkonunda Modacı Ayşe oğluna yaptığı itirafın önemli şahsını gösterirken, ‘’işte oğlum, o adam bu, namı değişmemiş, adını söylemiştim, Dinç, yer altı dünyasının meşhur babası ‘Grand Dinç’ karşıdaki villada ve şu anda balkonunda oturuyor, baban o.’’ Oğlu, karşı balkona bakar, babasına ilgi duymadığını belli eden omzunu silker.
-Anne biliyor musun beni hiç adımla çağırmıyorsun neden hep oğlum diyorsun.
- Oğlumsunda onun için canım benim, kızım diyemem ya.
- Bir kerecik olsun Dinçer diyemez misin?
- Derim tabii oğlum sen benim biricik Dinçerimsim.
-Ayyyy ne güzeeeel. Annee o adamın oğlu dedin ya babam mıdır nedir, çok yakışıklı bir oğlu var.
- Kes sesini Dinçer, çok rica ederim böyle şeyleri duymak istemiyorum.
(O günden sonra karşı villada)
-Bak gördün mü? Revan, bu karşı villaya taşınan kadın eskiden bu mahallede oturan Farfaralardan birisiydi. Şimdi geri dönmüş.
-E anne ne olacak ki.
- Ne olacağı var mı, eskiden baban Grand’ın çevresinde de çok farfaralık yapmıştı bu kadın.
- Deme, tamamdır analık, gereğini yaparız, keyfine bak sen, haa bak bu akşam benim arabayla yazlığa kız atacağız tamam mı, babayı idare et, anam benim.
- Öf deli oğlan nasıl da babana çekmişsin.
- Ne yani sana çekmedik mi, sen de az fettan değilmişsin hani, tabii babaya çekeceğiz bizim dünyada böyle olmazsan iş yok, aç kalırsın anam, bu yaşta fettanlığında sökmez yani haaa.
- Hadi Revan git artık.
- Rahat ol anam. Merak etme bu kadının oğlu biraz yumuşak mıymış neymiş, bir yoluna bakarız uzun sürmez giderler.
Yeni taşınanlar, insanca yaşamaya ulaşacaklarını umarlarken zaman kirliliğin pis kokulu dehlizlerine doğru akıp gitmektedir. Farfara ve oğlu için çoktandır kirlenmiş bir yaşamın ötesinde daha kirli daha berbat ne olabilirdi ki?
Dinçer, annesinin işletmesine bağlı butiğini akşam iş bitiminde kapattı. Her zaman yaptığı gibi kız arkadaşlarıyla kızlaştığı bara doğru yürümeye başladı. Hoyratça etrafını süzüyor, yeni oluşumlara yelken açmak istercesine mutlu tebessümler ile bu şekilde de yaşamanın olabilirliğini göstermenin hazzını yaşıyordu. Bir insandı nede olsa. Birden etrafında dört kişi belirdi, ayakları yerden kesildi, kendisini siyah bir mercedesin içinde buldu. Bundan sonra yaşadığı olaylar tıpkı annesinin yaşadığı felaketin aynısıydı, değişen tek şey boğazına dayananın tabanca olduğuydu. Aynı babadan olan bir kardeş diğer kardeşi ile ram olurken, Grand’lar yarattıkları ucubeler ile daha çok zihnimizi meşgul edeceklerdir.
Hep derim ya hikâye işte, okuyun gülün geçin diye, bu sefer bunu değiştiriyorum ‘’okuyun düşünün geçin’’.
Levent Akıncı


 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Volkan

-Otağ Hanı-
Katılım
20 Haz 2008
Mesajlar
969
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Altaylar
Cevap: Içeriğinde rum ve ermeni adi geçmeyen bir hikaye

Levent abi ;hiç bir güç rızası olmadan hiç bir şeye sahip olamaz .olsa bile bu zorbalıgının cezasını er yada geç görür .az bir paha ugruna satılan bir ömür burdaki konu ..ya satılmaya çalışılan bir ülke ise? bunun da cezası er yada geç gelecektir.
emeginize saglık .saygılarımla.
 

Dr.Yalnızefe

Dost Üyeler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,339
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cevap: Içeriğinde rum ve ermeni adi geçmeyen bir hikaye

Olağanüstü derecede güzel ve anlamlı mesajlarla dolu katkınız için teşekkürler..
Umarım mesaj alınmıştır...!!
Elinize emeğinize sağlık...
 
Üst