Kıbrıs Sorunu'nun Dünü, Bugünü ve Geleceği

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Kıbrıs Sorunu'nun Dünü, Bugünü ve Geleceği


Türkiye jeostratejik konumu nedeniyle çok sorunlu bir bölgenin ortasında bulunmaktadır. Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu üçgeni şu anda dünyanın en istikrarsız, geleceği belirsiz, çatışmaların yoğun, halkların tarihsel uzlaşmaz çelişkilerinin unutulamadığı bir coğrafya parçasıdır. Türkiye aynı zamanda Avrupa – Atlantik ekseninde ve Orta Asya’ya gidiş güzergahında da anahtar ülkelerin başında gelmektedir.

Öte yandan, Türkiye’nin konuşlandığı coğrafi bölge üzerindeki ABD – AB – RF’nun çıkar çatışması ve güç ispat mücadelesi de bölge ülkeleri ile birlikte Türkiye’yi de ateşin içinde tutmaktadır. Günümüz Türkiye’si Cumhuriyet tarihinin en sorunlu dönemini yaşamaktadır. 21’inci yüzyıla “AB üyesi Türkiye” sloganı ile giren Türkiye’nin sorunları yukarıda da ifade ettiğim nedenlerle uluslararası nitelik kazanmıştır.

Kıbrıs Sorunu da Akdeniz’in en yaşlı krizi[2] olarak bu sorunlar arasında güncelliğini korumaya devam etmektedir. Kıbrıs Sorununun uluslar arası kimlik kazanması, 15 Ocak 1950’de Adada yapılan plebisitin sonuçlarının, “Self-determinasyon” ilkesinin Kıbrıs halkına uygulanması isteği ile BM Sekreteryasına sunulmasıyla başlamıştır.[3] Ancak incelemeye sorunun bugünkü görüntüsüne gelmeden, neden ve sonuç ilişkisini kurmamıza fayda sağlaması açısından Kıbrıs coğrafyası, jeopolitiği, jeoekonomisi ve kısaca tarihine değinmek istiyorum.

KIBRIS’IN COĞRAFİ KONUMU

Kıbrıs, Akdeniz'in kuzeydoğusunda, 340 33’ ve 350 41’ kuzey enlemleri ile 320 17’ ve 340 35’ doğu boylamları arasında yer alan bir adadır. Ak­deniz'in Sicilya ve Sardunya'dan sonra üçüncü büyük adasıdır. Ku­zeyinde Türkiye, doğusunda Suriye, güneyinde Mısır, batısında Girit ve Rodos adalarıyla çevrilidir. Kıbrıs'ın en yakın olduğu ülke Türkiye'dir. Türkiye ile Kıbrıs arasında sadece 71 km (40 mil) me­safe bulunmaktadır. Açık havalarda Kıbrıs'ın kuzeyinden Tür­kiye'nin güney sahilleri çıplak gözle görünmektedir. Ada ; Suriye’ye 98 km, Lübnan’a 221 km, İsrail’e 290 km, Mısır’a 316 km ve Yunanistan’a 900 km mesafede bulunmaktadır.[4]

KIBRIS’IN JEOSTRATEJİK ÖNEMİ[5]

Kıbrıs mevcut durumu ile, Mackinder'ın Kara Hakimiyet Teorisine göre dünya hakimiyetine doğru harekete geçen satıh kuvvetlerinin ilerleme mihverlerinin bir kısmını kont­rol etmektedir. Akdeniz'e hakimiyet, Kuzey Afrika kıyıları dahil Cebelitarık ve Süveyş'in alınmasıyla sağlanabilir. Bu hedefe ulaşan mihverlerden birisi; Anadolu-Ortadoğu-Nil Vadisi mihveridir. Kıbrıs coğrafi konumu itibariyle ilk çatışma sahnesinin kritik bir yerinde ve bu mihveri kontrol altında tutabilecek bir bölgededir.

Mahan'ın Deniz Hakimiyeti Teorisine göre Kıbrıs; Akdeniz'den Süveyş Kanalı vasıtasıyla Hint ve Pasifik Okyanuslarına açılan deniz yolunu coğrafi mevki itibarıyla kontrol etmektedir. Keza, Karadeniz'den Ege Denizi ve Cebelitarık Boğazı vasıtasıyla Atlas Okyanusuna, Süveyş Kanalı vasıtasıyla da Hint ve Pasifik Okyanuslarına bağlayan deniz yolları Kıbrıs adası va­sıtasıyla kontrol edilebilmektedir.

Kıbrıs, deniz yolları bakımından Türkiye'nin güney limanlarını tamamen, diğer limanlarını da kısmen kontrol edebilir. Tür­kiye'nin denizlere açılabilmesi Kıbrıs'ın bahşettiği imkanlar va­sıtasıyla gerçekleşebilir. Kıbrıs adası İskenderun ve Süveyş'i kont­rol etmektedir. Yani, Ortadoğu'ya hakim olmak arzu ve emelinde olan devletler için Kıbrıs bir anahtar durumundadır.

Spykman'ın Kenar Kuşak Teorisine göre Kıbrıs coğrafi mevki itibarıyla Kenar Kuşak Devletleri zincirinin halkalarından olan Türkiye ve Ortadoğu memleketlerine amfibi taarruzlar yapma imkanlarını bahşetmektedir.

Hava Hakimiyet Teorisine göre Ada; deniz ulaşım yollarını ile kara ilerleme mihverlerini tehdit edecek stratejik ve taktik hava kuvvetleri için ideal bir üs ve aynı zamanda güdümlü mermiler için çok iyi bir atım rampası vazifesi görebilir. Adada konuşlanacak hava gücünün her istikamete tevcihinde bir platform teşkil etmekte ve batmayan bir uçak gemisi özelliği taşımaktadır.

KIBRIS’IN JEOEKONOMİK ÖNEMİ

Asya, Afrika, Avrupa kıtaları arasında adeta bir eklem du­rumunda olan Akdeniz'in doğusunda bulunan bu küçük ada; Türkiye'nin güney sahilleri ve limanları, keza Suriye, İsrail, Sü­veyş Kanalı ve Mısır'a uzanan bölgedeki deniz yollarını etki ve kontrol alanı içinde bulundurmaktadır.

Ortadoğu devletlerinin deniz yolu ile Ak­deniz'den yapacakları bütün ticari faaliyetler adanın etkisi al­tındadır. Ortadoğu'nun zengin petrol ürünü potansiyeli ve Hazar petrolü ile Türkmen gazını uluslararası pazara taşıyan Baku-Tiflis-Ceyhan boru hattının değeri göz önüne alındığında adanın önemi biraz daha artmaktadır. Bu öneme pa­ralel olarak Süveyş Kanalı ile bağlanan dünya deniz ticaret yo­lunun da Adanın etkisi ve kontrolunda olduğu düşünüldüğünde, Kıbrıs Sorunu’nun neden kanayan ve sık sık da uluslararası arenada kaşınan bir yara olduğunu anlamakta zorlanmıyoruz.

TARİHİ GELİŞİM İÇİNDE KIBRIS

Çeşitli uygarlıkların doğup kaynaştığı Akdeniz'in doğusunda çok önemli geçiş yolları üzerinde ve bunlara hakim bir mevkide bu­lunan Kıbrıs adasının tarihi, taş devrine kadar uzanmaktadır. Stratejik değeri büyük bir ada olması nedeniyle tarih boyunca her devirde hakimiyet mücadeleleri içinde yer almış ve istilalara maruz kalmıştır.

Kıbrıs'ta M.Ö. 450 senelerine ait mezar kazılarında altından mamul eşyaların bulunması Adaya hakim olan halkın o devirlerden beri zengin olduğunu göstermiştir. Bu zenginlik Adanın eski de­virlerden beri dünyanın önemli ticaret merkezlerinden biri ol­duğunu ortaya koymaktadır. Adaya hakim olan devlet Doğu Ak­deniz ticaretine hakim olmuş ve halkını müreffeh bir hayata kavuşturmuştur.

Adanın ilk defa M.Ö.1450'de Mısır kralı III’üncü Tutmosis ta­rafından işgal edildiği bilinmektedir. Ada, M.Ö. 1000 yıllarına kadar Mısır'ın egemenliğinde kalmıştır. M.Ö. 1000 senesinde Fenikeliler Kıbrıs'ı ele geçirmiştir. M.Ö. 568 yılında Kıbrıs yeniden Mısırlılar tarafından ele ge­çirilmiştir. M.Ö. 525 yılında Perslerin Mısır'ı hakimiyetleri altına almalarından sonra Kıbrıs adası Pers hakimiyetine girmiştir. M.Ö. 336 senelerinde Ma­kedonya kralı Büyük İskender'in Pers'lere karşı kazandığı za­ferlerden sonra Kıbrıs kralları İskender'in hükümdarlığını ta­nımışlardır. M.Ö. 295 senesinde Mısır'a hakim olan Ptolome İskenderiye limanının ileri bir kapısı olarak gördüğü Kıbrıs'ı istila etmiştir. M.Ö. 59 yılında Romalıların istilasına kadar ada Ptolome'lerin idaresinde kalmıştır.

M.Ö. 59 yılında Roma'nın genişleme zamanında Romalıların eline geçen Kıbrıs; Roma İmparatorluğunun M.S. 395 yı­lında doğu ve batı Roma olmak üzere ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kaldı. Romalılar dev­rinde Kıbrıs'ta Hıristiyanlık yayılmıştır. Bu devirde Doğu Roma İm­paratorluğu içinde Rumca resmi lisan haline getirildiğinden pek çok kavimin karışımından meydana gelen Kıbrıslılar da aslen Rum olmadıkları halde Rumca konuşmaya başlamıştır. Kilise ile devlet arasında yakın bir ilişki öngören Bizans siyasi düzeni Kıbrıs'ın Hıristiyan halkının kilise önderliğinde birleşmesi ve kilise tarafından yönetilmesi yolunu açmıştır. Kıbrıs'ta Ortodoks kilisesi ilk defa Bizans devrinde kurulmuştur.

Müslümanlık ise adaya, doğuşundan sonra ancak 649 yıllarında girebilmiştir. Kıbrıs adası Bizans idaresinde bulunduğu sırada 7’nci yüzyıl ortalarından 10’uncu yüzyıl ortalarına kadar 24 kez Müs­lüman seferlerine maruz kalmıştır.

1191 yılına kadar Bizans İmparatorluğu içinde bir ülke durumuna giren Kıbrıs adası 1191 tarihinde İngiliz haç­lılarından kral I’inci Richard (Aslan yürekli Richard) tarafından fet­hedilmiş ve böylece ada tarihte ilk defa olarak İngiliz'lerin hü­kümranlığı altına girmiştir. Adadaki İngiliz hükümranlığı çok kısa sürdü. Kudüs'ü ele ge­çirebilmek için paraya ihtiyacı olan Richard, adayı sırasıyla Templer şövalyelerine ve eski Kudüs kralı Guyde Lusignan'a sattı[6]. Selahattin Eyyübi tarafından Kudüs'ten kovulan Katolikler, Lusignan tarafından toplanarak Kıbrıs'a yerleştirildi. 1426 senesinde Mısır’ın Memlûk sultanlarından Baybars Kıbrıs'a asker sevk ederek Luzinyan kralı Janus'u mağlup ve esir etmiş, Kıbrıs adası Mısır'a vergi vermek zorunda kalmıştır. Son Luzinyan hükümdarı Katerin Kornaro zamanında Ve­nedikliler Kıbrıs işlerine müdahale etmeye başlamış ve 1489'da adaya tamamen el koyarak Venedik idaresine almıştır.

Venediklilerin bir askeri işgal şeklinde devam eden idaresi 1571 yılında Türklerin adayı ele geçirmesine kadar devam etmiştir. I’inci Selim zamanında Os­manlı İmparatorluğu Kıbrıs üzerine 1570 yılında sefer düzenledi. 15 Mayıs 1570 tarihinde 400 parçadan ibaret olan Osmanlı Do­nanması üç koldan Kıbrıs'a hareket etti. Lala Mustafa Paşa komutasında olarak Limasol'a ilerledi. 1 Temmuz'da Limasol kalesi sarılarak düşürüldü. Daha sonra Larnaka ve Lefkoşa alındı. Lefkoşa'nın alınması Girne ve Baf'ın savaşsız düşmesine sebep ol­muşsa da, Magosa kalesi mukavemet etmiştir. Bir yıl süren, deniz ve karadan yapılan çetin muharebeler sonucu, Magosa 1 Ağustos 1571'de teslim oldu. Böylece 13 ay sonra, 60,000 şehide mal olan Kıbrıs'ın fethi tamamlanmış oldu.

Kıbrıs adasının Osmanlıların eline geçinceye kadar olan tarihinden şu sonuçların çıkarılması mümkündür. Tarihte hiç­bir zaman Kıbrıs Yunanistan'ın egemenliğine girmemiş ve hiçbir zaman Yunanistan'dan Kıbrıs'a büyük çapta bir göç de olmamıştır. Bu nedenle adadaki Rumların Yunan sayılması mümkün değildir.

Bizans döneminde Bizans'ın resmi dilinin Yunanca, resmi di­ninin de Ortodoks Hıristiyanlık olması ve bunu zorla Kıbrıs'taki yerli halka da kabul ettirmesi, adadaki bu halkın ken­disini zamanla Yunanlı olarak görmesi sonucunu doğurmuştur. Gerçekte Kıbrıs'taki halkın büyük bir kısmı Anadolu, Mezopotamya ve Suriye menşelidir. Ayrıca Adada deniz ticareti ile uğraşan Cenevizliler ile bir kısmı korsan olan batılı denizcilerin de varlığını kabul etmeliyiz.

Kıbrıs'ın fethinden sonra adanın gelişmesi için üretici nüfusa ve sanatkara gereksinim olduğunu gören padişah I’inci Selim, adada kalan 20,000 civarında askerin yanı sıra 10,000 civarında sanatkar ailenin de Kıbrıs'a gönderilmesini kararlaştırmıştır. 21 Eylül 1571 tarihini ta­şıyan sürgün hükmü ile Kıbrıs'a Anadolu'dan 572 hanenin göç et­tirilmesi öngörülmekteydi. 300 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan Adada Türk varlığı etkili olmuştur.

1878 yılına kadar süren Osmanlı hakimiyeti sırasında Yu­nanistan daha Osmanlı egemenliği altında olduğundan, "Megalo İdea" fikri ortaya atılana kadar iki halk Osmanlı'ların adil yö­netimi altında barış içinde bir arada yaşamıştır. Ada iddiaların aksine asla bir Yunan Devletine karşı yürütülen fetih hareketi ile Türk hakimiyetine geçmemiştir. Tam tersi Ortodoks Hıristiyan olan ve Katolik Hıristiyanlar tarafından kontrol edilen despot Venedik idaresi altında ezilen ada halkının özgürlüğe kavuşturulmasını ve Adada üs kuran korsanların talan ettiği Doğu Akdeniz ticaret yolunun güvenliğini sağlayan bir fetih hareketi olmuştur.

1878 yılına gelinceye kadar İngiltere, Akdeniz'in iki çıkış kapısı olan Ce­belitarık ve Süveyş'i elinde bulundurmakla birlikte, Ak­deniz politikasında esas amacı olan kesin hakimiyeti sağlayamıyordu. Akdeniz'de İngiliz güvenliği için yeni savaş limanları ve üslerin kurulmasıyla, 19’uncu yüzyılın sonlarına yaklaşıldığında Ak­deniz çevresinde kurulan yeni siyasi güçlerin tepkisi ile de kar­şılaşılabilirdi. Bu sebeple 1878 yıllarına gelindiğinde İngiltere, sömürge imparatorluğunun yollarını emniyete almak için, Akdeniz'de Geçici Üsler formülüne kuvvet vermeye başladı. Bunları da kendisine güçlük çıkarmayacak yarımadalar ve adalar olarak seçmeye özen gösterdi. İşte bu Geçici Üs formülünün Akdeniz'deki bir uy­gulaması da Kıbrıs üzerinde oldu.

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında İngiltere başlangıçta tarafsız kalmıştı. Ancak Osmanlı imparatorluğunun uğradığı hezimet üzerine kendi çıkarlarının tehlikeye girdiğini görerek, bölgede artan Rus gelişme ve baskısına aktif olarak karşı çıkmak üzere harekete geçmiştir. İşte bunun sonucu olarak da Kıbrıs'a yerleşmek is­temiştir[7]. İngiltere Osmanlı Devletine Rusların ilerlemesini dur­durmak üzere yardım vaadinde bulunmuş, Kıbrıs'ın Osmanlı Dev­letine ait olmaya devam etmesini, vermekte olduğu vergileri Osmanlı hazinesine ödemesini, sadece askeri ve stratejik dü­şüncelerle İngiltere tarafından kullanılmasını, Rusya son savaşta Doğu Anadolu'da ele geçirdiği yerleri Osmanlı Devletine iade eder­se İngiltere’nin de Kıbrıs'ı boşaltmasını teklif etmiştir. Zor durumda kalan Osmanlı Hükümeti, İngiltere'nin bu is­teklerini kabul ederek 4 Haziran 1878 günü iki ülke arasında an­laşma imzaladı. İngiltere'nin Kıbrıs'taki egemenliği 1914 yılına kadar 1878 an­laşmasına dayanarak devam etmiştir. 1914'de Osmanlı Devleti Al­manya yanında 1’inci Dünya Savaşına katılınca, İngiltere tek taraflı olarak 1878 anlaşmasını hükümsüz ilan etmiş ve Kıbrıs'ı ilhak et­tiğini açıklamıştır.

Türkiye Lozan anlaşması ile adayı hukuken İngiltere'ye dev­retmek zorunda kalmıştır[8]. Bu anlaşma ile Kıbrıslı Türklerin Türk veya İngiliz vatandaşlığı arasında tercih yapmaları istenmiş, bunun üzerine İngiliz vatandaşlığını kabul etmeyen 30.000 Türk'ün Türkiye'ye göçü önlenememiştir. Adadaki göçler Türklerin nüfusunun Rumlara nazaran azalmasına neden ol­muştur.

İkinci Dünya Savaşından sonra dünya egemenliğini Amerika ve Sovyetler Birliği'ne kaptıran İngiliz İmparatorluğu, sömürgelerini teker teker kaybetmiş, 1948'de Filistin'den çekildikten sonra Doğu Akdeniz'de tutunabileceği en son kale olan Kıbrıs'ı da kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.

İkinci Dünya Savaşında Türkiye üzerindeki emellerini ger­çekleştiremeyen Yunanistan, Megalo İdea'sının başka bir hedefi olan Enosis'e ağırlık vermiş, 2’nci Dünya Savaşı'ndan sonra mey­dana çıkan dengeleri kullanmaya çalışmıştır. Bölgede gücünü kay­beden İngiltere yerine 1947 yılında İngiltere'nin Ortadoğu'daki so­rumluluklarını devralan ABD'ye dayanarak, Kıbrıs konusunda bu devletin desteğine güvenmeye başlamıştır. Yunanistan ilk kez 1954 yılında Kıbrıs konusunu BM gündemine getirmiştir[9].

Adada tedhiş hareketlerinin yoğunlaştığı ve Süveyş bunalımı ne­deniyle İngiltere'nin bölgedeki rolünün belirginleştiği 1956 yılında, İngiltere'de Kıbrıs'a Self-determinasyon hakkı tanınması eğilimleri ortaya çıkmış, bu maksatla ortaya atılan plan Yunanistan ta­rafından yetersiz görülmüş, Türkiye'de ise taksim fikri ağırlık ka­zanmaya başladığından sonuçsuz kalmıştır. Bu arada Yunanistan, 1957 yılındaki Self-determinasyon talebi ile BM'ye başvurusundan da istediği so­nucu alamamış, genel kurul çözümün Kıbrıs'taki taraflar arasında müzakerelerle mümkün olacağını kabul eden bir karar tasarısını onaylamıştır.

Sonuç olarak; İngiltere Kıbrıs'ı elinde tutamamış, Yunanistan topraklarına katamamış, Türkiye ise geri alamamıştır. Bu amaç­ların hiçbiri gerçekleşemediği, kimse kendini amaca götürecek ye­terli güce sahip olmadığı için sonunda taraflar adaya bağımsızlık vermeye razı olmuşlardır.

Türkiye-Yunanistan, İngiltere ile Türk ve Rum toplumları li­derleri tarafından 23 Şubat 1959'da üç temel antlaşma im­zalanmıştır. Bu antlaşmalar: İngiltere'nin Kıbrıs üzerindeki ege­menliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti'ne devrine dair Kıbrıs Cumhuriyeti
Kuruluş Antlaşması, Kıbrıs'ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve anayasal düzenini güvenlik altına alan Garanti Antlaşması ve Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs arasında yapılacak İttifak Antlaşması'dır[10].

BAĞIMSIZ KIBRIS CUMHURİYETİ DÖNEMİ (1960-1963)

Rumların bağımsızlığı kabul etmelerindeki esas düşünce, o günkü dünya konjonktürü içerisinde "ENOSİS"i ger­çekleştiremeyeceklerini görmeleri ve bağımsızlığı ENOSİS'e giden en emin yol olarak değerlendirmeleridir. Nitekim henüz Londra ve Zürich anlaşmalarının mürekkebi kurumadan 28 Temmuz 1960 günü Cumhurbaşkanı Makaryos’un basına yaptığı şu açıklama, Rumların 1960 düzenlemesine temel bakış açılarını göstermesi ba­kımından çok ilgi çekicidir. "Antlaşmalar gaye değildir. Onlar ge­leceği değil, bugünkü durumu gösterir. Rum halkı milli davasını sürdürecek ve kendi geleceğini kendi arzusuna göre şe­killendirecektir. Zürich ve Londra antlaşmalarında olumlu unsurlar olduğu gibi, olumsuz unsurlar da mevcuttur. Rumlar olumlu un­surlardan yararlanacak, olumsuzları bir kenara atacaktır."

Bu temel yaklaşım içerisinde Makaryos 30 Kasım 1963'te ana­yasanın 13 maddesini değiştirmek istediğini açıkladı. De­ğiştirilmek istenen maddeler genelde Türk toplumunun eşitliğini vurgulayan maddelerdi. Bu tekliflerin reddedilmesi üzerine Kıbrıs Türk toplumuna yönelik, tarihe Kanlı Noel olarak geçen 21 Aralık 1963 Rum saldırıları başladı.

Kıbrıs Türk toplumunu imha etmek maksadıyla EOKA ta­rafından "Akritas" planı yürürlüğe konulmuştu. Aralık 1966 tarihli bir Rum gazetesinde (Patris) yayınlanan bu plana göre Türk halkı ani bir saldırı ile yok edilecek ve ada Yunanistan'a bağlanacaktı. Bu planın hazırlayıcıları arasında Cumhurbaşkanı Makaryos, İçiş­leri Bakanı Yorgacis ve Şubat 1993'te sözde Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına seçilen Klerides bulunmaktaydı.

"Akritas" planı çerçevesinde Türk toplumuna yöneltilen sal­dırılar sonucu 146 kişi şehit edilmiş, 648 kişi yaralanmış ve 103 Türk köyü yakılıp yıkılmıştır. Bu olaylar sonucu 27.000 kadar Kıb­rıslı Türk kendi vatanlarında göçmen durumuna düşürülmüştür.

Kıbrıs'ta Rumların Türklere saldırıları devam etmesi üzerine, Türkiye 15 Şubatta Kıbrıs'a müdahalede bulunmayı düşünmüştür. Bu ise buhranı daha da şiddetlendireceği için, BM Güvenlik Konseyi meseleye el koymuş, 4 Mart 1964'de 8 maddelik ka­rarıyla adaya Barış Gücü gönderilmesine karar verilmiş ve 27 Mart'ta BM Barış Gücü göreve başlamıştır. Barış Gücü adadaki Rum saldırılarını durduramamıştır. Barış Gücü sadece Rum sal­dırıları başladığı zaman aradan çekilmiş ve dışarıdan bir gözlemci gibi ölenler ve yaralananların kendine göre raporunu tutmuştur. Barış Gücü hiçbir şekilde Türk toplumunun güvenliğini sağ­layamamıştır.

1963 olaylarının hukuki bakımdan en önemli sonucu 1960 anayasası ile iki toplum arasında kurulan dengenin, Rumların silah zoruyla yıkmış olmasıdır. Böylece 1960'da kurulan Cumhuriyet, Rumların Enosis emelinden vazgeçmemeleri nedeniyle ancak üç yıl yaşayabilmiş ve 1963'te Rumlar tarafından yıkılmıştır. Bu olaylarla Kıbrıs Türkleri kendilerinin de eşit kurucu ortağı ol­dukları Kıbrıs Cumhuriyeti yönetiminden fiilen ve zorla dışlanmışlardır.

1963 -1964 KIBRIS BUHRANI

BM Barış Gücünün adaya gelmeye başlaması, Kıbrıs Rumlarını frenlemiş ise de, Makaryos 4 Nisan'da, Zürich ve Londra anlaşmalarının ayrılmaz bir parçası olan ittifak antlaşmasını fes­hettiğini ilan etti. Makaryos, Türkiye'nin Kıbrıs'la olan bağlarını birer birer koparmak istiyordu. Tabii Türkiye bu feshi kabul et­medi. Fakat, bu hadisenin arkasından, Yunan başbakanı Yorgo Papendreou yayınladığı bir bildiride, Yunanistan'ın, Helenizmin Kıb­rıs'taki halk mücadelesini kayıtsız-şartsız desteklediğini, Zürich ve Londra anlaşmalarının yürümediğini, bu anlaşmaların adada du­rumu çıkmaza sürüklediğini söylemiş ve Makaryos’un ittifak an­laşmasını feshetmesini desteklemiştir. Kısacası, Yunanistan Makaryos’un bütün kanunsuzluklarına arka çıkıyordu.

Mayıs ayında Makaryos’un Kıbrıs'ta mecburi askerlik sistemini ihdas etmesi, Rumları askere almaya başlaması ve dışarıdan ağır silahlar satın alması, durumu yeniden gerginleştirdi. Makaryos bir yandan da Sovyet Rusya ve Sovyet bloğu ile yakın münasebetler içine girmişti[11].

Bu yeni gelişme Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesi kararını ke­sinleştirdi. Kıbrıs'a Türk askerinin çıkması 7 Haziran için plan­lanmıştı. Fakat 5 Haziranda Johnson Mektubu hadisesi patlak verdi. Amerika birkaç gün önce, bu çıkarmayı önlemek için dip­lomatik teşebbüste bulunmuştu. Fakat Türkiye'yi kararından caydıramayınca, Başkan Johnson Başbakan İsmet İnönü'ye 5 Haziran günü, ifadesi ağır ve tehdit dolu bir mektup gönderdi.

Nasıl 12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini Türk-Amerikan mü­nasebetlerinde bir dönüm noktası olmuş ise, 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu da, Truman Doktrininin açmış olduğu sağlam bir dönemi tersine çeviren bir dönüm noktası olmuştur. Türk Mil­letinin en hassas ve haklı davasında ortaya konan bu fevkalade sakat tutum, Türkiye'de Amerika'ya olan güveni büyük ölçüde sarsmış ve tesirlerini daha sonraki yıllara yaymıştır.

8-9 Ağustos bombardımanları, 1963 Aralık ayından beri Tür­kiye'nin yapmak istediği dört müdahale niyetinin, ilk defa müessir bir şekilde gerçekleşmesiydi. Askeri bakımdan, böyle bir bom­bardımandan sonra bir çıkarma harekatının gelmesi gerektiği için, bu bombardımanlar Atina'da heyecan ve panik yaratmış ve Yunan hükümeti, Yunanistan'ın hiçbir zaman Türkiye ile bir savaşı göze alamayacağını, Türk-Yunan dostluğuna ehemmiyet verdiğini ve Kıbrıs meselesinin barışçı yollarla çözümünün arzulandığını Tür­kiye'ye bildirmiştir. Yunan Başbakanı ile Türk Başbakanı arasında da bu konuda mesajlar teati edilmiştir.

Türkiye'nin Kıbrıs bombardımanı Yunanistan'ı geriletmiş ve Türk-Yunan münasebetlerine nispeten bir yumuşaklık getirmiş ise de, Yunanistan bu bombardımandan sonra Kıbrıs'a asker sevk etmeye başlamıştır. İlk anda 5.000 Yunan askeri Kıbrıs'a yol­lanmış ise de, bu miktar daha sonra giderek artacak ve 12.000'e kadar çıkacaktır.

Birleşmiş Milletler Arabulucusu Finlandiyalı diplomat Sakarı Tuomioja, peş peşe gelen buhranlı hadiseler içinde pek fazla bir şey yapamadan, 9 Eylül 1964'de ölüverdi. Bunun üzerine, yerine ara­bulucu olarak Ekvatorlu diplomat Galo Plaza Lasso tayin edildi.

Türkiye'nin Galo Plaza raporunu reddetmesinden sonra Kıbrıs meselesi, 1965 Mayısından itibaren Türkiye ile Yunanistan ara­sında yapılan ikili görüşmelerin konusu oldu. Fakat bu ikili gö­rüşmeler de 1966 yılı sonuna kadar bir takım kesintilerle ya­pılabilmiştir. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi Makaryos ve Kıbrıs Rumlarının, Türk-Yunan görüşmelerine karşı çıkıp, meseleyi Bir­leşmiş Milletler çerçevesinde yürütmek istemeleri. Doğrusu şudur ki, o sıralarda genel kuruldan Türkiye lehine bir karar çıkarmak mümkün değildi. Makaryos’un Kıbrıs'ı, bağlantısızlara dahildi ve bağlantısızlar Genel Kurulda çoğunlukta idi[12].

1963-1964 Kıbrıs buhranının, Türkiye bakımından en mühim neticesi, Johnson mektubu dolayısıyla Amerika'ya karşı güvenin sarsılması ve Türkiye'nin Sovyetlerle münasebetlerini dü­zeltmek için harekete geçmesidir.

1967 KIBRIS BUHRANI

1965 Mayısından itibaren Kıbrıs konusunda Türk-Yunan ikili görüşmelerinin başlaması ile, Kıbrıs'ta her şeyin süt liman olduğu sanılmamalıdır. İrili ufaklı hadiseler ve çatışmalar daima sü­regelmiştir.

Yunanistan'da 28 Mayıs 1967'de genel seçimlerin yapılması ka­rarlaştırılmıştı. Baba-Oğul Papandreu'lar Kral’a, Ordu'ya ve muhalefete karşı sert tavır almışlar ve yunan iç politikasında gerginliğe sebep olmuşlardır. Yorgo Papandreu'nun bir yandan komünistlerle işbirliği yapmak istemesi, öte yandan, Ordu'da tasfiyeye gi­rişmek istemesi, 21 Nisan 1967 sabahı, Albay Papadopulos li­derliğinde askerlerin bir darbe yapmasına sebep oldu.

15 Kasım 1967 günü, Kıbrıs Rumları ve bil­hassa 1963-1964 buhranından sonra Kıbrıs'a dönen tedhişçi Grivas'ın teşkilatlandırdığı Rum Milli Muhafız kuvvetleri, Türklerin toplu olarak bulunduğu Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı ha­rekete geçtiler. Bu ise, Enosis'in en büyük engelini teşkil eden Türk varlığının kademeli olarak imha edilmesi, ortadan kaldırılması te­şebbüsü idi. Bundan dolayı, Türk hükümeti 15-16 Kasım gecesi bir durum değerlendirmesi yapmış ve 16 Kasım günü de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden, anayasanın savaş ilanına ve Türk si­lahlı kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine dair 66. mad­desine dayanarak, Kıbrıs'a müdahale yetkisini, 435 üyenin 432 oyu ile almıştır. Bu karar, zımnen de olsa, Yunanistan'la bir savaş ha­lini de öngördüğünden, ortaya çok ciddi bir durum çıkmaktaydı.

Bu durum karşısında yunan cuntası gerilemek zorunda kaldı ve 2 Ara­lıkta Yunan Dışişleri Bakanı Pipinelis yaptığı açıklamada, Yu­nanistan'ın, anlaşmaların dışında Kıbrıs'a gönderdiği bütün kuv­vetlerin geri çekeceğini, buna karşılık Türkiye'nin de savaş hazırlıklarını durduracağını bildirdi. Bu, Türkiye ile Yunanistan arasında varılan bir anlaşma idi.

Buhranın bu şekilde ortadan kalkmasından sonra Kıbrıs Türk­leri, 29 Aralık 1967'de, kendi işlerini kendilerini görmek üzere ve 16 Ağustos 1960 tarihli Anayasanın bütün kuralları uy­gulanıncaya kadar Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi'ni kurmuşlar ve bu yönetimin tabi olacağı 19 maddelik esasları da açıklamışlardır. Bu gelişme, Türkiye'nin federal devlet tezi istikametinde atılmış bir adımdı.

1974 KIBRIS BUHRANI VE KIBRIS BARIŞ HAREKATI

1968 Haziranında başlayan ve Kıbrıs'a yeni bir düzen getirme amacı taşıyan toplumlararası görüşmeler, altı yıl devam etmesine rağmen, 1974 yılı geldiğinde en küçük bir mesafe dahi almış de­ğildi. Çünkü, Rumların gayesi, Türklere 1960 Anayasasındaki hak­ları dahi vermemek ve Türk toplumunu bir azınlık statüsü içinde tutmaktı. Böyle bir gayenin ilerisi ise şüphesiz Enosis idi.

15 Temmuz 1974 günü, eski EOKA tedhişçilerinden ve cinayetleri ile meşhur Nikos Sampson, Rum Milli Muhafız teşkilatını da yanına alarak, yaptığı bir darbe ile Makaryos’u düşürdü ve Kıbrıs Elen Cumhuriyeti'ni ilan etti. Makaryos kaçmayı başardı ve hayatını kurtardı. Sampson dar­besi ise, Enosis, yani adanın fiilen Yunanistan'a ilhakından başka bir şey değildi. Hadise aynı zamanda Yunanistan'ın Kıbrıs'a açık bir müdahalesi idi. 1974 Kıbrıs buhranı böyle başladı.

Türkiye, Garanti Antlaşmasının 4. maddesinin verdiği yetkiye dayanarak, İngiltere ile beraber Kıbrıs'a müdahale etmeye karar verdi ve Başbakan Bülent Ecevit, İngiltere hükümeti ile temas etmek üzere 17 Temmuzda Londra'ya gitti. Londra'da Başbakan Wilson ve Dışişleri Bakanı Callaghan ile yaptığı görüşmelerden umduğunu bulamadı. İngiltere müdahaleye yanaşmadı. İn­giltere'ye göre, bu hadise küçük bir hadise değildi ve Birleşmiş Mil­letler ile NATO'da ele alınmalıydı. Başbakan Ecevit'in, Türkiye'nin tek başına müdahalesinden söz etmesine rağmen, İngilizler buna ihtimal vermemişlerdir.

Öte yandan, Amerika'nın Atina üzerindeki baskılarına rağmen, Yunan cuntası Kıbrıs'taki Yunan subaylarının ve tedhişçi Sampson'un geri çekilmesini kabul etmedi. NATO'da yapılan müzakerelerde aynı şekilde hareket ettiler. Hatta Türkiye'nin müdahalesi halinde ken­dilerinin de Kıbrıs'a kuvvet yollayacaklarını söylediler. Yunan cuntası da, Türkiye'nin müdahalesine ihtimal vermiyordu.

Başbakan Ecevit 19 Temmuz akşamı Londra'dan döndü ve 20 Temmuz 1974 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk jetlerinin ha­vadan himayesinde, Girne bölgesinden Kıbrıs'a ayak basmaya baş­ladı.

15 Temmuzdaki Sampson darbesi üzerine BM Güvenlik Konseyini harekete geçiren Türkiye olmuştur. Yunanistan'ın müdahalesi ko­nusunda pek bir şey yapamayan Güvenlik Konseyi, Türkiye'nin Kıbrıs'a çıkarma yapmaya başlaması üzerine birdenbire hareketlenmiştir. Bunda, Türkiye'nin adaya müdahalesi ile birlikte Türk-Yunan münasebetlerinin birdenbire gerginleşmesi ve iki ülkenin tam bir savaş atmosferi içine girmesi herhalde mühim bir rol oynamıştır. Zira, Türkiye ve Yunanistan her an bir savaşa gir­mek üzere idiler. Yunan cuntasının kuvvetli adamlarından General Yoanides Batı Trakya'daki Yunan kuvvetlerini Türkiye'ye karşı saldırıya geçirmek istemişse de, bu teşebbüs cuntanın diğer üyeleri tarafından önlenmiştir.

Güvenlik Konseyi, Kıbrıs harekatının daha ilk günü, 20 Tem­muzda aldığı 353 sayılı kararla, tarafları ateşkese ve adadaki bütün yabancı kuvvetleri adadan çekilmeye ve bütün ülkeleri Kıb­rıs'ın egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygıya davet etti.

353 sayılı kararın 5’inci maddesi, Kıbrıs'ta anayasa düzeninin ye­niden kurulması amacı ile, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere hü­kümetlerinin derhal görüşmelere başlamasını istiyordu. Bu sebeple, üç devletin dışişleri bakanları 25 Temmuzda Cenevre'de top­landılar ve altı günlük bir çalışmadan sonra 30 Temmuz 1974'de Cenevre Deklarasyonu denen belgeyi imzalayarak yayınladılar[13].

Birinci Cenevre Konferansı Türkiye açısından başarı ile ne­ticelenmişti. İkinci Cenevre Konferansı 8 Ağustosta başlamış ve 14 Ağustos sabahının erken saatlerinde hiç bir netice alamadan dağılmıştır.

Kıbrıs Rum ve Yunan ta­rafının, anayasa düzeni konusunda kesin bir tavır almaktan ka­çınıp, işi oyalama yoluna götürmesi ve ayrıca Kıbrıs'ta da Türklere karşı saldırılara devam edip, 30 Temmuz Deklarasyonuna riayet etmemeleri üzerine 2’nci Cenevre Konferansı, 14 Ağustos sabahının ilk saatlerinde Türk heyeti tarafından kesilmiştir. Yine 14 Ağustos sabahında Türk Silahlı Kuvvetleri 2’nci Kıbrıs Harekatına baş­lamıştır.

İkinci Kıbrıs Harekatı 16 Ağustos 1974 akşamı saat 19.00'dan iti­baren Türkiye'nin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin aynı günlü ve 360 sayılı kararına uyarak ateşkesi kabul etmesiyle sona erdi. İki gün içinde Türk Silahlı Kuvvetleri Magosa-Lefkoşe-Lefke-Kokkina çizgisine ulaşarak adanın % 38'ini ele geçirmişti.

İkinci Kıbrıs Harekatı, birincisinin aksine, dünya kamu oyunda Türkiye'nin aleyhine bir havanın doğmasına sebep olmuştur. 1’inci Harekat bir hukuki müdahale mahiyetinde telakki kabul edil­mesine mukabil, 2’nci Hareket bir toprak iktisabı ve bir işgal olarak telakki edilmiştir[14].

1980-1992 ARASI DÖNEMİ

BM Genel Kurulu, 20 Kasım 1979'da, 5 aleyhte (Türkiye, Pakistan, Bangladeş, Cibuti ve Suudi Arabistan) ve 35 çekimsere karşı 99 oyla 34/30 sayılı kararı aldı. Kararda Kıb­rıs Cumhuriyetinin egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü, bir­liği ve bağlantısızlığı destekleniyor ve Genel Kurulun 3212 ve Gü­venlik Konseyinin de 365 sayılı kararlarının uygulanması sureti ile, Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki bütün yabancı kuvvetlerin geri çe­kilmesi ve toplumlararası görüşmelere, 19 Mayıs 1979 anlaşması çerçevesinde başlanması isteniyordu[15].

16 Eylül 1980 de başlayan toplumlararası görüşmeler bütün 1981 yılı boyunca da devam etti. Bu sebeple, BM Genel Kurulu me­seleyi yine gündemine almadığı gibi, Güvenlik Konseyi de, Kıbrıs barış gücünün görev süresini uzatmak için aldığı 4 Haziran 1981 günlü kararında, görüşmelerin devamından duyduğu memnuniyeti belirtiyor ve taraflardan, neticeye varacak şekilde görüşmeleri sür­dürmelerini istiyordu.

Güney Kıbrıs'ta 13 Şubat 1983'te başkanlık seçimleri yapılması dolayısı ile görüşmelere ara verildi. Spyros Kyprianu, bu seçimde de Kıbrıs Rum toplumu liderliğine seçildi. Bundan sonra Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıs meselesini bir ger­ginlik içine soktuğu görüldü. Şimdiye kadar yapılan görüşmelerden memnun kalmayan, daha doğrusu her istediklerini Türk tarafına kabul ettiremeyeceklerini anlayan Kıbrıs Rumları ve Yunanistan, meseleyi uluslararası ortama taşımak için harekete geçtiler.

BM Genel Kurulu, 13 Mayıs 1983 günü gayet ağır bir karar aldı. Tür­kiye, Pakistan, Bangladeş, Malaysiya ve Somali'nin aleyhte oy ver­diği, 37/253 sayılı bu kararda, Kıbrıs Cumhuriyetinin egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve birliği ile bağlantısızlığı des­tekleniyor, Kıbrıs Cumhuriyetinin bütün ada toprakları üzerindeki egemenlik ve kontrol yetkisi vurgulanıyor, bu hakları ihlal edici ni­telikteki hareketler mahkum ediliyor, Kıbrıs cumhurbaşkanının adanın tüm yabancı askerden arındırılması teklifi memnuniyetle karşılanıyor, 12 Şubat 1977 ve 19 Mayıs 1979 anlaşmaları ve top­lumlararası görüşmeler desteklenmekle beraber, Kıbrıs Cum­huriyeti halkı deyimi kullanılıyor, adadan bütün işgal kuv­vetlerinin çekilmesi isteniyor, 3212 sayılı Genel Kurul kararı ile Güvenlik Konseyi'nin 365 sayılı kararı çerçevesinde, her iki top­lumun, Genel Sekreterin himayesinde anlamlı, neticeye yönelik ve yapıcı görüşmeler yapmaları ve aynı zamanda Güvenlik Konseyi'nin de meseleye el koyması isteniyordu.

Bu son nokta ile, Güvenlik Konseyi'nin Kıbrıs Türk Federe Dev­leti ve Türkiye üzerinde baskı yapması sağlanmak isteniyordu. Halbuki tam aksi oldu ve Kıbrıs Türk Federe Devleti Başkanı Rauf Denktaş, 16 Mayısta verdiği demeçte, Kıbrıs Türk Federe Dev­leti'nin egemenlik ilan edeceğini bildiriyordu. 15 Kasım 1983'te Kıbrıs Türkü ba­ğımsızlığını ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurulduğunu ilan etti. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ilk ve son tanıyan devlet Tür­kiye oldu.

Güvenlik Konseyi, 17 Kasım 1983'te toplanarak, yine İngiltere'nin sunduğu bir karar tasarısını müzakere ile, 18 Kasım 1983'te 541 sayılı karar olarak kabul etti. Pakistan'ın aleyhte oy verdiği ve Ürdün'ün çekimser kaldığı kararda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ba­ğımsızlık ilanına ait kararı hukuken geçersiz sayılıp geri alınması, Güvenlik Konseyi'nin 365 ve 367 sayılı kararlarının uygulanması, tarafların, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve bağlantısızlığına saygı göstermeleri, Genel Sek­reterin aracılık çabalarına katılmaları ve nihayet bütün dev­letlerden, Kıbrıs Cumhuriyeti'nden başka bir devleti tanımamaları isteniyordu.

Güvenlik Konseyi'nin 541 sayılı kararı, 29 Mart 1984'te, Avrupa Ekonomik Topluluğu tarafından da aynen kabul edilmiştir.

Bundan sonra Kıbrıs meselesinde en mühim gelişme, Kıbrıs Rum yönetiminin 1990 Temmuz ayı başında ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine hiç haber vermeden veya danışmadan, tam üyelik için Avrupa Topluluğu'na müracaat etmesidir. Gerek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve gerek Türkiye, hukuken bu başvurunun yapılamayacağını bildirdilerse de, Avrupa Topluluğu, bu itirazları dinlemeden, Rum başvurusunu incelemeye almıştır.

Körfez krizinde Türkiye'nin aldığı tutum, Türk- Amerikan münasebetlerindeki hızlı gelişimine ve Türkiye'nin başta Amerika olmak üzere NATO müttefikleri tarafından silahlandırılması, Yu­nanistan'ı, 1991 Ocak ayından itibaren, hem Kıbrıs meselesinde ve hem de Türkiye'nin silahlandırılmasında, telaşlandırmış ve ha­rekete geçirmiş bulunuyordu. Gerek Kıbrıs Rumlarının, gerek Yu­nanistan'ın ileri sürdükleri yeni iddia ise, madem ki Irak Ku­veyt'ten çıkarılıyor, o halde Türkiye de Kıbrıs'tan çıkarılmalıdır savlarıydı. Afganistan konusunda oynamak istedikleri pro­paganda senaryosunu, şimdi Kuveyt meselesinde de sahneye koy­mak istiyorlardı.

1992 – 2004 ARASI DÖNEM

BM Genel Sekreteri Butros Gali'nin göreve başladığı 1992 yılbaşısından iti­baren Kıbrıs sorununa çözüm bulmayı amaçlayan toplumlararası görüşmeler, önemli ölçüde hız ve yoğunluk kazanmıştır. Ayrıca bu dönemde BM Genel Sekreteri iyi niyet görevini terk ederek zorlayıcı ve tehditkar yöntemlerle toplumlararası görüşmeleri yürütme yöntemini seçmiştir. Önerilen çözümlere evet, hayır şeklinde cevaplar is­temeye veya "bu sorunu sınırlandırılmış bir sürede sonuçlandıracaksınız. Bunu yapmazsanız BM Güvenlik Konseyi'ne giderim" şeklinde uygulamaların ağırlık kazandığı bir dönemdir.

BM Genel Sekreteri Butros Gali 13 Haziran 1993 günü Kıbrıs görüşmelerini süresiz olarak ertelemiştir. BM Genel Sekreteri daha sonra bu tür görüşmelere ilişkin olarak hazırladığı raporunu BM Güvenlik Konseyi’ne sunmuştur. (2 Temmuz 1993) Söz konusu raporda BM Genel Sekreteri Gali, Haziran-Kasım 1992'de yapılan görüşmeleri özetlemiş, 4’üncü tur görüşmelerde Güvenlik Artırıcı Önlemler paketinin ele alındığını, bu görüşmelerden Denktaş'ın 14 Haziran 1993'de New York'a gelmemesi nedeniyle sonuç alınamadığını, bundan dolayı derin hayal kırıklığına uğradığını ve üzüntülerini belirtmiştir. BM Güvenlik Konseyi, BM Genel Sekreteri Gali'nin raporunu incelemiş ve BM Güvenlik Konseyi Başkanı ta­rafından BM Genel Sekreteri'ne bir mektup gönderilmiş olup, mektupta BM Genel Sekreteri'nin gayretlerinin ve Güvenlik Artırıcı Önlemler Paketinin desteklendiği be­lirtilmiş, BM Genel Sekreteri’nden çalışmalarını sürdürmesi ve Eylül 1993'de BM Güvenlik Konseyi'ne rapor vermesi istenmiştir.

Rum tarafı, Güven Artırıcı Önlemler paketi üzerinde Şubat 1994 tarihinde başlayan dolaylı görüşmelerde, ciddi bir müzakere yaklaşımı göstermemiştir. Adaya giden BM uzman heyetlerinin te­masları sonucunda, Rumların Güvenlik Artırıcı Önlemler paketi hakkındaki gerçek tu­tumu daha da su yüzüne çıkmıştır.

Kıbrıs Türk tarafının yapıcı tutumu, Güney Kıbrıs'ta adeta bir panik havası yaratmıştır. Nitekim, Rum Ulusal Konseyi, 8 Haziran günü Güvenlik Artırıcı Önlemler prosedürüne geri dönülmesinin söz konusu olmadığını ilan etmiştir. Yunanistan Dışişleri Bakanı da kısa bir süre önce İstanbul’da sürecin öldüğünü açıklamıştır.

Klerides, şimdiye kadar taktik amaçlı yaklaşımlar sergileyerek, Güvenlik Artırıcı Önlemler paketini kabul ettiğini açıklamış, ancak nihai amacının pa­kette bir ilerleme sağlanamamasının sorumluluğunu Kıbrıs Türk tarafına yüklemek olduğunu söylemekten kaçınmamıştır. Klerides, bu yöndeki beyanlarında, esas hedeflerinin, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılması olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, Klerides'in, Clinton ve Major'a gönderdiği mektuplarda, Güvenlik Konseyi'nin Güvenlik Artırıcı Önlemler prosedürüne dönülmesi konusunda ısrar etmesi ha­linde istifa edeceği tehdidinde bulunduğu bilinmektedir.

Rum liderliğinin esas hedefi, BM müzakere sü­recinden kurtulup, AB üyeliği müracaatlarını ileri götürmektir[16].

Kıbrıs sorununun çözümü amacıyla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve GKRY lideri Glafkos Klerides arasında Ocak 2002 tarihinde başlayan yüz yüze görüşmeler, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara, “Annan Planı” olarak anılan “Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” başlıklı belgeyi sunmasıyla yeni bir aşamaya girmiştir. Buna bağlı olarak, BM Genel Sekreteri Annan, iki lideri 10-11 Mart 2003 tarihinde Lahey’e davet etmiş, garantör ülkeler olarak Türkiye, Yunanistan ve İngiltere de Lahey toplantısında hazır bulunmuşlardır. Görüşmelerde her iki taraf, Kıbrıs’ta bir çözüm için hazırlanan Annan Planı’nda yapılmasını istedikleri değişiklikleri karşılıklı olarak gündeme getirmişlerdir. BM Genel Sekreteri, 11 Mart’ta çözüm için taraflara tanıdığı 28 Mart tarihine kadar verilen süre içerisinde bir uzlaşmaya varılmasının mümkün olamayacağı sonucuna vardığını açıklamış, ancak planının masada olduğunu bildirmiştir. Böylelikle Kıbrıs görüşmeleri Mart 2003 tarihinde sonuç alınamadan kesilmiştir.

Bunu izleyen dönemde, GKRY 16 Nisan 2003 tarihinde AB’yle Katılım Antlaşması’nı tek taraflı olarak imzalamıştır.

Türkiye’nin soruna kapsamlı bir çözüm bulunabilmesi amacıyla adadaki taraflar arasında müzakerelerin yeniden başlatılması yönünde 2004 Ocak ayında üstlendiği diplomatik girişimle birlikte, Kıbrıs konusu 2004 yılında uluslararası toplumun gündeminin üst sıralarına yerleşmiştir.

Türkiye tarafından çözüm yolunda sergilenen siyasi kararlılık, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın yeni bir girişimde bulunmasına giden yolu açmıştır. Söz konusu girişimin ardından BM himayesinde başlayan yoğun müzakere turları, 19 Şubat-22 Mart 2004 tarihlerinde Adada iki taraf arasında ve sonra 24-31 Mart tarihleri arasında İsviçre’nin Burgenstock kasabasında anavatanlar Türkiye ve Yunanistan’ın da katılımlarıyla gerçekleştirilmiştir. Söz konusu müzakerelerin amacı, Annan Planı’nı 1 Mayıs’tan önce Adanın iki tarafında ayrı referandumlara sunulabilecek şekilde nihai hale getirmek, böylece referandumların sonuçlarına göre, birleşmiş bir Kıbrıs’ın AB’ye girmesine imkan yaratmak olmuştur.

Genel Sekreter tarafından 31 Mart’ta taraflara iletilen çözüm planının nihai metni, 24 Nisan 2004’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve GKRY’de eş zamanlı, ancak ayrı referandumlarla halkların onayına sunulmuştur. Kıbrıslı Türkler oylarının yüzde 65’ini Adanın birleşmiş bir şekilde AB’ye girmesine de olanak sağlayacak çözüm planı lehinde kullanırken, Kıbrıslı Rumlar yüzde 76 oranında “hayır” oyu vererek planı ve çözümü reddetmişlerdir. Ancak buna rağmen, Rum tarafı 1 Mayıs’ta AB’ye tam üye olmuş ve bu durum Adada dengesizlik yaratmıştır.

2004 SONRASI DÖNEM

Türkiye, öteden beri Kıbrıs’ta serbestçe müzakere edilmiş, kapsamlı ve yaşayabilir bir çözümü savuna gelmiştir. Bu bağlamda, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonuna tam destek vermiş ve referandumlara giden süreçte Genel Sekreterle yakın bir iş birliği sergileyerek, Adanın bölünmüşlüğünü sona erdirme yönündeki siyasi iradesini ortaya koymuştur. Kabul edilmiş olsaydı, bu çözüm, Adanın federal bir hükümet ve Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum devletleri şeklinde iki eşit kurucu devletten oluşacak “Birleşmiş Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında birleşmesini sağlayacaktı[17].

24 Nisan referandumlarının sonuçları Kıbrıs sorunu açısından yeni bir durum yaratmıştır. Uluslararası toplum, çözüm yolundaki desteklerini cesaretle ortaya koyan Kıbrıslı Türklerin, BM Genel Sekreteri’nin raporunda da belirtildiği üzere, aslında “sadece planı değil çözümün kendisini de reddeden” Kıbrıslı Rumların olumsuz kararı nedeniyle, haksız yere cezalandırılmamaları gerektiğini kaydetmiştir.

Türkiye ve Kıbrıs Türkleri, taraflarca BM Genel Sekreteri’nin gözetimi altında hazırlanan kapsamlı planı desteklemek suretiyle, soruna BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet görevi çerçevesinde kapsamlı bir çözüm bulunması yolundaki sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Kıbrıslı Türklerin maruz kaldıkları siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel tecridin sona erdirilmesi ve on yıllardır süren haksız ekonomik ambargonun kaldırılması yönünde kararlı adımlar atılması görevi artık uluslararası topluma düşmektedir.

BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Kıbrıs’taki iyi niyet misyonuna ilişkin 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda, “referandumlar sonrasında, Güvenlik Konseyi dahil uluslararası toplumun tümünün dikkatinin Kıbrıslı Türklerin durumuna yönelmesi gerekmektedir” ve “Kıbrıslı Türklerin kullandıkları oy, kendilerine baskı uygulanmasına ve tecrit edilmelerine yönelik bütün gerekçeleri ortadan kaldırmıştır” ifadelerine yer vermektedir. Genel Sekreter ayrıca, Güvenlik Konseyi üyelerine çağrıda bulunarak, Kıbrıslı Türklerin tecrit edilmesine yol açan ve kalkınmalarını engelleyen gereksiz kısıtlamaların ve engellerin kaldırılması yönünde ikili düzeyde ve uluslararası kuruluşlarda iş birliği yapılması için öncülük etmelerini istemiştir[18].

Referandumların ardından, AB başta olmak üzere çeşitli uluslararası örgütler ve muhtelif ülkeler, Kıbrıs Türklerine uygulanan haksız ambargo ve kısıtlamaların kaldırılması yönünde bazı girişimlerde bulunmuşlardır. Ancak bugün gelinen nokta, ne Kıbrıs Türklerinin izolasyonunu kaldırabilecek, ne de geçmişte yaşadıkları acıların derin izlerini silebilecek niteliktedir. Bu konuda mesafe kat edilememesinin temel nedeni, şüphesiz ki, 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren AB üyesi olmanın verdiği avantajları da kullanarak Kıbrıs Türklerine yönelik olarak atılabilecek tüm olumlu adımları engelleyen Rum tarafının olumsuz tutumudur.

Kıbrıs Türklerinin izolasyonunun kırılması konusunda; İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) güçlü bir çağrıda bulunmuş ve şimdiye kadar “Kıbrıs Müslüman Türk Toplumu” adı altında İKÖ faaliyetlerine katılan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Eylül 2004’teki toplantıdan itibaren Örgüt içinde “Kıbrıs Türk Devleti” adıyla anılmasına karar vermiştir. Diğer yandan, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) 2004 yılında yapılan 14’üncü Bakanlar Konseyi’nde ve 8’inci EİT Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde de benzer bir şekilde Kıbrıs Türklerinin EİT nezdinde temsil edildikleri “Kıbrıs Türk Müslüman Toplumu” adının BM Kapsamlı Çözüm Planı’ndaki adı (Kıbrıs Türk Devleti) ile değiştirilmesi kararlaştırılmıştır.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı seçimleri 17 Nisan 2005 tarihinde yapılmıştır. Başbakan Mehmet Ali Talat birinci turda oyların yüzde 55.6’sını alarak Cumhurbaşkanlığına seçilmiş ve 20 Nisan 2005 tarihinde düzenlenen yemin töreninin ardından görevi Rauf Denktaş’tan teslim almıştır.

Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs sorununun BM gözetimi altında kalıcı, kapsamlı ve siyasi eşitliğe dayalı bir ortaklık temelinde çözüme ulaştırılması yönündeki çalışmaları desteklemeye devam etmektedir. Türkiye bu yöndeki çabalarını aktif biçimde sürdürmektedir.

KIBRIS SORUNU’NDA BUGÜN

03 Ekim 2005’ten itibaren AB ile tarama sürecine ve Haziran 2006’dan itibaren de üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye; Kıbrıs Sorunu’nu ile bu derece iç içe olduğu başka bir dönem belki de yaşamamıştır. GKRY’ni tek başına 01 Mayıs 2004 tarihinde, kendi koyduğu tam üyelik şartlarına uymamasına rağmen tam üye yapan AB; 2004 yılının Nisan ayındaki referandumda BM’nin birleşme planına destek verdiği için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne mali yardım ve doğrudan ticaret sözü vermiştir. Kıbrıslı Rumların direnmeleri ve vetoları sonucunda bu vaatler yerine getirilememiştir. Her ne kadar 139 milyon avro’luk yardım meblağı serbest bırakılmış olsa da, AB kendi verdiği sözü yerine getirmek için bile Türkiye’den ne koparabilirim zihniyeti ile hareket etmektedir.

25 Ocak 2006 tarihinde Türkiye, 10 maddelik bir eylem planını BM Genel Sekreterinin masasına koymuş, ancak GKRY’nden olumlu bir yanıt gelmemiştir. Rumlar gemilerini AB gibi güvenli bir limana çekmiş olmanın verdiği rehavetle Türkiye’nin AB tarafından dize getirilmesini beklemekte ve Türkiye ile AB ilişkilerini seyretmekle yetinmektedir. AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn ve Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lapendijk’in önerilen eylem planının olumlu karşılanması gibi Türkiye lehine yaptıkları söylemleri de ihtiyatla karşılamak gerekmektedir.[19] Türkiye, AB ile imza ettiği Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü yeni 10 üye ile paraf ederek uygulamaya koyması şartı ile karşı karşıyadır. Aslında ringde köşeye sıkıştırılan boksör gibi kendisine yönelen darbeleri savurmaya çalışmaktadır. AB Bakanlar Konseyi’nin Kıbrıslı Türklere verdiği söz, bir siyasi taahhütten ibarettir ve hukuki bir geçerliliği yoktur. Oysa Türkiye’nin ek protokolün gereğini yapması uluslararası hukukun bir gereği ve müzakerelerin başlaması için ayrıcalıklı bir ön koşul olarak kabul edilmektedir.[20]

Türkiye ek protokolün gereğini yaparak limanlarını ve havaalanlarını GKRY’ne açarsa ne olur ? Adanın tek temsilcisi olduğunu iddia eden bir hükümeti, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımış olur. Dahası Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ayrılıkçı tedhiş hareketinde bulunan azınlık olduğunu dolaylı olarak kabul etmiş, daha da ötesinde, kendi Silahlı Kuvvetlerini AB üyesi bir ülkede işgal gücü konumunda olduğu savına da dolaylı hizmet etmiş olur. Bu durumda, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin izolasyonunun kaldırılmasını şart koşması ne derece doğru ? Eğer Türkiye’nin ek protokolün gereğini yapması de facto durumu yaratacaksa, izolasyonun kalkması da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için de facto durumu yaratacaktır. Bu durumda, Adada tek devlet değil iki devlet formülü hayata geçmiş olacaktır. Burada göz ardı edilmemesi gereken önemli bir husus; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin izolasyonuna rağmen ihracatında Türkiye’nin payı % 13, AB ülkelerinin payı ise % 81,1’dir. Sadece İngiltere’nin payı % 71,6’dır[21]. Burada önemli olan ekonomik kazanımlardan çok, yapılacak ticari faaliyetler ile elde edilecek politik kazanımlardır.

AB Dönem Başkanı Finlandiya’nın Dışişleri Bakanı Erkki Tuomioja’nın, Ankara’nın AB ile üyelik müzakereleri sürecinde olası bir tren kazasının önüne geçebilmek ümidiyle, 6 Kasım 2006 tarihinde Helsinki’de tarafların Dışişleri Bakanları’nın katılımıyla bir uzlaşı zirvesi yapma daveti taraflarca rağbet görmeyince iptal edildi. Tuomioja soyadı Kıbrıslılar için aslında yabancı değil. 1964 Buhranında BM Kıbrıs Temsilcisi olan Sakari Tuomioja raporunu tamamlayamadan vefat etmişti. Bugün AB Dönem Başkanı Finlandiya’nın Dışişleri Bakanı olan oğul Tuomioja, Kıbrıs Sorununu miras olarak devralmış gibi görünüyor[22]. Böylece Baba Bush’tan oğul Bush’a miras kalan Ortadoğu Sorunu gibi, babadan oğula miras kalan ikinci uluslararası sorun Kıbrıs Sorunu oluyor.

Ankara’nın dikkati 8 Kasım 2006 tarihinde açıklanacak ilerleme raporuna kilitlenmişken; GKRY Lübnan’dan gelen on binlerce göçmeni kabul etmiş, batıya gidecekler için ise ara istasyon görevini üslenmiştir.[23] Bu arada da Kıbrıs’tan Viyana’ya gidecek göçmenleri taşıyan Hercules tipi askeri kargo uçağının Türkiye Hava Sahasından geçişine müsaade edilmemesini de dünya kamuoyuna duyurmaktan da geri durmamaktadır[24]. Öte yandan GKRY’nin Dışişleri Bakanı Yorgo Lilikas, Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora ile görüşmek üzere Beyrut’a hareketinden önce, BM’nin Lübnan Barış Gücü Karargahı’nı GKRY bölgesinde konuşlandırmaya karar verdiğini açıklaması[25], Makaryos’un çocuklarının Ortadoğu kartını oynamakta asla fırsatları kaçırmadığını da göstermektedir[26].

KIBRIS SORUNU’NUN GELECEĞİ VE SONUÇ

İncelememin başında da ifade ettiğim gibi; Ortadoğu petrolleri, Hazar Havzası enerji kaynakları ve Avrupa-Atlantik ticaret yolu, ABD-AB-RF arasında bir güç mücadelesi alanı olmaya devam ettiği sürece Kıbrıs Sorunu çözülemeyecektir. Adadaki İngiliz üslerinin sorgulanmadığı ve pazarlık konusu olmadığı bölünmüş bir adadan, tam bağımsız bir birleşik devlete dönülmesi, Ortadoğu’ya yönelmiş kulakları ve adeta sabit bir uçak gemisi gibi Ortadoğu’yu gözetleyen gözleri barındıran İngiliz üslerinin sorgulanmaya başlanması riskini de beraberinde getirecektir. Bölünmüş bir adada ise İngiliz Üsleri bulunduğu kesim için bir güç dengesi olacağından yaşamaya devam edecektir. Uzun vadede eğer AB İngiliz eksenine girerse bölünmüş bir ada ile, yok eğer Almanya’nın ağırlığı devam ederse Bağımsız Birleşik Cumhuriyete doğru giden bir trende seyahate devam etmemiz olasıdır.

Türkiye’yi Kıbrıs Sorunu konusunda sert bir dille uyaran Alman Başbakan Merkel, Kıbrıs ile ilgili müzakerelerin bir an önce başlaması ve Türkiye’nin Ankara Protokolünü imzalaması gerektiği görüşünü, 15 – 16 Aralık 2006’da yapılacak AB Liderler Zirvesi’ne taşıyacaktır[27]. Avusturya, Fransa, Yunanistan ve GKRY’nin toplantıda getirecekleri oldukça sert eleştirel yaklaşımları, müzakerelerin akışının korunması yönünde çaba harcayan İngiltere’nin tarafından 08 Kasım tarihli İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi ekseninde yumuşatması muhtemeldir. 27 Kasımda oğul Tuomioja önerisinin tamamen rafa kalkması GKRY’nin başarısı mı, yoksa AB’nin başarısızlığı mı bilinmez ama 11 Aralıkta Dışişleri Komisyonundan da bir sonuç alınamayacağı ortadadır. AB müzakereleri de yavaşta olsa, bazı maddeler müzakere dışı bırakılsa da devam edecektir.

Türkiye’nin, Kıbrıs Sorunu’nun çözüm yerinin BM olması gerekliliğindeki ısrarına rağmen, artık BM ve AB süreçlerini birbirinden ayrı görmenin imkanının kalmadığı da ifade edilmeye başlandı[28]. Türkiye’deki 2007’de yapılacak seçimler ve yeni milliyetçi dalga[29] gibi iç dinamiklerin de göz ardı edilmemesi gereği hem AB hem de Türk Hükümeti tarafından değerlendirilecektir. Kıbrıs sorunu Türkiye halkı ve hükümetleri için iç politikada vatanseverliğin göstergesi, dışarıda ise bir prestij meselesi olarak algılanmaya devam edecektir.

Kıbrıs Sorunu’nda çözüm, Ortadoğu’daki huzur ve istikrarın sağlanması ile eş güdümlü olarak gelecektir. Yakın gelecekte, Ortadoğu’daki ABD ve İngiltere’nin varlığının devam edecek olması, Kıbrıs’taki mevcut statükonun da devam edeceğinin göstergesidir.​
 
Üst