Kırım

KÜLTEGİN

Genel Koordinatör
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,731
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Tanrı Dağlarında
“Cennet Vatan Yok Olmuş”

1 Temmuz 2003 - 8 Temmuz 2003 tarihleri arasında “Cennet Vatan Kırım” topraklarında idim. Kartbabaylarımın (dedelerimin), Kartanaylarımın (ebelerimin) 93 harbinde zorla sürüldüğü o güzelim “Cennet Vatan Kırım” topraklarını ölmeden gördüğümden dolayı Rabbime şükürler olsun...

Bir mecnun misali dolaştığım yerlerde zaman zaman gözyaşı döktüm, zaman zamanda gördüğüm güzelliklerden dolayı kuvandım (sevindim). Bu gezi ile ilgili olumlu ve olumsuz izlenimlerimi fırsat buldukça sizlerle paylaşacağım.

Yalnız şunu hemen hatırlatayım: Diasporadaki (Kırım dışında yaşayan ) hiç bir Kırım Tatar Türkü , Kırım'ı görmeden bu fani dünyayayı terk etmesin. İmkanı olan en kısa zamanda bu güzel vatan topraklarına “sıla-yı rahim” yapsın. Biliyorsunuz “sıla-yı rahim;akraba ve yakınlarını ziyaret etme, hâl hatır sorma ve yardımda bulunmadır” ve sıla-yı rahim insanın ömrünü uzatır.

Bu topraklarda yatan şehitlerimiz ile bu vatana binbir güçlükle dönmüş, başını sokacak bir eve sahip olabilmek için, karnını bir tas çorba ile doyura bilmek için, Kırım Tatar Türklerinin yok olmadığını dünyaya haykırmak için, ayakta kalma mücadelesi veren kardeşlerimiz sizlerin ziyaretini dört gözle bekliyor.

Genelde insanlar gezilerinin ilk gününden anlatmaya başlarlar. Bense sizlere Kırım'dan ayrılışımızın son günü hava alanında on saat rötar yapan uçağımızı beklerken tanıştığım, aslında “Kırım Tatar Türkü” olmayan, ama gönlü Kırım Tatar Türkleri için çarpan bir kardeşimin dudaklarından dökülen şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu kardeşim :

-Kırım'ı nasıl buldun? dedi. Bende:

-Hem cıladım(ağladım), hem de kuvandım, dedim. Arkadaşımın dudaklarından aşağıdaki şiirin mısraları döküldü birden.

-Ne olur? Bu şiiri bana yazar mısın? dedim.

-Şiir çok uzun şu anda zamanım yok, dedi. Ben ısrar ettim. Uçağımızın kalkış saati ileri bir saate ertelenince, arkadaşım banka oturdu, eline not defterimi verdim, beynine satır satır yazdığı şiiri mısralara döktü.Şiir bitince,

-Yazarı kim? dedim,

-Bende bilmiyorum. Ama bazı mısra ve kıtalarda benimde duygu düşüncelerim var, dedi. Gözlerinden yaş damlayan kardeşim, ağlayan gözlerimin içine bakarak:

-Ne olur? Gelin bu güzel vatana yerleşin. Burada sizlerin sayısının çoğalması gerek, dedi.

Daha sonra öğrendiğimde, bu kardeşim güzel bir Kırım Tatar kızı ile evlenmiş. Yani kiyevimiz (eniştemiz) bolgan(olmuş).

Şiirin yazarının adını bende bilmiyorum. Bilen varsa bu şiirin altına ismini yazalım. Böyle güzel bir şiiri yazan her kimse kalemine, yüreğine sağlık diyorum.

Uçağımızın tam Akmescit hava alanında kalkışı sırasında bu şiiri ikinci kez okuduğumda İzmir Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan arkadaşım Deniz Ünsalan bey, uçağın penceresinden dışarı baktı:



”Bu güzel vatanı rahmetli babam çok görmek istedi. Ama göremeden vefaat etti” dedi ve o da cılamaya başladı. Ben ve Halil İbrahim arkadaşım:

”Deniz Bey!.Üzülmeyin...Rahmetli babanız göremedi bu cennet vatanı. Ama çok şükürkü siz onun yerine geldiniz, ziyaret ettiniz ve şimdide gidiyorsunuz. Rahmetli babanızın ruhu belkide sizin gözlerinizle bu güzel Kırımımızı seyretmiştir. Metin olun” deyip elli yaşlarına merdiven dayamış bir öğretim üyesini teskin etmeye çalıştık. İşte beni ve Deniz beyi “Cennet Vatan Güzel Kırım”da cılatan (ağlatan), duygularımıza tercüman olan bu güzel şiiri hep beraber okuyalım. Şairimizin affına sığınarak, şiirin başlığına, şiirin mısralarından esinlenerek “Cennet Vatan Yok Olmuş” dedim.

CENNET VATAN YOK OLMUŞ!...

Cennet Vatan deyip geldim Kırım'a,

Bülbül kıskandıran bağlar yok olmuş.

Bu hali görünce gitti ağrıma,

Ölüler mezarsız, sağlar yok olmuş.

Şimdi matem tutar Kırım'da dağlar,

Siyaha bürünmüş yemyeşil bağlar,

Camiler yıkılmış minare ağlar,

Ezanlarla süslü yıllar yok olmuş.

On sekiz mayıslar ne kara günmüş,

Binlerce çaresiz trene binmiş,

Melekler ağlamış, şeytan sevinmiş,

Vagonlarda nice kullar yok olmuş.

Ne oldu Ey Vatan! Ne oldu sana?

Neden düştün böyle derde hicrana?

Han Sarayım sanki dönmüş zindana,

Hanların kükrediği yıllar yok olmuş.

Camisiz çeşmesiz bu nasıl Vatan?

Seni solduranlar korkmaz Allah'tan.

Dua bekler benden kefensiz yatan,

Giray Han'a giden yollar yok olmuş.

Mezar taşlarını söküp atmışlar,

Bayrağı sancağı çekip atmışlar,

Kitabı Kur'an-ı yakıp atmışlar,

Yapmayın diyen diller yok olmuş.

Derdimi anlatmaya gücüm yetmiyor.

Ağlamam feryadım çare etmiyor.

Bahçemde şimdi bülbül ötmüyor.

Lale boyun bükmüş, güller yok olmuş.

Bu ne haldir canım kardeşim.

Ceyhun olup, akar gözümden yaşım.

Bitmiyor ne kadar uzunmuş kışım.

Meyvelerle dolu dallar yok olmuş.

Sormayın dostlar halim perişan.

Eski Vatanımdan kalmamış nişan.

Vatan vatan deyip denize koşan.

Dereler kurumuş, çaylar yok olmuş.

Akmescit mescitten mahrum edilmiş.

Çanların sesine mahkum edilmiş.

Güneşin önüne perde çekilmiş.

Yıldızlar dökülmüş, aylar yok olmuş.

Han Saray Camisi taşlarla dolu.

Bahçesi secdesiz başlarla dolu.

Mihrabının gözleri yaşlarla dolu.

Müminlerle taşan saflar yok olmuş

Zincirli Medrese Veliler evi .

Şimdi eylemişler deliler evi.

Gaspıralı ağlar, yaslı yüreği.

Kitaplarla süslü raflar yok olmuş.

Kader böyleymiş evvel ezelden.

Günah bizden , Rabbim af ise Sen'den

Ağlamaktan başka ne gelir elden.

Huzuruna kapanan yüzler yok olmuş.

Güneşe yol vermez kara bulutlar.

Kesilince hayattan bütün umutlar.

Yanar canlı canlı Musa Mahmutlar.

Ceset şöyle dursun küller yok olmuş.

N'olur Rabbim yardım et bize.

Karanlık gece dönsün gündüze.

Tut elimizden tutki çıkalım düze.

Yollar karla kaplı, izler yok olmuş.

Ya Resulullah canım cananım.

Affet beni ne olur Nurlu Sultanım.

Ellerim bomboş şimdi büyük hicranım.

Sana vereceğim güller yok olmuş.

İsmail oğluyum başım secdede.

Dilim duadadır gündüz gecede.

Yarab baharı göster bizede.

Gül kokusunu taşıyan yeller yok olmuş.

Yok olmuş cennet vatanın eski güzelliğine kavuşması için, Kırım'a gönül vermiş herkesin üzerine düşen görevi yapmasını arzu ediyorum.
 

KÜLTEGİN

Genel Koordinatör
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,731
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Tanrı Dağlarında
Cevap: Kırım

“Bendensiniz!...”

“Kizil gözyaşlari-2”


Akmescit Hava Alanı'nda güzel bir Kırım Tatar Türk kızı ile evlenmiş Kırım Tatar Türkü olmayan bir kardeşimizin ezberinden not defterime yazdığı; ellisine merdiven dayamış İzmir Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi arkadaşım Deniz Beyi ve beni cılatan (ağlatan); duygularımıza tercüman olan, başlığını şiirin mısralarından esinlenerek koyduğum “Cennet Vatan Yok Olmuş” on yedi kıtalık duygu yüklü güzel şiiri yazan şairimize en sonunda ulaştım.



Bu güzel şiir ile ilgili bir kardeşimizden elektronik posta adresime şu mesaj geldi.



“Değerli Kırım gönüldaşları,

Abimizin bize gönderdiği bu duygulu ve mükemmel şiir Muammer Erdönmez diye eskiden Kırım'da bir süre vazife yapmış bir öğretmen şairimize ait. Kendisinin aynı zamanda “Dertli Şiirler “diye bir şiir kitabı da var; orada, yanılmıyorsam yaklaşık 20 şiirin yer aldığı bir Kırım şiirleri bölümü var.

Tüm dostlara bir gün Kırım’da olma temennilerimle”



Ben tekrar şairimizin telefonunu, adresini, şiir kitabının yayın evini istedim. Sonunda aynı kardeşim şairimizin telefonunu bildirdi.



Hemen telefondan şairimizi aradım. Telefonun zili bir kaç kez çaldı ve karşıdan:



“Alo” diye bir ses geldi.



“Muammer Erdönmez Beyle mi görüşüyorum?” dedim. Çok nazik ve kibar bir ifade ile “Evet” cevabını alır almaz, şiirin kıtalarından bir kaç tanesini okudum. “Bu şiir size mi ait? “diye sordum. “Evet” dedi, arkasından da “ bu şiirimi nerden aldınız ?” dedi. Bende kendimi tanıttım ve bu şiir ile ilgili hikâyeyi kısaca anlattıktan sonra:



“Bu şiirinizin tamamını ve şiir kitabınızı nasıl elde edebilirim? Siz şu anda nerede oturuyorsunuz?” dedim.



“Şiir kitabımı Bilge Yayıncılık bastı. Şu anda da İstanbul'da oturuyorum. Kitabımı kitapçılarda belki bulabilirsiniz, “



“Eğer kitapçılarda bulamazsam, bana gönderebilir misiniz? Ben de Ankara Keçiören semtinde oturuyorum, adresimi verebilirim” dedim.



“Aaaa. Çok güzel. Keçiören’de eniştem oturuyor. Onda bu şiir kitabım var. Ondan alabilirsiniz” deyip eniştesinin adını soyadını ve ev telefonunu verdi.



Eniştesinin evini aradım. Bir kız çocuğu çıktı. Olayı olduğu gibi ona da anlattım. “Dayısının şiir kitabının kendilerinde olup olmadığını?” sordum. Kız çocuğu “Dayımın şiir kitabı bizde var” dedi.



“Kızım onu sizden alabilir miyim? Ben Keçiören Tepebaşı'nda oturuyorum. Evinizin adresini verebilir misin?”dedim. Kız çocuğu “Bu konuyu babamla konuşun” deyip, babasının çalıştığı bankanın telefonunu verdi. Mesai bittiği için verilen telefondan şairimizin eniştesine ulaşamadım. Fakat mahallemizde şairimizin bacısının oturduğuna çok sevinmiştim. Akşam evden telefon açar, adreslerini alır, “Dertli Şiirler” kitabını gider alırım diye sevine sevine eve geldim.



Eve gelir gelmez, bu güzel şiirden çok etkilenmiş eşime, ” Cennet Vatan Yok Olmuş, şiirinin yazarını buldum. Kız kardeşi bizim mahallede oturuyormuş. Kocası da Keçiören’de bir bankada çalışıyormuş “dedim ve arkasından da şairin eniştesinin adını ve soyadını söyledim. Eşim birden afalladı.



“Dur Şükrü!... Benim Ayşe adında bir arkadaşım var. Bu arkadaşımın soyadı da senin söylediğin beyefendinin soyadı ile aynı. Ayrıca bildiğim kadarı ile Ayşe hanımın kocası da bankada çalışıyor. Yoksa bu Ayşe, şairimizin kız kardeşi olmasın. Sen Kırım da iken kızı ile bu hanım bizim eve geldiler. Oturup sohbet ettik” dedi.



“Bu bayanla nereden tanışıyorsun?”



“Bizim evin ilerisinde bir arkadaş vasıtasıyla tanıştım. Çok temiz ve mütevazı insanlar. Kanım bu aileye kaynadı. Onlarda beni sevdi ve dost olduk. Ama kardeşinin şairliğinden hiç bahsetmedi.”



“O zaman bu bayanın sende telefonu var mı? “dedim. Eşim “var” deyip, telefon defterini getirdi. Elimdeki kâğıda yazdığım ev telefonu ile eşimin telefon defterindeki telefonu karşılaştırdık; ister inanın ister inanmayın aynı telefon numarası idi.



İkimizde göz göze gelip bu tesadüf olay karşısında şaşırdık. Eşim hemen kendisindeki telefonla arkadaşı Ayşe hanımın evini aradı. Durumu karşısına çıkan Ayşe Hanımın küçük kızına anlattı. Aynı şaşkınlığı Ayşe Hanımlarda yaşadı. Sonunda eşim bu şiir kitabını Ayşe Hanımdan aldı.



Şairimizin “Mahsun Dönmezer” mahlası ile yazdığı, 1999 Bilge Yayıncılık, Eğitim, Sağlık ve Danışmanlık Hizmetleri A.Ş. tarafından basılan “Dertli Şiirler” kitabının “Kırım Şiirleri” bölümünde, sizlere ” Cennet Vatan Yok Olmuş” başlığı ile yazdığım şiirin adı ”Güller Yok Olmuş”. Şiirin altında da tarih olarak 18 Mayıs 1998 yazılı. Yani Kırım Tatar Türklerinin Kırım'dan sürüldüğü 54. yılında yazılmış duygu yüklü çok güzel bir şiir. İster siz bu şiiri “Güller Yok Olmuş” deyin, isterseniz de “Cennet Vatan Yok Olmuş” . İkisi de çok uygun. Dertli Şiirler kitabında şairimizin Kırım'da iken yazdığı Kırım ile ilgili on tane daha şiiri var. Hepside çok güzel. Şiirle ilgilenen kardeşlerime bu kitabı tavsiye edebilirim.



Böyle güzel bir şiiri yazan Muammer Erdönmez Beyi tekrar tebrik ediyorum. Şairimizin yüreğine, bileğine ve kalemine sağlık diyorum.



Kırım'a sevdalı Kırım Tatar Türklerinin de böyle güzel şiirler yazacağına inancım tamdır. İşte ilk dörtlük benden, gerisi de sizden.



Çünkü sizler :“BENDENSİNİZ!...”



KIRDINIZ BİZİ!....



“Kırım kırım kırdınız bizi

Vagonlara dizdiniz bizi

Sibirya’ya sürdünüz bizi

Kırılmadık, yıkılmadık,

Ayaktayız görün bizi”



(6.7.2003 Bahçesaray)





Şükrü BİLGİLİ
 

KÜLTEGİN

Genel Koordinatör
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,731
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Tanrı Dağlarında
Cevap: Kırım

Kızıl gözyaşları-3 GÜZEL KIRIM

Şükrü Bilgili


NENEMİN NİNNİLERİNDEYDİ,
DEDEMİN MASALLARINDAYDI,
BABAMIN HEP DİLİNDEYDİ.
GÜZEL KIRIM, GÜZEL KIRIM,

RÜYALARIM OLDU BAHÇESARAY,
SEVGİ DOLU HANSARAY.
UMUTLARIM OLDU BİR GÜN; KIRIM’A GİTMEK.
AYLAR YILLAR GEÇTİ, BIKTIM BEKLEMEKTEN........



Yaşım kırk altı. Nasıl geçti bu koskoca yıllar; bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var; Cengiz Dağcı gibi beni yaşatan, beni ayakta tutan; nenemin ninnilerinde, dedemin masallarında dinlediğim, babamın hep dilinde olan “Güzel Kırım”ı bir gün görebilmek umudu idi...

Rüyalarıma giriyordu Bahçesaray; burnumda tütüyordu Akmescit...

Bütün benliğimi ve ruhumu sarıyordu; Giray Hanların yaşadığı o muhteşem Hansaray.

Aylar geçiyordu, ardından yıllar birbirini kovalıyordu; bıkmıştım, usanmıştım;

”Ne zaman gideceğim Kırım'a?” diye günleri bir mahkûm gibi birer birer sayıyordum.

Duvarlar yıkılmıştı...

Demirperde param parça olmuştu...

Güneş bizim için daha güzel doğuyordu doğudan şimdi. Bize gülümsüyordu:

”Gelin Kırım'a; bakın ben artık, Güzel Kırım'ın nurlu ufuklarından özgürce doğuyorum. Bir zamanlar bana perde çekmişlerdi. Bu perde şimdi yırtıldı. Ne zaman beni Kırım'ın dağlarından, ovalarından, bağlarından ve bahçelerinden doğuşumu seyredeceksiniz? Sizleri kızıl gözü yaşlı anaylar, babaylar, kartbabaylar, balalar bekliyor.” diyordu, bana göz kırpıyordu; her sabah baktığım dünyaya hayat veren Güneş...






Bazen Kırım'a olan hasretliğimi gidermek için, köyümün güney yamacında, sırtını dağa yaslamış, on-on beş metre yüksekliğinde bir mantar gibi kayalar üzerinden göğü yararcasına yükselen; ilginç, insanı büyüleyen heybetli bir kaya parçasından oluşan "Küçük Kale" üzerindeki iki üç tane badem ağacına bakıyorum; bu badem ağaçları, vadi boyunca ılgıt ılgıt esen rüzgârın etkisiyle özgürce sallanıyordu; her bahar mevsiminde açan mor çiçekleri ile "Kırım Tatar Türkleri yeniden doğuyor, yeniden açıyor; bizleri kırk bin kere Kırım Kırım kırsanız dahi yine doğacağız, yine açacağız. Sizler rahat uyuyunuz! Ey şehitler!.. Ey gaziler! " der gibi, karşısında mezarlıkta yatan kartbabaylara bir şeyler fısıldadığını, bir şeyler anlatmaya çalıştığını işitir gibi oluyordum....

Kaya parçasının tepesinde bu badem ağaçları nasıl yetişmişti?

Kim dikmişti bunları?

Köyümde bunları bir bilen yoktu, ne acı ki....

Kırım Tatar Türklerinin acılarını, ıstıraplarını ve kendi yaşadığı olayları da akıcı bir dille yazan Kırımlı Büyük Romancı Cengiz Dağcı'nın "Badem Dalında Asılı Bebekler" romanında bahsettiği "badem ağaçları" nın tohumları mı acaba? diye hüzünle, kederle bakıyordum onlara...

Evimin penceresinden, her bahar geldiğinde, komşu apartmanın bahçesinde yaşlı badem ağacındaki mor çiçeklere baktığımda da; köyüme, Kırım'a doğru dalıp gidiyordum. O mor çiçeklerde zulmü yaşamış; Kırım Tatar Türklerinin; balaların, anayların, babayların, kartbabayların gözlerinden akan kanlı kızıl gözyaşlarını görür gibi oluyordum.

İşte bu duygularla geçmişti kısacık bir ömür...

Benim için Kırım'a gidecek uçak ne zaman kalkacaktı? diye diye gün sayıyordum. Bir gün benim içinde kalkacaktı bir uçak; bu uçaktan da Kırım'ın semalarından Cengiz Dağcı'nın Gurzuf’unu, Kızıltaş’ını, Ayuv Dağı’nı, Gelin Kayası’nı, Giray Hanların başkenti Bahçesaray'ı ve Akmescit'i doya doya seyredecektim.

Umutluydum. Hiç bir zamanda umudumu yitirmemiştim.

Bakın şairimiz ilk Kırım'a girişinde şu dizeleri yazmış:

İLKÖNCE AYUV DAĞI GÖRDÜK, DENİZDEN.

DALGALAR YANAŞTIRDI BİZİ YALTA'YA,

HEMEN KOŞUP GİTMEK İSTEDİM BAHÇESARA'YA

“YASAK, GİDEMEZSİN” DEDİLER, KALDIM YAYA...

Acaba gerçekten yasak mıydı bu topraklara gitmek?

Beni de çevirirler miydi yoldan;”Yasak gidemezsin” derler miydi, kalır mıydım yaya, bunu bilemiyordum...

BURADA TOPRAK KOKUSU BAŞKA,

DENİZE KARŞI ŞÜKÜR NAMAZI SECDESİNDE,

BU KOKU İLE DOLU CİĞERLERİM HUŞU İÇİNDE,

BU TOPRAKLARA BOŞUNA “GÜZEL KIRIM” DEMEMİŞLER.

Diye şiir devam ediyordu.

Bende bir gün Hansaray Camisi'nde, Cuma Camisi'nde “Şükür Namaz”ı kılar mıyım diye Rabbime her namazdan sonra dua ediyordum.

Çocukluğumuzda bizleri; Tatarları, hep hor gördüler, oyunlarda hep ittiler kenara. Kavga ettiğimizde de “Tatar...Tatar....İğnesi ....... Batar” diye kızdırdılar, kovaladılar evlerimize kadar....

Ama birileri benim kulağıma şu dizeleri okumadı, anlatmadı o yıllarda. Eğer okusaydılar, anlatsaydılar, bana” Tatar Tatar........” diyenlere:

“Ben öz be öz Türküm “diye gerinerek, :

“TATAR ATLILARI ÖNÜNDE KRALLAR, PRENSLER

BOŞUNA BAŞ EĞMEMİŞLER.

BİLMEYENLER GELSİN GÖRSÜNLER,

TAŞINDA TOPRAĞINDA TARİHİ ÖĞRENSİNLER” diye haykırırdım...

Sonrada Kırım Tatar Türk kardeşlerime de döner:

“TATAR TÜRKLERİ BİR BOYDUR Kİ, GÖĞE DAMGASINI VURMUŞ,

GÖK BAYRAK OLMUŞ.

ASIRLAR BOYU GÖKLERDE DALGALANIP GELMİŞ,

BALAM BU BAYRAK SENİN, BU TOPRAK SENİN,

“GÜZEL KIRIM” SENİN,

BALAM KIYMETİNİ BİLESİN...”[1] Derdim.

Çocukluk yıllarımda bunları diyemedim. Ama şimdi balalarıma:

“Balam bu bayrak senin, bu toprak senin” diyorum.

Benim olan bu topraklara 1.7.2003 tarihinde yolculuk başladı.

Hasretliğim bitiyordu.

Havalarda uçuyordum.

Ne mutlu bana....

NOT: Yazıda geçen “Güzel Kırım “şiiri Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Dr.Ahmet İhsan Kırımlı'ya aittir. Böyle güzel bir şiiri bizlere hediye eden Sayın Kırımlı'ya teşekkür eder, Allahtan kendisine sağlık ve sıhhat dilerim.
 

KÜLTEGİN

Genel Koordinatör
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,731
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Tanrı Dağlarında
Cevap: Kırım

Hakkım=Kırım
Güzel bir Temmuz ayı gecesi saat 1:00' de Ankara terminalinden otobüsümüze bindik. Sabahın ilk ışıklarında İstanbul'a indik. İzmir'den ve İstanbul'dan gezimize katılacak arkadaşlarla hava alanında buluştuk.

Kafilemiz on beş kişi olmuştu; kimler yoktu ki bu gezimizde; Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Deniz Bey, Kamanlı Halil İbrahim Bey, Polatlılı Mustafa Bey, Almanya'dan katılan Sayın Orhan Bey, İstanbul'dan katılan İpek ve Ümit kardeşler, Ankara'dan katılan M. Mehti Bey, A.B.D' den katılan Orkan , Numan kardeşler ile yiğenleri Murat, Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Canan, Eşi Sinan ve gezimizin maskotu altı yaşlarındaki küçük kızları Aybüke Hanım ve gezimiz tertip eden Sayın Akif Bey.

Bugüne kadar birbirlerini hiç tanımayan on beş kişi, kartbabay ve kartanayların yaşadıkları Güzel Kırım'a gitmek için bir araya gelmişlerdi. Hepsinin yüzünde de bir sevinç bir heyecan vardı. Çünkü Anavatandan bir başka vatana “Cennet Vatana” gidilecekti.

Aslında uçağımızın hareket saati biletimize göre 10:40 idi. “Uçağımızın yarım saat rötar yapacağını” gezimizi tertip eden Akif arkadaşımız bizlere söylediğinde “daha gezimizin ilk dakikalarında aksilik başladı. Bakalım gezimiz boyunca hangi suprizlerle karşılaşacağız.” dedim. Gerçi hepimiz yarım saatlik rötara razı idik.

Nihayet en son olarak saat 12:00' de hareket edeceği bilgisini aldığımızda sevindik.

Çantalarımızı teslim etmek için kuyruga girdik. Önümüzde bayağı büyük bir kalabalık duruyordu. Akif arkadaşımız yanımızdan ayrılarak diğer kuyruktaki kalabalık içinde bulunan birine doğru hareket etti; fotel şapka giymiş, yetmiş beş yaşlarında etine dolgun ve yüzünde Tatar olduğu anlaşılan bir şahısla sarmaş dolaş oldu. Birbirlerini kucakladılar. Kısa bir sohbetten sonra Akif tekrar bizim sıraya geldi. Akif yanımdan geçerken:

“Kim bu şahıs Akif Bey? “dedim, “Bu şahsı tanıyor musun?”

“Bir zamanlar derneğimizin başkanlığını yapan, Yazar Feyzi Rahman Yürter abimiz,”dedi Akif. Bu sözleri duyar duymaz şaşırdım. Bu geziye katılmadan iki hafta önce Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği'nden aldığım Feyzi Rahman Yurter'in “21. Yüzyılda Kırım” kitabını okumaya başlamıştım. Kitabın dörtte üçünü okumuş, geri kalan kısmını da gezi dönüşünde okuyacaktım. Kitabın arkasında Feyzi Beyin resmi vardı. Bu resimi hatırlamaya çalıştım. Evet okuduğum kitabın arkasında ki resmin canlısı karşımda idi.

Gezimin daha ilk gününde tesadüf olayları yaşamaya başlamıştım. Birinci tesadüf ;Deniz Bey ile tanışma sahnesiydi; Hava alanında banklarda otururken yanımıza spor giyimli ve elindeki küçük bir valizi ile bir beyefendi geldi. Elini uzatarak “Ben Deniz Bey “dedi. Ben de elimi uzattım ve adımın “Şükrü Bilgili” olduğunu söyledim. Deniz Bey'in hemen dudaklarından şu sözler döküldü ” Aaaa. Şükrü Bey ben sizi Crimea-L@yahoogroups' ta yazdığınız yazılardan tanıyorum” dedi. Ben de hemen Deniz Beyin ismini hatırladım.

İnternet ortamında yazılarımdan dolayı beni tanıyan bir kişi ile yüz yüze gelmek çok güzel bir duygu idi. Bu tanışma beni çok memnun etmişti. Şimdi ise ikinci bir tesadüfle karşı karşıya idim. Kitabını okumaya başladığım Feyzi Bey karşımda duruyordu. Hemen sıramdan ayrıldım. Feyzi Beye doğru yürüdüm; uzattığı elini öpmek istedim, izin vermedi, beni yanaklarımdan öptü. Sonra da sanki kırk yıl tanıyormuş gibi kucakladı.

Feyzi Beye “Kitabını okuduğumu ama bitiremediğimi” söyledikten sonra kendisini böyle bir kitap yazdığından dolayı tebrik ettim. “Cengiz Dağcı gibi siz de bu kitabınızda, yaşadığınız acı olayları ve duyduğunuz korkunç hadiseleri nakış nakış işlemişsiniz ” dedim. Feyzi Bey:

” Cengiz Dağcı benim arakadaşım. Avrupa’da sık sık telefonlaşırız. Hatta geçenlerde buraya gelmeden önce kendisini aradım, görüştüm. Halını hatırını sordum. Kırım'a gideceğimi, birşey söyleyip söylemediğini? sordum.” dedi.

“Cengiz Dağcı yaşıyor mu? “dedim.

“Yaşıyor?”

“Kaç yaşında ?”

“Seksenin üzerinde ama eşi öldükten sonra çocuklaştı ”dedi Feyzi bey.

Arkadaşım İbrahim Bey:

“Feyzi Bey, Cengiz Dağcı romanlarının büyük bir kısmında Romanya’lı eşinden çok sık bahsediyor. Neden acaba?” dedi. Herhalde Halil arkadaşımız Cengiz Dağcı'nın sevgilinin Polanyalı olduğunu bilmiyordu ya da unutmuştu. Feyzi Bey:

“Cengiz Dağcı’nın eşi Romanyalı değil, Polanya’lı. Bir gün Cengiz Dağcı bana öbür dünyada Regina'ya kavuşacağını söyledi. Ben de ona “Bak Cengiz Onu çok sevdiğini biliyorum. O kadın Katolik. Sen ise Müslümansın. Öbür dünyada Müslümanla Katolik birleşmez. O kadını unut, dedim. Ama Cengiz Dağcı hiçbir zaman sevgilisi Regina'yı unutmayacağını adım gibi biliyorum “ dedi.

Feyzi Beyle çok güzel bir dostluk kurmuştum. Uçağımıza binene kadar kendisiyle sohbet ettim. Kitabında ilginç bulduğum ve hatırımda kalan hadiselerden bahsettim. Bunların gerçek olup olmadığını sordum. Kendisi de bana “Bak Şükrü ister inan ister inanma. Ama yazdığım hatıralarda hiç yalan yok. Eksiği var fazlası yok. Hepsi gerçek. İkinci kitabımı da yazdım.Yakında Türkiye'ye gelip bastıracağım “ dedi.

Feyzi Bey Almanya'da oturuyormuş. Almanya üzerinden Kırım'a gitmek zor olduğundan iki ay önceden yerini İstanbul'dan ayırtmış, iki gün önce İstanbul'a gelmiş, bugünde bizimle Kırım'a gidiyormuş. Aynı uçakla bir yazarla yolculuk yapacağımdan dolayı sevinçliydim. Bugüne kadar ilk defa kitabını okuduğum bir yazarla tanışıyordum. Karşılıklı olarak kendisiyle kitabı hakkında konuşuyordum. Bu çok güzel bir duygu idi.

Saat 12:00' ye doğru uçağa binmeye başladık. Cep telefonumdan eşimi son kez arayayım dedim. Cebimi çıkarıp aradım. Cevap veren olmadı. Telefonu kapattım. Eşim iki dakika sonra beni aradı ve hemen kapattı. Belli ki benim aramamı istiyordu. Hemen tekrar aynı numarayı çevirdim.Telefona Kızım Bilge çıktı.

”Kızım ne yapıyorsunuz. Annen nerede? Şu anda uçağa biniyorum. Anneni ver,” dedim. Kızım telefonu annesine verdi. Eşime:

” Gönül şu anda uçağa biniyorum. Allaha ısmarladık. Çocuklara iyi bak. Hakkınızı helal edin,” deyip, eşimle vedalaştım. İlk defa bineceğim uçağa besmele çekerek adım attım.

Uçak çok eskilerden kaldığı belli olan eski model bir Ukranya uçağı idi. Sağ olsun gezimiz tertip eden arkadaşımız maliyet ucuz olsun diye Ukranya uçağını tercih etmiş. Aslında daha sonra öğrendiğime göre Türk Hava Yolları'nın uçağı ile Ukranya uçağının arasındaki ücret farkı 40- 50 dolarmış. Aslında bu fark verilerek daha lüks olan kendi uçağımız ile gidebilirdik.



Her neyse.

Elimdeki numaraya göre oturacağım yeri aradım. Numara on üçtü. Bazı insanlarda batıl inançlar vardır;ama, ben hiçbir zaman bu batıl inançlara inanmadım. Genelde bu tür insanlar on üç sayısını uğursuz bir sayı olarak algılarlar;bu yüzden de on üç ile ilgili hiç bir şeyi kabul etmezler. Ne tesadüfkü benim koltuk numaramda on üç idi. Aklıma birden bu batıl inanç geldi ve kendi kendime de “Şükrü dikkat et;uğursuz bir sayının koltuğuna oturacaksın. Aman ha...,” dedim.

Uçağın içi aynı bir otobüsün içine benziyordu. Ortada bir uzun koridor, bu koridorun her iki yanına sıralanmış üçer kişilik koltuklar vardı. Oturacağım koltuk arka sıralarda, üç kişinin oturacağı koltukların ortasındaki bir numara idi. Koltuğum sağında ve solunda iki tane güzel Ukranya’lı bayan oturuyordu. Yerime tam oturacağım sırada pencere kenarında ki bayan bozuk bir Türkçe ile sağımda oturan bayanı işaret ederek “Yan yana oturabilir miyiz? “dedi. Ben de “tamam” deyip koridor kenarındaki koltuğa oturdum. On üç numarası hiç te uğursuz bir sayı değilmiş. Sol yanımda iki tane güzel Ukranyalı bayan oturuyordu. ”Böyle uğursuz sayıya can kurban” dedim içimden.

Hostesin biri Rusça ve İngilizce kemerlerimizi ve can yeleklerimizi nasıl takacağımızı ve nasıl kullanacağımız söyledi. Bir yandan da işaretle uygulamasını gösterdi. Bizler gerek Rusça'dan gerekse İngilizce'den bir şey anlamadık ama gösterdiği hareketlerinden kemerlerimizi kolayca bağladık.

Uçağımız hareket etmeye başladı. Heyacan dorukta idi. Kuşlar gibi bende ilk defa uçacaktım. Hatırladığım kadarı ile çocukluk yıllarımda rüyalarımda çok uçardım. İşte bugün rüyalarım gerçek oluyordu. Evet uçuyordum; bu uçuşumun bir hedefi bir gayesi vardı; Cennet Vatana, kartbabaylarımın, kartanaylarımın vatanına bir kuş gibi özgürce uçacaktım. Yıllar önce vatanlarından sürülen kartbabayların, kartanayların torunları olan ben Kırım'a mas mavi ve bem beyaz bulutlar arasında gidecektim...

Çok sevinçliydim...

Uçağımız yavaş yavaş yükseldi. Ön tarafının yükseldiğini hissediyorduk. Pencereden aşağıya bakmaya çalışıyordum. Epey bir müddet uçağımız yukarıya doğru uçmasına devam etti. Daha sonra düz olarak uçmasını sürdürdü. Benim devamlı olarak boynumu uzatarak pencereden aşağıya baktığımı gören pencere kenarındaki Ukranyalı bayan: “Yer değişelim. Benim için no proplem” dedi. Bana pencere kenarındaki yerini verdi, kendiside benim koltuğuma geçti.

Aman Allahım...

Aşağıya baktığımda İstanbul Boğazı üzerinden uçuyorduk. İstanbul'un evleri, Boğaz Köprüsü, caddelerdeki arabalar çok rahat seçiliyordu. İstanbulu'muz gerçekten gök yüzünden muhteşem görünüyordu. Harika bir manzarası vardı. İstanbul Boğazı'nın Karadeniz ile birleştiği yere kadar penceremden İstanbul'u doya doya seyrettim. Sonra da Karadeniz üzerinden uçmaya devam ettik.

Hostesler bizlere yemek ve içecek servisi yaptılar. Yiyecekler içinde salama benzeyen etler vardı. Domuz etidir diye hiçbirine dokunmadım. Böreğe benzer yiyeceklerden yedim. Vişne suyu çok hoşuma gitmişti. Yer değiştiğimiz koridorun kenarında oturan çat pat Türkçe bilen Ukranya’lı güzelden, hostesten “Bir vişne suyu daha” istemesini rica ettim. Bu konuşmamla Ukranyalı güzellerle kontak kurmuştum. Bana kendisinin “Ukranya’lı olduğunu, Türkiye de bir Türk ile evlendiğini, anne babasını ziyarete gittiğini, yanındaki diğer Ukranya’lı bayanın Türkçe’den anlamadığını ve arkadaşı olduğunu, bir daha yolculukta ise Ukranya Uçağına binmeyeceğini, bu eski uçaktan çok korktuğunu,” söyledi. Bir ara uçağımız hava boşluğuna düşmüştü. O zaman çok korkmuştu bu güzeller...

Ukranya’lı bayanlar ile muhabbeti koyulaştırmıştık. Karşılıklı birbimize sorular sorarak gök yüzünde güzel bir yolculuk yapıyorduk. On üç sayısını ugursuzluğuna inananlara duyrulur.....

Karadeniz aşağıda masmavi bir çarçaf gibi serili duruyordu...

Beyaz bulutlar arasından Akmescit semalarına geldik. Gök yüzünden Akmescit'te İstanbul gibi çok güzel görünüyordu. Akmescit şehrinin çevresi dağlarla çevrilmiş, geniş bir ova üzerine yerleşmiş üç yüz elli bin insanı barındıran güzel bir şehirdi. Şehir merkezi yemyeşil ağaçlarla kaplanmış, şehirin dışında ise sanki cetvelle çizilmiş ucu bucağı görünmeyen buğday tarları göze çarpıyordu.

Tam inişe geçtiğimiz sırada pencereden bir kara tren gördüm. Hemen aklıma 18 Mayıs 1944 yılında hayvan vagonlarına istiflenerek doldurulan; bu vatanın esas sahipleri olan mazlum Kırım Tatar Türklerini hatırladım. Kendi kendime içimden “Üzülmeyin kartbabaylar. Sizleri hayvan vagonlarında Sibirya'nın tundralarına sürdüler ama bakın sizlerin torunları olan bizler bugün gök yüzünden uçakla tekrar geliyoruz. Sizler yerlerinizde rahat uyuyun. Sizlerin torunları bu topraklara gelecek, sizlerin bıraktığınız yerden bu toprakları yeniden yeşertecekler, yeniden imar edecekler” dedim.

Uçağın merdivenlerinden inerkende aşağıdaki şiiri içimden haykırarak okudum. “Hakkım” yazılan kelimenin yerine bir kez de “Kırım” kelimesini koyarak okudum. Sizlerde benim gibi bu şiirde geçen “Hakkım” kelimelerinin yerine “Kırım” kelimesini koyarak okuyun. Merhum Millî Şairimiz Şevki Bektöre’ye saygısızlık yapmamak için şiirin aslını bozmadım.

“HAKKIM İÇİN”

Herşey derin uykularda yatardı,

Gündüzünü gecesine katardı.

Zulüm hakkın pençesinde tutardı,

Uyandımda:-”Hakkım!..”- diye bağırdım.

Yeller aldı, dağlar kesti sesimi,

Azmim ile yendim bütün sesimi,

Şaşırmadan öğrendiğim dersimi,

-”Hakkım, hakkım, hakkım!..”- diye bağırdım

Bir gün geldi kan bürüdü her yeri,

Hep dağıttı yatağından erleri.

Kalmış iken ben yalnız, serseri,

Yine-”Hakkım, hakkım” - diye bağırdım.

Dağlar ateş, yerler ateş kusarken,

Cellât eller mazlumları asarken,

Hak hak iken, korkar gibi susarken,

Ben susmadım, -”Hakkım!..”- diye bağırdım.



Deniz coştu dalgalandı dağ gibi,

Dağ eridi karşısında yağ gibi,

Gök kapandı üstüme bir ağ gibi,

Dipten yine -”Hakkım!..”- diye bağırdım.

Gür sesimden bütün varlık inledi,

Her şey sustu, feryadımı dinledi.

Dedim:İnsan zalim insan çiğnedi,

Hakkımı, -”Ah, hakkım!...”- diye bağırdım.”[1
 

KÜLTEGİN

Genel Koordinatör
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,731
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Tanrı Dağlarında
Cevap: Kırım

“Bu Vatan Kimin?”

Halamın kartanasının söylediği “Balam bizlerni yalancı Cennetten kuvdular” sözünü duyar duymaz, cennet hakkında kitapları karıştırmıştım. Ve şu bilgilere ulaşmıştım:

“Kıyamet koptuktan bir süre sonra Yüce Allah’ın emriyle sûra ikinci üfürüş olacaktır. Bunun üzerine bütün insanlar dirilerek yerlerinden kalkacaktır ve mahşer (toplantı) meydanında bir araya gelmiş olacaklardır. Mahşerde her mükellef (yükümlü) insan sorguya çekilecektir. Dünyada yaptığı işleri gösteren amel defteri kendisine verilecek, dünyadaki amelleri tartıya konacaktır. Müminlerin bir kısmı peygamberlerin ve diğer büyük kimselerin şefaatına kavuşacaktır. Her insan “Sırat” denilen köprüden geçmek zorunda kalacaktır. İnsanların bir kısmı Sırat’ı geçerek Cennet’e girecek, bir kısmı da buradan geçemeyip Cehenneme düşecektir.

......Ahiret gününde sorguya çekilme, yükümlü olan bütün yaratıkların Allah tarafından hesaba çekilmesidir. Mahşer’de büyük bir adalet mahkemesi kurulacak ve herkesten dünyada yaptıkları sorulacak, ona göre hakkında karar verilecektir.

.....Daha öncede insan öldüğü zaman kabrinde “ Münker ve Nekir” denilen iki melek tarafından sorguya çekilecektir. Ölüye soracaklardır: Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin Nedir? Kıblen neresidir? Buna kabir sorusu denir.

.......Cennet, hatır ve hayale gelmeyen maddî ve manevî nimetleri içinde toplayan, hiç bir zaman yok olmayan ve bugün mevcut olan sekiz bölümlü bir mükafat âlemidir. Bulunduğu yeri ancak Allah bilir,”[1]

Cennet kelimesi D.Mehmet Doğan’ın “Türkçe Sözlüğü”nde de, “Allah’ın insanlara müjdelediği, ölümden sonraki âlemde bulunan, Allah’a inanan günâh işlememiş veya günahlarından temizlenmiş olanların gireceği, fevkalâde güzel yer;firdevs.” olarak tarif edilmiştir.

Kitabımız Kur’an-ı Kerimin bir çok sürelerinde cennet kelimesi geçmektedir. Bunlardan “EL-BAKARE” süresinin 25. ayetinde Cennet ile ilgili şu bilgiler veriliyor :“Îman edip güzel güzel amellerde bulunanlara müjde var. Şüphe yok ki onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Her ne vakit o cennetlerden bir meyva ile rızıklanınca diyeceklerdir ki: Bu meyva bizim evvelce de rızıklandığımız bir meyvadır. Onlara birbirine benzeyen -böyle nimetler- verilmiş olacaktır. Ve onlar için cennetlerde tertemiz eşler de vardır ve onlar o cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.”

Gerçekten de, Cennet, Kitabımız Kur'an-ı Kerim’de belirtildi ğibi bu kadar güzelse “Yalancı Cennet Güzel Kırım” da her halde Cennet gibi güzeldir düşüncesiyle gümrük kapısına doğru yürüdüm....

Kapının hemen sağında, siyah renkli Kırım kalpaklı, uzun boylu, geniş omuzlu, kısa paltosunun üzerine meşin palaskasını takmış, paltosunun hemen altında cepleri şişkince olan ve aşağıya doğru daralan bir askeri bir pantalon giymiş, bu pantalonun üzerine de dizlerine kadar karşıdan ışıl ışıl parlayan siyah çizmelerini çekmiş, sağ elindeki ucu oval olan bir kamçıyı da devamlı olarak sol avucunun içine vurarak dolaşan; siyah sakallı, sakallarının arasında hafif kırlar görünen çekik gözlü bir kartbabay duruyordu.

Adımımı tam kapıdan içeri atacağım zaman kartbabay gözlerimi kamaştıran çizmeli sağ ayağını kapının önüne uzattı. Elindeki kamçıyı da tam göğüs hizamda düz tutarak, gögsüme hafifce birkaç kere vurdu:

“Dur yolcu! dedi. Selamsız sabahsız kaydan kele (nerden geliyorsun), kayda ketesin (nereye gidiyorsun?)” Ben bu hareket karşısında birden ürperdim ve bir adım geri çekildim. Oda tamamen kapıya sırtını dönerek iri gövdesiyle önüme geçti.

“Anavatan Türkiye’den kelemen (geliyorum), Yalancı Cennetke ketemen (gidiyorum)” dedim.

“Yalancı Cetnetke o kadar kolay mı ketmek. Sen bilmiymisin cennetke ketkenlerden hesap kitap soraylar. Herkesni cennetke almaylar. Ancak o yerge layık bolganlar ve imtiannı kazanganlar kete” dediğinde içime bir korku düşmüştü.

Bu kalpaklı akay (adam) kimdi?

Beni hangi hakla sorguya çekecekti, hangi sıfatla imtihan edecekti. Kara kara düşünmeye başladım. Kartbabayın gözünün içine baktım; yüzü hiç gülmüyordu. Çok ciddi biri olduğu anlaşılıyordu. Biz konuşurken yanına üç kişi daha geldi. Bunlardan en yaşlısı, beyaz sarıklı, uzun yeşil bir cübbe giymiş olanı bir adım daha yanaşarak ellerini önden bağladı, söz istedi.

“Babay kim bu akay. Kaydan kelip kaydan kete. Sordum mu?” dedi. Kartbabay solunda duran bu şahsa dönerek:

“Mürsel balam. Daha hesapga kitapga şekmedim. Kaydan kele kayda kete tam anlayamadım. Anavatan Türkiye’den kelemen, yalancı Cennetge ketemeden, diy. Bakalım. Gerçekten de yalancı Cennetke ketecek birevi mi toğul mu sorgudan son anlacakmız,” dedi. Ben içimden “Aha imamda geldi, beni öbür dünyaya yolcu edecekler “dedim.

Korkmaya başlamıştım. Gerçekten de ben şimdi Akmescit Gümrük kapısında mıyım, kabir de miyim yoksa Sırat köprüsünde miyim, bilmiyordum. Eğer kabir de isem bana sorulacak kabir sorularını çok iyi biliyordum. Buna hazırlıklı idim.

Rabbin kim derse tereddütsüz bizi yaratan Allah diyecektim.

Peygamberin kimdir? derse hiç düşünmeden Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.S) diyecektim.

Dinin Nedir? Derse İslâm diyecektim.

Kıblen neresidir? Derse Kabe diyecektim.

Ama bana bunları sormadı Kartbabay. Bir elini omuzuma koydu, gözlerimin içine baktı, korktuğumu herhalde anlamış ki hafifce gülümsedi,

“Korkma balam. Bizler insan yemeyiz. Sakinleş biraz. Ne oldu sana? Hemen ayakların titremeye başladı, yüzünde sarardı. Yoksa sorulara cevap veremeyeceğim, yalancı Cennetge ketemecem diy mi üzülesin?” Dedi. Ben ne cevap vereceğimi şaşırdım. İlk anda konuşamadım. Biraz cesaretimi toplayarak,

“Doğru aytasın kartbabay , korkmadım desem yalan bolacak;hemde çok korktum. Çünkü halamın kartanasının “Balam bizlerni yalancı cennetten kuvdular” dediği yalancı cennet Kırım'ı köremeden şu kapıdan geri kaytarsam (dönersem) çok üzülürüm. Yüz yirmi yıldır katbabaylarımın , kartanaylarımın yaşadığı bu yalancı Cennetni körmek içün koskoca Karadeniz gibi bir denizni aşıp, mında (buraya) keldim. Sizde şimdi meni sorguga şekeceksiniz. Ya sorularınızga cevap beremezsem, menim halim nice bolur. Men korkmayayım da küm korksun. Maga aytar mısın?(Bana söyler misiniz?)” dedim.

“Kokma balam öyle zor soru sormacakmız. Hele bir sakinleş.” dedi imamın yanında duran akaya:”Rüstem balam balaga bır bardak Kırım’ın suvundan (suyundan) ketir. Bala sakinleşsin. Yoksa ödü carılacak, mında ölüp-mölüp kalmasın.” dedi. Rüstem kelimesini duyunca birden şaşırdım. Hemen yüzümü Kartbabayın emir verdiği akayga doğru çevirdim. Fakat Rüstem akay, arkasını dönmüş su getirmeye gidiyordu. Arkadan baktığımda aynı beni sorguya çeken Kartbabayga (dedeye) çok benziyordu. Rüstem akayda kartbabay gibi kalpak, palto, çizme giymişti, ince uzun boylu biriydi. Omuzuna da bir av tüfeği atmıştı.

Kartbabayın tavrı beni sakinleştirmişti. Korkum dağılmıştı. Artık ayaklarım da titremiyordu. Kendimi de iyi hissetiğimi anladığımda,

“Kartbabay meni sorguga şekeceksiniz. Bundan kaçış yok. Bunu çok iyi anlayman. Affınıza sığınarak. Mende sizge bır soru sormak isteymen. Müsaade eter misin?” dedim.

“Bak evladım. Aslında soruları bız sorarız. Sizin soru sormaya hakkınız yok. Yalnız seni süydüm (sevdim). Sadece bir soru sorabilirsin” dedi Kartbabay. Buna sevinmiştim. Hemen hiç düşünmeden,

“Siz küm (kim) sünüz? Meni ne hakla sorguga şekesiniz?” dedim. Kartbabay buna çok hiddetlenmişti. Yüzünün her tarafı gerildi. Omuzumda ki elini geri çekerek, işaret parmağı ile gövdesini göstererek,

“Bız bu yalancı cennetnin GERÇEK SAHİPLERİYİZ. Bizlerge KIRIM TATAR TÜRKLERİ derler. 1783 yılından 1944 yılına kadar bızlerni vatanmızdan sürdüler ama bızlernin ruhu bu yalancı Cennetni terk etmedi. İşte bu yüzden bu yalancı Cennetni ziyaret etmege kelgenler ilk önce gümrük kapısından keşmeden bızden vize almalılar. Şimdi bizim küm olduğumuzu iyi anladın mı?” dedi.

Bu sözleri duyunca sevinmiştim. Artık korkum kalmamıştı. Bende kartbabayın yüzüne gülerek,

“Sizni çok iyi anladım. Haydi kartbabay sorunu sor. Men hazırman “ dedim, ve esas duruşa geçtim. Çünkü karşımda bir Kırım Tatar Türkü’nün Kartbabayı vardı. Artık ona saygıda kusur etmemem gerekti. Bunun bilincindeydim.

“Soruyorum. Hazır bol. BU VATAN KİMİN?” dedi. Bu benim için çok kolay bir soru idi. Gözlerimi gök yüzüne kaldırdım, sesimin çıktığı kadar haykırdım:



BU VATAN KİMİN ?



“Bu vatan toprağın kara bağrında,

Sıra dağlar gibi duranlarındır.

Bir tarih boyunca onun uğrunda,

Kendini tarihe verenlerindir.



Tutuşup kül olan ocaklarından,

Şahlanıp köpüren ırmaklarından.

Hudutlarda gazâ bayraklarından,

Alnına ışıklar vuranlarındır.



Ardına bakmadan yollara düşen,

Şimşek gibi çıkan, sel gibi coşan,

Huduttan hududa yol bulup koşan,

Cepheden cepheye soranlarındır .



İleri atılıp sellercesine,

Göğsünden vurulup tam ercesine,

Bir gül bahçesine girercesine,

Şu kara toprağa girenlerindir.



Tarihin dilinden düşmez bu destan,

Nehirler gâzidir, dağlar kahraman,

Her taşı bir yakut olan bu vatan,

Can verme sırrına erenlerindir.



Gökyay’ım ne yazsam ziyade değil,

Bu sevgi bir kuru ifade değil,

Sencileyin hasmı rüyada değil,

Topun namlusunda görenlerindir.”



Orhan Şaik Gökyay'ın şiirini okudum. Şiir tam biter bitmez bir anda arkamda binlerce alkış gök yüzünde şakıladı. Arkamı dönüp geriye baktığımda ise, binlerce Kırım Tatar Türkü beni ayakta alkışlıyordu. Tam karşımda da elinde bir bardak suyla beni tepeden aşağıya süzen ve yüzüme gülen Rahmetli Rüstem kartbabayım , yanın da küçük bir tepsinin içinde çiğbörek dolu bir tepsi tutan Şefika kartanayım duruyordu. Her ikisinin de yüzlerinden hemen tanıdım. Rüstem kartbabay benim anayımın babası, Şefika kartanamda anayımın anayı idi. Daha ben ağzımı açmadan, beni sorguya çeken kartbabay:



“Aperim balam. Avzuna sağlık. Bu vatan kumünmiş cevabını bu şiirle aruv berdin. Saga başka soru sormacakman. Yalnız şu karşında turan akayı ve apakayı tanıdın mı?” Dedi. Ben de:

”Tanımaz bolurman mı? Mınavı Kartbabayım Rüstem ve mınavı da Kartanayım Şefika.” Dediğimde Rüstem dedem hemen bir adım attı,

“Balam seni sorguga çeken de menim babayım Akıllı Mustafa Akay, yani seninde kartbaban bolur” dedi. Ben ne yapacağımı birden şaşırdım. İlk önce hangisinin elini öpeyim diye düşündüm. Bizim adete göre ilk önce kartlardan başlanır. Hemen Mustafa Kartbabayımın ellerine eğildim, öptüm. Mustafa Kartbabayım benim gözlerimden öptü.

“Koş keldin balam Yalancı Cennetke. Seni biz dört gözle bekliydik. Niye keş kaldın” dedi.

Kartbabayım Mustafaga cevap veremedim. Gözlerimden yaş akıyordu. Rüstem Dedemin elini öpmek istediğimde de “Balam mına suvnu iç. Ondan son öpersin” dedi.Uzatılan suyu bir solukta kafama diktim. Rüstem dedemin ellerini öptüm. Oda aynı Mustafa Kartbabayımın dediği gibi. “Niye geç kaldın balam. Bizlerni çok beklettin” dedi.

Şepika ebemin yanına gittiğimde ise maramasına gözyaşlarını siliyordu.Elini öpmeye uzandığımda:

“Balam şu yanımda duran babayının anayı senin Eben Fatma ebiy, onun yanındaki babayının babayı Yetim Yusuf Akam, diğerleride amcan Lutpü Akay, amcan Amet Akam, Halan Firdevs bacım, kocası Kara Hacı Enişten ve şu sondaki de rahmetli Babayın Sımayıl Akam”dediğinde, omuzumdan biri çekti. Gözümü açtım. Omuzumu çeken arkadaşım Halil ibrahim Akay :

“Şükrü ne yasaysın. Eğer men seni çekmeseydim az kalsın kapının eşiğinden tüşe yazdın “ dedi...

Yine hayal kurmuştum. Babayımın babayı Yusuf Kartbabayımı, anayı Fatma Kartebiyimi, Cennet adlı Firdevs Halamı ve kocası Kara Hacı Eniştemi, Lütfü ve Ahmet amcalarımı ve geçen sene vefat eden rahmetli Babayımla konuşamamıştım, ellerini öpememiştim.

İşte beni yine hayal alemimden uyandıran Halil İbahim Akay'a tekrar kızdım. Ama beni eşikten düşmekten kurtardığı içinde kendisine ayrıca teşekkür ettim.

Şimdi ben İbrahim Akay'a ne yasayım?
 

kurt beyi

New member
Katılım
15 May 2009
Mesajlar
10
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Girne
Cevap: Kırım

  • 28 Ağustos 1941: Volga boyunda yaşayan Alman asıllı Sovyet vatandaşlarının topluca sürgün edilmesi.
  • Ekim 1941: İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordularının Kırım'a girişi. Bütün Kırım'ın işgali Temmuz 1942'de tamamlanmıştır.
  • Kasım 1941: Kırım'da Müslüman Komiteleri'nin kurulması.
  • 27 Kasım 1941: Edige Kırımal ile Müstecip Ülküsal'ın Kırım Türkleri adına faaliyetlerde bulunmak üzere Almanya'ya gitmeleri.
  • 11 Ocak 1942: Müslüman Komiteleri tarafından Azat Kırım gazetesinin yayınlanması.
  • 28 Ekim 1943: Kalmık Türklerinin topyekun sürgün edilmesi.
  • 2 Kasım 1943: Karaçay Türklerinin topyekun sürgün edilmesi.
  • 23 Şubat 1944: Çeçen İnguşların topyekun sürgün edilmesi.
  • 10 Nisan 1944: Kırım'ın yeniden Sovyet hakimiyetine geçişi.
  • 20 Nisan 1944: Kırım'da Alman işgali sırasında meydana gelen olayları tetkik etmek üzere Olağanüstü Devlet Komisyonu'nun kurulması.
  • 11 Mayıs 1944: Kırım Türklerinin topyekun sürgün edilmesini onaylayan Stalin imzalı Devlet Güvenlik Komitesi kararnamesinin yayınlanması.
  • 18 Mayıs 1944: Kırım Türklerinin vatanlarından topyekun sürgün edilmesi.
  • 29 Mayıs 1944: Sürgün Kırım Türklerinin Özbekistan'a geliş tarihi.
  • 20 Temmuz 1944: Kırım'dan sürgün edilmesi unutulan Arabat Köyü'ndeki bütün Kırım Türklerinin eski bir geminin içine doldurulup, denizin en derin yerine gelindiğinde ambar kapaklarının açılıp geminin batırılarak Kırım Türklerinin katliama uğratılması.
  • 30 Temmuz 1944: Kırım ÖSSC'nin lağvedilerek Rusya Federasyonu SSC'ne bağlı bir bölge statüsüne getirilmesi.
  • 12 Ağustos 1944: Devlet Güvenlik Komitesi tarafından, Kırım'dan sürgün edilenlerin yerine Rusya ve Ukrayna'dan kolhoz işçilerinin getirilerek yerleştirilmesinin kabul edilmesi.
  • 14 Kasım 1944: Ahıska Türklerinin topyekun sürgün edilmesi.
  • 14 Aralık 1944: Kırım'daki Türkçe yer adlarının Rusça isimlerle değiştirilmesi.
  • 26 Kasım 1948: Sürgün edilen Kırım Türklerinin vatanlarından ebedî olarak çıkarıldıkları ve onların bir daha vatanlarına geri dönme hakkı olmadığını belirten kararnamenin çıkması.
  • 4 Mart 1953: Sovyet Devlet Başkanı Stalin'in ölümü.
  • 21 Haziran 1953: Stalin'in sağ kolu, İçişleri eski Halk Komiseri Leonid Beriya'nın tevkif edilmesi.
  • 23 Aralık 1953: Beriya'nın idam edilerek öldürülmesi.
  • 19 Şubat 1954: Ukrayna'nın Rusya ile birleşmesinin 300. yıldönümü münasebetiyle Devlet Başkanı Hruşçev tarafından Kırım'ın Ukrayna'ya hediye (!) edilmesi.
  • 28 Nisan 1956: Kırım Türkleri üzerinden sürgün kısıtlamaları kaldırıldı. Ancak onlara vatanlarına dönüşlerine ile sürgün sırasında müsadere edilen mal varlıklarının iadesine izin verilmedi.
  • 1 Mayıs 1957: Sürgünden sonra Kırım Türkçesi ile yayınlanan ilk gazete olan Lenin Bayrağı'nın çıkarılması.
  • 11 Ekim 1961: Vatana dönüş için mücadele eden Kırım Türk Milli Hareketi mensuplarına yönelik ilk yargılamaların yapılması. Bu yargılamalar neticesinde Enfer Seferov ve Şevket Abdurrahmanov mahkum olmuşlardır.
  • Şubat 1962: Kırım Türk Gençlik Birliği kurma teşebbüsleri.
  • 12 Mayıs 1962: Mustafa Kırımoğlu'nun ilk mahkumiyeti.
  • Ağustos 1965: Kırım Türklerinin vatanları Kırım'ı turist (!) olarak ziyaret etmelerine izin verilmesi.
  • 5 Eylül 1967: Kırım Türklerinin diğer Sovyet vatandaşları ile eşit haklara sahip olduğunu, ülkenin diledikleri yerinde yaşama hakları bulunduğunu belirten Af Kararnamesi'nin yayınlanması. Yalnız kararnamenin "diledikleri yerde yerleşme hakkına sahipler" hükmü pratikte uygulanmamış ve onların Kırım'da yaşmalarına yine izin verilmemiştir.
  • 21 Nisan 1968: Kırım Türklerinin ilk büyük protesto gösteri: Çirçik Mitingi.
  • 20 Mayıs 1969: Kurucuları arasında Mustafa Kırımoğlu'nun da bulunduğu Sovyetler Birliği'nde İnsan Haklarını Savunma Teşebbüs Grubu'nun teşkili.
  • 12 Ocak 1970: Mustafa Kırımoğlu ve Kırım Türklerinin dostu, insan hakları savunucusu şair İlya Gabay'ın yargılanarak mahkum olmaları.
  • 5 Şubat 1976: TRT tarafından Mustafa Kırımoğlu'nun mahkumiyeti sırasında 303 gün süren açlık grevinde öldüğü yönünde haber yayınlanması.
  • 23 Haziran 1978: Kırım Türklerinin "Ebedî Meşalesi" olan Musa Mahmut'un vatanına dönüp yerleşmesi üzerine Kırım'daki Sovyet yönetiminin kendisini ve ailesini Kırım'dan zorla çıkarmak istemesi üzerine kendini yakması ve bunun sonucu olarak 28 Haziran'da hayatını kaybetmesi.
  • 15 Ağustos 1978: Kırım'daki Sovyet polisine dilediğini Kırım'dan çıkarma yetkisi veren Yeni Pasaport Kanunu'nun kabulü.
  • 14 Kasım 1986: Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti'nin, sürgüne ve çeşitli baskılara maruz kalan bütün toplulukların haklarını kısıtlayan bütün hükümlerin ortadan kaldırılarak, bu halklara haklarının ve itibarlarının iade edildiğini ve bütün bunların devlet garantisi altına alındığını açıklayan deklarasyonunun yayınlanması.
  • 23 Temmuz 1987: Moskova Gösterileri üzerine Sovyet Devleti tarafından Kırım Türklerinin meselelerinin çözülmesi için bir komisyonun kurulması.
  • 21-29 Temmuz 1987: Kırım Türklerinin Mustafa Kırımoğlu önderliğinde Moskova'da yaptığı gösteriler.
  • 23 Nisan - 2 Mayıs 1989: Taşkent'in Yangiyul ilçesinde yapılan Kırım Türk Milli Hareketi Teşkilatı toplantısı sonunda Mustafa Kırımoğlu'nun başkanlığa seçilmesi.
  • 10-12 Haziran 1989: Kırım Türk Milli Hareketi Teşkilatı'nın Mustafa Kırımoğlu başkanlığında Kırım'daki ilk toplantısını yapması.
  • 29 Ocak 1990: Kırım Türklerinin sorunlarının çözülmesi amacıyla yeni bir Devlet Komisyonu'nun kurulması.
  • 12 Şubat 1991: Kırım ÖSSC'nin Ukrayna'ya bağlı olarak yeniden kurulması.
  • 26 -30 Haziran 1991 : II.Kırım Tatar Milli Kurultayı Vatan Kırım’da Akmescit’te toplandı. Kurultay’da Kırım Tatarlarını temsile yetkili en üst organ olarak 33 kişilik Kırım Tatar Milli Meclisi seçildi ve başkanlığa Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu getirildi.
  • 24 Temmuz 1991: SSCB Bakanlar Kurulu'nun "Kırım Türklerinin Kırım'a düzenli bir şekilde dönmeleri ve orada kendileri için gerekli şartların oluşturulmasının devlet garantisi altına alınması" hakkında kararname kabul etmesi.
  • 13 Kasım 1991: Ukrayna Vatandaşlık Kanunu'nun Kabulü.
  • 1 Aralık 1991: Ukrayna Bağımsızlık Deklarasyonu'nun oylanarak kabul edilmesi.
  • 27 Mart 1994 : Kırım’da yapılan seçimler sonrasında Kırım Tatar Milli Kurultayı’nın belirlediği, 14 Kırım Tatar Milletvekili sürgünden sonra ilk defa Kırım Parlamentosuna girdi
 

kurt beyi

New member
Katılım
15 May 2009
Mesajlar
10
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Girne
Cevap: Kırım

cennet vatan kirim, yok olmuş!
 

kurt beyi

New member
Katılım
15 May 2009
Mesajlar
10
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Girne
Cevap: Kırım

322) DİVAN-I LÜGAT’İT TÜRK İÇİN ÖLDÜRÜLEN BİLİM ADAMLARI

Yayin Tarihi 19 Kasım, 2008
Kategori KAŞGARLI MAHMUD VE DİVANÜ LÜGATİ'T TÜRK, TÜRK DÜNYASI
Divan’ül Lügat’it Türk için onlarca bilim adamı öldürüldü!







Dünya üzerinde hiçbir kitap, basımı için bu kadar çok sayıda bilim adamının can vermesine sebep olmadı.
Dünya üzerinde bir kitap, basımı için bu kadar çok sayıda bilim adamının can vermesine sebep olmamıştır. Bu kitabın ismi; Divanü Lügati’t Türk, yazarı da büyük bilgin Kaşgarlı Mahmud…Bu sene 1000′nci doğum yılı kutlanan ve 2008 yılı da kendi yılı ilan edilen Kaşgarlı Mahmud’un Türkçe’nin ilk büyük sözlüğü ve ilk Türk ansiklopedisi olan Divanü Lügati’t Türk, tam 800 yıl boyunca ortada yoktu; tıpkı bir diğer kitabı Kitab’ül Cevahir gibi…
Divan-ı Lügat’it Türk, geçtiğimiz yüzyılın başında, Ali Emiri tarafından bulundu.
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı Yakup Deliömeroğlu, kitabın bulunuşunu şöyle anlatıyor:
“Kitabı sahaflarda Ali Emiri Efendi buldu. Ali Emiri Efendi, kitabı satın aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirir: ‘Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum… Bu kitabı sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.’
Büyük bir coşku içinde olan Ali Emiri Efendi kitabını kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simaları Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi şahıslar, Ali Emiri Efendi’nin Divanü Lügati’t Türk’ü bulduğunu işitmiş ve görmek istemişlerse de Ali Emiri Efendi onları kitaba yanaştırmamıştı; Kitabı sadece çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye gösteriyordu.
Ali Emiri Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir vaziyetteydi. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın eksik mi, tam mı olduğu belli değildi. Ali Emiri Efendi bunun tespitini Kilisli Rıfat Efendi’ye yaptırdı. Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç kere okudu, karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Daha sonra da kitap Matbaa-i Amire’de üç yıl süren bir maceranın ardından basıldı.Yakup Deliömeroğlu, kitabı kendi dillerine tercüme etmek isteyen çok sayıda Türk bilim adamının da bu yolda Rus ve Çinliler tarafından şehit edildiğini söylüyor. İşte Rus ve Çinliler tarafından katledilen Türk bilim adamları…
Dîvân ü Lügati’t Türk’ün Türk Dünyasında ilk tercüme girişimi, Azerbaycan’da oldu. Sovyet Bilimler Akademisi’nin Azerbaycan Şubesi, bu iş için Halid Said Hocayev’i görevlendirir. Hocayev, 1935-37 yıllarında bu görevi tamamlar. Fakat Hocayev ve yardımcılarının başarısının mükafatı, ölüm olur.
1937 yılında bu kez meşhur Uygur şairi Kutluk Şevki ve eğitimci şair Muhammed Ali Dîvân ü Lügati’t Türk’ü Uygurcaya tercüme ettikleri için katledilirler ve bütün çalışmaları yakılır. Kutluk Şevki, hac yolculuğu sırasında uğradığı İstanbul’ dan Kilisli baskısını alarak ülkesine götürmüştür. Bilim dünyasına hizmet için giriştikleri iş, kendi sonlarını hazırlar.

Uygurlar, 1944 yılında Şarki Türkistan Devletini kurduklarında, ilk iş olarak Dîvân ü Lügati’t Türk’ün tercümesi işine girişirler. Bu iş için meşhur alim İsmail Damollam görevlendirilir. Birinci cildin tercümesi tamamlanmıştır ki. Rusya ile Çin anlaşarak Şarki Türkistan Devleti ortadan kaldırılır ve İsmail Damollam öldürülür.Şarki Türkistanın Kızıl Çin tarafından işgal edilmesinden sonra Uygur bölgesinde Sinjang Özerk Yönetimi kurulur. Kaşgar bölgesinin Valisi Seyfulla Seyfullin, maddi kaynak da ayırarak tanınmış şair ve tarihçi Ahmed Ziyaî’yi Dîvân ü Lügati’t Türk’ün tercümesi için resmen görevlendirir. 1952-54 yılları arasında Divanın tercümesi tamamlanır ve Pekin’ e basılması için gönderilir. Baskının giderleri de Kaşgar valiliği bütçesinden ayrılmıştır. Ancak Pekin “karşı devrimcilik ve milliyetçilik” suçlamaları ile Ahmet Ziyaî’yi 20 yıl ağır hapse mahkum eder ve Ziyaî cezaevinde işkence altında can verir, divanın bütün tercümeleri de yakılır.
Yılmayan Uygurların bir başka girişimi, 1960-63 yıllarında, Çin İlimler Akademisi Şincang Bölümü Müdür Yardımcısı Uygur Sayrami tarafından hayata geçirilir. Fakat hem Sayrani yardımcılarıyla birlikte öldürülür hem de tercümenin metinleri yakılır.
Uygurların Divan’a merakı bütün bu olanlara rağmen azalmamakta aksine artmaktadır. Halkın ve aydınların yoğun isteği ile Dîvân ü Lügati’t Türk İbrahim Muti’in yönetiminde Abdusselam Abbas, Abdurrahim Ötkür, Abdurra¬him Habibulla, Abdulreşit Kerim Sait, Abdulhamit Yusufi, Halim Salih, Hacı Nur Hacı, Osman Muhammed Niyaz, Emin Tursun, Sabit Ruzi, Muhammet Emin ve Mirsultan Osmanov’dan oluşan 12 kişilik komisyon tarafından tercüme edilir. Bu tercüme ile Divan, 1981-84 yıllarında Urimçi’de 3 cilt halinde ve 10 bin nüsha basılır.
Divan’ül Lügat’it Türk, Kazakistan ve Azerbaycan’da ise SSCB’nin yıkılışından sonra yayınlanabildi.
 
Üst