Komünizm Döneminde Sibirya’daki Ölüm Kampları Düzeni ve Türkler

Volkan

-Otağ Hanı-
Katılım
20 Haz 2008
Mesajlar
969
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Altaylar
Sovyetler döneminde devreye konulan ölüm kampları konusunun Türkler bağlamında ele alınışının nedeni bu konunun, zamanında birçok kişinin canını yakmış olmasına karşın eskiden olduğu gibi günümüzde de ele pek alınmadığından kaynaklanmaktadır. Bu konunun Türkiye’deki en önemli araştırmacılarının başında ulu Türk bilginlerinden Necip Hablemitoğlu (1954-2002)’nun adı gelmektedir. Hablemitoğlu tarafından (Yeni Hayat dergisi Genel Yayın Yönetmeni Av. Hanifi Altaş’ın (2004: 7-10) verdiği bilgiye göre henüz 19 yaşındayken kaleme alınan) neredeyse bir tez kadar düzenli bir biçimde hazırlanan "Sovyet Rusya’da Devlet Terörü" adlı çalışması bu bağlamda son derece titiz bir araştırmanın sonucu elde edilen bilgi hazinesi olması nedeniyle bir baş kaynak olarak gösterilebilir. Bunun yanı sıra, zamanında bu korkunç kıyım makinesinin dişlilerine düşen insanların hatıratları da bu konuda ışık tutucu olmaktadır. Özellikle Türk halklarının içerisinde eski adıyla Rusya Türkleri - ki bu ad eskiden; Rusya, Orta Asya ve Kafkasya Türklerini kapsamaktaydı - ile Anadolu Türkleri açısından yukarıda anılan konunun tarihin tozlanmış raflarına konulup unutulmasına izin vermeyip belleklerde saklanmasına yönelik işlenmesinde büyük bir yarar vardır. Çünkü, dünü bilmemek ya da unutmak gelecekte aynı gelişmelerle yüz yüze gelme olasılığını ortadan kaldırmaz. Oysa ki, geçmiş bilgisi gelecekte benzer durumların ortaya çıkmaması için ya za benzer durumların ortaya çıktığında gerekli önlemlerin çok daha etkili alınmasına yarayabilir. Bunun yanı sıra geçmişteki acı sayfaları bilmek, kanı ve zihni itibariyle kendini Türk hisseden, kabul eden ve en önemlisi de Türk olan bütün Türklerin en önemli görevlerindendir.

Burada ek bilgi olarak Sovyet Rusya’da insanların Komünistler tarafından SSCB’nin içerisinde köle, daha doğrusu evcil hayvan gibi ölümüne sömürüldüğü ölüm kampları düzeni konusundaki gerçeklerin, dünya çapında tanınan Rus yazar Aleksandr Soljenitsın’ın “Arhipelag GULAG” (GULAG* Takımadaları) adlı kitabından bütün çıplaklığıyla öğrenilebileceğini belirtmek gerekir (Altaş 2004: 7-11). Soljenitsin’den çok önce, sözde eşit ve hür yaşanacağı kardeş bir dünya kurma iddiasıyla ülke yönetimini ele alan Rusya Komünist Partisi tarafından uygulanan kıyım sistemi konusunda bir çalışma yürütüp 1938’de yayımlayan ve bu yüzden İspanya’nın Katalonya bölgesi başkenti Barcelona şehrinde Sovyet ajanlarınca öldürülen Mark Rhein’in adının da burada anılması lazım (Habemitoğlu 1973: 11-14). Burada, önce Sibirya’da Yenisey Nehrinin orta havzasında bulunan Krasnoyarsk (Hakas Türkçesinde Hızıl Çar, yani, Kızıl Yar/Kıyı - TBD), ardından da Kazakistan’daki Semipalatinsk (Kazak Türkçesinde Semey - TBD)’taki esir kamplarında 1915’ten 1920’ye dek altı yıl süren esirlik hayatıyla ilgili anılarını paylaşan ve Sibirya ile Orta Asya bölgelerinde bulunan esir kampları konusunda oldukça ayrıntılı bilgiler veren Tuğgeneral Ziya Yergök’ün (Önal 2005: 5-10) adının da anılması gerek. Z. Yergök’ün yaşadıkları aslında Anadolu’dan bile Türklerin Sibirya’nın derinliklerine kadar sürüldüğünü ve oralarda esir hayatı sürdürdüklerini en iyi biçimde anlatmaktadır. Ayrıca, bu Komünist sistemin suçsuz kurbanlarının ad olarak tespit edilmesine yönelik olarak devlet arşivlerde bütün Rusya çapında çalışmalar, bu doğrultudaki bütün bilgileriyle kitle iletişim araçları ve internet aracılığıyla kamuoyuyla paylaşan “Memorial” adlı sivil toplum kuruluşu tarafından yürütülmektedir.

Yukarıda sayılan nedenlerden ötürü Sovyet Birliğinin tarihinde yer alan acı olayları tanımak Sovyetler döneminde ulaşılan başarılarının karşılığında ödenen insan hayatı türünden bedelin ne denli ağır ve korkunç olduğunu idrak edebilmenin yolunda olmazsa olmazlardandır. Bunlar bilindikçe Sovyetlerdeki sanayi ve alt yapı alanındaki "sözde mucizelerin" altında yatan sistemin de bilinmesi ve farkında olunması kaçınılmazdır. Aksi halde, komünist ya da sosyalist görüşlü insanlar o sözde mucizeleri överken, bunların bedelinin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi olmadan söylev sahibi kimseler oldukları veya olacakları tartışılmaz bir biçimde açıktır. Bu doğruları yansız bir biçimde araştırıp çözümledikten sonra cesurca açıklayan ve Türk okurlarını Sovyet Komünist Rusya’nın pek bilinmeyen ve gizli tutulması için propaganda bağlamında olağanüstü bir biçimde gayret ve mali kaynağın sarf edildiği karanlık yüzüne doğru gerçekçi bir yolculuğa çıkaran Dr. Hablemitoğlu insanlığa ve genç Türk kuşaklarına çok büyük hizmet götürmüştür.

Yukarıda sözü edilen korkunç sistemin adı da Necip Hablemitoğlu’nun çok doğru tabiriyle "ölüm kampları" idi. Bu sistemden yüzlerce, binlerce, yüz binlerce ve hatta milyonlarca değil, on milyonlarca insan geçmiştir. Bu insanların içerisinde çok sayıda Türk yer alarak Sovyetlerdeki Komünist ölüm makinesinin zulmüne maruz kalmıştır. Ölüm kamplarına dayalı Sovyet ekonomisi ve bu düzeninin her türlü yoldan sürmesini sağlamaya çalışan Sovyet Birliği Komünist Partisi münhasır bir biçiminde yönetimi elinde bulunduran rejimde (Hablemitoğlu 2004: 17) yaşanan bu yıkım ve soykırım Rusya Türklerini ve Rusya topraklarına tutsak olarak düşen Anadolu Türklerinin hayatlarına bir ateş olarak düşmüş ve yakmıştır.

Bu ölüm-kalım cehenneminden geçip hayatta kalabilen Türklerin maruz kaldıkları insanlık dışı zulümleri anlatmaları, bu konuda araştırma yapanların gizli kalmış ya da geniş kitlelere ulaştırılamamış bilgileri su yüzüne çıkarmaları Türk tarihinin geçmişteki gerçeklerle yüzleşebilmesi bakımından çok büyük önem taşımaktadır.

Sonuç olarak bu bilgiler doğrultusunda günümüzdeki Türk dünyası gençliği ataları ve atalarının yaşamak durumunda olduğu sistemle ilgili bütün gerçekleri öğrenebilmekte, öğrenebilmelidir.

Yine bu bilgiler doğrultusunda, ülkeyi ve bu ülkenin içinde yaşayan halkları ölüm kampları ağıyla sarmalamış bulunan Sovyet Komünizminin bir antitezi olan Çarlık Rusya’dakine benzer bir biçimde "halkların sürgün yeri" olarak kullandığı Sibirya bölgesinde yer alan ölüm kamplarıyla, buralara düşen Türklerin anıları bağlamında, öğrenebileceğimiz ve öğrenmemiz gereken çok şeyin olduğu inancındayım.

Özelde Sibirya ve Genelde Rusya’daki Ölüm Kamplarıyla Hapishanelerin Kısa Tarihçesi

Sovyetler coğrafyasının iklim açısından en sert, yüzölçümü bakımından en geniş ve nüfus yoğunluğu yönünden en düşük orana sahip bir bölgesi olan Sibirya’da dönemin rejimince çok sayıda hapishane ve kampın kurulmuş olması aslında çok da şaşılacak bir durum değildir. Neden mi? Çünkü az önce sayılan bütün etkenlerin, sözde enternasyonalizm fikrini her fırsatta hem ulusal hem de dünya düzleminde savunmasına karşın resmi dili Rusça olan (ve çeşitli etnisitelere mensup insanların Çarlık tarihi dahil olmak üzere "Ata yurdu tarihi" adı altında büyük oranda Rus tarihinden ibaret bulunan resmi bir tarih okumak zorunda olduğu) Sovyet devletin hapishaneler ağının ağırlığının Sibirya’ya doğru kaydırılmasına yol açan kararların alınmasında etkili olduğu söylenebilir.

Bununla birlikte bu konuda Hablemitoğlu’nun görüşü de çok önemli bilgi niteliğindedir. Ona (Hablemitoğlu 2004: 17) göre, 1552’de Kazan şehrini işgal eden Rürik soyundan gelen Rusya Çarı Korkunç İvan (1531-1584) döneminden itibaren sürgün yeri olarak kullanılmaya başlanan Sibirya bölgesinin ölüm kampları için seçilmesinin altında yatan nedenlerin arasında bu bölgede bulunan zengin yer altı ve üstü kaynaklarını kapitalizmin gelişebilmesi adına işleme gayretinin ve bunun gerçekleşebilmesinin de doğrudan ölüm kamplarının kurulması ve zaman içerisinde artış göstermesine ilişkin ciddi bir gereksinimin yattığını yadsımak olanaksızdır. Ayrıca, Sibirya’ya bu sistem dahilinde çalıştırılmak üzere sürülen Rus insanları aynı zamanda Sibirya yerlisi olan halkların karşısında Rusya devletine etnik olarak Rus asıllı beşeri unsurların artması ve kim yerlerde üstünlük sağlaması yönünden de ciddi bir kolaylık sağlamaktaydı (Hablemitoğlu 2004: 17).

Biri sürgün öbürü ise devlet lehine köle gibi ağır işlerde çalıştırılmak (katorga sistemi) için sürülme gibi iki ana çeşide ayrılan sürgün yeri olan ve en korkunç hapishaneler diyarı Sibirya bu yöndeki gelişmeyi Deli Petro döneminde kazanmıştır (Hablemitoğlu 2004: 18).

1917’de ihtilalin gerçekleştiği ve Komünizmin ta 1930’lara kadar uygulanmadığını savunan Hablemitoğlu’na (2004: 22-27) göre Rusya’da bu dönemde, Lenin’in 1920’lerin başında uygulamaya koyduğu köylülerin mahsulleri konusunda ciddi serbestiler getiren NEP (Yeni Ekonomi Politikası) siyaseti dahil olmak üzere 1928’e dek “liberalizm karışımı Komünizm” uygulanmıştır.

Avrupa’da modern anlamda Hitler’den çok önce toplama kampların kurucusu olarak kabul edilen Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin)*’un başkanlığındaki ülke yönetimiyle kan dönme konusunda Hitler’i bile geride gölgede bırakan İyosif Vissarionoviç Stalin (gerçek soyadı Djugaşvili/Cugaşvili - TBD)’in iktidarının bir dönemini kapsayan 1917-1928 yılları dönemi içerisinde genç Sovyet devleti ne sanayi ne de tarım alanında ciddi başarı performansını sergileyemediği gibi ülkenin içindeki sosyo-ekonomik sorunları çözebilmiş değildi. En önemlisi de, böylece, Sovyetlerdeki Komünistler dünyadaki başka devrimci güçlere örnek teşkil edebilecek bir şey sunamamış oldu.

Komünist Rusya’da ilk mecburi çalışma kampları 1917 Sosyalist Devriminin ardından bir-iki yıl içerisinde Arhangelsk bölgesinde yer alan Holmogorı’da kurulmuştur. Çarlık rejiminden Rus Komünistleri tarafından bir toplumsal miras olarak devir alınan katorga sisteminin tatbik edilişine başlandığı tarih ise 1923 yılıdır. Hatta Komünist Rusya’da kampların artış dinamiğini göstermek gerekirse şöyle sayılar örnek olarak gösterilebilir: 1922’de inşası süren yalnızca 2 kamp varken, 1927’de bu sayı 50, üç yıl sonra da 1930’da Komünistlerce inşa edilen kamp sayısına 90 yeni kamp eklenmiş ve “Sovyet proletaryasının hizmetine sunulmuştur” (Hablemitoğlu 2004: 35).

Islah kurumları konusundaki istatistik üzerine daha farklı görüşler de mevcuttur. Sovyet iktidarına karşı olan ya da karşı oldukları düşünülen gerçek ve hayali (ki yüzde doksan dokuzu herhalde hayali idi) düşmanlarının emek kavramının uygulanışı yoluyla değiştirilmesini ve hızlı bir biçimde kurulması planlanan Sosyalizm’in lehine tutum ve tavırlar kazanmalarına baskı boyutunda ağırlık veren SSCB ülkesinde 1923 yılının ortasında; toplama kampı, ıslah evi, hapishane, tarımda çalıştırılmak üzere zorla ikamet edilmesini öngören köyler, mahkum evleri gibi ıslah kurumlarının toplam sayısı 700’ü geçmişti. Buralarda yaklaşık 140 bin kişi bulunmaktaydı. 1936’da STON

[1] (ston, Rusçada “çığlık” demektir - TBD) adını alan meşhur SLON

[2] (slon, Rusçada “fil” demektir - TBD) Temmuz 1923’te kurulmuştur (İstoriya Oteçestva 1994: 110).

Esasen, Komünist Rusya’da kampların mantar gibi çoğalmasını tetikleyen neden ise, 1926 yılının son baharında VTsİK

[3]’in suçluların artık konvoy bulundurulmadan cezalarının çekmesi gerektiğini öngören bir kanun hükmünde kararnamesinin kabul edilmesidir. Daha önceki dönemlerden farklı olarak o yıllarda sömürgeci rejimin kötü bir mirası olan hapishanelerin tamamen ortadan kaldırılıp yerine, suçluların serbestçe çalışabileceği ve böylece Sovyet Sosyalist toplumuna yeniden tam yetkin ve sağlıklı birer üye olarak geri kazandırılabileceği kamplar sisteminin kurulması düşüncesi yaygınlık kazanmıştır. Yani, bütün suçluların bu kamplarda çalıştırıldığında kişiliklerinde olumlu yöne doğru değişimler meydana geleceğinden bunların Sovyet Rusya’nın birer dürüst yurttaşı olabileceği düşüncesi, mecburi çalışma kamplar ağının ülke çapında hızlı bir biçimde yayılmasına ciddi bir ivme kazandırmıştır (Zemskov 1997: 54).

Oysa ki, Ekim 1917’de meydana gelen Sosyalist Devrim amaçlarının baş köşesine şiddet ve zulmü ortadan kaldırılmayı koymuştu. Örneğin V.Lenin (PSS: 122) “... ülkümüzde insanlara karşı yönelik zulme yer yoktur...”, “...Bütün gelişme toplumun belirli kesiminin öteki kesimi üzerindeki zorbalığa dayalı hakimiyetinin ortadan kaldırılmasına götürmekte”. Bu güzel niyet ifadesi olan sözler, ne yazık ki, uygulamada kendi yansımasını bulamamış, milyonlarca suçsuz insanın hayatının yakılmasına yol açmıştır. Nitekim, Sosyalist Devrim’in hemen ardından 05 Eylül 1918’de Halk Komiserleri Konseyi (SovNarKom/SNK)’nin meşhur “Kızıl Terör” kanun hükmünde kararnamesi yayınlanmıştır. Bu ararnameye göre Beyaz Ordu örgütlerine, darbe girişimi ve ayaklanmalara karışan herkesin kurşuna dizilmesine izin verilmekte ve Sovyet Cumhuriyeti’nin toplama kamplarına tıkanması suretiyle sınıf düşmanlarından temizlenmesini emretmekteydi (Soljenitsın 1991: 13). Yani, az önce sözü edilen insanlıkdışı uygulamaların hayata geçirilmesine başlanması ve Sovyet toplumunun her kesimini de alacak şekilde genişletilmesine uygun hukuksal alt yapının ne olduğu konusunda böylece fikir sahibi olunabilir.

Peki hızla sayısı artırılan bu ölüm kamplarının içine sokulan nüfusun artış dinamiği nasıldır acaba? Bu alanda da çok iyi bir araştırma yapan Hablemitoğlu (2004: 35), elde ettiği bilgilere dayanarak şu rakamları vermiştir: 1928-1930 yılları arasında yaklaşık 663 bin mahkumun bulunduğu bu sistemde 1931-1932 yılları arasındaki dönemde mahkum sayısı 2 milyon olmuş, ardından 1933-1935 yıllarında da bu sayı 5 milyona yükselmiştir.

Mecburi Çalışma ve Islah Etme Kampları olan GULAG cehennemine mahkumlar bütün SSCB coğrafyasından sevk edilmektedir. Bu sevkıyatın yoğunluğuna ilişkin bir fikir edinmek için toplam 88917 kişinin kamplara çalıştırılmak üzere gönderildiği Ekim-Aralık 1934 tarihinin yalnızca verilmesinin yeterli olacağı (Zemskov 1997: 58) kanısındayım. Bütün bunların doğal sonucu olarak ülke çapında çok derin korku duygusunun yayılması vuku bulmuş; insanlar aile içerisinde bile artık konuşmak, görüşlerini paylaşmaktan çekinir duruma gelmiştir. “Opyat dvadtsat pyat” (yine yirmi beş), “Kak dal bı yemu dvadtsat pyat, budet znat kak dedu derzat” (dedeye karşı karkılşmanın ne demek olduğunu bilmesi için ders vermek niyetinde ona yirmi beş çakardım) gibi deyimlerin Sovyetlerin içinde insanların konuşmalarında yaygınlık kazanması Lenin ve Stalin dönemlerine rast gelmekte ve günümüz Rusçasında bu deyimlerin varlığının devam etmesi o korkunç günlerin bir anısı ve mirasıdır. Neden mi? Çünkü o dönemlerde hüküm giymek ve ölüm kapmlarına düşmek o kadar kolaydır ki insanların suçsuz oldukları halde uydurma suçlamalarla 10, 20, 25 yıllığına mahkum edilmesi çok yaygın bir uygulamaydı (Svanizde 2006).

Bu rakamlar aslında, ölüm kampları sürecinin daha başlangıcındaki sayısal dinamikleri yansıtan göstergeler olmasına rağmen bizlere, sürekli Batı’da işçinin sömürüldüğü edebiyatına başvuran Komünistlerin aslında kendilerinin de işçi ve köylüyü yaşam hakkı dahil olmak üzere bütün haklardan mahrum edilen birer köle konumuna getirerek hiç bir karşılık vermeden ölümüne dek sömürdüğünü gösterebilme konusunda ikna edici ve dehşet verici bilgilerdir.

İşte sanayide büyük atılımlar öngören Birinci Beş Yıllık Plan’ın uygulanışına böyle bir ortamda girilmiştir. Doğal olarak ciddi yatırımlar isteyen bu atılımların gerçekleştirilebilmesi için büyük insan gücüne gereksinim duyulması kaçınılmazdı. Ortaya çıkacağı kaçınılmaz olan bu sorunun çözümü konusunda parlak Rus Komünist zekalar, onlarca milyon insanın hayatına paha olacak Ölüm Kampları olarak tanımlanabilecek Mecburi Çalışma Kampları sistemini, Çarlık dönemindeki eski adıyla Katorga sistemini devreye konulmasına ön ayak oldular.

Bu arada kırsal kesimlerde zorla yapılan Kolektifleştirme sonucu yaygın kıtlıklar patlak vermiş, bunun sonucunda milyonlarca insan ölmüştür. Sözgelimi, 1926’da 31 milyonluk bir nüfusa sahip Ukrayna 1939’a gelindiğinde nüfusunun artacağı yerde beş milyon kişi azalmıştır. Kazak Türklerinden bu dönemdeki uygulamalar yüzünden 1,5 milyon kişi ölmüştür. Türkistan bölgesinde ise toplam 3 milyon hayat sönmüştür bu dönemde (Hablemitoğlu 2004: 29-30).

Sovyet Komünist Rejimince Sibirya’da Kurulan Ölüm Kampları ve Kurbanları

Sibirya’da kurulan ve tam hız çalışan ölüm kamplarına sevkıyat Sovyet zamanında II. Dünya Savaşı öncesi dönemde olduğu gibi savaş yıllarında ve savaşın bittiği yıllarda da devam etmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonunda bu bölgedeki zorla çalıştırılma kamplarına milyonlarca yeni mahkumla doldurulmuştur. Sevk olunan bu mahkumların içinde hem Sovyetlerin içinde yaşayanlar hem de yurtdışında yaşayan Rus ya da Sovyet yurttaşları yer almıştır. Çeşitli yollardan kandırılarak ve zor kullanılarak bu insanlar hayvan nakliyatı için kullanılan katır vagonlarda insanlık dışı koşullarda Sibirya’nın derinliklerine ölümüne gönderilmekteydi. Kızıl Ordu saflarında Nazi Almanlara karşı cephede savaşıp tutsak düştükten sonra Alman toplama kamplarına düştükten sonra oralardan kurtulan ve ülkesine sevinçle dönen milyonlarca Sovyet askeri de az önce anlatılan akıbete maruz kalmış, sınırlarda karşılanıp doğrudan ölüm kamplarına yollanmaktaydı.

1917 devriminden ve daha sonraki Sovyet yıllarındaki uygulamalardan kaçan ya da sınır dışı edilen yüz binlerce insan Batıya yerleşmişti. 1945’te Sovyetlerin II. Dünya Savaşından galip çıkması, Sovyet Komünist rejimini nefretle izleyen bu insanlar üzerinde büyük çapta etki yaratmış, bu insanlar aileleriyle birlikte Sovyet propagandalarına kanarak SSCB’ye yönelmiştir. Ancak, bunların da neredeyse tümü Komünist yönetimce ezilerek ölüm kamplarına sürülmüştür. Bu sürülen insanların içinde eşleri konumunda Batı Avrupa kökenli olan bir çok insan da kocalarının ya da hanımlarının yanında bilerek ya da farkında olmadan bu ölüm yolculuğuna gitmiştir (Svanidze 2006).

Bunun yanı sıra Almanlar tarafından kurulan lejyon birliklerinde Komünist Rusya’ya karşı savaşan bir çok Türk vardı. Bunlar da ya gönüllü olarak ya da 28 Mayıs 1945 tarihinde Güney Avusturya’da yer alan Spittal-Drau kasabasında bulunan 7000 Kuzey Kafkasya Türkü aile ve çocuklarıyla birlikte Amerikan ve İngiliz askerlerince Sovyet ordularına teslim edildiği örneğinde olduğu gibi zor kullanılarak SSCB’ye sevk olunmuştur (Hablemitoğlu 2004: 55-57).

Sovyet Komünistleri SSCB’nın geniş topraklarında yayılan ölüm kampları ağına yollanmak üzere Türk halkların içerisinde Kırım Tatarları, Karaçay, Balkar, Ahıska Türklerini topyekün bir biçimde sürgüne göndermiş, bu halklara karşı soykırım uygulamış, yurtlarından koparmış ve yurtlarına dönmelerini de yasaklamıştır. Bunlar Orta Asya, Sibirya ve Rusya’nın Uzak Doğusu bölgelerindeki mecburi çalışma kamplarına yerleştirilmiştir (Hablemitoğlu 2004: 64-65).

Hemen burada başka bir davranış örneğini vermekte yarar vardır. Yukarıda sözü geçen Ziya Yergök’ün, Dünya Savaşına 83. Alay Komutanı olarak katılıp ve Sarıkamış faciasından sonra Ruslarca esir alınıp Sibirya ve Orta Asya’daki savaş esirleri kamplarında hayatının altı yılını geçiren ve oralardan kaçıp 1920’de yurduna dönebildikten sonra bir yıl bile geçmeden Şubat 1921 tarihinde Kazım Karabekir Paşa tarafından askeri rütbesi albaylığa yükseltilmiş, askeri hizmet içerisinde ise Z. Yergök 1930’da tuğgeneralliğe kadar terfi etmiştir (Önal 2005: 5-10). Oysa, binlerce Sovyet askerinin Alman esaretinden bin bir güçlükle kurtulduktan sonra döndüğü yurdunda sevinç bile yaşayamadan doğrudan Sibirya ve Orta Asya’daki ölüm kamplarına sürülmüştür. Dolayısıyla, burada örneği verilen iki durum, iki farklı yaklaşımı ve insana verilen değeri de yansıtır niteliktedir.

Topyekün sürgün uygulaması Sovyetler tarihinde ilk kez Baltık ülkelerine (Letonya, Litvanya ve Estonya) karşı uygulanmıştır. Buralardan koparılan sayıları bir milyonu aşkın insan da Ural dağları, Orta Asya ve Uzak Doğu bölgelerine sürülmüştür (Hablemitoğlu 2004: 65-72).

Yukarıda değinilenlerin dışında mecburi çalışma sistemi savaşta Kızıl Ordu tarafından esir alınan yabancı askerlerle de büyük ölçüde takviye olunmaktaydı. Kimi tahminlere göre sayısı 3-4 milyonu bulan Alman savaş esirlerinin yanı sıra Romanya, İtalya, Finlandiya ve Yugoslavya asıllı savaş tutsaklar Sovyetlere getirilmiş ve bunların büyük kısmı da çalışma kamp zindanlarında ölmüştür (Hablemitoğlu 2004: 49-50).

Anadolu Türklerinden olup “sabıkalı komünist” olan ve hem Orta Asya hem de Sibirya mecburi çalışma kamplarına sürülen Yusuf Yıldırım’ın verdiği bilgiye göre Kızıl Ordu’nun Uzak Doğu’da Mançurya bölgesinde tutsak ettiği bir milyon civarındaki Japon askerlerinden Karaganda’daki kampa düşenlerin arasında açlıktan ölüm oranı yüksekti (Hablemitoğlu 2004: 49).

Sovyet Rusya’da toplam 30 yıl yaşayan ve bu sürenin 6 yılını (1949-1955) Orta Asya (Karaganda) ve Sibirya (Norilsk ve Vorkuta) mecburi çalışma kamplarında mahkum olarak geçiren Yusuf Yıldırım (1972: 230-231; Hablemitoğlu’nda 2004: 98-99) Sibirya’ya sürgün edilişini şöyle anlatmıştır:

“Vapurlar, hayvan nakli için kullanılan vapurlardı. Ahırdan farksızdı. Vapur yolculuğu da 3-4 gün sürdü. Vapurdan çıktığımız zaman müthiş bir soğukla karşılaştık. Kar tipisi vardı. Dişlerimiz birbirine vuruyordu soğuktan. Birkaç gün yaya olarak gündüzle gecenin farkını anlamadan yürüdük. Kar tipi hiç dinmiyordu. Bizi kutup dolayındaki Narilsk [Krasnoyark Eyaletinin kuzeyinde bulunan ve günümüzde Alüminyum başta olmak üzere demir dışı piyasasındaki dev işletmelerin ve ağır sanayinin merkezi olan Norilsk şehri - TBD]’e getirmişlerdi. Kampa yaklaştığımızda, tipi biraz dinmişti. Geçtiğimiz yolun sağında solunda uzaklardan kuleler görünüyordu. Ateş sesleri işitiliyordu. Yürümeyen mahkumları yolda kurşunluyorlardı. Ellibin kişi kadar vardık. Bir kampın önünde durdurulduk. Tahminen on kafileye ayrılmıştık. Bir kafile burada kaldı. Kafileleri her milletten karışık olarak teşkil etmişlerdi. Epey ilerledikten sonra yine bir kampın önünde durdurulduk. Burada beş kafile bırakıldı. Yine kafileler hareket etti. Kimsede yürümeye takat kalmamıştı. Canımızı dişimize takarak, yürüyorduk. Geride kalanların üzerinde köpekleri saldırtıyorlardı. Ben en son kafiledeydim. Kurşunlananların, takatsizlikten düşüp donanların, can çekişenlerin, yaralananların, sıradan ayrıldı diye öldürülme tehlikesi olduğunu bildiğimizden üzerlerine basarak yürüyorduk. Bunların sayısı herhalde iki yüzden fazlaydı”.

Bu kısa anlatımdan da anlaşılabileceği üzere en az 150 arama ve 500’den çok bekçilik için özel yetiştirilmiş köpeklerin bulundurulduğu ölüm kamplarına (Hablemitoğlu 2004: 112) mahkumların ulaşması bile ölümle sonuçlanabiliyor, bu yolda insanlar korkunç insanlık dışı zulme maruz kalıyordu.

Kampa ulaşabilen mahkumların ne gibi koşullarda yaşadıklarını yine Y. Yıldırım’ın (1972: 220; Hablemitoğlu’nda 2004: 126-127) hatıralarından öğrenmek mümkündür: “Sabahın beşinde kalkıp, akşamın sekizine kadar çalışıyorduk. Hergün gıdasızlık ve aşırı çalışmadan dolayı hastalanarak; en az yüz kişi ölüyordu. İş yerine gidiş gelişte yürüyemeyen, kafilenin gerisinde kalanları da ya kurşunluyor, ya da köpeklere parçalatıyorlardı. Sebebi gayet basitti, yürümekten aciz bu insanların kaçacakları ileri sürülüyordu”. Sibirya’da Norilsk mecburi çalışma kampındaki mahkumiyet hayatı Y. Yıldırım (1972: 231-232; Hablemitoğlu’nda 2004: 127) tarafından şu şekilde tasvir edilmiştir: “Taş kariyerinde çalışıyorduk. Vagonları doldurup, boşaltıyorduk. Hergün karyerde (maden ocağında - TBD), yalnız kazanlarda 50-60 kişi ölüyordu. Tipisiz gün yoktu. Kampa üstümüz buz bağlamış halde dönüyorduk”.

Çarlık zamanında da esir kampında Rusların tutsaklara karşı davranışlarına konu açısından ve bütüncül algılama bakımından yararlı olabilir. O nedenle burada Ocak 1915’te Krasnoyarsk civarında bulunan bir esir kampına düşen Osmanlı Türk askerlerinden Ziya Yergök’ün (2005: 156-157) hatıratlarına başvuracağız: Ruslar “sabahları eksi 40 derece soğukta dışarıda ayakta tutar, yoklama yapar, kimlik yazarlardı. İnce bir kaput ve bize uygun giyimlerimiz şiddetli soğukta titrememize sebep olur, burnumuzu üşütmemek için onları ellerimizle kapatmak zorunda kalırdık. Soğuk ciğerlerimize işlediği için hastalanıp ölenler çok oldu. Birçoğumuzun basuru depreşti… Rus subay ve erlerine birazcık itiraz büyük bir hakaretle karşılık görür, dipçik ve kırbaç dayağı zerrece itiraz etmemize, soğukta çektirilen azaplara katlanmamıza sebep olurdu..”.

Kamplardaki beslenme koşularına da bakmakta yarar vardır. Mecburi çalışma kampında mahkumlar günlük ortalama (tamamlaması gereken normu yüzde yüze yakın bir oranda yaptığı durumda) olarak 400-600 gram arası ekmek ve 22 gram et yiyebilme imkanına sahipti. Bir kıyaslama yapmak için, söz konusu kampta bekçilik ya da arama görevlerinde kullanılan köpeklere günde 250-400 gram arası et ve 20 gram hayvani yağ verilmekteydi (Hablemitoğlu 2004: 132-133). Bu kıyaslama bizlere dehşet verici bir tabloyu sunmaktadır. Bu tablonun ressamı ise bütün dünya işçilerine özgür, eşit ve kardeş bir dünya vaat eden Sovyet Komünist devletiydi. Bu arada, normları tamamlayamayan mahkumların her geçen gün beslenme normlarında kısıtlamaya gidildiğini ve bu duruma düşen insanların sonunda büyük çoğunlukla açlıktan öldüğünü de burada eklememiz gerek.

Ölüm kamplarında yaşam koşullarının ne denli ağır ve hatta ölümcül olduğunu belki de bir Polonyalı esirin sözleri en açık bir biçimde açıklamaktaydı: Ona göre bu ortamda “işten ölmeyenler hastalıktan, hastalıktan ölmeyenler, keder ve üzüntüden dolayı intihar ederek ölürler” (Hablemitoğlu 2004: 147).

Mecburi çalışma kamplarında bulunan mahkumların üzerinde Sovyet Komünist sistemi dayattığı bu insanlık dışı koşullarda bile propaganda faaliyetlerini aksatmadan tüm gücüyle sürdürdüğünü unutmamak lazım. Nitekim, bu tür kurumların her uygun yerinde; “Hürriyetine kavuşman elinde!”, “Namuslu çalış!”, “Leke ancak alın teriyle silinir!”, “Zaferi Komünist Partisine borçluyuz!”, “Komünistler yolunu şaşıranların elinden tutar!”, “Komünistlere inan ve güven!”, “Seni düşünen kampın idarecilerine yardım et!”, “Komünizmin baş düşmanı milliyetçiliktir!” gibi sloganlar yazılıydı. Ancak bu tür çabalar mahkumlar üzerinde ne denli etkiliydi? Etkisi mutlaka vardı, ancak o koşullarda bu tür propagandanın mahkumlar açısından nasıl algılanabileceğini tahmin etmek hiç de güç değildir, aslında. Yusuf Yıldırım (1972: 216; Hablemitoğlu’nda 2004: 155) da anılarında bu tür sloganları okuyan herkesin bunların karşısında güldüğünü anlatmaktadır.

Eşit, kardeş ve enternasyonal anlamda proleter kitlesini birleştirici olmanın aksine her ferdin kendi milliyeti etrafında kenetlenmesine ve etnik mensubiyete göre dayanışmanın gelişmesine uygun bir zemin sağlayan ölüm kampları düzeninin aslında “anti-Sovyet eğitimi veren ve hür, demokratik fikirli bir okul (!) haline gelmiş” (Hablemitoğlu 2004: 158) bir mekan olduğunu bile söylemek mümkündür.

Böyle bir ortamda Türkçülük akımının da cereyan ettiğine ilişkin bilgiler mevcuttur. Bu konuda hatıralarını paylaşan Kırım Türklerinden Osman Karabiber (1954: 84; Hablemitoğlu’nda 2004: 170) Türkistan, Kırım, İdil-Ural ve Azerbaycan bölgelerinden sürülen ve mahkumiyet yerlerinde Sovyet karşıtı ve Türkçü propaganda çalışmalarını sürdüren Türk aydınların arasında; meşhur Solovki Kampında esir tutulmuş bulunan Kırım Türklerinden Ethem Feyzi Gözaydın ile Osman Derenayırlı ve Kazan Türklerinden Hadi Atlasi’nin adını vermektedir.

Her türlü insanlık duygusunun köreltilmesine ve yok edilmesine yönelik uygun bir ortamın yaratılmasına çalışılan ölüm kampları ortamında Türklerin arasında bir çeşit dayanışma varken Rusların arasında da bu sosyal olgudan söz etmek mümkündür. Kamptaki görevlilerin çoğu etnik olarak Rus olduğu için bunların Rus mahkümlere çok daha müsamahalı bir biçimde davrandıkları da bilinmektedir. Norilsk kampında bu bağlamdaki durum şöyle aktarılmaktadır: “... yerli [yani, Sovyetler’deki - TBD] Ruslar, Mançuryalı [yani, Çin’in kuzey doğusu - TBD] Rusların kendi kanından olduklarını, Baltıklılar tarafından öldürülen arkadaşlarının intikamını almaya teşvik ediyorlardı. Bu amaçla grup başkanları yeni listeler yaptılar. Mançuryalı Rusları sekiz on grup halinde bir araya topladılar. Ruslara hafif işler veriliyor, durmadan yedirip içiriyorlardı. İşin ağırlığı Doğu Avrupalıların, diğer yabancı milletlerin, Baltıklıların ve Müslümanların omuzlarında yükleniyordu. Biz Türk Müslümanlar, çok iyi örgütlenmiştik. Milletlerin münasebetlerine göre tutumumuzu ayarlıyorduk. Aklımız sıra siyaset yapıyorduk. Bunun için bize, pek o kadar diş geçiremiyorlardı. Burası bir dağbaşı idi... Herkes kendi canının derdinde idi. Bileği kuvvetli olanlar yaşıyor, zayıf olanlar yaşama hakkı bulamıyorlardı”(Yıldırım 1972: 217-234; Hablemitoğlu’nda 2004: 176-177).

II. Dünya Savaşından çok önce I. Dünya Savaşı yıllarında Ruslar tarafından tutsak düşürülüp Sibirya’ya sürülen Osmanlı Türk askerleri örneğinde de grup dayanışması davranışlarını gözlemlemek mümkündür. Nitekim, Ziya Yergök (2005: 160) hatıratlarında Türklerin Krasnoyarsk civarındaki esir kampına ulaştırıldığında, orada bulunan esir Macar askerlerinin kendilerine ilk günlerden itibaren “soydaş diye” sahip çıktığını ve birçok konuda yardımcı olduğunu ve kolaylık sağlamaya çalıştığını anlatmıştır. Osmanlı Türk askerlerinin esarette kaldıkları Sibirya’da kendilerine Rusya Türklerinden Sibirya Tatarlarının çok büyük yardımının dokunduğunu yine Z. Yergök’ün (2005: 167, 175-177) anılarından öğrenebilmekteyiz.

Hablemitoğlu (2004: 205-217) kendi araştırmasına 1945-1947 yıllarına ait veriler ışığında Rusya’daki toplam 125 mecburi çalıştırılma kampının adını, ana görevini, bulunduğu bölgeyi ve özellikleriyle kamp yaşantısının karakterini vermektedir. Rusya’nın Batısından Ural dağlarına kadarki toprakları kapsayan Avrupa ve Urallardan Uzak Doğusuna kadar uzanan Asya bölgesinde yer alan bu 125 ölüm kampı Kuzey Batı Rusya, Kuzey Doğu Rusya, Doğu Avrupa Rusyası, Ural Bölgesi (bu kümedeki kamplar aslında Sibirya kamplarına dahil edilebilir), Batı Sibirya, Orta Asya, Kuzey Orta Sibirya (Krasnoyarsk bölgesi), Doğu Sibirya ve Uzak Doğu bölgesi gibi ana bölge taksimatına göre ayrılmaktaydı. 125 kampın içerisinde neredeyse 60’i Sibirya’da bulunmaktaydı.

Burada Sibirya’da yer alan kamp adlarının bazılarının verilmesinin yararlı olacağı düşüncesindeyim. Bunlar; Omsk Bölgesinde bulunan Omsk, Asir, Tobloysk kampları, Kemerova Bölgesindeki Kemerova kampı, Novosibirsk Bölgesindeki Narım, Novosibirsk, Siblag kampları, merkezi Tomsk’ta bulunan Tomsk-Asino kampları, Altay Eyaletindeki Barnaul kampı, Krasnoyarsk Eyaletindeki Norilsk, İgarka, Yenisey nehri ağzında bulunan Yenisey kampları, İngaş, Absagaçev, merkezi Kansk’ta bulunan Karslag kampları, Turuhansk, BAM (Baykal-Amur Demiryolu İnşaatı) kampları, Tayşet kampı, İrkutsk Bölgesindeki Yukarı Lena kampları, Saha Cumhuriyeti’ndeki Aşağı Lena, Olekminsk, Verkoyansk ve Aldan kampları, Çita Bölgesindeki Zado, Gubarevo, Dermidonovka, Magdagaçi, Zagamensk, Yerofey Pavloviç kamplarıdır. İnsanlık dışı koşullarıyla dünya çapında nam salan Kolıma kampları da yine Sibirya bölgesinin kuzeyinde bulunmaktaydı (Hablemitoğlu 2004: 210-214).

Ölüm kamplarıyla hapishanelerin çokluğu ve bunlarda mahkumların maruz bırakıldığı yaşam ve çalışma koşullarının korkunçluğu aslında Sovyet Komünist sistemin iç yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Bu sistemin iç yüzü ise Sovyet yurttaşı olan on milyonlarca kişi için ölüm anlamını taşımaktaydı.

Nitekim, 1917-1947 yılları arasında, yani 30 yıl içerisinde Sovyet Komünist devletinde ölüm kampları olarak tanınan mecburi çalışma kamplar sisteminde yaklaşık 21 milyon kişi hayatını yitirmiş, yine aynı dönemde baskılar döneminde öldürülenlerin sayısı 42 milyon olarak belirtilmektedir (Hablemitoğlu 2004: 223). Bu ise, Rusya Komünistlerinin aslında aydın ve mutlu hayatın yaşanacağı Komünizmin kurulmasına ilişkin vaatlerinin tam aksine nehirler dolusu insan kanını akıtarak bu dönemde 60 milyon kişiyi hayattan kopardığı anlamına gelmektedir. 60 milyon kişinin hayatının, Rus Komünist sisteminin işlemesi için yakıt olarak kullanılmış olduğunu bilmeli, o geçmiş günlere özlem duyanlarla o korkunç tarihi bilmeyip konuşanlara bunlar anlatılmalıdır. Ayrıca, bu insanlık ayıbı ve cehennemin içinden çok sayıda Türkün geçtiği unutulmamalı, Rusya Komünist düzeninin gizli tutulmaya çalışılan bu korkunç karanlık iç yüzünü genç Türk kuşaklarına aktarılmalıdır. Kendi atalarından şu ya da bu biçimde Sovyet Sosyalist Rusya’daki ölüm kampları ya da esir kamplarına düşüp oralarda ölen ya da o cehennemden canlı çıkabilen yakınları olanların da bu yazıda dile getirilmeye çalışılan gerçekleri çok iyi bildiği, bilmedikleri takdirde de insanlık tarihinin bu karanlık sayfalarından haberdar olabilmeleri için bu yazıyı küçük bir ışık olarak değerlendirebilecekleri umudundayım.

not:alıntıdır.
 
Üst