Köşe Yazısı...

Gökçen

Dost Üyeler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,079
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Web sitesi
www.kibris1974.com
Köşe Yazısı...

elimden geldiğince gazetelerin köşe yazılarını okumaya çalışırım

ama hepsini okumak imkansız
frown.gif


o yüzden çok beğendiğimiz köşe yazılarını burada

herkesle paylaşabiliriz.

lütfen kime ait olduğunu gazete adıyla birlikte belirtiniz..
 

Gökçen

Dost Üyeler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,079
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Web sitesi
www.kibris1974.com
Suçlu Atatürk (!)



EVET,ATATÜRK SUÇLUDUR!!!



Biz, asıl suçluyu bir kenara bırakıp suçsuzlarla uğraşıyoruz!
Evet... Bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk'tür!..

Eğer bugün 60 milyon insanımız, Batı Trakya'daki Türkün durumunda değilse, bunun suçlusu odur!

Eğer 1923'te, kişi başına düşen ulusal geliri 70 dolar olan bir toplum, şimdi 2700 dolara ulaşmışsa; bunun suçlusu odur!

Eğer 1929 - 39 yılları arasında, bütün dünyada sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de yüzde 96 artmışsa; bunun suçlusu odur!

Eğer Türk işçisi, Batı'daki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14 - 16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa; bunun suçlusu odur!

Eğer Türk kadını; yasal olarak erkeğine eşitse; "köle" değilse, seçme ve seçilme hakkını, Fransız kadınından bile önce elde etmişse; kadınlar bugün Türkiye'de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa; bunun suçlusu odur!

Eğer 1923'te Darülfünun'daki öğrenci sayısı 2100 olan bir Türkiye'de, bugün yüzbinlerce genç üniversitelerde okuyorsa; bunun suçlusu odur!

Eğer açık havadaki klasik müzik konserlerini onbinlerce genç izliyorsa; bunun suçlusu odur!

Eğer şeyhülislamlar "fetva" verip Kuran'ın Türkçe basımını engelleyemiyorsa; ezanlar düşman bayraklarının gölgesinde okunmuyorsa; bunun suçlusu odur!

Eğer bugün, Köy Enstitülü binlerce köylü çocuğu, kültür yaşamımıza damgalarını vurabiliyorsa; bunun suçlusu odur!

Eğer 1923'lerde Ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığında bir ölçüde yaşayabilmişse; bunun suçlusu elbette ki odur!

Atatürk'ün suçları saymakla bitmez.

* * *

Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların Ankara'yı ziyaret için kuyruk olmalarının sorumluluğu da Atatürk'e aittir...

Baskı rejimlerinden kaçan yüzbinlerce Batılı bilim adamının bir zamanlar Kemalist Türkiye'yi seçmesinin sorumluluğu da...

Faşit Mussolini'nin bile Türkiye'yi "Avrupalı" saymasının günahı da...

Ama suçlunun suçlarının iyi anlaşılabilmesi için, suçsuzların suçsuzluklarının da unutulmaması gerekir.

Sokaktaki adamın bile "miras hakkı"na dokunulamaz iken... Atatürk'ün vasiyetini çiğneyerek, Türk Dil ve Tarih Kurumlarını devletleştiren, Atatürk'ün miras gelirlerini, devletin aldığı memurlara dağıtan "beş general" suçsuzdur!

"Ben Atatürkçüyüm ve laikim" diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü anayasaya koydurtan, Alevi'nin, Hristiyan'ın, Yahudi'nin, "Sünni inancı"nı öğrenmesini zorunlu hale getiren Marmaris'teki emekli adam suçsuzdur!

Köy Enstitülerini kapatırken imam-hatip liseleri açanlar...
Laik liselerde eğitim görenlerin sayısı son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin sayısının 14 kat artmasını sağlayanlar... Menderes'ten, Demirel'e, Özal'dan Yılmaz'a, tüm "Atatürkçü laik" başbakanlar suçsuzdur!

Milli Eğitim Bakanlığı'nı şeriat yanlılarının işgaline terk edenler...
Sağlık ve Tarım Bakanlıklarını şeriatçılara peşkeş çekenler...
İçişleri Bakanlığı'nın yapısını bozup valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için kollarını sıvayanlar...

Hepsi, hepsi suçsuzdur!

Asıl suç, Harp Okulu'nu şeriatçılara açmamakta direnen Kemalistlerdir!..
Sokaktaki adama küfreden suçludur; ama Atatürk'e küfreden suçsuzdur!..

* * *

Erbakanlar, Mezarcılar, Dicleler... Holding solcuları, numaracı cumhuriyetçi liboşlar... Şeriatçı, Kürt ırkçıları...

Hepsi de haklılar!

Onların ayaklarının altına halıları kim döşedi?
1950'den beri bu ülkeyi yönetenler değil mi?...

A. Taner KIŞLALI
 

Gökçen

Dost Üyeler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,079
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Web sitesi
www.kibris1974.com
KOMÜNİST, YAHUDİ VE DALKAVUK

Türk milletinin dışarki düşmanları bütün dünyadir. Bunu tarih bize edebi bir öğüt halinde hikaye eder. İçerdeki düşmanları ise üç tanedir. Komünist, yahudi ve dalkavuk.


Komünist, vicdanını yahudi "Marks"a satmış olan vatansız serseri demektir. Amele diktatörlüğünün kurulduğu yerde cennete varılmış olduğunu zanneder. O, bazen bu zannında samimi olan bir *****dır. Bazen de samimi değildir, aldatmak için böyle söyler. O zaman da kalleştir. Komünist, dünyada patronla işçi arasındaki hukuk nusavatsızlığını halletmek için ortaya atıldığını söyler. Bunun için de ilk yaptığı iş dinleri, milliyetleri, vatanları inkar etmektir.


Komünist, dünyadaki bütün meseleleri "mide" ile izah etmek gayretindedir. Ona göre "milliyet" midesi dolu olanların, midesi boş olanları kullanmak için vasıta ettiği bir tuzaktır. Milliyetler kalkarsa dünya cennet olucaktır. Türkiye'deki komünistlerin çoğu Türk değildir. Asıl milliyetlerini kaybederek Türkleşmiş melezler veya gayrı Türklerdir.


Türk milliyetini kökünden kıracak herhangibir harekete bunların iştiraki, tahteşşuurlarında yaşıyan "Türk'e kin" ile izah olunabilir. Komünistlerin bir kısmı züğürtlerdir. Başkalarıyla musavi olmak için başka çıkar yol göremedikleri için bu dipsiz yola dalmışlardır. Bir kısmı da cinsi hayatlarında ihtibas yapa yapa tereddi etmiş aşağılıklardır. Komünist cemiyette kolayca kadın bulabilmek düşüncesi onları bu yola atmıştır. Bir kısmı, komünist merkezlerinden para ve rütbe alan kabadayılardır. Bir kısmı da budalalardır.


Bilmeden, anlamadan, görmeden bu işe girişmişlerdir. Fakat her ne olursa olsun komünist vatan hainidir. Halkının ancak binde biri amele olan ve amelesinden çok başka sınıf halkları ezilmiş bulunan Türkiye'de amele sınıfının menfaatleri müdafaa için ortaya atılmak bahanesi gülünçtür. Onların hakiki maksadı bizi komünist merkezlerinde esir etmektir. Sistemli bir tarzda ırkımızı imha eden merkezlere....


Komünistlere verilecek cevap şudur: Türkiye'de servet haksızlığı ve gayrımeşru suretle kazanan zenginler varsa bunu düzeltmenin yolu komünizm değildir. Komunizm ileri bir hamle ise bu hamleye geri, kaba ve ahmak mujik kılavuzluk edemez. Beşeriyetin rehberliğini Almanlar ve İskandinavlar gibi en ileri milletler iddia ederlerse hak kazanabilirler. Fakat Ruslar, asla! 10.000.000 amelenin yaşadığı koca Almanya'da komünistler en çok 6.000.000 taraftar bulabilmişlerdi. Bugün ise milliyetçiliğin çelik yumruğu orada komünizmi ezmiştir.


İkinci düşman yahudidir. Onun Allahı paradır. O, cebine birkaç para koyabilmek için gölgesinde yasadığı bayrağı satmaktan çekinmiyen namussuz bir bezirgandır. Hangi memlekette oturuyorsa oranın düşmanıdır. Fakat bu düşmanlığını açıkça değil yüze gulerek, tezellül ederek yapar. Yahudi mayi gibidir. Derhal bulunduğu kabın şeklini alır. Yer yer kurulan yahudileri Türkleştirme cemiyetleri bu zelil politikanın neticesidir. Bununla cihan savaşında düşmanlarımıza casusluk ettiklerini, mütarakede Türklüğü tahkir ettiklerini unutturmak isterler. Hatta daha ileri giderek kendilerine Türk adları takarlar. Yahudi iki türlüdür. Biri asıl Yahudidir, bu dilinden tanınır. Biri de Yahudi dönmesidir. Bu dilinden tanınmaz. Bunu tanımak için yüzünün mütereddi Yahudi hatlarına dikkatle bakmak lazımdır. Yahudiyle Yahudi dönmesinin hiçbir farkı yoktur. Biri "biz Yahudiler" derse oteki de "Siz Türkler" der.


Üçüncü düşman dalkavuktur. Bunlarda Yahudi gibi daima kuvvetli olan tarafı iltizam ederler. Hayatları "yaşasın" diye geçer. Türkiye'nin fertleri, hükümetin bütün icraatlarını beğenip alkışlamağa mecbur olmadıkları halde bunlar onu alkışlamayı "farzı aynı" haline getirirler. Vicdani ve ilmi kanaatlerine gore yanlış gördükleri şeyi korku veya dalkavukluk saikasıyla doğru imiş gibi alkışlıyanlarla onları açıkça tenkit edenlerden hiç şüphesiz ikinciler doğru hareket ettikleri halde bunların hareketlerin inkilaba muhalefetle itham ederler. Onlara göre inkilabın öz çocuğu olmak için dalkavuk olmak lazımdır. Fakat işin en kötü ciheti kanaatlerini açıkca söyliyen vatandaşları kötülemek kabiliyetinde olmalıdır. Onlar düşünmezler ki, düşüncelerini apaçık söyliyen vatandaşlara kötü gözle bakılmaktan vazgeçilmezse artık Türkiye'de doğru sözlü ve cesur insan yetişmesine imkan kalmayacaktır. Bu dalkavuklar daima Türkiye'nin en hür memleket olduğunu söylerler. Fakat ufak bir tenkit üzerine bastıkları yaygara ile düştükleri gülünç tezatı göremezler. Bu dalkavukların yüzüne karşı dalkavukluklarını tenkit ederseniz alacağınız cevap şudur: "Ne yapayım ben dört çocuk babasıyım" veya "Ben başımdan korkarım, ne yapayım?". Türkiye'de komünist en çok 10.000, Yahudi 100.000'dir. Dalkavuğun sayısını ise Tanrı bilir.



Hüseyin Nihal Atsız
Orhun, 12 Mart 1934, Sayi: 5
__________________
 

Gökçen

Dost Üyeler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,079
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Web sitesi
www.kibris1974.com
ÜlkÜler Taarruzİdİr


Biyoloji bakımından canlıların, yani hayvanlarla bitkilerin gayesi kendi soyunun bütün dünyayı bürümesidir. Hiçbir hayvan veya bitki cinsi dünyayı kaplayamıyorsa bunun sebebi aynı gayeyi güden başka cinslerin mukavemetine maruz kalmasıdır. Cinslerin aynı gaye için yaptıkları bu tesir ve maruz kaldıkları tepkiden "hayat kavgası" doğuyor. Bu arada zayıflar eziliyor, azalıyor; güçlüler yapılıp çoğalıyor; bazı soylar ise yeryüzünden büsbütün kalkıyor.

Milletler arasında da aynı yasa hüküm sürer. Millet, âdeta gayri şuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır.

İnsan toplulukları yani milletler, yüksek bir şuur mertebesine eriştikleri için bunlar arasındaki hayat kavgası yalnız tabiatın kanunları içinde sürüp gitmekle kalmaz. Buna insan şuurunun sistemi ve metodu da eklenir. Bundan da millî ülküler doğar. Demek ki millî ülkü, milletin tahteşşuurunda bulunan "yayılıp hâkim olma" sevkitabiisinin başkanlar ve kılavuzlar tarafından şuurlandırılıp sistemlendirilmiş şeklidir. Ülküye kılavuzluk veya başkanlık eden şahsiyetlerin irade ve kuvvet ederecesi ülkülerin başarısında birinci derecede âmildir.

Millî ülkülerde azdan çoğa doğru üç dönem vardır: İstiklâl, birlik, fütuhat.
Millî ülkünün ilk dönemi istiklâl kazanmaktır. Müstakil olmayanlar istiklâllerini kazanmak, kazanmış olanlar da bunu muhafaza edip sağlamlaştırmak düşüncesi ardında koşarlar.

İrlandalılar sekiz yüzyıldan beri istiklâl için uğraşıyorlardı. Küçük bir millet oldukları halde fedakârlıkları sayesinde koca İngiltere'nin elinden istiklâllerini zorla söküp attılar.

Estonlar, Letonlar, Litvanlar asırlardan beri istiklâl rüyası görüyorlardı. İlk cihan savaşından sonra ülkelerine kavuşmuşlardı. 1940'ta kaybettikleri istiklâli yeniden elde etmek için şimdi içerde ve dışarda azimle çalışıyorlar.
Eskiden müstakil olup 150 yıl önce istiklâllerini kaybetmiş olan Lehliler büyük fedakârlıklardan, kanlı ihtilâllerden sonra ilk cihan savaşı sonunda istiklâllerini kazanmışlardı. 1939'da istiklâli yeniden kaybettiler. Fakat sanki hiçbir şey olmamış, o kadar felâketi onlar yaşamamış gibi yeniden istiklâl davası arkasındadırlar. Bir yandan çete savaşlarıyla millî ruhu ayakta tutmaya çalışırken bir yandan da dışardaki teşkilatları vasıtasıyla her fırsattan faydalanarak istiklâllerini kurtarmaya çabalıyorlar.

Hindistan, Pakistan, Birmanya, İndonezya da aynı yolun yolcusu olarak, aynı gayeler için kan dökerek nihayet emellerine kavuştular.

İstiklâl uğrundaki savaşın en tipik örneğini Yahudiler vermiştir: Esâretleri yirmi asrı geçen, dünyanın her tarafına dağılarak bir anayurtları kalmayan ve dillerini de kaybeden Yahudiler, istiklâl sevkitabiisinin tesirinde olarak yaptıkları uzun ve yıpratıcı mücadeleden sonra millî ülkünün ilk merhalesine erdiler.

Bugün, milletlerin çoğu müstakil olduğu için millî ülkünün bu ilk merhalesi ardında koşan milletler azdır.

Millî ülkünün ikinci merhalesi birliktir. Yani bir milletin bütün fertlerinin tek bayrak altında tek devlet hâline gelmesidir. İstiklâlini kazanmış olan her milletin ilk işi yabancı hâkimiyet altında kalmış olan uruktaşlarını kurtarma yollarını aramaktır. Yahut bir millet birkaç ayrı devlet hâlinde siyaseten müstakilse bunların birleşmesi için siyâsî ve askerî faaliyette bulunmaktır.
On dördüncü asırda Türkiye Türkleri yirmi, otuz ayrı hükûmetle idare olunuyordu. Birleşme kanunu dolayısıyla bunlar bir buçuk asır birbirleriyle çarpıştılar. 151'te birliği tamamladılar.

İtalya da aynı şekilde hareket ettikten sonra gözünü yabancı hakimiyeti altında kalmış olan İtalyanlara çevirdi. İlk cihan savaşında İtalya'nın müttefiklerine ihaneti, Avusturya idaresinde yaşayan birkaç yüz bir İtalyan'ı kurtarmak içindi. İkinci cihan savaşında Fransa ve Yugoslavya ile yaptığı savaşlarda o iki ülkedeki birkaç yüz bin İtalyan için yapıldı.

Ayrı müstakil devletler hâlinde yaşayan Almanlar 1870'te yaptıkları büyük bir atışla siyasî birliklerini anaçizgileriyle kurduktan sonra bunu tamamlamak için 1938'de başlayan bir seri hamleler daha yaptılar. Gerçi bu büyük işi başaramadılar. Fakat başarmalarına ramak kalmıştı. Bugün Avusturya ayrılmış ve Almanya da iki ayrı parçaya bölünmüş olduğu halde Alman önderlerinin bir birlik ardında koştukları görülmektedir. Hatta, Batı Almanya Meclisinde Doğu ile birleşmek konusu üzerine sözler söylenirken bazı milletvekilleri Avusturya ile de birleşmek istediklerini haykırarak açığa vurmuşlardır.
Romen Birliği, Eflak ve Boğdan Beyliklerinin birleşmesiyle başlamış ve Romanya bundan uruktaşlarını kurtarmak için 1913, 1914-1918 ve 1941 savaşlarına girmiştir.

Finler, Rusya idaresinde bulunan Karalya Finlerini kurtarmak için Almanya'nın yanında savaşa girmişlerse de kaybetmişlerdir. Fakat ilerde mutlaka kazanacaklar ve büyük Finlandiyayı kuracaklardır.

Macarların, Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların da son asırdaki tarihlerinde aynı kanunla hareket ettiklerini vukuat pek açık olarak göstermiştir.
Bazı çok yeni ve zayıf, askerî kudreti sıfır derecesinde veya kültür seviyesi çok aşağı olan milletlerde de aynı kanunla hareket edildiğini görüyoruz. Meselâ Efganistan aşağı yukarı 10-12 milyonluk geri bir memleket olduğu halde 100 milyonluk Pakistan'la davâlıdır. Pakistan sınırları içinde yaşayan ve Peşto yani Efgan dili konuşan uruktaşlarını istiyor.

Yanında müttefikleri olduğu hâlde Yahudilere yenilen Mısır ise İngiltere'den Sudan'ı ve Trablus'la Bingazi'yi istiyor. Bütün nüfusu 400 bin kişi bile olmayan Ürdün Beyliği, Suriye ve Filistin'in hepsini istiyordu. Bu kadarını elde edemedi ama Yahudilerden arta kalan Filistin parçasını eklemesini becerebildi. Habeşistan, Eritreyi istemektedir. Yahudiler ise millî birlik için Irak ve Yemen'deki yüz bine yakın Yahudiyi uçaklarla İsrail'e taşıdılar.

Millî ülkünün üçüncü merhalesi ise fütuhattır. Çünkü millî birliğini tamamlamış olan milletler kendi soylarını yeryüzüne yayıp hâkim kılmak için istilâ ve fütuhat yapmak mecburiyetindedirler. Hattâ bir millet bazen kendi millî birliğini tamamlamadan önce de fütuhata başlayabilir. Meselâ Osmanlılar Türkiye'deki Türk birliğini tamamlamadan önce Avrupa'da geniş fütuhat yapmışlardı. İtalyanlar ve almanlar da millî birlik işi bitmeden önce sömürge fetihlerine kalkışmışlardır. Fakat böyle tek istisnâlar umumî kaideyi bozmaz.
Üçüncü Cihan Savaşı, millî birliklerini tamamlamış olan Alman, İtalyan, Japon ve Rusların üçüncü merhaleye varmak gayretlerinden başka bir şey değildir. Şimdi yalnız Rusya bu yolda yürümek istiyor ve tabiî bir sonuç olarak başkalarının mukavemeti ile karşılaşıyor. Başka millî ülkülerin muzaffer oluşu da yakında Rusya'yı çökertecektir...

Görülüyor ki ülküler taarruzîdir. Müstakil olmayan millet istiklâlini kazanmak için kendisine hâkim olan milleti yenmeye mecburdur. Yani taarruzî bir maksatla hareket edecektir. Birliğini tamamlamamış olan millet bu birliği elde etmek için uruktaşlarını esaret altında tutan millet veya milletlerle çarpışacak, onlardan toprak alacaktır. Millî birliğini kurmuş olanlar ise fütuhat yapmak için başkalarını yeneceklerdir. Demek ki millî ülkülerin her üç dönemi de taarruzîdir.

Acaba tedafüî ülkü olamaz mı? Bir millet malik olduğu sınırlar içinde yaşayıp refaha kavuşmak ülküsünü güdemez mi? Hayır! Çünkü mevcut sınırları muhafaza etmek ve zengin olmak düşüncesi hiçbir zaman bir ülkü olamaz. Bunlar bir millet için en küçük ve alelade bir istek değildir. Ülkü biraz hayal ile karışık, uzak, güç bir hedeftir. Ülkü, o ülkü ile tutuşmuş millet fertlerini heyecan içinde yaşatan kutlu ve tatlı düşüncedir. Ülküler kanla, fedakârlıkla, kahramanlıkla beslenir. Bir millet, ülküsüne varmak için ırmaklar gibi kan akıtır, yığınlarla can harcar. Ülkülere kanla, kılıçla, dövüşle, millî kinle varılır. Ülkü çelik yürekler, demir bilekler, sarsılmaz irâdeler, yüksek ahlâklar ister. Ülkü bir dindir. Kahramanlar ve şehitler ister.



Geçmişte birlik kurmuş, fütuhat yapmış olan milletler eski ululuğu yeniden diriltmek için uğraşırlar. Çünkü (mazide tarihî hakikat olan şeyler, âtide de tarihî hakikat olabilirler). Ülküler hiçbir kayıtla, hiçbir siyâsî ve insanî düşünce ile sınırlandırılamaz. Bir ülküye bel bağlamış, gönül vermiş milletlerin tarihî düşmanları vardır. O düşmanlar mutlaka tepelenecektir. O düşman milletlerle dostluk andlaşmaları yapılmış olabilir. Bu geçici dostlukların hiçbir değeri yoktur. Tarihî düşmanlar ancak dışişleri bakanlarının dostudur. Milletin asla!...
Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır. Büyümek istemiyen millet küçülmeye mahkumdur. Saldırmayan millete saldırırlar.

(Yurtta barış, cihanda barış) yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) gibi sefilane bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler, zaten mahvolmuş Almanya'ya savaş açarak Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar, fakat Bulgaristan ve adalardaki Türkleri topraklarıyla birlikte kurtarmak fırsatını tarih yaratmışken en denî ve cebîn bir hareketle bundan kaçanlar hiç şüphesiz Türk birliğini tamamlamak yolunda bir adım atamazlardı. Çünkü onlar bu memlekette Moskofçuluğu için için yaşatmak, Türkçülüğü açıkça yok etmek istiyen devşirmelerdi.

Hayat bir savaşken ve onu kazanmak için mutlaka taarruz etmek gerekirken millî ülkü yolunda yapılacak taarruzun çirkinliğini haykırmak ya gaflet, ya ihanettir. Devletlerin sorumlu yerlerinde bulunanlar siyasî nezaket veya menfaat dolayısıyla böyle sözler söyleyebilirler. Fakat milletin gençliğine hitab edenler; yani öğretmenler, şairler, gazeteciler, yazıcılar bize barış afyonu yutturmak isterlerse onların şecerelerini ve evlerindeki gizli evrâkı araştırmak tarihin, bilhassa Türk tarihinin değişmez hakikatını bir defa daha teyid edecektir.
(Orkun, 17 Kasım1950)
 

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Akdeniz Üniversitesi'nde 4 Nisanda meydana gelenler olay

Etik Haber'e Gelen Önemli Bilgiler


13.04.2008

Milliyetçi, vatansever çizgide sorumluluk sahibi olan ve bu çizgide yayın yapan Etik Haber sitesi, güncel konularda gündemi belirlemeye, olayların gerçek yüzünü aydınlatmaya devam ediyor. Geçtiğimiz günde "Akdeniz Üniversitesinde Şok İlişkiler" başlıklı bir haberle, hem gündeme ışık tuttu, hem olayların gizlenen gerçek yüzü ile ilgili bir habere imza attı. O haberin tam metni şöyle:

Akdeniz Üniversitesi'nde 4-5 Nisanda meydana gelenler olaylar sonrasında ülkenin gündemine oturdu.
Medya olayları, sadece provokatör üzerinden ve bir sağ-sol çatışması şeklinde yayınlayarak oradaki PKK sempatizanı kişilerin saldırı ve baskılarını örtme girişimine girdi.

Olayların gerçek yüzünü ise sadece EtikHaber dile getirdi. Olayların PKK sempatizanları tarafından yapıldığını ve uzun süredir devam ettiğini belirtmiştik. Ve önlem almadığı içinde Rektör Prof. Dr. Mustafa Akaydın'ın istifa etmesi gerektiğini söylemiştik.

EtikHaber'de çıkan haber ve köşe yazıları sonrasında Rektör Akaydın basın tarafından hedef haline getirildiğini ve olaylarda sorumluluğunun olmadığını belirten bir açıklama yaptı.

Ancak, bu açıklama Etik Haber'in sorularına hiçbir şekilde cevap veremedi ve kamuoyunu tatmin etmedi.

Ve Etik Haber kimsenin yayınlayamadığı bilgileri siz değerli okuyucularına vermeye devam ediyor. EtikHaber'e gönderilen mailde şu bilgilere yer veriliyor.

Aldığımız bilgilere göre, Akdeniz Üniversitesi'nde yaşanan olaylar sonrasında 7 Nisan günü PKK terör örgütü sempatizanı kişilere destek vermek için yapılan gösteride güvenlik ve polis göstericilerin kampüs içine girmesine izin vermezken, Akdeniz Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Nergis Mütevellioğlu Schulze (ki kendisi sol partilerde siyaset yapmaya başlayıncaya kadar Türk soy ismini kullanmıyordu) rektörü arayarak göstericilerin kampüs içindeki çarşıya kadar yürüyüş yapmaları için bizzat izin alıyor. Ve bu göstericilerin en ön saflarında KESK üyesi öğretim elemanları ve personel bulunuyor.

Bir başka önemli bilgi ise, 6 Nisan Pazar Günü elinde sopalarla PKK sempatizanı grup tarafında kavgaya karışan Mehmet Nas isimli İktisat Fakültesi öğrencisinin aynı fakültenin "öğrenci işleri" bürosunda kısmi zamanlı öğrenci olarak KESK üyesi idari personelin gözetiminde görev yapmakta olduğudur.

Aynı kişinin DTP Gençlik Kolu üyesi öğrencilerin kayıt işlemlerini elden takip ettiği de tüm okul tarafından bilinmekte...

Şimdi soruyoruz yukarıda yazılan iddialar ışığında ihmalinin ve sorumluluğunun olmadığını söyleyen Sayın Rektöre;

1- Okulunuzdaki PKK sempatizanlarına destek vermek için yapılan gösteriye emniyet birimlerinin izin vermemesine rağmen, siz hangi amaçla izin verdiniz?

2- Okulunuzun öğretim elemanlarının ve personelinin Türk Bayrağı'na düşmanlık yapan grupla birlikte bu şekilde gösterilere katılmasını ne kadar doğru buluyorsunuz?

3- PKK sempatizanı eylemlerde sizin burs kapsamında görevlendirdiğiniz öğrencilerin olmasına ne diyorsunuz? Bu öğrencilerin yaptığı eylemlerden ne kadar bilgi sahibisiniz?

4- Bu sorulardan sonra hala "olaylarda ihmalim ve sorumluluğum yok" demeye devam ediyor musunuz?
5- Eğer öyle demeye devam ediyorsanız sizde bazı öğretim elemanlarınız ve personeliniz gibi bu PKK sempatizanları ile birlikte daha önce herhangi bir gösteriye ya da yürüyüşe katıldınız mı?

6- Rektörlük olarak yukarıdaki bilgilerin gerçeği yansıtmadığını iddia ediyorsanız rektörlüğün bu konudaki açıklamalarını da yayınlamaya hazırız.

OLAYLARI TEK YÖNLÜ VE TARAFLI GÖRENLERE TEPKİLER..

Üniversitelerde, son günlerde emniyetin yapmış olduğu operasyonlarla birlikte, PKK'lı öğrencilerin, üniversitelerde nasıl örgütlendiği net bir şekilde görünmektedir.Türkiye'nin birçok üniversitesinde meydana gelen olaylarda, PKK'lı öğrencilerin varlığı,tahriki ve saldırıları tescillenmiştir. Medyanın büyük bir bölümü maalesef bunu perdelemeye, üstünü örtmeye çalışmaktadır. Medyanın bir kısmı, olayları, hep Ülkücü gençliğine ihale etmeye çalışmaktadır. Saldırıya uğrayan, sürekli tahrik edilen Ülkücü gençlik olurken, medya olaylarda PKK'nın ismini gizlemek için her türlü hüneri sergilemektedir. Bu kalemlerden biri olan Hürriyet Gazetesi'nin kadrolu MHP takıntılı yazarı Mehmet Yılmaz hakkında, geçen günlerde bir cevap yazısı yazmıştım.
O yazıma destek mahiyetinde birçok e-mail ve cep mesaj aldım. O yazıma bir değerlendirmede, yeni göreve atanan MHP Sivas İl yönetiminde,2.Başkanlık görevine getirilen, idealist ve genç Doktor Ülküdaşım tarafından gönderildi. Değerli Ülküdaşım Volkan Uygunuçarlar, gönderdiği e-mailinde, MHP takıntılı Mehmet Y.Yılmaz ve benzerleri için şu yorumlarda bulunmuş:

"Sayın Yıldıray Çiçek, öncelikle yazınızda yapmış olduğunuz aydınlatıcı tespitlerinizden dolayı teşekkürlerimi sunarak başlamak istiyorum.

Geçtiğimiz günlerdeki Akdeniz Üniversitesinde meydana gelen olayları, sağduyulu hiçbir bireyin kabullenmesi mümkün değildir. Olayları gerçekten üzüntüyle izledik. Ama ilginç olan köşe yazarlarının olaylar sonrası yazdıkları yorumlarıdır.

Bu yorumlar yazar ile araştırmacı yazar arasındaki farkı çok iyi tespit etmemiz gerektiğini gösterdi bizlere. Bazı köşe yazılarını okuduğumda Türkiye'nin aydınlık geleceğinin mimarları olarak gördüğümüz gazetecilik ve yazarlık kimliğinin bazı insanlar tarafından sadece maaşlı bir iş olmaktan öte gitmediğini gördüm. Mehmet Y.Yılmaz'ın yazısı ise bu düşüncelerimi daha da belirginleştirdi. Yazının başlığı "MHP sempatizanı olmasına hiç şaşırmadım" idi. Yazının içeriğini hiç okumadan hatta okusanız dahi beyninize empoze edilmek istenen ana tema başlıkta mevcut. Bir partiyi, bir hareketi zan altında bırakmak bu kadar kolay olmamalı. Biraz vicdan! Ülkü Ocaklarında yetişmiş bir tıp doktoru olarak ben, kulaktan dolma fakat gerçek bir yön taşımayan yada araştırmacı yazar kimliğinin araştırmacı kısmını kullanmadan, Ülkücü hareket üzerine yorum yapan bu beyefendiyi Ülkü Ocakları'nın karakterli, şahsiyetli, milli şuura ermiş Türk gençleri yetiştiren, fakülte eğitimini başarıyla tamamlayıp, aziz milletimize hizmet eden gönül sevdalılarının yetiştirildiği yer olarak bilmesini isterim. Sayın liderimiz Dr.Devlet Bahçeli'nin gençliğin eğitimine ne kadar önem verdiği ise aşikârdır. Ülkü Ocakları Genel Başkanı Harun Öztürk de bu yönde hareket eden üst düzey eğitime sahip genel başkandır. Ve MHP mensupları ve Ülkü Ocakları gençleri de bu doğrultuda sağduyulu, Türk milletinin geleceği üzerine fikir geliştiren bireyler olarak yetiştirilmektedir.

Tabi ki Akdeniz Üniversitesindeki olayları ve malum şahısları herkesten çok kınayan bizleriz. Liderimiz Devlet Bahçeli'nin yaşanan olaylar sonrası, ortaya koyduğu eylem ve söylemlerde herkesin takdirini kazanmıştır.

PKK'lı grupların, Akdeniz Üniversitesi'nde hâkimiyet kurmak için çıkarmış olduğu kavgaları görmeyip, sadece Ülkücülere olumsuz imaj çizmek için, tek taraflı ve bir provokatörün eylemini genelleme yapıp, tüm Ülkücü Hareketi zanlı gibi göstermeye çalışmak, aziz milletimiz için vahim sonuçlar doğurabilecektir. Hele hele sağ-sol kavgası gibi olayı gösterip, PKK'yı koruma çabası çok sinsi bir oyundur. Milleti yüceltme ülküsü ile yetişen, vatanın bekası için donanım kazanan gençleri bu şekilde kötü bir imaja yerleştirme çabaları, Türk milletinin varlığı için vurulmuş büyük bir darbedir.

Bu tip oyunlar da, Liderimizin belirttiği gibi, MHP mensupları ve Ülkü Ocaklı gençler asla taraf olmayacaktır. Bizlerin taraf olacağı tek konu aziz milletimizin bekasıdır. Gazetenize veya ofisinize, günlük kim bilir, kaç kişi ziyarete geliyordur. Sizi ziyarete gelen yada sizin her okuyucunuz sizi temsil edebilir mi? En azından bizim anlayışımızda sizi, sizin yazılarınız temsil eder. Bizleri de parti mensuplarımız ve ülkü ocaklı gençlerimiz temsil etmektedir, kimlik - kişilik çatışması yaşayan bireyler değil! O yüzden Mehmet Y.Yılmaz ve benzerlerinin, kalemlerini, Ülkücü Harekete yönelik düşmanlık merkezli değil, gerçekleri yansıtmak için kullanmaları çağrısını yapıyorum.


___________________________________
Yıldıray ÇİÇEK / Ortadoğu Gazetesi
 

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Tahribatın Esas Hedefi 301 Mi Türklük Değerleri Mi?

11.04.2008

Zihinlerin gündem yoğunluğuyla meşgul edildiği şu günlerde, AKP yine bilindik taktiğiyle büyük zararlar yaratacak tasarılarından birini yürürlüğe koymak için çalışmalara başladı: 301. Maddede değişiklik.

— AKP’ye açılan kapatma davası ve bunun etrafında gelişen demokrasi tartışmalarının,

— Yükseköğretimde başörtüsüne serbestlik getiren yasanın kabulü ve ardından kararın iptaline kadar giden yargı süreci ile devam etmekte olan hararetli laiklik tartışmalarının,

— Akdeniz Üniversitesi’nde patlak veren, sağ-sol çatışması şeklinde adlandırılan ama pkk’nın uzun zamandır birçok üniversitede devam ettirdiği bölücü tahrik ve saldırılarından başka bir şey olmayan ve medya tarafından Türk milliyetçilerine mal edilmeye uğraşılan üniversite olaylarının, öncelikli ilgi arz ettiği bir zamanda, AKP Türk Ceza Kanunu’nun 301 ve 305. Maddeleriyle ilgili değişiklik teklifini Meclis’e sundu. Daha doğrusu, milli hassasiyetlerini kaybetmemiş vatandaşlar ile ilgili siyasi parti ve sivil toplum kuruluşları arasında infiale yol açacağını bildiği bu planını kalabalık arasından “sıvıştırmaya” karar verdi.

301. madde esasında belli bir süre öncesinde siyasi ve uluslar arası gündemin odağını
oluşturuyordu. İçeriği;

"(1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini, Devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.

(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.”

şeklinde olan bu maddeden ötürü bazı yazar, gazeteci vs aydınlar(!) hakkında davalar açılmıştı. Orhan Pamuk’la başlayıp Elif Şafak, Hrant Dink, Emin Karaca, Perihan Mağden gibi isimlerin yargılanmasıyla devam eden süreçte, işte bu maddenin kaldırılması, bazılarınca da değiştirilmesi savunuldu.

Onlara göre, 301.madde düşünce özgürlüğe engel teşkil ediyor, “Türklüğe hakaret” ifadesi ayrımcılığı çağrıştırıyordu. AB’ye göre de Türkiye’nin gelişim sürecini tamamlayabilmesi için böyle maddelerin kaldırılmasına ihtiyaç vardı. Hükümetimiz ise dış mihrakların bu hadsiz isteklerine rest çekemiyor, Türkiye’nin iç işlerine karışılabilecek, Irak gibi kukla olabilecek bir devlet olmadığı hatırlatamıyor ve hatta ‘301 kaldırılmaz!’ gibi göz boyamak amaçlı sarf edilen beylik sözlerden sonra ‘Ancak üzerinde bazı değişiklikler yapılabilir.’ iletisini veriyordu.

Bizler, tabi ki de sorumluluğunu üstlendiği milletin kimliğiyle sorunu olanlardan başka bir yaklaşım yani Türk Milleti’nin onurunu savunucu bir yaklaşım beklemiyorduk. Ancak her olaydan sonra, bölücü her kesimden bu maddeye hakaret ve tepkiler gelmesi milletçe sabrımızı iyiden iyiye zorlamaktaydı. Türkiye’de milli değerleri koruyan ne varsa hepsine karşı gelen çevrelerin, aynı tür yasaları barındıran Batılı devletlere hiçbir şey dememeleri de işin özünü açıklamaktaydı.
Sonrasında bu tartışmalar etkisini yitirmeye başlamış, bir süreliğine askıya alınmıştı. Şimdi ise hükümet söylenenleri onaylar tarzda yasanın üzerinde yaptığı tahribatı kabul ettirmeye çalışıyor. Peki, bu değişikliğin kapsamı ve amacı nedir?

Teklif edilen 301. madde şöyle:

''(1) Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini veya Türkiye Büyük Millet Meclisini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Devletin askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, 1. Fıkra hükmüne göre cezalandırılır.

(3) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.

(4) Bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması cumhurbaşkanının iznine bağlıdır.”

İlkin, “Türklüğü” ibaresi “Türk Milleti” olarak değiştirilmiştir. Hükümet yetkililerimiz, Türklük kelimesinden neden rahatsız olmaktadırlar ve bu değişimle beyinlerde nasıl bir iz bırakmak istemektedirler?

Bu konuya biraz daha ilmi yaklaşmak yararlı olacaktır. Türklük, soyut bir kavramdır. İçinde Türk Milleti’ni barındırmakla birlikte ona ait ve has olan tüm değer, yargı ve hasletleri de taşımaktadır. Vatandaşlık ve anayasa bağıyla birleşmiş farklı insanlar topluluğunu değil; dil, kültür, tarih, soy, din, töre, ortak hafıza ve tepki, ortak ülkü açısından da bir ve bütün olan insanları ve bizzat onları millet yapan bu özellikleri yansıtmaktadır. Türklük, “milliyet”in sadece bir topluma özgü olan adıdır. Türk Milleti ise somut bir tabirdir. Genel itibariyle maddi anlamda bu milleti oluşturan insanları kapsar. İşte bu yüzden “Türk Milleti”, “Türklüğü” karşılayacak kadar derin bir mana ihtiva etmez ve onun yerine kullanılamaz. Tıpkı milletçi olmakla milliyetçi olmanın aynı kefede tartılamayacağı gibi.

Aynı durum “Cumhuriyet” ile “Türkiye Cumhuriyeti” arasındaki farkı açıklamak için de geçerlidir.

Bu kasıtlı farklılığın altında yatan sebebi bulmak ise, hazırlayıcılarının zihniyetlerine bakmakla mümkün olacaktır. Aslında 301. Maddenin yeni hali demektedir ki:
“Ey vatandaş! Artık Türk’ün tüm milli değerlerine, atasına, ruhuna, sözüne, inancına küfredebilirsin. Devlet kurumlarını da genel havada konuşarak aşağılayabilirsin.”

Yasanın ihlalini kolaylaştırmaya yönelik bir başka girişim ise ceza üst sınırının 3 yıldan 2 yıla indirilmesi olmuştur. Böylece 301. Maddeye aykırı hareket edenler cezalarını erteletme fırsatına erişmiş olacaklardır.

Teklifteki diğer bir önemli değişiklik, maddenin çiğnenmesi halinde kovuşturma açma yetkisinin Adalet Bakanı’ndan alınıp Cumhurbaşkanı’na verilmesidir. İzin konusunda bir paralellik oluşturulması için aynı değişiklik “Temel milli yararlara karşı hareket” başlıklı 305. Maddede de öngörülmüştür.

Fakat bu değişiklik göründüğü kadar yüzeysel olmamakla birlikte insanı daha kapsamlı düşünmeye itmektedir. Devletin başı niteliğindeki, yargı alanındaki görev ve yetkileri yüksek yargı atamaları yapmak olan Cumhurbaşkanı’nı sadece bu madde için kovuşturma açmak gibi bir iç yargı usulüyle yetkili kılmaktaki niyet nedir? Bu durum Anayasa’ya aykırılık teşkil etmeyecek ve ileride uygulama karışıklıklarına neden olmayacak mıdır? Her ne kadar Cumhurbaşkanı’nın bu yetkisini kullanırken dikkatli olacağı düşünülse de bu, yargıya müdahale ve güvensizlik anlamına gelmektedir. Hele AKP’nin 301. Madde gibi bir konuda Cumhurbaşkanı’nı yetkili kılmak istemesi, akıllara bu maddeden doğabilecek davaları azami sayıya indirmeyi ve böylece AB komiserlerine karşı görevini yerine getirmeyi amaçladığı düşüncesini getirmektedir.

Ayrıca, bir Türk vatandaşının Türklüğü aşağılama suçunu yurtdışında işlemesi halinde cezasının artmasını öngören karar da vatandaşlar arası ayrımı ortadan kaldırmak amacıyla maddeden çıkarılmıştır. Bu ise, yabancılara karşı kendi devlet ve milletini küçük düşürmek gibi haysiyetsiz bir fiili caydırıcı olmaktan çıkarmış, AKP zihniyetinin çarpıklığını bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Tüm bunları savunurken gerekçe olarak, düşünce özgürlüğünün kişisel ve toplumsal gelişmenin kaynağı olduğunu sunmuşlardır. Ancak bölücülüğe çanak tutmak gibi bir özgürlüğün ve demokrasinin olmadığını düşünürsek, olayların iç yüzü daha iyi aydınlanacaktır.
Yani mesele, hukukun üstünlüğü, ifade hürriyeti, vs değil, Türk’ün kendi yasasında bile savunmasız bırakılmasıdır. Niyetlerinin ne olduğunu sağır sultanın bile duyduğu bu kişi ve kurumların 301’le uğraşması aslında doğaldır. Aksine, teröristlerin söylem ve isteklerini sosyal ve kültürel hak olarak görüp de devletin asli, kurucu ve tek unsuru olan Türk kimliğini ayrımcılık olarak niteleyen etnik özürlü zihniyetlerin bu tutumlarını anlayamamak sığ görüşlülük olacaktır. Ancak o efendilerin bilmeleri gereken bir şey var ki, o da bu milletin mücadeleden asla vazgeçmeyeceğidir.
Çünkü 301, Türkiye’nin sadece Türklerin olduğunu bir kez daha haykırmaktır.

301, Türk devlet ve milletinin yasadaki teminatıdır.

301, kimsenin Türk yurdunda Türk’ün devlet kurumlarına, Meclisine, Cumhuriyetine rahatça sövmek gibi bir hakkı olmadığını belirtmektir.

301, düşünce özgürlüğünün de bir sınırı olduğunu ve bu sınırın milli mukaddesatın ve devlet saygınlığının kırmızıçizgilerinde sona erdiğini hatırlatmaktır.

301, hiçbir hürriyetin ulusal hassasiyetlerden ve ‘devlet’ kavramından daha değerli olmadığını, anlamak isteyen ya da istemeyen, tüm beyinlere kazımaktır. Kavramları gayet net ve belirgindir, değişikliğe ihtiyacı yoktur; üstelik de Türkiye üzerinde söz sahibi olmayanlardan gelen talepler yüzünden.

İşte bu nedenlerle, 301’i kaldırmaya her kalkışınızda karşınızda Türk Milleti’nin siperini bulacaksınız! Onu yok etmeye, yani onun üzerinden bizleri sindirebilmeye gücünüz yetmeyecek! Yanınızda içimizden hainler ve hükümetimiz olsa bile!

Tanrı Türk’ü Korusun ve Yüceltsin!


___________________________________
Ece BAĞCIBAŞI​
 

Gökçen

Dost Üyeler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,079
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Web sitesi
www.kibris1974.com
Müşterek mücadele!..


Utanma ve yaptıklarından pişmanlık duyma insanlığa öz yeteneklerdir. Komünist Akel Partisi’nin ünlü Genel Sekreteri ve eli kanlı Rum idaresinin “Kıbrıs Cumhuriyetinin Meclisi” sahte adı altında çalışan Rum Meclisinin Başkanı Hristofyas “Türk kardeşlerine” (!) çağrıda bulunarak “Türkiye’ye (işgale) karşı birlikte savaşalım; ülkemizi birleştirelim” diyor. 1960 Antlaşmaları ve Anayasası altında birleştirilmiş olan Kıbrıs’ı Yunan yapmak için Makarios’la birlikte Türklere kan kusturan bu “toplu mezar kazma uzmanları” ve “hududumuz Girne’de son bulur” diyen bu adamda utanma duygusu diye bir duygu olmuş olsaydı böyle bir çağrıda bulunmazdı. 1963’den bu yana Türklere yaptıkları için özür diler, “geliniz tazminatlarınızı konuşalım” der “Kıbrıs meselesi 1974’de başlamış bir işgal meselesidir” yalanının arkasına saklanmazdı.
“Türkiye’ye (işgale) karşı birlikte mücadele” edelim diyen bu utanmaz adam da biliyor ki ,1974’de Türkiye Uluslararası Antlaşmalardan kaynaklanan hakkını kullanarak Kıbrıs’a gelmemiş olsaydı bugün Kıbrıs’ta tek bir Türk kalmamış olacaktı. Makarios’un ayak yalayıcılığı yaptıkları günlerde mücadelelerinin hedefinin bu olduğunu pekalâ bilmekteydi. Yıllarca Türk “kardeşler” yollardan alınıp kaybedilirken, “Türk kardeşlerin” tüm Anayasal Hakları gasbedilirken Hristofyas veya partisi Makarios’a “kardeşlerimize ne yapıyorsun? Ayıptır, günahtır” dememiş, tam aksini yapmış, Türk haklarının gasbedilmesinde ve Türklerin azınlık durumuna indirilmesinde Makarios’a yardımcı olmuşlardır.
Bugün Hristofyas “Kıbrıs Meclisi” adı altında Başkanlık yapmakta olduğu Meclisin “Kıbrıs Cumhuriyetinin yasal Meclisi” olmadığını bilmektedir, ancak bu yasadışı gasp organında Başkanlık yapmaktan da utanmamaktadır. Ve bu aynı adam utanmazlığı o kadar ileri götürmüştür ki “Hududumuz Girne’de son bulur” beyanatından hemen sonra kalkmış, yüzü kızarmadan, CTP’nin 37. Kuruluş Yıldönümü kutlamalarına katılmıştır. Herhalde içinden “ben değil, her yaptığıma ve söylediğime rağmen beni kucaklayan şu insanlar utansın” demiştir.
Hristofyas’ın bu rezilane çağrısına her kuruluştan ses gelmemişse, kimse bu sessizlikten yanlış sonuçlar çıkarmasın. Türk halkı artık Hristofyas tipi insanların ne mal olduklarını anlamış bulunmaktadır. Utanma yeteneğinden yoksun, gözü dönmüş, Türk’e yaptığını milli görev ve Tanrısal hak bilen bu insanlara verilecek en etkin yanıt KKTC’ye ve Türkiye’nin Garantörlük haklarına dört elle sarılmaktır. Gerisi yalan, dolan ve teslimiyet olur!


Rauf DENKTAŞ

[email protected]

 

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Feth’in İstanbul’una Dair...


Mekkeli müşriklerin Medine'ye doğru harekete geçeceğinin haberini alan Allah Resulü, Medine çevresinde bir hendek kazılmasına karar verir ve sahabeler hendeği kazarlarken büyük ve sert bir kayaya rastlarlar; durumu Resûlullah'a arz ederler. Allah Resulü balyozu eline alarak En'am Sûresinin "Rabbimin emir ve yasakları, doğruluk ve adalet yönünden tamam oldu. O'nun kelimelerini değiştirecek hiçbir şey yoktur. Allah onların dediklerini hakkıyla işiticidir. Gizlediklerini de kemaliyle bilicidir. " mealindeki (115.) ayetini okuyup taşa vurmuş ve taştan büyük bir parça kopmuştur. Allah'ın Resulü, her birinde aynı ayeti okuyarak iki defa daha kayaya vurmuş ve kaya neticede paramparça olmuştur. Daha sonra Selmân-ı Fârisî ile aralarında şu konuşma geçmiştir:

- Ey Allah'ın Resulü! Sen kayaya vururken dikkat ediyordum; her vuruşunda bir kıvılcım çıkıyordu.
- Sen kıvılcımları gördün mü?
- Evet! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki görüyordum.
- Ey Selmân! Birinci vuruşumda bana Kisrâ'nın Medâyin şehri gösterildi ve daha birçok şehirler de...

Orada bulunan sahabelerden birkaçı:
- Ey Allah'ın Resulü! Duâ et de Cenâb-ı Allah o yerleri almayı bize müyesser kılsın, dediler. Resûlullahdaduaetti.
- İkinci vuruşumda Kayzer'in başşehri olan Konstantiniyye (İstanbul) ile çevresi gösterildi. Oraları da gözlerimle gördüm.
Yine sahabeler:
- Ey Allah'ın Resulü! Duâ et de Cenâb-ı Allah o yerleri almayı bize müyesser kılsın, dediler.
Resûlullah da dua etti.
-Üçüncü vuruşumda Habeşistan toprağı gösterildi, orasını da gözlerimle gördüm. Ancak Habeşliler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız. Türklere de, onlar size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayınız, buyurdu.

……

İstanbul 11 defa Müslümanlar tarafından kuşatılmıştır. Beşi Müslüman Araplar, altısı ise Müslüman Türkler tarafından yapılmıştır kuşatmaların ve Resûlullah'ın duasının neticesi alınmış, mukaddes fetih 11. defada, Türk Sultanı II. Mehmed'e nasip olmuştur. Padişah'ın fetih kararını bir gün tebdil-i kıyafet ile çarşıda gezip esnafta ve milletteki samimiyet ve yardımlaşmayı gördükten sonra aldığı rivayet edilir. Fâtih, bu çarşı gezisi neticesinde lalasına: "Lala! İstanbul üzerine gayrı yürümeye karar verdim. Fetih bana müyesser olacaktır, "demiştir.

Sultan II. Mehmet: "Yaşı yirmi iki. Latince, Rumca, Farsça ve Arapça gibi dillere lâyıkıyla vâkıf. O tarihte hududu Tuna boylarına yaklaşmış muazzam Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresini eline almış. Ortaçağı kapatıp yeniçağı açacak zekâ, kudret ve iradeye sahip. Kararlı ve dinî akidelere sağlam bağlı bir Padişah”(1)

İstanbul hususunda iddia edebileceğimiz tek bir şey vardır ki, o da İstanbul'a objektif olunamayacağıdır. Ya seversiniz şehri ruhuyla, ya da onu bina eden ruhtan bihabersinizdir sevmemek için...

Hele mevzu bahis şairin dediği gibi "cihanın yarısı" olan İstanbul'sa, Resûlullah O'nu fethedecek kumandanı ve ordusunu övdü ise, yani tam da bu noktadan durup bakıyorsanız İstanbul'a tarafsızlık mümkün değildir...

Vur pençe-i Alî'deki şemşir aşkına
Gülbank-ı âsumân-ı tutan pîr aşkına
Ey leşker-i müfettihü'l ebvab vur bugün.
Feth-i mübîni zâmin o tebşir aşkına.(2)

Hicretin 50. senesine doğru Muaviye kuvvetleri ile İstanbul'a gelen, Peygamber Efendimiz'le birlikte Bedir, Uhud ve Hendek gazvelerine katılmış olan Ebû Eyüb el Ensârî'nin kabrinin yerini Fatih Sultan Mehmet'in merak etmesi üzerine Evliya Çelebi, Ak-şemsettin'in kabri nasıl bulduğunu nakleder: "Müjde olsun beyim! Ebû Eyüb el Ensârî bu mahalde med-fundur " diyen Akşemsettin Hazretleri iki rekât namaz kılıp selam verdikten sonra tekrar secdeye kapanır ve bir saat sonra secdeden başını kaldırdığında gözleri kan çanağını andıran Akşemsettin, Ebû Eyüb el Ensârî'nin kabrinin seccadesinin altında olduğunu söyler. Nitekim seccadesinin altındaki toprak kazıldığında dört köşe bir taşın üzerinde kûfî hat ile sahabenin adı yazılıdır. Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) "Ashabımdan biri istanbul'da surların dibinde ölecek ve oraya defnolunacaktır. " diyerek işaret ettiği Ebû Eyüb el Ensârî'nin kabrinin üstüne Fatih bir türbe yaptırmıştır ve türbenin civarına bir mescit, cami, medrese, imaret, han, hamam, çarşı kurularak, bir semt imar edilmiştir. İstanbul'un manevî bekçilerinden Ebû Eyüb El Ensârî'nin istirahatgâhı, Eyüp semti...

Resûlullah'ın vahiy kâtiplerinden olan, defnedi-lirken kabrinden yayılan nuru gayrimüslimlerin dahi gördüğü, surların dibinde medfun bulunan Ebû Eyüb El Ensâri gibi nice sahabe ve akabinde nice Müslüman, Resûlullah'ın övdüğü komutan ve o komutanın övülmüş ordusu olmak için çok defa niyetlenmiş, varamasalar da o yolda şehid olmuş, şehid vermişlerdir.

Şehirlerin ruhunu teşkil eden kabirler bilirler mi? içlerinde yatanın kıymetini, hissederler mi onların yaşarken hissettiklerini, ümit ettiklerini? Bir şehri, tarihi ve ruhuyla keşfe çıktığında, şehrin muhtelif yerlerinde, kimi zaman ilgisiz kalmış ama ziyaretim çişi, hiç değilse duacısı eksik olmamış, şehitleri kucaklayan kabirler mahzun olmuşlar mıdır İstanbul fethedilene dek diye, merak eder insan; hele İstanbul'daki sahabe kabirleri? Eğer mahzun oldu ise kabirler mübarek fethe dek; adını Allah Resûlü'nden alan Sultan’ın fethini izlemişler, o müjdelenmiş; fetihle de sevinip, kucakladıkları mübarekleri haberdar eylemişlerdir mutlaka diye umutlanmak gerekir...

Unutamayacağımız bir semt daha vardır fethe şahadet eden; Üsküdar... Lâkin kalemimiz Yahya Kemal'in dizelerinden sonra dönmeye kifayet etmeyecektir, Üsküdar semtini anlatmak için, bu sebepledir ki, şiirle keşfetmek lâzımdır Üsküdar'ın şahitliğini...

Üsküdar, bir ulu rü'yayı görenler şehri!
Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri.
Hepsi der: "Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?
Bizim İstanbul'u fethettiğimiz mutlu günü!"
Elli üç gün en mehâbetli temâşâidi o!
Sanki halkın uyanık gördüğü rü'yâ idi o!


Bir de seyyah, yedi tepeden duyulan ve biri bitmeden öbürü başlayan ezanlar ve martı çığlıklarıyla açılan bir orucu, Ramazan eğlencelerini tahayyülüne dahi sığdıramıyor eski İstanbul'u düşlediğinde...

Son günün cengi olurken ne şafakmış o şafak,
Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak
Görmüş İstanbul'a yüzbin meleğin uçtuğunu;
Saklamış durmuş asırlarca hayâlinde bunu.(3)

Fethe şahit en manidar eserlerdendir Rumeli Hisarı, mimarî yapısıyla fethi müjdeleyenin adına mazhar olmuş, boğazın en dar noktasına, Yıldırım Bâyezid'in yaptırdığı Anadolu Güzelcehisarı'nın karşısına inşa ettirilmiş, inşa edilirken Fatih'in emriyle "Muhammed" kelimesini oluşturan Arap harfleri şeklinde her "mim" bir burca denk gelecek biçimde hususi bir üslup ile inşa ettirilen, Fâtih'in deyimiyle "Boğazkesen"... Anadolu'dan getirtilen işçi, usta ve malzemelerle, hâlâ Anadolu'nun alın terini taşımaktadır o kıymetli eser, muhakkak ki şehrin ruhunun bir parçasıdır.

Bir başka fetih şahidi, 361 yılında büyük bir kilise olarak II. Konstantinus tarafından açılan, fethe dek yangınlar ve yağma neticesinde harabe olan Ayasofya'yı, Fatih Sultan Mehmet fetihle beraber harap hâlinden kurtarmış, bir minber ve bir minare inşa ettirerek onu bir camiye çevirmiştir. Ayasofya'ya giden Fatih, mabedin tunçtan kapısının önünde atından inerek hemen şükür secdesine kapanmıştır. Akabinde uzun müddet mâiyetiyle beraber kiliseyi temaşa eden Fatih ulemâdan birini mihraba geçirmiş ve yanındaki devlet erkânı, ulema, kumandanlar ve şeyhler ile beraber iki rekât namaz kılmışlardır. Fetihten sonra ilk Cuma hutbesini minbere çıkıp kılıcına dayanarak Ayasofya'da okumuştur. Ayasofya'nın harap hâlinden kurtularak varlığını sürdürmesini, muhafazasını sağlayan, ona vakfiye yaptıran Fatih Sultan Mehmet'tir.

Şehirlerimizin ruhunu ve onu teşkil eden tarihî, mimarî, kendimize özgü kültürel dokularını koruyamamak her dâim utanç olmalıdır bize ve elimizdeki her kaldırım taşı, her kubbe, her köprü, kemer, her mezar taşı, her kapı, sokağı her cami, her tekke, medrese, sarayı daha itina ile koruyabilmek için ders almak lâzım gelir. Çünkü bir şehrin eserlerinin yitmesi, istikbalde ruhumuzu kaybetmek anlamına gelecektir.

Eski İstanbul hatra geldiğinde saray âdetlerini düşünememek elde değil. Türk bayramı Nevruz'un kutlamaları sarayda oldukça izzet ü ikram ile yapılırdı. Çeşitli bitkilerin terkibiyle hekimbaşılar tarafından hazırlanan adına "nevruziyye" denilen macun padişaha, saray erkânına, devlet ricaline takdim edilip akabinde macunu hazırlayan hekimbaşma kürk giydirilmesi de âdet hâline gelmişti.

Hayatı taze verip dehre mademki Nevruz
Hoşa irişti meşâm-ı deme dem-i Nevruz
Dağıttı leşker-i sermâye-i sahn-ı gülşenden
Kurunca bârgehin Şah-ı Ekrem-i Nevruz.

Bir başka güzel geleneğimiz Hıdırellez'in İstanbul'da bittabi tadı farklı idi. Hıdırellez gecesi gül dallarına bereket getirsin diye içinde çil kuruşlar bulunan kırmızı keseler asılır. Hıdırellez günü kızlar gülfidanlarının dibine konulan çömleğe kendilerine ait birer yüzük atar, genç kızlardan yüzüne duvak örtülen bir tanesi seçilir, çeşitli mâniler ile çömlekten bir niyet çeker ve nihayet kızların başında kilit açma töreni de gerçekleştirilerek türlü eğlencelere devam edilirdi. Aslı Hızır-İlyas olan ve toplumsal hayatımızda kendine has rimellerle şekillenen Hıdırellez Türk'ün tabiatla olan ilişkisini vurgular. Hızır-İlyas'ın İslam inancında nebî veya velî olduğu tartışmalı bir husustur. Kışla beraber ölen arzın imdadına yetişen bahar mevsimi gibi başı dara düşen kulun yardımına koşacağına inanılan Hızır'ın adının kelime manasının "yeşil" olması da hoş bir semboldür.

Keşfedüb müşkülümüz şâd eyle
Hızır veş gel yetiş imdâd eyle(4)

Fethin içtimaî hayatta meydana getirdiği bir dönüşüm olarak harem-selâmlık âdetinin Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethedinceye kadar geleneğimizde yer bulmadığı, bu usûlün bize Bizans'tan kaldığı söylenir. Nitekim Fatih'in muhterem annesi Hûma Hatun'un asker ve sivil misafirler ve devlet erkânıyla beraber oturduğu bilinmektedir.

Şüphesiz İstanbul mimarisinde saraylar, camiler gibi yer tutan ve toplum hayatıyla alâkalı ipuçlarına kavuşmamıza yardımcı olan hamamlar ve çeşmeler de önemlidir. İstanbul'da hem kadınlar hem erkekler için "hamam" "temizlik imandandır "a atfen İslamî gelenekle beraber örfümüze katılan güzel bir alışkanlıktı... Gelin hamamları, kandil hamamları, bayram hamamları... Evliya Çelebi Seyahatnamesinde kendi yaşadığı devirlerde İstanbul'da 151 hamamın mevcut olduğunu bildirir. Öte yandan, bugünden o tarihlere baktığımızda hayır-hasenat yapmak için her köşe başına bir çeşme inşa ettiren hayırhah Türk insanını özlememek mümkün değildir. İstanbul'da yaptırılmış olan çeşme sayısıyla alâkalı bir istatistik sunmak neredeyse imkânsız; hele ki sadece Fatih semtinde dahi 800 çeşme olduğunu hatırlarsak...

Ve mesafeleri ıratan, zamanı bereketsizleştiren icatların henüz var olmadığı, kandil ışığında "birlikte " hüznü ve sevinci paylaşmanın tadının çıkarıldığı, "muhabbef'te gizli olan kalbîliğin kendini unutturmadığı, gerçek ailelerin varolduğu zamanlan özlememek de mümkün olmuyor...

Bir de seyyah, yedi tepeden duyulan ve biri bitmeden öbürü başlayan ezanlar ve martı çığlıklarıyla açılan bir orucu, Ramazan eğlencelerini tahayyülüne dahi sığdıramıyor eski İstanbul'u düşlediğinde...

İstanbul'un ruhunda bir çentiktir fetihten sonra başlayan ahşap mimari ile ardı arkası kesilmeyen yangınlar; belki ahşap tercih edilmese idi tarihî eserlerimiz, sokaklarımız daha kalıcı olurdu diye içten içe hayıflanmamak da işten değildir doğrusu...

Şüphesiz İstanbul mimarisinde saraylar, camiler gibi yer tutan ve toplum hayatıyla alâkalı ipuçlarına kavuşmamıza yardımcı olan hamamlar ve çeşmeler de önemlidir. İstanbul'da hem kadınlar hem erkekler için "hamam" "temizlik imandandır"a atfen İslamî gelenekle beraber örfümüze katılan güzel bir alışkanlıktı...

Efendim, biz İstanbul'u ve fethi tanıtabilmek, anlatabilmek iddiasında olmadık bu yazıyı yazarken. Bir semtine, bir sokağına, bir çeşmesine şüphesiz sayfalar yazılır... Bir harf de olsa, gelecek nesiller için hizmetimiz olacaksa diye büyük bir ümitle kaleme aldık her harfi. Kâfi olarak biliyoruz ki, fazlası yok, eksiği çoktur. Belki İstanbul hususunda iddia edebileceğimiz tek bir şey vardır ki, o da İstanbul'a objektif olunamayacağıdır. Ya seversiniz şehri ruhuyla, ya da onu bina eden ruhtan bihabersinizdir sevmemek için... Hele mevzu bahis şairin dediği gibi "cihanın yarısı" olan İstanbul’sa, Resûlullah O'nu fethedecek kumandanı ve ordusunu övdü ise, yani tam da bu noktadan durup bakıyorsanız İstanbul'a tarafsızlık mümkün değildir...
Cihanın yarısı gök;
Önünde şehit şehit durmuşuz,
Cihanın yarısı İstanbul
Almışız.(5)

Hele hâlâ surlara vuran; küfrü, siyaseti, entrikayı tarumar eden imanın ve topların sesini duyabiliyorsa yürekler, İstanbul'a objektif olunmaz.

"Sen /Eğer yine İstanbul'san / Eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim / Ulan yine sen kazandın İstanbul / Sen kazandın ben yenildim / Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar / Yine emrindeyim / Ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa / Parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam / Hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa / Yanılmıyorsam /Sen eğer yine İstanbul'san / Senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar / Gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan / Bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir"

Sözün nihayetinde naçizane ekleyecek olursak; şehirlerimizin ruhunu ve onu teşkil eden tarihî, mimarî, kendimize özgü kültürel dokularını koruyamamak her dâim utanç olmalıdır bize ve elimizdeki her kaldırım taşı, her kubbe, her köprü, kemer, her mezar taşı, her kapı, sokağı her cami, her tekke, medrese, sarayı daha itina ile koruyabilmek için ders almak lâzım gelir. Çünkü bir şehrin eserlerinin yitmesi, istikbalde ruhumuzu kaybetmek anlamına gelecektir. Çünkü İstanbul'u ve Türk'ün tırnağının dahi değdiği her şehri mücadele etmeden, sulh ile değil, gafil ve basiretsiz ağyara teslim etmek olacaktır sahip çıkmamak, imkân varken muhafaza etmemek... Kültürümüzü ve bağımsızlığımızı korumak adına kavilik toplum hayatının her alanında kendini göstermelidir, mimarîyi korumak hususunda da aynı metanet mutlaka sergilenmelidir. Türklük ve İslamlık davasında sebatta azmedenlere selam ve dua ile...

KAYNAKLAR
1)AKYAVAŞ, Ragıp. Âsitâne I
2)BEYATLI, Yahya Kemal
3)İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar
4)Sünbülzâde Vehbi
5)Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

___________________________________
Gökçe Nur ŞAFAK​
 

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Yeni Oluşum Hareketi-Abdüllatif Şener

Abdüllatif Şener kim? Abdüllatif Şener: 1954 Sivas doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Gazi Üniversitesi’nde Maliye Anabilim Dalı’nda doktorasını tamamladı. Bolu İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde dekan yardımcılığı ve Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü’nde öğretim üyeliği görevlerinde bulundu. Ayrıca Maliye Bakanlığı’nda Gelirler Kontrolörü olarak görev yaptı.

Refah-Yol Hükümeti’nde Maliye Bakanlığı yaptı. 19. Dönem ve 20. Dönemlerde Refah Partisi’nden, 21. Dönemde Fazilet Partisi’nden Milletvekili seçildi.

AKP’nin kurucu üyeliğinde bulundu ve 22. Dönemde de AKP’den Milletvekili seçildi. 58. Hükümet (Abdullah Gül Hükümeti) ve 59. Hükümet (Recep Tayip Erdoğan Hükümeti)’te Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulundu.

Milli Görüşün önde gelen isimleri arasında yerini alan Abdüllatif Şener, 58. ve 59. AKP Hükümetlerinde, en üst düzeyde görev yaptı. Kendi deyimiyle, AKP’nin tüzüğünü kendisi yazdı. Yani bir nevi AKP’yi bu ülkenin başına kendisi sardı. Kabul etsin etmesin, 58. ve 59. AKP Hükümetlerinde, AKP’nin her yanlışına ortak oldu. Zira 58. ve 59. AKP Hükümetlerinde, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulunması bunu gösterir.

Cumhurbaşkanlığı Seçimi sürecinde, Cumhurbaşkanlığı Aday Adaylığı konusunda, AKP ile arası açıldı. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde Milletvekili adayı olmadı; ancak AKP Merkez Karar Yürütme Kurulu üyeliğini sürdürdü ve AKP ile gönül birlikteliğini korudu.

11 Temmuz 2008’de AKP Merkez Karar Yürütme Kurulu toplantısında, AKP’den istifa etti. “Yeni Oluşum Hareketi” adı altında, yeni bir siyasi oluşum kurmak için harekete geçti.

Ne kadar komik değil mi? AKP’nin önde gelen isimlerinden birisi çıkıyor, Türkiye’yi içerisinde bulunduğu kötü durumdan kendisinin liderliğinde kurulacak bir oluşumun kurtaracağını iddia ediyor!
Abdüllatif Şener, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Dr. Devlet BAHÇELİ’nin “Gökkuşağı Koalisyonu” adını verdiği kuşakta yer almamış mıydı? (Ki herkesin bildiği gibi, “Gökkuşağı Koalisyonu”, DSP’li, ANAP’lı, DYP’li, YTP’li, SP’li ve AKP’li milletvekillerinin oluşturduğu bir koalisyondur. Bu Koalisyon idam cezasının kaldırılması için ittifak halinde “evet” oyu kullanmıştır.)
AKP iktidarı ülkeyi kaosa götürürken Abdüllatif Şener neredeydi?

AKP iktidarının almış olduğu her yanlış kararda Abdüllatif Şener’in imzası yok mu?
AKP’nin yanlış politikalarını uygulayan bizzat Abdüllatif Şener’in kendisi değil miydi?
AKP yanlış üzerine yanlış yaparken, Abdüllatif Şener bir kez olsun AKP’yi durdurmak için, halkı aydınlatmak için uyarıda-açıklamada bulunmuş mudur?
Siyasi hayatını AKP çizgisinde şekillendiren Abdüllatif Şener, hangi hakla Türk Milleti’nin karşısına geçip “Yeni Oluşum Hareketi” için Türk Milleti’nden destek istemektedir?
22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP’den aday olmamış olması, Abdüllatif Şener’in AKP’nin yanlışlarına ortak olmadığı anlamına gelmez. Çünkü Abdüllatif Şener, aday olmamakla birlikte AKP Merkez Karar Yürütme Kurulu üyeliğini sürdürmüştür. Dolayısıyla AKP yandaşlığını devam ettirmiştir ki bunu kendisi de inkar etmemektedir.

Abdüllatif Şener, Milli Görüşçülerin “Kale” olarak nitelendirdikleri, “Konya”da ilk mitingini yapmıştır. Mitingde, AKP’nin ekonomi politikasını “sert bir dille” eleştirmiştir.
Kulislerde “siyasi etik”ten bahseden Abdüllatif Şener, AKP’nin yanlışlarını tek tek sıralayacakmış!
Daha açık bir ifadeyle tahlil etmek gerekirse Abdüllatif Şener, Milliyetçi Hareket Partisi’nin 6 yıldır görüp anlatmaya çalıştığı gerçekleri henüz dile getirmeye başlamıştır. O da kişisel ikbal-liderlik uğruna.

Abdüllatif Şener, AKP’nin kurucu üyesi ve AKP politikalarının uygulayıcısı değil miydi? Bu gün ne oldu da AKP’ye alternatif olmaya kalkıyor? Yoksa “Yeni Oluşum Hareketi”, kapatılmak üzere olan AKP’nin yeni bir hareketi mi?

Daha düne kadar “Durmak Yok Yola Devam” diyen; Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eş Başkanı Recep Tayip Erdoğan ile bu yollarda beraber yürüyen Abdüllatif Şener, bugün, popülizm yaparak necip Türk Milleti’nden oy istiyor. Acaba AKP’den kaç kişi bu harekete katılacak?

Bu soruların cevabı, Türk Milleti’nce malûm. Malûm-u ilana da lüzum yok.

___________________________________
Nasrullah UZMAN
14.07.2008​
 

metetuncay

Dost Üyeler
Katılım
25 Tem 2008
Mesajlar
438
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Türkeli
Web sitesi
www.dildebirlik.org
Yılmaz Özdili'in yazılarını hiç kaçırmam. Bir örnek yayınlayabilirim.
Böyle bir özgürlük dünyanın neresinde var?
Özgürlüğü engelleyen Anayasa!


YENİ Anayasa hazırlıyorlar.

"Özgürlükçü" olacakmış.


*

"Halkı kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek" suçunu işlediği gerekçesiyle "hapis yatan" kişi, "mevcut Anayasa"ya göre, Başbakan olabiliyor mu?

Olabiliyor.

Seçim sırasında hapiste bulunan kişi, milletvekili seçilip Meclis’e girebiliyor mu?

Girebiliyor.

Atatürk ilkeleri üzerine "yemin" eden milletvekili, "Atatürk ilkelerini Anayasa’dan çıkarmak lazım" diyebiliyor mu?

Diyebiliyor.

"Kardeşlerime terörist diyemem" diyen milletvekili var mı?

Var.

"PKK’ya karşı acil ateşkes" isteyen milletvekili var mı?

Var.

"Ermenilere karşı korkunç katliam yaptık, inkár edilmesin, Türkiye bunu kabul etmeli" diyen milletvekili var mı?

Var.

"Türk ordusu silah bıraksın" diyen milletvekili, Türk ordusunun ihtiyaçlarının görüşüleceği Meclis Savunma Komisyonu’na üye olabiliyor mu?

Olabiliyor.

"Mevcut Anayasa"nın hükümlerine aykırı olduğu için, Anayasa Mahkemesi tarafından 3 defa kapatılan zihniyetin partisi, "mevcut Anayasa"ya göre, iktidara gelebiliyor mu?

Gelebiliyor.

"Bölücülük" suçlamasıyla, yine Anayasa Mahkemesi tarafından, yine 3 defa kapatılan bir başka zihniyetin partisi, Meclis’e girebiliyor mu?

Girebiliyor.

Yolsuzluk iddiasıyla yargılanması gereken milletvekilleri, ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıp Meclis’te oturabiliyor mu?

Oturabiliyor.

Yargılanması gereken milletvekilleri, yargılanmamakla kalmayıp, kendileri için "af yasası" çıkartabiliyor mu?

Çıkartabiliyor.

Özgeçmişinde, "Fazilet Partisi kongresinde genel başkan adayı oldu... Fazilet Partisi’nin kapatılmasıyla birlikte..." diye cümleler bulunan milletvekili, "mevcut Anayasa"ya göre, Cumhurbaşkanı olabiliyor mu?

Olabiliyor.

*

Var mı dünyanın herhangi bir ülkesinde böyle bir özgürlük?

Yok.

*

İyi de güzel kardeşim... Daha nasıl "özgürlükçü" olabilir ki bir Anayasa?
 

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Türkmenler Kimin Umrunda?

Geçtiğimiz hafta sonu Star TV başarılı bir habercilik örneği sergileyerek, Irak'ta Türkmen soydaşlarımızın nasıl baskı altına alındığına ve saldırılara maruz kaldığına dair görüntüler yayınladı. Bu görüntülerde, Peşmerge sürüleri, Türkmenlerin arabalarını, evlerini yakıyor, Türkmenler üzerine kurşun yağdırıyor, önüne çıkan Türkmenlere sopa ve demirlerle saldırıyorlar, Türkmenlerin televizyon binalarını tahrip ediyorlar…

Bu manzaralar yeni değil, Saddam'ın diktatörlüğü zamanında da her türlü işkence ve zulme tabi tutulan Türkmenler, ABD'nin Irak'ı işgal etmesi ile birlikte ABD askerlerinden, Barzani ve Talabani'nin çapulcu sürüsünden sürekli zulüm gördüler ve görmeye devam etmektedirler. Onların bu zulmü göstermesi, kendi hedeflerine ulaşmaları açısından normal ama bunlarla birlikte bu zulme seyirci kalan bir Türkiye trajedisi yaşanmaktadır.

ABD'nin Irak işgali gerçekleştiği günden bu yana Türkmenler inim inim inliyor, liderleri teker teker şehit ediliyor, şehirleri İncirlik'ten kalkan uçaklarla bombalanıyor, her türlü baskı ve tehdit altındalar ama Türkiye'den onları korumaya yönelik hiçbir girişim yapılmamaktadır. Girişim yapmasını beklediğimiz AKP hükümeti, Barzani ve Talabani'ye gösterdiği ilginin yüzde birini Türkmenlere göstermemiştir. Barzani'ye "kardeşim",Talabani'ye "dostum" diyenler Türkmenlerin adını ağızlarına almamak için çok büyük çaba harcamaktadırlar.

AKP'nin geçen 6 yıllık iktidarı, Türkmenlerin Irak'taki halini görmemezlikten ve onların yaşadığı zulmü izlemekle geçmiştir.

Türkmenlerin içinde bulunduğu hali izlemekle kalmıyorlar, onlara zulüm yapan, onları evsiz, barksız bırakan, yetim-öksüz koyanlarla her konuda işbirliği yapıyorlar.

ABD'nin Ortadoğu Bölgesi'ndeki hedefleri için, Büyük Ortadoğu Projesi etrafında yeniden işgallerle, ekonomik yaptırımlarla, tehditlerle dizayn edilen ülkeler içinde olan Irak, Barzani ve Talabani'ye emanet edilerek, oradaki Türkmenlerinde yok edilmesi hızlandırılmış ve AKP hükümeti de bu sürece, proje içinde aldığı görevlerle destek vermiştir.

Türkmenlere sahip çıkacak kadar bağımsız olamayan AKP, Türkmenlerin yokoluşunu izleyecek ve onay verecek kadar da ABD'ye bağımlıdır.

Hal böyle olunca, Türkmenler sahipsizlik içinde kalmaya devam edecektir. AKP, Türkiye'nin başında olduğu sürece Türkmenlerin bu yaşadığı acı kader asla değişmeyecektir.

ABD, AKP, Talabani, Barzani için öncelik "Büyük Kürdistan" hayalini gerçekleştirmek olduğu için Türkmenler yok edilmeli, Türkmenlerin her şeyine el konulmalıdır. Bu durumu görmek için çok büyük zekâya sahip olmaya bile gerek yoktur.

ABD ile sadakat bağından dolayı Barzani ve Talabani üzerinde hiçbir hükmü olmayan, hükmü olmadığı içinde onlara ayak uyduran AKP, Türkmenlerle göz teması bile kuramamaktadır.

Milli anlayışı ve şuuru olmayanlar asla milli hedef belirleyemezler… AKP bu yüzden Türkmenlere yönelik ne milli bir politika belirleyebilir, ne de küresel çetelerin güdümünden çıkıp, Türkiye'nin gücünü ve imkânlarını Türkmenlerin varlığını muhafaza için kullanabilir.

Türk milleti, kendi soydaşına sahip çıkmayan, soydaşına zulmedenlerle işbirliği yapan AKP'yi beyninde doğru konumlandırmalıdır.

Türkmen demek Türkiye demek iken, Türkmeni korumayan, Türkiye'yi nasıl koruyacaktır?

Bu soruyu, Türk milletinin her ferdi, kendine sormalıdır.

Türkmen kardeşlerimiz yanı başımızda, AKP iktidarının dostları, kardeşleri(!) tarafından her türlü zorbalığa tabii tutulurken, Türkiye bunu vicdanında izahını bulup, aklı ve mantığıyla da bundan sonraki günler için milli refleksini oluşturmalıdır.

Siyasi iradenin Türkmenlere yönelik kaygısızlığını, vurdumduymazlığını millet iradesi bertaraf etmelidir. Millet iradesi soydaşına sahip çıkacak anlayışı ortaya koymazsa, Türkmenler hızlanacak soykırımla tamamen yok edilecektir.

Türkmenler sahipsiz, Türkmenler Irak'ta çaresizdir. Türk milleti kendi iktidarına rağmen soydaş olmanın vicdanını ve sorumluluğunu artık ortaya koymalıdır. Türkiye artık, kendi topraklarında bulunan İncirlikten kalkan ve mübarek bir Kadir Gecesi günü ABD uçakları tarafından bombalanan Türkmen şehirlerinin düştüğü o halin gerçek sorumlularını bilmelidir.

Sorumlusu bilinen olaylara karşı sorumluluk daha iyi sergilenir.

Türkmenler bugün bu halde ise bunun tek sorumlusu AKP'dir.Sadece ABD,Barzani ve Talabani ile olan ilişkisine bakın sorumlunun AKP olduğunu çok net anlarsınız…

Ne diyordu Recep Tayyip Erdoğan: Özellikle Irak ve Kürdistan'dan gelen bilgiler bizi memnun etmektedir.

Bize de: Irak ve Türkmenler'den gelen bilgiler zehir olmaktadır.

___________________________________
Yıldıray ÇİÇEK / Ortadoğu Gazetesi/04,08,2008
 

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Mustafalar Ölür, Milliyetçilik Yaşar

Denge adına Ülkücüyü darağacına çıkaranlar; 7 Ekim’i 8 Ekime bağlayan gece Ankara (Ulucanlar) Kapalı Cezaevinde ihtilalin rengini belli etmek adına bir sağdan bir soldan zihniyetiyle idamlara başlıyorlardı. Solcu Erdal Adalının infazı yapılırken suçu sadece Ülkücü olmak olan Mustafa PEHLİVANOĞLU da darağacında son nefesini veriyordu.

Son nefes veriş ki; tarihi kıskandıracak derecede…

Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde tüyleri ürperten bir gece. Darağacında bir Müslüman Türk evladı haykırıyordu; duy bu sesi dünya duy bu sesi…

Mustafalar Ölür, Milliyetçilik Yaşar…

ABD’de Türkiye’de yapılan ihtilalin ardından bir rahatlama… Bizim Çocuklar ihtilali yaptı diyorlardı. O çocuklar ki… Gül yüzlülerimize kıydılar…

Mustafa’mıza kıydılar. Yargılandığı olayın gerçekleştiği saatlerde teravih namazında olduğu şahitlerin beyanıyla ortada olduğu halde, Fikri ARIKAN’a kıydılar astı astarı olmayan kendisiyle alakası olmayan bir davadan dolayı, Ali Bülent ORKAN’a işkencenin her çeşidini yaptıktan ruh sağlığını bozduktan sonra idam ettiler. Cevdet KARAKAŞ’a öyle kıydılar. Cengiz BAKTEMUR’a öyle kıydılar. Arkadaşlarından kefenlerini gelinlik diye isteyen, o gelinliklerle kaç gece hücrelerinde sabahlayan, idam edildiklerini radyodan duyan Halil ile Selçuk’a öyle kıydılar. İsmet ŞAHİN’e öyle kıydılar. Ahmet KERSEYE’ye öyle kıydılar… Denge adına kıydılar… Cezaevlerinde hücrelere karıştır barıştır zihniyetiyle dolduranlar aynı zihniyetiyle bir soldan bir de sağdan diye astılar bu ülkü güllerini…

Ülkücü Hareketin ilklerinden ilk idam edilen şehididir Mustafa PEHLİVANOĞLU. Düzenler kurulmuş senaryolar yazılmıştır. 1978 Ramazanında Balgat’ta kahvehaneler taranır. O saatte teravih namazında huşu içinde namazını eda etmektedir Karapınarlı Mustafa. Karapınar da komünistlerin düşüremediği mahallenin yiğidi Mustafa .. Düzenler kurulmuş suç Mustafa Pehlivanoğlu’na İsa Armağana yıkılmıştır. Cezaevinde adaletin tecellisini beklerken 13 ilde sıkıyönetim kararı alınır. Mahkemede ikisine de idam kakarı çıkar. Daha sonra bir yolunu bulup 1980 Temmuzunda cezaevinden kaçarlar. Şartların olgunlaşmasını bekleyen 12 Eylül zihniyeti hazırlıklarını o geceye saklamaktadır. Aradan fazla geçmeden yakalanır Mustafa PEHLİVANOĞLU. Deli taylara benzer Mustafa. Gençtir yiğittir civanmerttir Yavuklusu vardır. Nişanı vardır. Bir gün çıkacaktır o cezaevinden, düğün kuracaktır. Bir gonca gülü vermek bile nasip olmaz Mustafa PEHLİVANOĞLU’na..

Bir yiğittir ki Mustafa hem ne yiğit… Sehpaya çıkarken bir yanda titreyen cellada inat, sehpaya son vuruş… Denge adına kıyılan bir hayat. Ne yapalım yani asmayıp da besleyelim mi diyen ucubet garabeleri… Darağacına çıkmadan önce yazdığı o son mektubu tarihe şanlı mazinin vesikası durumundadır.

Ve bir yanda şanlı maziye sahip Ülkücü Hareket…

Dün sokaklarda Ülkücüler canhıraş mücadelelerin ortasında iken, evlerinin pencerelerinden dışarıya göz atmaktan korkan bugün bu hareketin mazisine dil uzatma cüretkarlığını gösterenler, Dinde Milliyetçilik yoktur diyerek Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) ‘in ‘Kişi Kavmini Sevmekle Suçlanamaz’ hadisi şerifini inkara girenler, kendilerinden başkalarını Müslüman görmeyenler, hırsızlığın küçüğünü el feneriyle, büyüğünü deniz feneriyle yapanlar, din bezirganlığı yapanlar, bu milletin ekmeğini yiyip bu devletin okullarında okuyup bu bayrağın altında yaşayıp da başka devletlerin bayrağını sallayanlar, komşu bir ülkenin sevdalısı olanlar ve siz Ülkücü Hareketin part-time mensupları hareketin içine fitne sokmak, ikbal ve istikbal için ihtilalin ürünü olan bir siyasi yelpazeye tutunup sonra da kaybolup giden, silikleşen iğreti duruşlarınızla zaman zaman hareketin içine girmeye çalışan part-time tipler, bu milletin dini ve vicdani duygularıyla nemalananlar siz de bu mektubu çok ama çok iyi okuyun…

Bir Ülkücü idama giderken bile böyle gider. Sizin gibi bir yanda elinden biberonunu almış çocuk gibi mazlum şiir rollerini takınarak değil… Hem de öylesine erkekçe, hem de öylesine yiğitçe…




___________________________________
Sezer YOZGAT
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Ankaranın Göbeğinde Kandil Dağımı Var!

HAYDİ ERGENEKONCU DİYE YAKALA


Üç gündür bekliyorum, büyük medyadan birisi sesini çıkaracak
mı diye.
Tıs yok.
Çıt yok.
Bırakın medyayı, yargıdan ses yok, Türkiye'yi yönetenlerden ses
yok.
Hafta sonunda televizyonlardan DTP'nin 'Güvencinlerin iş başına
getirildiği' kongresini izledim.
İzlemez olaydım.
Kongre tam bir PKK kongresiydi.
Kandil dağında yapılsaydı, bundan farklı, bundan öte yapılamazdı.
Abdullah Öcalan ve Murat Karayılan'ın kardeşleri kongre salonunda
kendilerine ayrılan özel bir bölümde oturdular. Parti önderliğini
temsilen.
Dört bir yanda Öcalan posterleri, PKK'nın askeri ve siyasi
kanatlarının afişleri vardı.
20 bin kişi 'Öcalan'a özgürlük' diye bağırdı..
Ve daha vahimi, çok daha vahimi DTP Kongresi boyunca çalınan,
salondakilerin halay çektiği, bir dakika bile susmayan bir
'Türküydü'
İşte bu türkü kanımı dondurdu.
Türkünün adı 'Oramar türküsü'
Öyle herhangi bir türkü değil.
Yeni bir türkü.
Türküyü yazan kim biliyor musunuz?
Dağlıca Baskını'nı düzenleyen teröristler.
DTP Kongresi boyunca çalınan bu türkü bir Dağlıca baskını
güzellemesi.
Kendilerince baskını anlatıyorlar. Gerilla dedikleri teröristlerin
Dağlıca'ya nasıl geldiğini, Türk askerini nasıl vurduğunu,
silahların nasıl konuştuğunu, askerlerimizin nasıl çaresiz
kaldığını anlatan ve Dağlıca Baskını'nı yapan teröristlerin
övüldüğü, Dağlıca Baskını'nı kutsayan bir türkü.
Ve bu 'Terör türküsü' DTP Kongresi boyunca fon müziği olarak
durmaksızın çalındı.
Ve üç gündür bekliyorum, kimseden ses seda çıkmadı.
Bırakın gazeteleri, savcılardan bile çıt çıkmadı.
Sadece basın savcılığı, basın suçları açısından bir inceleme
başlatmış.
Teröre methiye düzülüyor, Dağlıca Baskını'nı yapan teröristler
övülüyor ve kimsenin kılı kıpırdamıyor!
Niye?
Ben bilmiyorum.
Kimse çıkıp da 'DTP legal bir parti' demesin.
Legal partilerin terörü övme, kutsama hakkı olamaz.
İşçi Partisi'ne terör suçlaması yapılıyor, DTP ise terör
türküleri çalıyor.
İş mi bu!
Ve bütün bunlar Ankara'nın göbeğinde oluyor.
Ankara'da bir spor salonu Kandil Dağı'na çevriliyor.
Tınan yok.
Terör türküleri, Öcalan posterleri Ankara'nın göbeğinde.
Öcalan'ı Türkiye'ye getiren Albay ve İmralı'nın bağlı olduğu
orgeneral hapiste.
Bunlar birbiriyle doğrudan bağlantılı gelişmelerdir diyemem ama
ilgi çekici bir durum olduğu net bir şekilde ortadadır.
Türkiye'nin içinde bulunduğu süreci ve gideceği yönü de
anlamamızda yardımcı olan bir tespittir.
Türkiye'yi yönetenler, Türkiye'nin geleceğini şekillendirenler,
ister asker olsun, ister sivil, ister bürokrat olsun ister siyasetçi
bu durumun farkında mıdır onu da bilmiyorum.
Ancak böyle giderse Türkiye önümüzdeki 20 yıl içinde ciddi bir
toprak kaybıyla karşılaşacaktır.
En az ikiye bölünecektir.
Hatta bölünmeden de öte bir durum söz konusudur.
Bugünün 'Terörle mücadele kahramanlarının' yarın bir gün
'Savaş suçlusu' olarak aranması bile ihtimal dahilindedir.
Türkiye şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı bir tehditle karşı
karşıyadır.
Ve ne yazık ki, bu tehdidi idrak edebilecek bir 'Dingin kafa'
Türkiye'de ortalıkta görünmemektedir.
Bugün Türkiye'nin sorumlu mevkilerinde oturanlar, tarih önünde bu
hesabı verecektir!
Fatih ALTAYLI/23.07.2008
 

BAHAR

Dost Üyeler
Katılım
2 May 2008
Mesajlar
841
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
istanbul
Bu daha hiç bir şey değil, Bu zihniyet devam ettikce Ne Milliyet, Ne Vatan Nede İslam kalacak İçi boşaltılmış Arab zihniyetinden başka…….
Osmanlınında çöküşü bu zihniyetli insanların sayesinde olmuştu. Osmanlının içindeki düşmanlar HORTLADI DİKKAT !
SELÇUKLULAR KURULUR YIKILIR, OSMANLILAR KURULUR YIKILIR, ANCAK; BUNLAR BİLMİYORLARKİ TÜRKLER VARDIR HEP VAR OLACAKTIR…….
 

DOĞUKAN

New member
Katılım
18 Eki 2008
Mesajlar
2,057
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
K.K.T.C.
Hulki Cevizoğlu

"BELKİ DE BİR TABURU BASACAKLAR"

1984’te başlayan PKK terörü henüz 5. yılında.
Genç gazeteci soruyor, Güneydoğu’daki görevinden yeni emekli olmuş korgeneral yanıtlıyor.
Soru: Asayiş Bölge Komutanlığı’ndaki bilinen görev değişikliğinden sonra olaylar azalacak diye bekleniyordu. Tam tersi oldu.
Cevap: Olayların durması mümkün değil ki. Bir gelişimin, tarihi bir gelişimin sonucudur bunlar. Hâlâ da gidecektir. (...) Daha da artacak. Belki de bir taburu basacaklar. Taburun bir kısmını kesecekler belki de.


“DEVLET YOK ORDA
Soru: Peki Sayın Paşam, sorun sadece dağ olayı değil, kültürel galiba değil mi? Yani kökeni geçmişe dayanıyor.
Cevap: Tabii. Cumhuriyet döneminden beri gelen yanlış uygulamalarımız var. Hep, vatandaşa olduğu yerden başka yerde aratmışız devleti. Ve hâlâ orda vatandaş devleti arıyor. Devlet yok orda.
Soru: Yani, yerlerini boşaltmak gibi...
Cevap: Yoo, onlar derde deva değil. Yani iki tane köyü boşaltmak suretiyle. Çünkü bir tane Cudi Dağı yok ki orda. 10 tane Cudi Dağı’ndan önemli dağ var orda.
Soru: Nasıl efendim? Sivil mantıkla anlayamıyorum.
Cevap: Yahu asker adam anlayamıyor bu işi. Sen nasıl anlayacaksın Hulki bey yani. Adam koskocaman adam olmuş. Onlar anlayamıyor bunu. Anlayamadığı için 1984’ten beri bu safhaya geldik. Sebep o. Biz konuyu, önce hastalığı teşhis edemedik. Teşhis edemediğimiz için ilacını doğru dürüst veremiyoruz. Bundan dolayı da olaylar büyüyüp, gelişiyor, daha da büyüyecektir bu kafayla gidilirse.
(...) Yalnız zabıta tedbirleriyle bunun çözülmesi mümkün değil. Kalkınma, oraya yatırım yapalım desek de, o da hikâye. Yatırımla da olmaz bu.
Soru: Siyasi ya da sosyal bir tedbir mi lazım?
Cevap: Tabii. Orada Kürt milliyetçiliği fikri doğmuştur.
Soru: Kesin olarak bu fikir doğdu mu?
Cevap: Doğmasa bu iş olur mu?
Soru: Halkın desteği var mı peki bu işe? Hep olduğu söyleniyor.
Cevap: Onda da yanlış teşhisi koyduk.
Soru: Nasıl?
Cevap: Hep, (Vatandaş devletin yanında) dedik. Hayır. Vatandaş devletin yanında değildir. Vatandaş kuvvetlinin yanındadır.
Soru: Orada kuvvetli kim efendim?
Cevap: Vatandaş tribündeki seyirci gibidir. Hangi takım galipse o takımı alkışlar. Bizim yanımızda bulunmuyor adam. Kaçıyor bile.
Soru: Birçok bakımdan geri kalmış bu yöredeki insanlar milliyetçilik konusunda nasıl bilinçlenmiş olur?


“15-20 SENEDE DEMOKRATİK YOLDAN ELE GEÇİRİRLER TÜRKİYE’Yİ”
Cevap: 1980’de, 1970’de, daha eskilerde vardı bu. Bir inceleyin. Cumhuriyet dönemindeki, 1930’lu, 40’lı yıllardaki isyanlarla, 1980’den sonra bölgede olan olayları bir inceleyin. Konu yurtdışına taştı.
(...) Peki Doğu’da durum nasıl? Çığ gibi büyüyor adamlar. Er veya geç, 15-20 sene sonra demokratik yolla bile Türkiye’yi ele geçirir adamlar.
Soru: Peki efendim, bu işin bir çaresi yok mu?
Cevap: Var, var.
Soru: Ne yapılabilir? Bunun askeri tedbir olmayacağını söylüyorsunuz.
Cevap: Askeri tedbir değil, komple tedbir olması lazım.
Soru: Uzun dönemde tedavi için neler yapılabilir?
Cevap: Tedavi, tedavi... (Ben sana bu devleti kurdurmam) diyenlerin çoğalması lazım.


BEN BU RÖPORTAJI 19 YIL ÖNCE YAPMIŞTIM!..
Ben bu röportajı 5 Eylül 1989’da, tam 19 yıl önce yapmıştım (6 Eylül’de Günaydın gazetesinin sürmanşetinde yayımlandı. Ayrıntılar için bakınız “Ya Sev Ya Sevr” kitabı, s.86-91.)
Bugün, geldiğimiz noktaya bakınız.
Siyasallaşan PKK’nın partisi “Kürtler’e soykırım uygulandı” diyor. PKK ile mücadele eden Türk ordusunun generalleri uluslararası mahkemelere çıkarılmaya çalışılıyor!..
19 yıl sonraki genç gazeteciler kimlerle, nasıl röportajlar yapacaklar acaba?..
 

ARIKBUKA

Halkla İlişkiler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
920
Tepkime puanı
1
Puanları
0
ABD, kendisini dünya için tehdit olmaktan çıkarmalı!


ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman, “İslam dünyasında reform ABD’nin en önemli stratejik girişimidir ve Türkiye’nin başarısı da bunda büyük rol oynayabilir” diyordu...
New York Times gazetesi ise 2004 yılında “Bir Türk Başarı Öyküsü” başlıklı yazıda “Erdoğan’ın başarısında, ABD’nin büyük çıkarı olduğunu” yazıyordu!
Erdoğan ise, CFR denilen ve 1971 yılında bütün ulus devletleri parçalama kararı alan kuruluşun salonunda yaptığı konuşmada, “Türkiye ile ABD, uluslararası barışın ve istikrarın korunması konusunda ortak görüş ve düşünceleri taşımaktadır” görüşündeydi!
Halbuki, Türk halkı son zamanlarda birinci tehdit olarak ABD’yi görmekteydi.
Türkiye, ne Johnson mektubunu unutmuştu, ne haşhaş yasağını, ne Kıbrıs ambargosunu, ne Çekiç Güç’ün PKK’ya yardımını ne Muavenet’in vurulmasını, ne Kuzey Irak’ta bir devlet oluşturmasını, ne de Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirilmesini!
ABD, İngiltere ve İsrail’den oluşan “Koalisyon”un, Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan coğrafyada küresel işgali başlattığını ise sadece Türkiye değil bütün dünya biliyor!
Türkiye’yi eyaletlere ayırarak bölme ve böylece daha kolay yönetme stratejisi ABD tarafından 1896 yılında kabul edilmiştir.
Bush yönetimi terörist olarak ilan ettiği PKK terör örgütünü illegal yollardan besliyor, himaye ediyor ve maalesef siyasal olarak da destekliyor! PPK terörü de başta ABD desteği sayesinde Türkiye’de masum insanların canlarını almaya devam ediyor. Yine Bush yönetimi, Irak’ta barınan PKK terör örgütüne karşı operasyon yapmak isteyen Türk Silahlı Kuvvetlerinin karşısına dikiliyor ve hatta tehdit ediyor.
ABD’nin, Süleyman Demirel’e, Turgut Özal’a ve Tayyip Erdoğan’a eyalet sistemini dayatmasının ardında 100 yıl önce Kongre’nin aldığı bir karar vardır. Erdoğan’ın “Türkiye kimliği” lafları da işte bu 100 yıllık Amerikan projesinin psikolojik hazırlığıdır!

* * *

Anadolu Ajansı’ndan Deniz Arslan’ın haberine göre
ABD’nin eski Ankara büyükelçilerinden Mark Parris, ABD Başkanı George W. Bush yönetiminin Türk-Amerikan ilişkilerini “bulduğundan daha kötü halde” bıraktığını ancak 4 Kasım’daki başkanlık seçimiyle gelecek yeni yönetimin, her kim kazanırsa kazansın, “sırf Bush olmadığı için” Türk halkının gözünde daha olumlu bir imajı bulunacağını ve bunun da yeni liderin ilişkileri yeniden inşa etmesini kolaylaştıracağını kaydetti.
Parris, “2003 yılından beri kamuoyu yoklamalarında ABD, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden ülkelerarasında birinci sırada yer aldı” görüşünü dile getirdi.
Parris, 2007 sonu itibariyle ABD’nin bağımsız Kürdistan’ı kurmak için Türkiye’yi bölme arayışında olduğuna inanıldığını belirtti.
Parris, “Kemalistler, Washington’ın, AK Parti’yi kullanarak Türkiye’de bir İslami Cumhuriyet kurmaya çalıştığına ikna olurken AK Parti destekçileri Bush yönetiminin, İran’da elini serbest bırakmak için Türk ordusuyla işbirliği yaparak partiyi iktidardan uzaklaştırmaya çalıştığından şüphelendi” iddiasında da bulundu.

* * *


Görüldüğü gibi ABD adına gerçekleri gören ve yeni yönetimi uyaran birisi nihayet çıktı.
Fakat, ABD’nin bundan sonra sadece Türk kamuoyunu kazanmak için çaba sarf etmesinin hiçbir anlamı yoktur. Anlamı olan davranış, bütün dünya kamuoyunu kazanmaya çalışmaktır. Bunun için de ABD, Neo-Con’ların dünyayı kana bulayan politikalarından vazgeçmeli, kendisini tehdit olmaktan çıkarmalı; Atatürk’ün “Yurtta barış, cihanda barış” politikasını benimsemelidir

Arslan BULUT-Yeniçağ
 

ARIKBUKA

Halkla İlişkiler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
920
Tepkime puanı
1
Puanları
0
PKK terörünü kudurtan sebepler ve çözüm yolları


Eğitimci yazar kardeşimiz Mahiye Morgül PKK terörünün AKP iktidarıyla birlikte yeniden ve geometrik olarak hortlayışının sebeplerini Emekli Kurmay Albay Ömer Lütfü Taşçıoğlu’nun tespitlerinden derlemiş.
Vatana İhanet Kanunu kaldırıldı, Terör Yasası’na eklendi.
Valinin izni olmadan operasyon yasaklandı.
İdam kaldırıldı.
CMUK değişti, DGM’ler kaldırıldı.
Gözaltı süreleri 15 günden 4 güne indirildi.
Terörle Mücadele Yasası’nın propagandayı düzenleyen 8’inci maddesi kaldırıldı.
Askerin üst-araç arama yetkisi elinden alındı.
Vicdani ret kabul edildi.
Şehitlik ve gazilik kavramları ders kitaplarından çıkarıldı.
Başbakan, TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanı tarafından bunlara yemek verildi.
Medyanın terör desteği meşru hale getirildi.
Cezaevinden çıkarılan PKK’lılar TBMM’ye sokuldu.
ABD ve AB’nin dayatmalarıyla federatif sistemin altyapısı hazırlandı.
PKK’yı destekleyen DTP’liler ve belediye başkanlarına işlem yapılmadı.
TSK hedef seçilerek yıpratılmaya başlandı.
ABD ve İsrail’in PKK’ya desteği görmezden gelindi.
ABD’nin Irak’ta Kürt devleti oluşturmasına ses çıkarılmadı.
Irak’ın kuzeyinde Türk şirketlerinin sözde Kürdistan’a destek vermesine göz yumuldu.
PKK’nın Irak’a giren Türk kamyonlarından haraç almasına seyirci kalındı.
Mersin ve Gaziantep bölgesinden sözde Kürdistan’a Barzani adına kaçakçılık yapılmasına göz yumuldu.
Barzani ve Talabani muhatap kabul edildi.
Emekli Kurmay Albay Ömer Lütfü Taşçıoğlu terörün kontrol altına alınabilmesi için yapılması gerekenleri de sıralamış:
Teröre maddi destek ve moral desteği sağlayan iç ve dış unsurların desteği önlenmelidir.
AB dayatmalarıyla çıkarılan ve terörü besleyen tüm uyum yasaları iptal edilmelidir.
AB ve ABD temsilcilerinin Türkiye’nin içişlerine karışmasına ve DTP’lileri ve terörü destekleyen diğer kişi ve kuruluşları ziyaretlerine izin verilmemelidir.
BOP’dan destek çekilmelidir.
Su, enerji, toprak satışları, azınlık hakları, ABD’ye tanınan üs kolaylıklarıyla ikili anlaşmaları gözden geçirebileceğimiz ABD ve İsrail’e hatırlatılmalıdır.
Rusya, İran ve Suriye ile iyi ilişkiler geliştirilmelidir.
Ilısu Barajı tamamlanmalıdır.
Gerekirse İncirlik ABD’ye kapatılmalıdır.
Irak’ın kuzeyinde Barzani’ye ve Talabani’ye hizmet eden Türk firmaları geri çekilmelidir.
Mersin ve Gaziantep’ten Barzani şirketleriyle yapılan kaçakçılık önlenmelidir.
Irak’a ucuz elektrik satışına son verilmelidir.
Habur sınır kapısı kapatılmalı, Telafer kapısı açılmalıdır.
APO’nun hapisten PKK’yı yönetmesi önlenmelidir.
Türk medyasının PKK’yı meşrulaştıran ve sempatik gösteren çalışmaları önlenmelidir
Askerin üst ve araç arama yetkisi geri verilmelidir.
Jandarmanın dinleme yetkisi iade edilmelidir.
İl İdaresi Kanunu değiştirilerek askerin izinsiz operasyon yapmasına imkân sağlanmalıdır.
Jandarmanın yetki kısıtlamaları kaldırılmalıdır.
Polis devleti yolundaki girişimlerden vazgeçilmelidir.
Sınır güvenliği ve iç güvenlik sorumluluğu tekrar TSK’ya verilmelidir.
Vicdani ret kaldırılmalıdır.
PKK’ya destek sağlayan milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmalı, belediye başkanları görevden alınmalıdır.
TSK’yı yıpratıcı her türlü faaliyet önlenmelidir.
“Daha ne desin Sayın Emekli Kurmay Albay Taşçıoğlu” diye soran Mahiye Hanım haksız mı!


Hasan DEMİR-yeniçağ
 

DOĞUKAN

New member
Katılım
18 Eki 2008
Mesajlar
2,057
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
K.K.T.C.
Hüseyin Üzmez’e teşekkür borçluyuz!

Hüseyin Üzmez’e teşekkür borçluyuz!

Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez"in yaşadıkları ve yaşattıklarını bütün Türkiye yakından izliyor.

Bu durum toplumun röntgenciliğinden ziyade “baş kahraman” Hüseyin Üzmez"in marifetlerini(!) ve yeteneklerini(!) anlatma gayretiyle gelişiyor.
Üstat o kadar sık ve çok konuşuyor ki, en sonunda kendisine ılıman bakanları bile çileden çıkarttı:

-Sus be adam!
Bu cümle Yeni Şafak gazetesinin manşetinde yer aldı.

Vakit Gazetesi ise derin bir suskunluktan sonra Üzmez"in “suçlu bulunması durumunda” ona sahip çıkmayacağını açıkladı. Ama bu açıklama ağırlıklı olarak savunmaya yönelikti:

-Yazarımızın taciz suçu işlediğine inanmıyoruz!

Şimdi Hüseyin Üzmez"in konuşmalarına bir göz atalım:

-Ben çapkın adamım!
Polisteki konuşması…

-Benim gazozuma ilaç atmışlar!
Mahkemedeki konuşması…

-Benimle yatan fahişe olmaz!
İpe sapa gelmez konuşması…

Üstat ha babam de babam konuşuyor. Konuştukça da batıyor. Televizyon canlı yayınında şöyle diyordu:

-Yolda yürürken kadınlar kızlar boynuma sarılıp beni öpüyor. Onlara çıkar nüfus kağıdını mı diyeceğim?

Demek ki, yaşına başına ve İslami camiadaki "saygınlığına" bakarak ona sevgi gösteren çoluk çocuk ne kadar kız varsa hepsini “yatılacak kadın” olarak görüyor.

Oysa onların tamamı Hüseyin dedeleri, kendilerini “üzmez” diye bu kadar yakınlık gösteriyorlar. Yoksa Hüseyin Bey"in Tom Cruise veya Brat Pitt ile yarışacak (dayanılmaz erkek) bir vaziyeti bulunmuyor!

Ha, ne dersiniz?

Bütün bunlara bakarak denilebilir ki:

-Hüseyin Üzmez"in açık tavırlı ve içten olması bakımından takdir edilmesi gerekir.

Abartılı ahlakçık çizgisinde bulunan pek çok “önderin” insani zaaflar bakımından eleştirdikleri toplum modellerini fersah fersah aştıkları görülebiliyor.

Elele tutuşmuş yürüyen iki öğrenci gençten birini “fahişe” diğeriniyse “ırz düşmanı” gören anlayışın en seçkin temsilcisi, torunu yaşındaki çocukları ellemeyi “ahlaki davranış” olarak içine sindirebiliyor:

-Regl oldu mu kadındır!

Bu bakış açısının daha samimi olanlarını cezaevi kitaplarındaki sübyancıların dilinden biliyoruz:

-Sandalyeye oturdu mu, ayakları yere değiyorsa tamamdır!

Yukarıdaki ile aşağıdaki arasında ne fark var?

Biri ahlakçı önder, diğeri ahlaksız sübyancı…

Hüseyin Üzmez bir paradigmayı yıkıyor.

O dünyanın içini dışına çeviriyor.
Bunu da bütün samimiyetiyle yapıyor.
Yaptıklarından iğrenebilirsiniz ama teşekkürü esirgememek gerekir!

(Nazım Alpman-Int.Hbr)
 

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Kırılan Halk !

Yüce Türk milleti varoluşundan günümüze yaşadığı süreçte "Zora direnişi,özgürlüğe sadakati ve insanlığa sevgisiyle" herzaman dünyaya örnek olmuştur. Adaleti,hakkı,hukuku ve mazlumu herdaim korumayı kendine görev bilmiş, yaradılışında varolan bu özelliklerinden ötürü birçok zulüm görmüş,haksızlığa uğramıştır. Haksızlığa uğradığı durumlarda bile adaletli olmuş samimiyetinin bedelini en ağır şekilde ödemiştir.

Bugün Rusya Federasyonuna bağlı Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar Cumhuriyetlerinde yaşayan Karaçay-Malkar Türkleride Yüce Türk milletinin bir parçasıdır. Karaçay-Malkar Türkleri birçok acılar çekmiş ama ne Türklüğünden nede Müslümanlığından asla vazgeçmemiştir. Karaçay-Malakr Türklerinin acı günlerinden biri de 2 Kasım'dır.Aşağıda sizinle paylaşacağım mektup 1948'de bir Malkar'lı Türk kardeşimiz tarafından İsmet İnönü'ye yazılmıştır.Günümüzde birçok gerçeğe ışık tutacak bir mektuptur.

Okuyacağınız mektup sürülen katledilen halkımızın insanlık alemi içinde ne kadar Şanlı ve Şerefli olduğunun bir ispatıdır.

Bu mektup neden Ülkücü olduğumuzun ispatıdır..!

Bu mektup bir haykırışın değil, 2023'ün lider ülkesinin Türkiye olması gerektiğinin ispatıdır!




22.1.48 Y
Meuaubing b.
Münhen - Almaniya
Signal Depot
Jurnalis Mustafa Aday P.
Türk Hükümeti Baş Reisi İsmet İnönü

KIRILAN HALK

Kafkas dağlarının bazı vadilerinde, halkımızın bir kısmı kendisinin sıkıntılı hayatını çok eski zamanlardan beri devam ettiriyordu. Dilimiz Türkçe, dinimiz İslam; milletimizde Türk milletinden sayılırdı. Bununla birlikte adımıza kendimiz “Malkar” derdik, Ruslar ise “Balkar” diye adlandırmaktaydılar. Halkın kendisi son günlerine kadar İslam dinine çok bağlı, komşusu olan milletlere karşı iyiliği seven, şerefli bir halk idi. Bununla birlikte, şimdiki zamanda çeşitli milletlerin içinde namusumuz, töremiz sağlam olduğu için her türlü zoru zulmü görmemize rağmen, onlara eğilmedik. Ruslar bizi eski zamanlarda zora koşardı, bizde sevdiklerimizi yanımızda tutardık. Ruslar onları sevmediklerimizi bildikleri halde ileride onlara inanacağımızı beklerlerdi.

1918 yılında Rus Bolşevizm’i, kendisinin kanlı kanunlarını uygulamaya başladığı zaman biz Malkarlar 107.500 kişi idik. Bu Bolşevizm kendi yeni dinini bize telkin etmeye başladı. Allah(c.c.)’ın yerine Karl Marks, Muhammed(s.a.v.) Peygamberin yerine Lenin’i, asil imamlarımızın yerine Stalin’i ve parti sekreterlerini yerleştirmeye başladı. Daha sonra da iyi çalışkan, elinde mülkü olan halkın mallarını alıp, kendilerini tutup öldürmeye başladı. Bu zulme bizim halkımız aslan yüreği ile karşı geldi, biraz güçsüz düşsek de Bolşevikler yeni dinlerini bize zorla bile razı edip boyun eğdiremediler, karşı gelip isyan ettik. Bolşevikler ellerini bizim kanımıza bulaştırmaya başladılar. 1921 yılında Bolşevikler karşısındaki silahlı ayaklanmanın bitiminde, bizim halkın iyi adamlarından 19.700 kişiyi yakalayıp öldürdüler. 1929 yılında bu Bolşeviklerin idealleri olan Kolhozları yayarak bizi memleketimizden kovmaya başladılar. Bu kolhozculuğu kabul etmeyen halkımız 1930 yılında büyük bir silahlı harbe başladı, böyle olunca, Bolşevikler kendilerinin büyük silahlı güçlerini gönderdiler, halkın bir kısmını vurarak ezip ayaklanmayı bastırdılar, geriye 42.600 kişiyi bıraktılar.

1937 yılında Bolşevikler dış toprakları, kendi topraklarına katmaya hazırlandılar. Kendilerinin politik sınırlarını, başka topraklardan koparıp geniş etmeye, eskiden beri var olan isteklerini de tekrar etmeye başladılar. Öncelikli düşmanları yok etmek bahanesi ile 29.000 kişiyi tutukladılar, bugünde sağlıkları da helak oldukları da belli değil, dünyadan kaybettiler.

1940 yılında Rus Bolşevikleri Basarabiya ile Bukovinayı aldıktan sonra, Türkiye’nin sınırlarına kendilerinin askerlerini çok sayıda yığmaya başladılar. Bu halktan 1941 yılında Kızıl orduya muvazzaf asker olarak silâhaltına almaya başladığı zaman, bizim halk Bolşevizm için savaşmak istemediğini açıkça söylemeye başladı. Ormanlar hürriyet için çıkanlarla doldu; Bolşeviklere karşı mücadele açıkça başlamıştı.

1942 yılında Kasım ayında “Malkar Su Ağzı” denilen bir su ağzında yaşayan halkı memleketlerinden kaldırmaya ( 11 ili ) yakıp, halkı ihtiyar, çocuk, kadın diye seçmeden, Bolşevik askerleri kırıp katlettiler.

Bu geride kalan 8.500 adamı imha ettiler, bunların içinde 200kişiyi evlerinden çıkarmadan, diri diri evleriyle birlikte yaktılar.
1934–44 yıllarında milletin kalanını 9.500 kişiyi ömürlerinin çoğunu geçir¬dikleri, hayatlarını sürdürdükleri vatanlarından Sibirya'ya sürdüler, duyduğu¬muz haberlere göre orada açlıktan, susuzluktan kırılıp bittiler.
Şimdi, bu halktan kalanların bir kısmıyla birlikte 87 kişi varız. Bunların içinde ihtiyarlar 10, çocuklar 6, kalan erkek-kadın 71 kişi. Bu 87 kişiden şimdi, 30 kişi İtalya’da, 10 kişi Avusturya’da, 41 kişi Almanya’da, 6 kişi Fransa’da beklemekte, evden ayrılmış aşları işleri yoktur, babası anası ölüp sokağa atılan öksüz gibi atılıp kaldık.
Ve bu halde, kendisinin namusu, dini ve hürriyeti için 107.500 kişi olan halktan bu kadarı sağ kaldı.

Bu sağ kalan 87 kişi de Bolşeviklerin komiserlerinden kaçanlar, şimdi ormanda, dağda zora baş eğmediklerinden serseri gibi dolaşmaktadırlar.
Türkiye Hükümetinden biz 87 kişi Malkarlı, elinizi uzatıp tutmanızı istiyoruz. Bizi bu esirlikten kurtarınız, bizde sizin etinizden kopmuş bir parçayız…
Bize yardım etmek size dünya yanında namus, Allah(c.c.)’ın yanında sevaptır. Şimdi Türkiye’ye varmağa, katılmak isteğimize izin veriniz.
Doğru cevabınızı sabırla bekliyoruz.

Tanrı Türk’ü Korusun ve Yüceltsin…



___________________________________
Kerim ÇORAKLIK​
 

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Cevap: Köşe Yazısı...

Bu arada başbakan medya aracılığıyla açıklama yapmış;

"Krizden kurtulmak için yerli malı kullanın!"
* * *
Ben de dedim ki amenna, başbakanımız doğru söylemiş...

Başbakanı cepten arayıp tebrik edeyim dedim...
Meğerse Turkcell'in bir kısmına el koyup, Finliler'e Ruslar'a satmışlar...

Telsim'den arayayım dedim...
El koyup İngilizler'e satmışlar...

AVEA'dan arayayım dedim...
Lübnanlı'ya satmışlar...

Ev telefonundan arayayım dedim...
Araplar'a satmışlar...

E bari internetten e-posta yollayayım, maksat yerli malı kullanmak olsun...
O da Araplar'a gitmiş...

Ne diyelim...
Arab...
Sen bizi kurtar Ya Rab...
* * *
Bari dedim bineyim otomobile, başbakanın yanına gidip öyle tebrik edeyim...

Uzun yola çıkma dan önce araç muayenesi yaptırayım dedim...
Araç muayene işlerini Alman'a vermişler...

Sigortasını yaptırayım dedim...
Başak Sigorta'yı Fransa'ya vermişler...

Benzin alayım desem...
Zaten direk Irak'a dolaylı olarak ABD'ye gidecek param...

Ondan da vazgeçtim...
* * *
Madem dedim, başbakanı yerli malı kullanma sevdasından dolayı tebrik edemedik..
E bari gidip bir bankadan kredi çekeyim de yüzde yüz Türk sermayeli bir iş kurayım...

Maksat, başbakanın gözüne girmek...

TEB'e gittim, Fransızlar kapmış...
Deniz Bank'a gittim Danimarkalılar almış...
Oyak Bank'a gittim, Hollandalı oturuyor patron koltuğunda...
Finans Bank'ı da vermişiz Yunan'a...

Hani, Türk Bankası olduğu için Ziraat Bankası'nın Atina'da şube açmasına izin vermeyen Yunanistan...

Ama Allah'ı var sayın başbakanımızın, Garanti Bankası'nın hepsini değil sadece yarısını vermişiz Amerikalılar'a...
Valla tebrikler...

* * *

Dedim ki kendi kendime, bu da olmadı, en iyisi mi açayım bir radyoyu da kafamı dinleyeyim...

Açtım... Süper FM...
Kanadalı'ya satmışlar...
* * *
Valla nasıl olur bu iş dedim kendi kendime...

Ne var ne yok elin ecnebisi kapmış...

Cep delik tava delik... Nokta nokta nokta üstelik...

* * *

Hemen bir 70'lik rakı açtım büyüğünden... Hani Türk içkisi ya. O bakımdan.
Efkar dağıtmak için...

Onu da Amerikalılar'a satmışlar meğerse...

* * *

Bir tek kömür madenlerini satmamışlar...
Seçim zamanlarında işe yarıyor çünkü...

Demokraside devrim yaptık ya hani...

Kömür demokrasi düzenine geçirdik ülkemizi...

O bakımdan...

* * *

Hadi bakalım...

Durmak yok yola devam...

Miraç YILDIRIM

Karanlığın en koyu olduğu an,
Aydınlığın en yakın olduğu zamandır.

Sevgiyle Kalın...
 
Üst