Kürt Dosyası

Levent Akıncı

Onursal Üye
Katılım
12 Eyl 2008
Mesajlar
49
Tepkime puanı
0
Puanları
0
KÜRT DOSYASI

5000 bin şehit, 300 milyar dolarımıza mal olan, hakkında sayısız açılımlar yapılan bir kardeş kavgasına bakışımız nasıl olmalı? Hiçbir zaman hissi ve şoven bir yaklaşımda bulunmadan, gerçekçi bakış açısına gereksinmemiz var olduğu kanısındayım.
Türk sorunundan Kürt sorununa
Sorun kendiliğinden doğmaz, doğuran etkenler vardır. Çok ama çok önceleri doğan bu sorunun ana kaynağının aslında Türk sorunu olduğu konusunda gözlemlerimiz vardır. Şaşırabilirsiniz, tarihimizde hiç Türk sorunu olmadığını anımsayabilirsiniz. Resmi Tarihe bakarsanız öyledir de ama önce sorgulamalı tarihten gözlenmiş bir olayı Evliya Çelebi’nin anlatımı ile aktaralım.’’Bizler öncü olarak çevreyi kolaçan ediyorduk. Biraz ötemizde seksen kadar çadırı olan bir ordu olduğunu öğrendik… Arkadan gelmekte olan Osmanlı orduya durum bildirildi… Seher vakti olmuştu. Bizim asker ilerisine gerisine bakmadan geldi… Bize aldırmadan ‘Allah Allah’ diye naralar atıp, uyumakta olan askerin arasına daldılar. Bütün çadırları yaktılar. Kimi inlerken kimi ağlarken, her birini çalılığa sıkıştırıp kılıçtan geçirdiler… Kılıç şakırtıları, naralar bir süre daha devam etti. Bir kanlı meydan oldu. Bizim asker pusuya yatmış eşkıya birliklerinin saldırısına uğrayınca şaşırdı. Pusulardan yedi sekiz yüz atlı yaralı birer aslan gibi ‘Allah Allah’! Diyerek yedi koldan atıldı. Bizden de ‘Allah Allah’’! Onlardan da ‘Allah Allah’! …İki İslam askeri birbiri ile savaşa tutuştu… Bir ara askerler kardeş kardeşe savaş ettiklerini anlayınca ne yapacaklarını şaşırdılar… Sözün kısası yedi kere biz onlara, yedi kere onlar bize saldırıp tam üç saat savaştık… Allah’ın izniyle zafer bizim oldu.’’ (Antik şark Klasikleri, Seyahatnameden Seçmeler, Sf. 98, Eşkıya İle Savaş)
Bu olayda Gebze yakınlarında savaşan iki tarafın İslam askeri oluşu dikkat çekicidir. Burada olanlar, tarihimizde çokça adı geçen Celali ayaklanmalarından birisidir ve nasıl bastırıldığı canlı şahit Evliya Çelebi tarafından anlatılmaktadır. Okuduğunuz gibi Osmanlının karşısındaki İslam askeri ‘eşkıya’ olarak adlandırılmıştır. Bakınız, Osmanlı askeri kime saldırdığını bilmiyor, anladığı vakit de yapacağı bir şey kalmıyor. Kalır mı hiç, kim bilir devşirme sadrazam ve paşalar karşıdaki düşmanı nasıl tarif ettiler! Evliya Çelebi’nin eşkıya tabir ettiği kuvvetin seksen civarında çadırı var, yedi ila sekiz yüz atlıdan bahsediliyor. Bu gösteriyor ki bu kuvvet savaşmayı bilen, karşıdaki üstün Osmanlı kuvvetine üç saat kök söktüren bir kuvvettir. Merakınızı giderelim. Ordugâh ve çadırların kurulu olması, atlıların oluşu Osmanlının Tımar sistemi ile bağıntılı. Osmanlının Tımar sistemini işletenler de Türkmenler. Açıkçası bu olay bir Celali isyanı veya eşkıya ayaklanması değil düpedüz bir Türkmen ayaklanmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunu kuran, Fatih’in yanında İstanbul’u fetheden, kıtadan kıtaya savaşmaya giden, bu kurucu unsur Türkmenler, ne oldu da Osmanlıya isyan ettiler? Cevabını bulmak hiç de zor değil. Osmanlıdaki devşirme teba ve devşirme idareciler(sadrazam, vezir, vb.), Türkmenlerin geçim kaynağı olan Tımarlarına sahip çıkmak, ellerinden almak istediler. Bu Türkmenlerin açlığa, sefalete mahkûm olmaları demekti, sonunda açlıktan ölmektense savaşarak ölmek istediler hepsi bu. Bu konuda o kadar çok araştırma belgesi vardır ama çoğunluğu aynı yargıda birleşmektedir. Hepsine örnek kaydı ile Prof. Dr. Fuat Bozkurt’un ifadeleri şu şekilde: ‘’Celali adıyla anılan bu ayaklanmalar aynı zamanda Alevi-Türkmen ayaklanmaları olarak algılana gelmiştir. Hâlbuki ayaklanmalara sebep olan tepkilerin kaynağı; Osmanlıdaki iktisadi krizin yanında, Türkmen sipahilerin tımarlarının ellerinden alınarak, saraya yakın devşirme-kul tabakalarına verilmesi ve ahalinin ödeyemeyeceği miktardaki vergi talebi ve bunun zorla tahsil edilmeye çalışılması idi.
Bu isyanlar, ilk olarak kırsal kesimde, Alevi eğilimli Türkmen muhitinde başlamışsa da bu hareketlere tımarlı sipahiler, çiftçiler ve bir kısım Sünni şehir ahalisi de katılmıştır. İktisadi çöküntüden dolayı çoğu yerde yokluk, açlık doruk seviyesine ulaşmıştı. Kanuni devrinin son yıllarında saraya sunulan resmi bir raporda halkın açlık yüzünden ‘’ot otladığı’’ kaydedilmektedir.(Aleviliğin toplumsal boyutları, sf.66) Görüldüğü gibi olayın gerçek boyutları malum çevrelerce mezhep kavgalarına çekilmiştir. Kolay değil, durmadan fetihler yapılacak, fethettiğin yerler imar edilecek, paralı asker beslenecek, bu arada devşirme yöneticiler hazineyi talan edecek ve Osmanlı iktisadi krize düşmeyecek! Olamazdı, olamadı da. Bu arada çöküşe geçen imparatorluğun kurucu tebası (Türkmenler) hakkını aradığında karşısında devşirme kuvvetleri veya Kürt aşiretlerini bulacaktı. Osmanlı isyanı bastıracaksa tebasının her çeşidini isyanları bastırmak için kullanır. Bu normal hangi imparatorluk olursa olsun bundan başka bir yol seçemez çünkü önemli olan devletin bekasıdır. Bekanın sağlanmasına ve imparatorluktaki Türk varlığının dizginlenmesine Kürtlerin de katkıları olacaktı mutlaka. Bu katkılarından dolayı memnuniyetini belirtmek için Kanuni Sultan Süleyman Kürt Beylerine bir mektup yazacaktı. Bu mektubunTopkapı Sarayı Arşivinde E.11969 numaralı 38 Kürt beyine yazılan ferman olduğunu Nihat Çetinkaya’dan öğreniyoruz. Sorunun en can alıcı, başımıza örülen Kürtçülük belasının nerden kaynaklandığının belki de en tutarlı belgesidir. ''Kızılbaşların yenilmesinde varlıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilâverlikleri karşılığı olarak ve kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler geçmiş zamanlardan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleri ile oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık çıkmamalı, dışarıdan taarruz ve müdahale edilmemelidir. Bu emr-i celile riayet edilecek, hiç bir surette üzerinde kalem oynatılmayacak hiçbir yeri değiştirilmeyecektir. Bey ödüllüğünde eyaleti kaldırmayıp bütün hududu ile mülkname-i hümayun uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddit ise istekleri üzerine kale ve yerleri aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşamazlarsa Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile buralara ebediyete kadar ila ebeddevran mutasarrıf olacaklardır.’’(Kızılbaş Türkler, sf.534)
Devleti kuran teba yani Türkler savaştan savaşa koşacak, Allah Allah nidaları ile zaferler kazanıp üç kıta’da Osmanlıyı âli çıkarlarına hükümran edecek ama öz kulluk payesi Kürtlerin olacaktı. Bu yetmiyormuş gibi sınırları belirtilmiş bir bölgeye ‘Eyalet’ statüsü verilecek, Osmanlının malı olan bölge babadan oğla geçen ve sadece 38 Kürt beyinin sözünün geçtiği ebedi bir feodal yapıya kavuşturulacaktı. Bundan sonra III. Murat bu bölgeye kaçan ve kendisini gizlemek için yer arayan Türkmenlerin katli için (Topkapı Saray arşivi 64,Hü, 52 numaralı arşivde kayıtlı ferman belge) Kürt beylerinden yardım isteyecekti. Bu gelişmeler ile ‘’Kürdistan Eyaleti’’ olarak anılan ve Kürt beylerinin yönetimine bırakılmış Doğu Anadolu’da kendisini gizlemek için kaçkın düşmüş Türkmenlerin daha doğrusu Türklerin, Kürtçe öğrenerek Kürtleşme süreci başlayacak, bu sıralarda başlayan Osmanlı-Kürt dayanışması da önemli sonuçlar doğuracaktı. Tamamen Kürt kontrolüne verilmiş bir bölgede Türklerin iskân bulamayacağı düşünülürse bu gün bu bölgedeki yalnızlığımızı anlamamız için bu yeterli olsa gerekir. Türklerle kurulmuş bir imparatorluğun her karış toprağı Türklerle kontrol edilemediği için bu güne kadar mevcut olan feodal yapıyı kırmak olanak dâhilinde olamamıştır. XVI. ve XVII yüzyılda Osmanlıdaki Türk sorununun çözümü Kürtlerle sağlanırsa günümüzün Üniter bir devleti olan Türkiye Cumhuriyetinde de şimdi aynı özlemlerin dile gelmesine şaşırmamak gerekir. Özellikle bu istekler arasında ‘Eyalet’ söylemi varsa.

Bir Tedip Hareketinin Düşündürdükleri.

Tedip hareketinin anlamı bastırma demektir. 1900’lü yıllarda Tunceli bölgesi şekavet(şakilik, haydutluk) yatağı olduğundan buradaki şakiliğin bastırılması için görevlendirilenlerden birisi de Kurtuluş Savaşımızın ünlü Süvari Kolordusu komutanı Fahrettin Altay paşadır. O zamanlar binbaşı rütbesinde olan Fahrettin Altay, Tunceli bölgesindeki şakilerden Kamer Ağa’yı teslim aldığında aralarında şu konuşma geçer. ‘’ Paşam nereye kaçayım, sen öyle bir yeri tuttun ki karşı koymak kimin haddine, niyetimiz kötü olsaydı gelip teslim olmazdık, ama ne olur ne olmaz, sizin sorumlu olmamanız için rehin bulundurmamız lazımdır, kusura bakma, bu yoğurt ta çam sakızı çoban armağanı, gönül hoşnutluğu içinde kabul edin. Fakat biz hep haksızlığa uğruyoruz, hükümet bizi gözlemiyor, altmış seneden beri buralara yalnız siz geldiniz, bir jandarma eri bile buralara çıkmamıştır, her hüküm bizim haberimiz olmadan bizim aleyhimize verilmiştir, Bu sarp dağlar arasında geçinmek kolay mı vergiler durmadan artırılıyor.’’ (Taylan Sorgun, İmparatorluktan Cumhuriyete, sf.48) Aradan geçen iki yüz senelik fasılada değişen tek şeyin -Kamer ağa’nın dili ile- haksızlığa uğrayanların Kürtler olduğudur. Haksızlığa uğrayan Türkler artık tarih sahnesinden silinmişler yerlerini Kürtler almıştır. Görüldüğü gibi Kanuni’nin mektubu ile babadan oğla vesayet verilen Kürt Beyleri buralarda hak ve adaleti sağlamakta pek de başarılı olamamış, adaleti sağlayamamış, mektupla kendilerine tahsis edilen Eyaletlerini mamur ve mutlu edememişlerdir. Çünkü mektuptaki hükümden yine Kürt beyleri haberdar olmuş normal ve günlük yaşamını devam ettiren Kürt tebanın bu durumdan hiç haberi olmamıştır. Bu hatanın düzeltilmesi için de yine Osmanlı çareler arayacak ama İmparatorluk süratle tükenişe doğru sürüklenecekti. Tükenen İmparatorluktan yeni bir devlet çıkarmak da devşirmelere değil, bir Türk’ün liderliğinde Türklere nasip olacaktı.

Bu Duruma Nasıl gelindi.

Yapılan hataların telafisi zaman içerisinde mümkün olamayınca, başına buyruk, kendi haline yaşam süren Kürt teba, Kürt beylerinin çıkarları doğrultusunda yaşamlarını sürdürürken, kendilerinden çok bu feodal yapıya hizmet eder durumdadırlar. Fakirliğin yanında, eğitim olanaksızlıkları, iktisadi teşebbüslerin bulunmaması, dağınık yerleşme nedeniyle yolların ve haberleşmenin çok kısıtlı olduğu bu bölgede; çökmekte olan imparatorluğun savaşlar ve iç olaylarla boğuşmasından doğan ihmali de önemli sonuçlar doğuracaktır. Bölgede yaşayan halkın ihmal edilmesi, yoksullaşması, devleti yanında görememesi; bölge halkını propagandaya açık, dış güçlerin himayesine razı görünür duruma getirmiştir. Buna rağmen bölge halkının çoğunluğu devletin yanında yer almış, Ermenilere karşı verilen mücadelede ve Kurtuluş Savaşında önemli katkılar sağlamışlardır.
19. ve 20 Yüzyıl başlarında çöküşe geçen Osmanlı İmparatorluğunun terk ettiği yerlerde tamamen yabancı devlet statüsünde, Türkçeden ayrı dili konuşan ve aidiyetleri farklı devletler kurulmuştur. Gerçekleşen bu parçalanmada Batılı devletlerin rolünü göz ardı edemeyiz. Bu yıllar Osmanlının isyanlarla uğraştırılıp Avrupa’daki topraklarının koparıldığı yıllardır fakat Doğu Anadolu’da çıkan ve aşağıda listesi verilen Kürt isyanları ile aynı zamana rastlaması çok anlamlıdır. Anlaşıldığı gibi yabancı dediğimiz batılılar Anadolu’da da boş durmamış bir yerleri karıştırmışlardır.

(Osmanlı Dönemi Ayaklanmaları)
1.Babanzade Abdurrahman Paşa isyanı (1806- Musul)
2.Babanzade Ahmet Paşa isyanı (1812 - Musul)
3.Zaza'ların isyanı (1820)
4.Yezidilerin isyanı (1830- Hakkâri)
5.Şerefhan isyanı (1831- Bitlis)
6.Bedirhan isyanı (1835- Botan)
7.Garzan isyanı (1839- Diyarbakır)
8.Ubeydullah İsyanı (1881- Hakkâri)
9.Bedirhan Osman Paşa ve kardeşi Hüseyin Paşa isyanı (1872-Mardin- Cizre)
10.Bedirhan Emin Ali isyanı (1889- Erzincan)
11.Bedirhaniler ve Halil Rema isyanı (1912-Mardin)
12.Şeyh Selim Şehabettin ve Ali isyanı (1912- Bitlis)
13.Koşgari isyanı (1920- Koçgiri)

Lozan anlaşması ile Osmanlıdaki parçalanmaya son noktanın konamadığını, Ermenistan’ın Osmanlı toprağından alacağı payın geçekleştirilemediğini, gerçekleştirilmesi için ileride uygun bir zamanda bu oyuna devam edileceğini anlamak için çok ileri görüşlü olmaya gerek yoktur. Günümüzde Kürt Sorunu olarak yaşadığımız olguda bunun devamını yaşıyoruz. Çok geriye gitmeden bu oyunun, Lozan Antlaşması görüşmelerinde başladığını söyleyebiliriz. Lord Curzon, Lozan da Musul Kerkük konuları görüşülürken Türk tarafının haklı isteklerine karşın şu tehdidi savuruyordu: Kürtleri kastederek, ‘’Ben onlara bir ‘alfabe’ verdiğim gün görürsünüz.’’ İşte şimdi bu tehdidin gerçekleştiğini görüyoruz. Lord Curzon emperyalizmin sesi olduğuna göre geçen zaman içerisinde emperyalizmin değişen temsilcileri de Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki emperyalist emelleri için aynı oyunu oynamaktan çekinmediklerini pervasızca açıklayacaklardır. Emperyalistler, Türkiye Cumhuriyetinin Dünya sahnesinde başrollerde olmaması, gelişmişliğinin önlenmesi, Ortadoğu’daki emperyalist emellerinin gerçekleştirilmesi için acılı günler yaşadığımızı, sorunların içerisinde çabaladığımızı görmezden geleceklerdir. Önce Kıbrıs Sorunu arkasından Ermeni sorunu ve son olarak da Kürt sorununun çıkması rastlantılarla açıklanamaz. Bunların hepsi Global bir planın parçaları görüntüsündedir. Bu planın uygulanması için emperyalistlerin yanında yer alanlar ve liderlik yapanlar isyanlarını hep dini kisve altında gerçekleştirseler de amaç bir Kürt devleti kurulmasıdır. Bu konuda araştırmacı yazar E. Hakan Göktan’ın verdiği bilgilerde müspet bulgulara rastlıyoruz. ’1926 yılından sonra Said-i Kürdi adını kullanmayıp said-i Nursi adını kullanır. Bu ad değişikliği ile ilgili Türkçü Nihal Adsız şu tespiti yapar:" Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabi devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra 180 derece çarkla Said-i Kürdi olan adını Said-i Nursi yaparak ve nur risaleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalar düzerek bir din mürşidi gibi ortaya çıkmayı başarıyor.’’ (Adsız makaleler, 111, nurculuk denen sayıklama)
Emperyalistlerin Abdülhamit devrinde kullandığı Said-i Kürdi’nin adı Cumhuriyet devrinde Said-i Nursi olacaktır. Bu mollanın kim olduğu ve kimlere uşaklık yaptığını E.Hakan Göktan’ın şu satıları ile daha iyi anlayabiliriz. ‘’ Yine Said- Nursi 31 Mart vakasında başrol oynar ve Volkan gazetesinde kışkırtıcı yazılar yazar. Mütareke ve Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul'da Kürt ileri gelenlerinin(!) Sevr’ in uygulanması için oluşturduğu "Kürt Teali Cemiyeti" vardır. Bu cemiyetin üç no.lu kurucu üyesi olarak karşımıza çıkar Said-i Nursi(namı diğer Said-i Kürdi ve bir diğer namı Bediüzzaman) ve bu cemiyetin kurucu üyelerinin( 61 kişidirler) 1920 Koçgiri, 1925 Şeyh Said( Bu Said başka Said'dir karışmasın), 1938 Tunceli Kürt kalkışmalarında önderlikleri vardır. Ayaklanmaların tarihlerine dikkat edilecek olursa kurtuluş savaşı, Hatay ve Musul -Kerkük meselesi gibi Türk Milletinin en kritik dönemlerinde yurt içinde kalkışma yaparak arkadan vurmuşlardır.’’ Anlaşıldığı gibi İngiliz kuklasıdır. Yeni kuklalar bulmak emperyalizmin temsilcileri için hiç de zor olmayacaktır.

-Vatikan Bildirisi: Kürtler 1918’den beri bağımsızlıklarına kavuşmak için bekliyorlar. (Sırası gelmişken söyleyelim; Çin’in Sincan Uygur Türk özerk bölgesindeki son katliamı için Vatikan’ın bir bildirisi oldu mu? Uygur Türkleri kaç seneden beri bağımsızlıklarını bekliyor? Aksine buradaki kalkışmayı bile kendi çıkarları için kullanıyorlar.) Vatikan bu bildirisi ile bir milleti bölmek amacı taşıdığını açıkça duyuruyordu? Vatikan’ın bağımsızlığını bekleyen Kürtlere bağımsız hayat yaşayacakları bölgenin haritaları çizilmişti bile. (Çok değil az bir süre önce ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde bunlar gözümüzün içine sokulmadı mı?) Öyle ise Kürtlere yani bir lider gerekmekteydi ve bunu bulmak hiç de zor değildi, Molla Said’den başkaları da vardı. Bu role Abdullah Öcalan(namı diğer Apo) soyunacak ama bu vatan hainini Türkiye Cumhuriyetinin bertaraf edebileceği kimsenin aklına gelmeyecek, sonunda T.C. tarafından layık olduğu yere müebbet hapis cezasını çekmek üzere konulacaktı.
- Türkiye’yi ziyaret eden Avrupa Birliği dönem başkanı verdiği mülakatta Apo’nun asılmaması için ‘’Apo’yu asarsanız AB ‘ye giremezsiniz’’ diyecek, Apo’yu hapishanede ziyaret edecek, T.C. hükümetine HADEP’li belediye başkanları ile diyalog tavsiye edecekti. Bir tavşanın sırtına bağlanmış uzun bir sopanın ucuna bir de havuç iliştirin tavşan bu havucu görünce havucu almak için durmadan koşacaktır ama nafile tavşan koşar, havuçta aynı süratte koşar, bizim Avrupa Birliği’ne koştuğumuz gibi. Avrupa Birliği dönem başkanı gönlünü almak için Apo’yu hapishanede ziyaret etse de Apo, gerçekleri söylemekten çekinmeyecek ve mahkemede; ‘’Şeyh Said’in devamı idim kullanıldım’’ diyecekti. İşte, bu günlere böyle geldik.

P.K.K’nın Ortaya Çıkmasındaki Unsurlar.

Osmanlıdan Kürt beyleri imtiyaz alınca ortaya ebedi bir feodal düzen çıkar. Bu düzen Kürt derebeylerinin tabiri caiz ise aşiret reislerinin (ağalarının) düzenidir ve kendi aşiretlerine tam bir hâkimiyeti içerir. Artık ağa ne derse odur. Osmanlıya vergi vermek, askere gitmek bile onların iznine tabidir. Normal Kürt vatandaşın bu düzenden etkilenmemesi olanaksız olacağından bazı Kürt vatandaşlar da kendileri için imtiyaz aramaktan geri kalmayacak ve ortaya vergi vermeyen, kanun önünde bile ayrıcalıklı ‘Çakma Seyyid’ler’ çıkacaktı. Bu ‘Çakma Seyyidler’ konusunda Soner Yalçın’ın tespitlerini okuyalım. ‘’SEYİT olmanın tek temel ölçütü vardır; Hz. Muhammed’in ailesi, yani "ehlibeyt"e mensubiyettir. Türkiye’deki -ki hemen hepsi Kürt- seyitler, ehlibeyte mensup mudur? Meseleyi tam kavrayabilmek için, seyit olmanın ne gibi avantajları vardı, önce ona bakmak gerekiyor... Vergi muafiyeti Seyitlik salt yüksek sosyal statü meselesi değildi. İşin ekonomik ayrıcalığı vardı; seyitler vergiden muaftılar! Sadece kendileri değil birinci-ikinci dereceden tüm akrabaları da vergi vermiyordu. Vergi vermedikleri gibi vakıflardan da belli gelir payları alıyorlardı. Seyitlerin ayrıcalıkları çoktu. Örneğin, seyitleri normal mahkemeler/kadılar yargılayamıyordu, sadece nakibü’l eşraf kurumu yargılayabiliyordu. Yani seyit olmak çok avantajlıydı. Bu durum Osmanlı’nın gerilemeye başladığı dönemde sosyal ve iktisadi ayrıcalığakavuşmak isteyen insanlara çok cazip gelmeye başladı. Seyit olmanın sağladığı ayrıcalıkların kısa sürede fark edilmesiyle Anadolu’da özellikle 16. yüzyıldan başlayarak bir "seyit enflasyonu" yaşandı! Yani, Osmanlı siyasal ve iktisadi olarak geriledikçe "çakma seyit" sayısı buna paralel olarak arttı. Seyitliğin maddi ve manevi kazançları insanları o kadar yoldan çıkardı ki alınan sıkı tedbirlere rağmen "çakmaseyitlerin" önüne geçilemedi. Rüşvetle seyit oldular!"Çakma seyit" olmak o kadar zor değildi. Bunun çeşitli yöntemleri vardı. En masumu olan iltimas/hatır için verilen hüccet belgesiydi. Gerçi bu durum öyle bir hal aldı ki; Osmanlı, Medine’de hatır için sürekli hüccet veren nakibü’l eşraf Seyit Ahmed’i 1576’da uyarmak zorunda kaldı. Bu uyarılar ne kadar işe yaradı bilinmez ama "çakma seyitler" hep bir yol buldular. Vilayet katiplerine birkaç akçe rüşvet vererek Defter-i Hakani’ye kendilerini "seyit" olarak yazdırmaları da bu yollardan biriydi. Devlette tanıdığı olmayanlar, rüşvetten korkanlar ise düzmece şecerelerin peşine düşüyorlardı. Veriyorsun parayı, alıyorsun soylu bir geçmişi! Yeter ki paran olsun; yoksul seyit öldüğünde ailesi şecereyi iyi para verene satabiliyordu. Ya parası olmayanlar ne yapıyordu? Evlere girip şecere çalıyorlardı. Bitmedi. Yoksul, bilgisiz halkı kandırmak isteyen kimi uyanıklar, belgeye, şecereye ihtiyaç duymadan seyitlik alameti olan yeşil sarığı başına sarıp köy köy dolaşıyordu. Gelsin etler, sütler, akçeler... Uzatmayalım; görüldüğü gibi Osmanlı’da seyit olmak o kadar da zor değildi! Yeter ki yakalanmasınlar. Aslında Osmanlı kimin seyit olduğuyla pek ilgili değildi ama işin içinde para vardı. "Çakma seyitler" yüzünden devletin vergi gelirleri o kadar düştü ki Osmanlı önlemlerini sıklaştırdı. Kapsamlı teftişler sayesinde "çakma seyitler" ortaya çıkarıldı. Toplanan yeşil sarıklar İstanbul’a gönderiliyordu. En çok yeşil sarık toplanan şehir ise Diyarbakır’dı.’’(Hürriyet Gazetesi, 23.11.2008) Osmanlıdaki ‘’Çakma Seyyid’’ düzeni Cumhuriyet’le birlikte kaldırılacaktır. Ama bu özlem bugün bölge halkını yeni avantajlar peşinde koşturacaktı. Bu avantajlardan biriside kaçakçılıktır. Kaçakçılıktan vergi alabilir misiniz? Şayet kaçak ürün uyuşturucu olunca bu büyük getiriden kim faydalanacaktır? Kaçağın getirisini sadece kaçak yapan mı alır sanıyorsunuz. PKK bu getiriden kurulduğundan beri faydalanmaktadır. Devlete fayda sağlamak ve vergi vermek yerine devletin içinde bulunduğu zor durumdan faydalanmak ihanet değil de nedir? Bu ihaneti gören Erdal Sarızeybek’in konuya yaklaşımı şöyle: ‘’Kaçak geçişleri genelde gece yapılır. Kaçak her ne olursa olsun gizlilik prensibi esastır. Her malın bir gümrük tarifesi vardır, bizim gümrüklerde olduğu gibi. Tarifeye göre geçen maldan gümrük alınır. Gümrük ödemeden geçerseniz ne olur? Ertesi gün olay duyulur. Önce haber gönderilir, olmazsa kendisi veya ailesinden birisi rehin alınır. Zamlı tarifeden gümrük alınınca serbest bırakılır aksi halde ibret olsun diye öldürülür.’’(İhaneti Gördüm, Sf.89) Gördüğünüz gibi tam bir mafya düzeni. Bu düzene dur diyecek devlet, yetkili organları ile önlem aldığı zaman -ki bu organ T.C. Ordusudur- bir bakarsınız şehit sayınız 5000’i buluvermiştir. İstiyorlar ki Osmanlıdaki başıbozukluk devam etsin, bölge halkı bilinçlenmesin, aşiret düzeni bozulmasın, devlet umurlarında olmasın, bölge halkının refahı için toplanacak vergiler başkalarının refahına kullanılsın. Buna hangi devlet izin verir? Kullanıldığını Apo’nun kendisi itiraf ediyor, onunla birlikte kullanılan diğer işbirlikçilerinin(feodal beylerin)istediği de bu. İstediklerini alabilmek için emperyalistlerin maşası haline gelmelerinden doğal bir şey olamayacağı en büyük gerçektir. Talabani ve Barzani’nin son zamanda nasıl zenginleştikleri malumunuzdur. Sınırlarımız dışındaki ve vatandaşımız olan Kürtlere bu gerçeği anlatabilmemiz zordur, çünkü emperyalistlerin peşine takılmışlar bir kere. Vergi vermeyen kaçakçıyı öldürtmekten çekinmeyen Apo T.C.’in ceza kanunlarında yapılan değişiklikle ölümden kurtulduğu halde kendi fermanı ile binlerce masum vatandaşımız ölümün soğuk nefesini tatmışlardır. PKK ve yandaşları (TBMM’de de var) kendisini doğuran ve besleyen ortamın devamını istemektedir, bağımsızlık göz boyamadır, hikâyedir. Bu şartlarda bölgede kurulması istenilen sözde devletin kimler tarafından idare edilip yönlendirileceği de hepimizin bilgisi dâhilindedir.

Açılımlara Doğru.

Birinci Dünya savaşında Türk ordularına karşı İngilizlerin yanında savaşan Araplar, İngilizler tarafından himaye göreceklerdir. Savaştan sonra Irak, Suriye, Suudi Arabistan ve diğer Arap devletlerinin sınırları cetvel ve gönye ile çizilirken, Irak devletini oluşturacak Arap çoğunluğa karşı İngilizler minnet duygularını unutmayacak, Irak’ın Kuzeyinde yaşayan Kürtler yok sayılarak Musul ve Kerkük Irak devletinin sınırlarına dâhil edilecektir. Nedense sonradan kullanılmak üzere Irak’ın Arap çoğunluğunun idaresine sıkıştırılan Kürtlere özerk bir idare dahi düşünülmemiş, Türkiye Cumhuriyetindeki Kürtlere verilmesi düşünülen Alfabe buradaki Kürtler için kimsenin aklına gelmemiştir. Dünyanın kontrolünü elinde bulunduran İngilizler Petrolün kontrolünü Araplarla birlikte daha kolay sağlayabileceklerdir, ta ki BAAS Partisi liderliğindeki Arap milliyetçiliğinin doğuşuna kadar.
Günümüzde cereyan eden Küreselleşme hareketinin en büyük düşmanı Milli devletlerdir. Saddam da bir Arap milliyetçisidir ama karşısında emperyalizmin çıkarlarını koruyucusu olarak İngiltere’yi değil ABD’ni bulacaktır.
Türkiye’de ise Güneydoğumuzdaki en büyük açılım olan GAP projesi (Güneydoğu Anadolu Projesi); Hiçbir yabancı devlet ve bankanın kredi olanakları olmadan yalnız T.C. devletinin olanakları ile hayata geçirilecek. Bu proje ile dokuz ili kapsayan bir alanda 22 baraj, 19 hidroelektrik santrali ile Türkiye toplam su potansiyelinin % 28’ini kontrol altına alınacak, 1,7 milyon hektar arazinin sulaması ve 7476 megavatın üzerinde bir kurulu kapasite ile yılda 27 milyar kilovat saatlik elektrik enerjisi üretilecektir. (Kürt sorunumuzu doğuran en önemli nedenlerden birisi de aslında budur.) Türkiye PKK ile mücadeleye bu sıralarda devam etmekte, Sınır ötesi harekâtlarla darbe üstüne darbe vurmaktadır. Çünkü Saddam gerçeği görmektedir ve Türkiye’nin sınır ötesi harekâtlarına izin vermektedir. Saddam bir milliyetçi olarak büyük bir hata yapar. Bu hata Kuveyt’in işgalidir. ABD aradığı fırsatı bulur ve Birinci Körfez Harekâtı ile ilk köprübaşını tutar. İşte bu harekât ile sonradan kullanılmak üzere Irak sınırları içerisinde bırakılan Kürtler tekrar hatırlanılır, artık kullanılacaklardır ve bunun alt yapısı ile onların güçlenmesi sağlanmalıdır. Plan hazırdır, birinci harekâttan sonra Kürtlerin başkaldırısı başlar ama Saddam bu hareketi çok sert biçimde bastırır. Bastırma hareketi ile birlikte binlerce Iraklı Kürt T.C. ‘in sınırlarına yığılır. Dünya İnsan Hakları Kuruluşları artık Kürt haklarının peşine takılmakta gecikmez. O sıralarda bir koyup üç alma sevdası ile ABD’nin peşine takılan merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’da damarlarında Kürt kanı aktığı! iddiası ile ABD’nin ‘Çekiç Güç’ planına ortak oluverecektir. Irak’ın Kuzeyini Saddam’ın zulmünden korumak için İngiliz ve ABD savaş uçaklarından kurulu bir güç oluşturulacak bu güç Adana/İncirlikte konuşlanacak, Türk uçakları dâhil belirlenen bölgede kuş uçurtulmayacaktır. Irak’ın devlet otoritesi bu bölgeden kalkınca Irak devleti ile yaptığımız anlaşma gereği yapmakta olduğumuz sınır ötesi harekâtlarda yapılamaz olacak ve bu başıbozuk durumda Kürtler Irak’ın kuzeyinde Türkiye için oyunlar oynamaya ABD ile dirsek temaslarını geliştirmeye başlayacaklardır. İlginç olanı ülkemizdeki bir Üs’e konuşlanan ‘Çekiç Gücün’ Türk uçaklarının bölgedeki denetimini de engelleyebilmesidir. Daha doğrusu egemenliğimizin engellenmesi ile gelişen olaylar zincirinde PKK, belirlenen bu yasak bölgedeki toparlanma, yaralarını sarma, eğitim, propaganda, silahlanma hareketlerine devam edecektir. Küllenme aşamasına gelen PKK ihaneti, bu aşamadan sonra eskisinden daha güçlü olarak katliama, ayrışmaya yönelik yıldırma harekâtlarına başlayacak, binlerce masum insanımızın ve askerimizin canını almaya devam edecektir. Yakın geçmişte ABD’nin Çekiç Güç kontrolündeki bölgede görev yapan generaller ABD’nin PKK’ya savaş malzemesi dağıttığını ve engellemelerle karşılaştıklarını söyleyeceklerdir. Kerkük’te görev yapan Özel Harekât timimizin başına neden çuval geçirildiğini bu nedenle anımsayalım. Maksat, Ortadoğu’daki ABD denetiminin sağlanmasıdır. Bu konuda o yıllarda DSP Genel Başkanı olan merhum Başbakanlardan Bülent Ecevit’in değerlendirmesi düşüncelerimize ışık tutar. ‘’ Türkiye sınır ötesi harekâta geçtikçe 'Türkiye işgal ediyor' diyorlar. Oysa 'Çekiç Gücün" orada bulunması asıl işgal..."ABD, hala bir çaresizlik içinde mi, yoksa açığa vurulmayan bir takım istekleri mi var? ABD ve Batı emperyalizminin öncülüğünde "Kürt Sorunu”nun daha o zaman çok tehlikeli bir dönemece girdiğini ne acıdır ki ne muhalefet liderleri ne de bizi yönetenler görmediler, ya da görmek işlerine gelmedi. Oysa "Batı destekli Kürtçülük Akımı”nın bölgeye yerleştirilmek istendiği daha o zaman belli idi. ABD'nin uzun dönemi kapsayan planı ne acıdır ki bugün gerçekleşme aşamasındadır. ‘’(Cumhuriyet Gazetesi, 22 Mart 1996) Birinci Körfez Harekâtı bitmiştir. Dünyanın ve emperyalizmin yeni lideri ABD’nde düşünce kuruluşları boş durmayacak Ortadoğu için yeni projeler gerçekleştireceklerdir. Bu projeler, Ecevit’in dediği gibi ABD’n açığa vurmadığı projelerle yakından ilgilidir. Projelerin ortaya konuş zamanı ABD’ndeki İkiz Kulelerin bir terörist saldırı ile yok edilmesine rastlar. İkinci Körfez harekâtı yapılacak, bölgedeki projeler uygulanma safhasına konulacaktır. Bu projenin adı BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) olacak, eş başkanlığına Türkiye başbakanının seçildiği söylense de bu sonradan yalanlanacaktır. ABD düşünce kuruluşları gerçekten maksadı gizli düşünceler üretmekte mahirdirler, Osmanlı devşirmelerinin Türk’e taktığı ‘idrak-ı bidrak’ (idraksiz, anlayışsız Türkler) yakıştırmaları çerçevesinde anlamayacağımızı sanırlar. Aslında BOP’ un BEP (Büyük Enerji Projesi) olduğu bellidir ve Bülent Ecevit’in görüşü gerçekleşme aşamasına çoktan gelmiştir bile. Doğal olarak asıl amaç enerjinin kontrolü olunca daha önce belirttiğimiz GAP’ın elektrik enerjisi ile suların kontrolü de ister istemez ABD’n ve belki de bölgede etkin bazı devletlerin iştahını kabartacaktır. Bu gelişmeler devam ederken Tabutların içerisinde kaldırılan Şehit cenazelerinin kaldırılışına Türk televizyonlarında sansürler konacak, ortaya açılımlar konulu bir sürü saçılımlar sıralanacaktır. Hal bu ki değişen bir şey yoktur. Bölgeye milyarlarca dolarlık yatırım açılımları açıklanacak ama bölgenin yoksulluğunda ve acılarında değişen bir şey olmayacaktır. Çünkü yapılması gereken açılımlar siyasetçilerin düşündüğü şekilde değildir, gerçekler başkadır ve bunu yapmaya cesaretleri yoktur. ABD’n tasarımlarını önleyecek en büyük güç Türkiye’dir çünkü Türk ordusunu tutumu bellidir ve Türk insanının hafızasından ‘Şehit Cenazeleri’ ve yapılan haksızlıklar ebediyete kadar silinmeyecektir. Hedef, bu anlayışın dezenformasyonudur (çarpıtılması). ABD Basını ve düşünce kuruluşları yavaşça düşüncelerini açıklamakta gecikmeyecektir. Bilderberg cemaatinin ABD'deki üyelerinin bazılarına Neo Con denildiği ve New York Aydınlarına neler yazdırdıklarını okuyalım:
-Ulus devletin sonu gelmiştir: Bu şu anlama geliyor; Türkiye'nin de sonu gelmiştir
-Türk Ordusu dokunulmaz bir kurum değildir: Anlamı; size her yerinizden dokunurum. Ergenekon bir dokunma organıdır bu organ dokunacağı şahsın üzerindeki veya çıkardığı üniformadan etkilenmez bir bakarsınız size de sabah alaca karanlığında dokunulur. Bir PKK’lı itirafçı bulunur, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile tutuklanırsınız.
-Asıl mesele din özgürlüğüdür: Anlamı; ABD seküler yapısı itibariyle din özgürlüğünü en serbest şekilde uygular ama hepsi kontrol altındadır, sen de kontrol edebilirsin ama baskı uygulayamazsın. Uygulamayacaksın onlar (Dinciler) devletin altını oymak için her türlü serbestliğe sahip olacaklardır. ABD’de bu sayede Türk hükümeti üzerindeki denetimini dinciler vasıtasıyla yapacak, Türkiye’deki yandaşlarını her zaman dincilerin yardımı ile iktidar yapabilecektir.
- Daha fazla demokrasi için Türklerin hayatından devletin ve TSK’n etkisini azaltacak reformlara ihtiyaç vardır: Anlamı; Türkiye'deki demokrasi talan ve yalan üzerine kurulmalıdır. Devlet talanı, TSK, yalanı kontrol etmemelidir.
Bu şekilde bölgedeki etkinliğimiz kırılmaya başlatılacak, aydınlarımız mankurtlaştırılacak, halkımızın düşünceleri sersemletilip, körleştirilecek, her dikte edileni kabul edebilir hale getirilecektir. İlan edilen yeni açılımda bunun izlerini görmekteyiz. Bu açılımın içeriğinde yabancı destek olduğu ve Türkiye Cumhuriyetinin üniter yapısının hedeflendiğine dair bulgular, Amerika’nın önde gelen “think tank” kuruluşlarından Atlantik Konseyi’nin birkaç hafta önce yayımladığı “Irak Kürtleri ve Türkler Arasında Güven İnşası” raporunda yer aldı. Yeniden gündeme gelen açılım ilanı ile raporun satır aralarında ilginç ayrıntılar yer aldı. Rapor içeriğinin ABD politikası ile resmi bir bağlantısı bulunmuyor. Raporda Türkiye ve muhatap kabul edilen – kim kabul etti ise - Kürdistan Bölgesel Hükümetine yapılan yedi tavsiye şu şekilde.
“1-Irak Kürdistan’ında Türk ticaret ve yatırımlarının teşvik edilmesi için Zaho’daki Habur Kapısı’nın her iki tarafı da geliştirilmeli, transit geçiş işlemleri kolaylaştırılıp etkinleştirilmeli ve izdihamı azaltmak için ikinci bir kapı açılmalı. Ekonomik koşulların iyileştirilmesi Türkiye’deki Kürtlere de ek yarar getirecektir.
2-Türkiye ve Kürt Bölgesel Hükümeti (KBH-Kurdish Regional Government) arasında, enerji ve ulaştırma alanındaki işbirliğini güçlendirmek için Irak Hükümeti ile KBH, ulusal Hidrokarbonlar ve Gelir Paylaşımı Yasaları’nı tamamlamak üzere Irak Kürdistan’ından petrol ihracatını sağlayacak son ayarlamaları yapmalıdır. Bu gelişmeler Irak’ın gaz üretimini hızlandıracak böylece Nabucco boru hattının karlılığı artacaktır.
3-Kerkük ve anlaşmazlığa konu olan diğer bölgelerin statüleriyle ilgili barışçıl çözüm için, ilgili taraflar zorlukların üstesinden gelmeye yönelik çabalarını yoğunlaştırmalıdır. Daha uzun süreli ve gerçekleşme olasılığı yüksek konu ise toplumsal şiddettir. Kerkük’te Kürt politikacıların aşamadığı kırmızıçizgiler tanımlansa da hala, Irak’ın 2005 anayasasındaki 140ıncı maddenin belirlediği çerçevede iddiaların yarışacağı bir ortam bulunmaktadır.
4-KBH, Irak Kürdistan’ında yönetimini ve azınlıkların haklarını güçlendirmek için, politikasıyla ilgili danışmalarda bulunmalı sonra bölgesel hükümet için sorumluluğun dağıtılması ve temel haklar beyannamesini de içeren taslak anayasayı hızla kabul etmelidir. KBH azınlık haklarını korumak ve desteklemek için azınlık okullarını finanse etmeli, kamusal işlemlerde azınlık dillerinin kullanılmasını sağlamalı, azınlık yer isimleri, işaret ve tabelalarla simgelerin kullanılmasına izin vermelidir. Ek olarak bölgesel güvenlik görevlilerinin hangi etnik topluluğa hizmet ettiği belli olmalıdır.
5-KBH, Irak Kürdistan’ında üst düzey yöneticileri tutuklamak için daha etkin çaba göstererek, finansmanı engelleyerek ve Kandil’de, dağ geçitleri dahil daha sıkı kontrol noktaları oluşturarak, PKK’nın lojistik desteğini kırmalıdır. KBH temsilcilerinin Üçlü Güvenlik Komisyonu’ndaki Irak delegasyonuna daha fazla uyum sağlaması, Kürt yetkililerin istihbarat paylaşımına daha fazla bağlanmasını sağlar.
6-Türkiye’de Kürtlerin PKK’ya desteğini azaltmak için, Ankara Kürt kimliğini tanımaya yönelik olarak, örneğin, anayasada vatandaşlık temelinde geçen ‘Türklük‘ ifadesini kaldırmak gibi ek adımlar atmalıdır. PKK sorunu sadece güvenlik önlemleriyle çözümlenemez. Nihai çözüm ise Türkiye’nin demokratikleşme ve kalkınmayı sürdürmesi olduğu kadar PKK örgüt üyeleri için bazı af düzenlemelerinde yatmaktadır. İstihdam yaratan alanlarda yatırım ve sosyal hizmetler de kamu desteği bataklığını kurutmada yardımcı olacaktır.
7-Obama yönetiminin bağlantısını sağlamak için, ABD yönetimi Kuzey Irak ve Bölgesel Konulardan Sorumlu Özel Temsilci atamalıdır. Özel Temsilci ABD girişimlerinin, güvenlik, demokrasi ve kalkınma, bu sorunların gündeme getirilmesi, temsilcilikler arası sürecin verimli hale gelmesi, Bağdat ve Ankara’daki ABD büyükelçilikleri faaliyetleri için tamamlayıcılık gibi birbiriyle ilgisi olan konuların bütünleşmesine yardımcı olacaktır.”
Türkiye’ye yapılan tavsiye görünümündeki dayatmalar egemenliğimize karışmalar içeriyor. Öncelikle yapılan tavsiyelerde Irak’ın egemenliği hiçe sayıldığı gibi komşuluk ilişkilerine ve uluslar arası ilişkilere tamamen aykırı. Bu tavsiyelere uymak Irak ile Türkiye’nin iyi komşuluk ilişkilerini dinamitleyen bir görüntüdedir. ABD’n Irak’tan ayrılmakta olduğu bir süreçte seyreden bu gelişmeler bir telaşın görüntüsü. NABUCCO boru hattının korunması ve enerji ihtiyacının giderilmesi gibi birincil bir telaş da gözümüze çarpıyor. Bu gelişmeler Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulduğunu gösteriyor, petrol bölgesindeki (Musul, Kerkük) hakların tamamen Kürtlere ait olması anlamına gelecek bu gelişme ile Irak gelecekte Kuzeyindeki yaşayan Kürtlerle bir hesaplaşmaya girecektir. Böyle bir durumda Türkiye, Irak ile taraf konumuna gelmemelidir. Kerkük’te Türkmenlere karşı Kürtlerin baskısı ‘toplumsal Şiddet’ olarak belirtiliyor, açıkçası kabul görüyor ama bu dolaylı anlatım, Türkiye’de Kürtlere baskı yapıldığının gizli bir ifadesi niteliği taşımaktadır. Çünkü devam eden tavsiyelerde azınlık haklarından bahsedilmekte ve Türkiye’ye de ne yapması gerektiği anlatılmaya çalışılmaktadır. Dikkati çeken ifade ‘azınlık haklarıdır’ sanki Türkiye’de de azınlık varmış ve haklarından faydalanamıyorlarmış gibi. Normal vatandaşlık hakları ile cumhurbaşkanı, kuvvet komutanı, başbakan, bakan, iş adamı, devlet memuru olabilen vatandaşlarımız nasıl azınlık olabiliyorsa! Tavsiyelerdeki asıl maksat; ‘’azınlık haklarını korumak ve desteklemek için azınlık okullarını finanse etmeli, kamusal işlemlerde azınlık dillerinin kullanılmasını sağlamalı, azınlık yer isimleri, işaret ve tabelalarla simgelerin kullanılmasına izin vermelidir. Ek olarak bölgesel güvenlik görevlilerinin hangi etnik topluluğa hizmet ettiği belli olmalıdır.’’ Cümlesinde gizlidir ki açılımın asıl maksadı budur. Hedef, ‘Dil’in Türkçenin dışında bir dile kaydırılarak, günlük yaşamın dışındaki en önemli unsurlardan ‘Eğitim’ diline kaydırılmasıdır. Böyle bir oluşumu engelleyecek tek bir engel ise; ‘’anayasada vatandaşlık temelinde geçen ‘Türklük‘ ifadesini kaldırmak gibi ek adımlar atmalıdır.’’ İfadesinde belirtilen Türklüktür. Türklüğün canına okunması olmazsa olmazdır. Türkiye’de artık Türklere yer yoktur. Tink-tank kuruluşları ne güzel düşünüyorlar biz aptalız ya! İnsan Hakları gibi insanca yaklaşımlar nedense Sudan’da ki, Filistin’deki, Karabağ’daki, Bosna’daki, Çin’in Sincan Uygur bölgesindeki İnsan hakları ihlallerinde kimsenin aklına gelmez varsa yoksa BEP bölgesindeki Kürtler vardır, diğerleri kimin umurunda. Ya kendi insanımız ne olacak, verdiğimiz bunca şehidin, yetim kalan yavrularının, sönen ocakların hakları nerede? Bu sömürgenlerin işleri bittiğinde Kürtler, Apo gibi kullanıldıklarını anlayacaklardır. Tabii iş işten geçince. Açılımlardaki diğer bir telaş ise AKP’nin artık bitme noktasına geldiği bir zamanda oluşuyor. ABD politikalarına bölgede destek veren ve bu desteğini Türkiye’deki iktidarı ile taçlandıran AKP, Kürt oylarına yönelik teslimiyetçi bir açılımın peşinde olmasın. Türklük biterse din kardeşliği vardır. Neo-Con’lar ne diyor, ‘Asıl mesele din özgürlüğüdür.’ Siyasiler durumu kavramakta gecikmeyince etkili cevaplar amacın gerçekleşemeyeceği yönünde rahatlama sağlamıştır. Bu dosyamızın içeriği ile paralel düşünceler içeren bu açıklamalar Türk milletinin sahipsiz olmadığının kanıtı olarak anlamlıdır.

Devlet Bahçeli:
‘’Bu girişimlerin maksadı, milletimizin kardeşliğini, kimliğini ve birliğini savunmak isteyen sağduyulu, inançlı vatan evlatlarına yönelik baskı ortamı oluşturmak; bir teslimiyet ve şaşkınlık dalgası yaratarak milletimizin direnişini kırmaktır.’’
''Asırlardır 'bir arada' yaşayan milletimizi parçalara ayırıp 'yan yana' yaşamayı dayatan bu yol haritasından, çok kimlikli, çok parçalı, çokluklar devleti ve toplumu çıkması mukadderdir. Bu ise iddia edildiği gibi çözüm değil çözülmedir''

Deniz Baykal:
Milli kimliği ortadan kaldırma girişiminin son olarak 1. Dünya Savaşı'ndan sonra denendiğini iddia eden Baykal, ''1. Dünya Savaşı'ndan sonra o zamanki büyük Avrupa ülkelerinin sözü geçen liderleri 'Anadolu'dan Türkleri atacağız' dediler. 'Bunlar medeniyet düşmanıdır' dediler. 'Bunlara yaşam hakkı vermek yanlıştır' dediler. Ve bu projelerini de uygulamaya koydular. Anadolu'dan Türkleri atacağız derken bunlar sadece etnik Türkleri kastediyor değildi. Burada yaşayan herkesi kastediyordu. Kürtleri de kastediyordu'' ifadelerini kullandı.

İlker Başbuğ:
Anayasa’nın değiştirilmesi teklif bile edilemez olan 3’üncü maddesinde ifade edildiği gibi “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk tarafından bizlere emanet edilen ve Anayasa’nın 3’üncü maddesinde de belirtildiği şekilde; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet ve üniter-devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir. Ülkelerin ve milletlerin bütünlüğünün korunmasının bir bedeli vardır. Türk Silahlı Kuvvetleri; bu bedelde kendisine düşen tarihi görev ve sorumlulukların bilinci içerisindedir.

Özdemir Sökmen:
İzmir Barosu Başkanı Özdemir Sökmen, ülkenin birliğine, bütünlüğüne yönelik olarak, günlerdir ‘Demokratik açılım’, ‘Kürt açılımı’ adı altında büyük bir saldırının sürdüğünü öne sürdü. Bunun, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin fiilen uygulanması için zemin hazırlamaya yönelik olduğunu belirten Sökmen, “ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanları, proje memurları seferber olmuşlardır. Binlerce yıldır birlikte yaşadığımız ve emperyalizme karşı birlikte savaşarak Cumhuriyeti kurduğumuz büyük milletimiz, etnik parçalara bölünmek istenmektedir. Yaklaşık 30 yıldır terörle yapamadıklarını, bizzat eş başkanlar, proje memurları ve işbirlikçileri aracılığıyla yapmaya çalışıyorlar. Hatta bizzat kendileri işin başındalar, ABD ve Alman büyükelçilikleri, açılımla ilgili ziyaretler ve açıklamalar yapıyor” dedi.
Bizi bizden çok düşünen yabancılar kendi menfaatleri için düşünüyor olmasın?(L.A)

Neden Dil?

Kıbrıs 1974 Otağımızın bilgisine sunduğum ‘’KKTC’nin Tarih Kitaplarında Neler Oluyor’’ başlıklı yazı aslında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki Kültür emperyalizmine dikkatinizi çekmek için yazılmıştı. Günümüzde savaşlar var ama İnsan kayıpları büyük boyutta değil. Önemli olan da insanların kaybı değil devletlerin ve milletlerin kaybıdır. Devletler ve milletler artık günümüzde ‘Kültür Savaşları’ ile teslim alınıyor ve sömürge haline getiriyorlar. Yıllarca Arap kültür emperyalizminin etkisi altında kalan Türkiye şimdi Hıristiyan Kültür emperyalizminin etkisi altına sokulmaya çalışılmaktadır. Bu açıdan bakarsak Türkiye’deki en fazla etkilenme Kürt asıllı vatandaşlarımız üzerinde görülmektedir. Türkçenin de aynı etki altına girmesini istemiyorsak gereken önlemleri bizzat kendimiz almalı konuşma dilimizdeki basit argo sözcükler ile yabancı kelimeleri kullanmamalıyız. Öyle ki Avrasya Türklerinin de durumu bundan farklı değildir, böyle gittiği takdirde Türk dünyasının birleşmesi de hayaldir. Dil, Türk hayatiyetinin yegâne varlığıdır. T.C. devleti bu gerçeği bildiği için Anayasamızın değiştirilemez hükümleri arasına koymuştur. Şu değiştirilemez hükümleri değiştirmek için neler yapılmıyor ki. Haberiniz yok ise alıştırma babından geçmişte yapılan bir sempozyumu bilgilerinize sunalım: ‘’Bilkent Üniversitesi ve Alman Uluslararası Hukuki İşbirliği Vakfı’nca düzenlenen “Anayasalardaki değiştirilemez ilkeler” konulu sempozyuma katılan Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç, anayasanın değiştirilemez ilkelerini tartışmaya açacağı mesajını verdi. Anayasa Mahkemesi raportörlüğü yapan Osman Can da Türk anayasasındaki değiştirilemez ilkelerin diğer anayasalardaki değiştirilemez ilkelerden, argümanlar(tez, iddia, kanıt) açısından oldukça uzak olduğunu söyledi. (Cumhuriyet gazetesi 11.11.2008) Anayasanın değiştirilemez hükümlerini tartışmaya açacak olan da Anayasa Mahkemesi Başkanından başka birisi değil. Ne günlere kaldık.
Bir ülkeyi oluşturan bireylerin kültür farklılıkları o ülkenin zenginliğidir. Ana dillerini kendi aralarında konuşabilmelidirler ama iş eğitim diline gelince ayrışma başlar ve hiçbir devlet buna izin vermez. İzin vermez demek bir iddia değil bir gerçek, Avrupalının Türkiye ‘de ne işi var? Avrupa önce kendi göbeğinde neler oluyor ona baksın; ‘’Slovakya'da bir süre önce kabul edilen yeni dil yasası 1 Eylülde yürürlüğe girdi. Yasa çerçevesinde Slovak halkı, kamuya açık yerlerde Slovakçanın dışında başka bir dil konuşamayacak. Slovakçanın dışındaki diller sadece evlerde konuşulabilecek. Slovakya Kültür Bakanı Marek Madaric, yeni yasayla ilgili yaptığı açıklamada, ilk üç ay para cezası verilmeyeceğini, Slovakça yerine başka dil kullananların şimdilik sadece uyarılacağını söylemişti. Macaristan, Slovakya'yı yeni dil yasası nedeniyle BM İnsan Hakları Konseyine şikâyet edeceğini açıklamıştı. Konuyu Avrupa Konseyi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatına (AGİT) da taşıyacağını bildiren Macaristan, "zorunlu dil asimilasyonunun AB'nin değerleri ve azınlık haklarını koruyan uluslararası yasayla bağdaşmadığı" açıklamasını yapmıştı. Slovakya'nın 5,4 milyon dolayındaki nüfusunun 500 bin kadarını, çoğu ülkenin Macaristan sınırındaki güneyinde yaşayan Macarlar oluşturuyor. Devlet Başkanı İvan Gasparoviç tarafından imzalanan yasa, kamu kurum ve kuruluşlarının çoğunda sadece Slovak dilinin kullanılmasını öngörürken, Macar dilinin kullanımına kısıtlama getiriyor. (Hürriyet Gazetesi, 1 Eylül 2009)
Avrupa’nın göbeğinde olanlar AB hedeflerinin gerçekleştirilemeyeceğinin ifadesidir. Slovak aidiyeti dil ile sağlandığı için bu yasaklama getiriliyor. Slovakyalılık esas tutuluyor, ABD tink-tankçıları ise Anayasamızdaki Türklük ifadesinden rahatsız oluyor. Buna ikircikli davranış demezler mi?
Ana dilde Eğitim ve Öğretim hakkı demek, bu hakkın istendiği yerde bağımsız veya özerk bir devletin varlığının kabul görmesi demektir. Türkiye’nin böyle bir lüksü olamaz. Olduğunu varsayalım; O zaman bu kadar yoğun eğitimi sağlayacak ve müspet bilimleri özümsemiş bir Kürt eğitim kadrosunun varlığı var mı? Yoksa, bunu sağlamak için kaç yıl geçeceğini ve maliyetinin kaç milyar dolarlarla sağlanacağını da bilmek gerekir. Bağımsızlık isteyenlerin müspet bir eğitim almadıklarını da söylemeden geçemeyiz. Sanki yaşadıkları sanal dünyalarında her taraf Kürt öğretim üyesi, bilim adamı, öğretmen, yazar, sosyolog, ekonomist, vs. ile kaynıyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Kürt vatandaşlarımız bizimle beraber kardeşçe, sosyal refah ve hukuk devletinin bireyleri olarak beraber yaşamamız için hür iradeleri ile karar verdiler. Kurulan devletin adı Türkiye Cumhuriyetidir, artık geriye dönüş yoktur. Sorunlarımızı kendi aramızda başkalarının baskısı olmadan, parlamentomuzda ve demokratik usullerle çözmek mecburiyeti vardır. Kendi aralarında dahi birbirlerini anlamadan konuştukları dört lehçe (Kurmanc, Zaza, Soran, Lur) varken hangi Kürtçe ile geleceklerini garanti altına alabilirler? Gelecekleri Türkiye’ye ve Türkçeye bağlıdır.

Neler Yapılmalı?

ABD’nin enerji kaynaklarının kontrolü sorunu Türkiye’ye Kürt sorunu olarak dönüşüyor. Bunu kırmak zorundayız.
1.T.C. Demokratik bir ülke ise demokrasimizdeki ülke barajının demokrasimizi eksik ve özürlü hale getirdiği siyasilerce bilinmelidir. Parlamentomuzda Kürt vatandaşlarımızın adil temsili ülke barajının %10’ dan daha aşağı çekilmesini gerektirir. Açılım, önce gerçek demokrasi ile sağlanmalıdır. Daha önce söylediğimiz gibi içeriği belli olmayan, dış güdümlü açılımların hedefi Kürt oylarına sempatik görünmekten başka bir şey değildir. Demokrasi yığın rejimi değildir, nüfusun kontrolü şarttır bunun için her ailenin üç çocuk yapması şartı nüfus planlaması ile değiştirilmelidir. Bu bölgemizde de etkin olan şeyh, şıh, tarikat ilişkilerine son verilmelidir.

2. ABD, 2. Dünya savaşında Japonya’yı kayırsız, şartsız teslime zorladıktan sonra, Japonya’nın dünya ile bütünleşmesini sağlamak için Japon feodalizmine son vermiştir. Nedense Kürt açılımında Kürt dili üzerinde duran emperyalistler ve siyasiler Kürt feodalizminin ortadan kaldırılması için hiç açılım başlatmamışlardır. Güneydoğumuzdaki düzen, çok büyük toprak alanlarına sahip Kürt aşiret reislerinin düzenidir. Bölgenin yoksul düşmesinin ana nedeni ağanın eline bakan köylü halkın işleyeceği toprağının olmamasından kaynaklanmaktadır. 1946 da başlayan Atatürk karşıtı siyasetin özünde yapılacak Toprak Reformunun engellenmesi vardır. Demokrat partinin başkanı merhum Adnan Menderes’de en büyük toprak ağalarından birisidir. Demokrat partinin o zamanki en büyük destekçileri de Güneydoğumuzdaki bu toprak ağası aşiret reisleriydi. Osmanlıdan gelen imtiyazlarına Cumhuriyet döneminde de bu şekilde devam imkânı bulmuşlardır. Günümüzde de aynı siyasi akımın temsilcisi olan AKP’yi desteklemektedirler. AKP açılımının asıl yapılacak Toprak Reformu ile ilgili olması gerekirken milli bütünlüğümüzü tehlikeye düşürecek amaçlar görülmektedir. TBMM’ne gelen Kürt asıllı milletvekillerinin de bu aşiret reisi toprak ağalarını seçtirdikleri düşünülürse TBMM kararlarında ‘Toprak Reformunun’ olamayacağı bir gerçektir. PKK, Kürt dili, din, açılımlar bu feodal beylerin siyaset araçlarıdır. Daima kendi çıkarlarına kullanırlar. PKK’yı besleyenler de bunlardır. Güneydoğu bölgesinden sanki bir istila hareketi gibi büyük şehirlerimize yapılan göçlerin ana nedeni bu yoksulluk zincirinin kırılamamasıdır. Siyasilerin buna gücü yeter mi? Yeter de yoksulluk basiretsiz siyasilerimizin ekmeği, Yeşil Kartı ver gelsin oylar. Türkiye’de bu tür siyaset ve siyasiler varsa ‘Toprak Reformunun’ olmadığı açılımlar sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Toprak ağaları gerçeklerin öğrenilmesini ancak Kürtçe ile sağlayabilirler, çünkü bu dilde öğretim kendi amaçları doğrultusunda olacak, Kürt asıllı vatandaşlarımız gerçekleri öğrenmekten yoksun kalacaklardır.

3. Gerçekleştirilemeyecek bir hiç uğruna Türk milleti arkadan vurulmuştur. Balkanlarda Yunan, Bulgar palikaryaları, Doğu Anadolu’da Ermeniler, Arap Yarım adasında ve Filistin’de Araplar, şimdi de Kürtler. Yeter artık diye bağırmak insanın içinden geçiyor’ Ne yazık, bağıramıyoruz. Kocatepe Camiinde tam sekiz şehit cenazesi önünüzden geçiyor, selam duran elleriniz titriyor, gözünüz yaşlı. Şehit bebeleri ne olduğunu anlamıyor, geride kalan eşler, analar, babalar feryat ediyor. Bu tabloyu yaşadınız mı hiç? Bu hamaset değil, çok kez yaşadığım tabloyu anlatıyorum. Diyarbakır Belediye Başkanı; ‘Taş atan çocukların ceza aldığından yüksünüyor. Bu çocukların T.C.’i hedef alan gösterilerde ne işi var? Kim çağırdı onları da ellerine taş parçaları verdi? Kimse demeden, bu çocuklar güvenlik görevlisinin üzerine taş atar mı? Yoksa Belediye Başkanı atın dediği için ceza alan bu çocuklara karşı pişmanlık mı duyuyor! O zaman söyleyeceğimiz son şey ki bu yapılması gereken, olmazsa olmaz,‘’Silahların kendiliğinden bırakılmasıdır. Maddi, manevi kaybettiklerimizin hesabı verilecektir. İsterse dağdan inmesinler, Türkiye Cumhuriyeti bu ihaneti bitirmeyi göze aldı bir kere, bu işin sonu yok. Teslim olunacak. Açılımlar ile bundan kurtuluş yoktur. Kolay değil 5000 şehit ve yetimlerimizin hakkı olan 300 Milyar dolar. PKK bu borcu ödeyecek.
Sanal Kürdistan Madalyonunun Arka Yüzü.
Böyle bir haritanın ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde yayınlandığını söylemiştik. Varsayalım ki oldu. Kürtçe dili kullanan, bilim, endüstri, ekonomi, eğitim ve savunma alanında zayıf, geri kalmış, feodal yapısı nedeni ile halkı yoksul, üretemeyen, birbirinden farklı dört ayrı lehçe kullanması nedeniyle iç çekişmelere gebe, kültür emperyalizminin kıskacında, Türkiye ve Arap devletleri arasına sıkışmış, her an bir dış müdahaleye açık, enerji kaynaklarını başkalarının kontrol ettiği, bir devlet düşünün. Enerji kaynağı olan doğal zenginliklerini başkalarının işlettiği bir devlet bağımsız olabilir mi? Böyle bir devlet kimin işine yarayabilir? Yarar tabii, bu devletin sınırları içerisinde kalacak GAP baraj, gölet, sulama kanalları doğal zenginlik sınıfına girmez mi sanıyorsunuz. Küresel ısınmadan dolayı bu bölgede etkisini gösterecek tehlike susuzluktur. Bu tehlikeye karşı bölge ülkelerinin doğal kaynaklara yöneleceği düşünülürse; Fırat ve Dicle’nin kontrolü en az petrol yataklarının kontrolü kadar önem arz etmektedir. Güçlü Türkiye’nin egemenlik alanında kalan böyle bir zenginliği karşılıksız paylaşmak doğal olarak kolay değil ama varsaydığımız sanal Kürt devletinin sınırlarında kalırsa, bırakın karşılıksız paylaşmayı, el koymak çok kolaydır. Avrupa Birliği ülkeleri daha Türkiye’yi birliklerine almadan geçenlerde İstanbul’da ‘Su Konferansı’ tertiplediler. Ne güzel, Avrupa nerede, Güneydoğu Anadolu’nun doğal su kaynakları nerede! Bizi ne kadar çok düşünüyorlar! Acaba öylemi? Yoksa düşündükleri başka şeyler de var mı? Bir başka ülke de Su’ya çok ilgili mi? Bu sorulara cevap niteliğinde Erdal Sarızeybek’in bulgularını göz ardı edemeyiz; ‘’Açılımlara bir bakınız. Türk-Kürt etnik köken, Alevi-Sünni mezhep, ayrıştırma siyasetidir. 1982’de KİVİNUM adıyla uygulamaya konulan bu parçalama planının sahibi İsrail’dir. Irak; Kürt-Arap-Şii-Sünni etnik köken ve mezhep temelinde parçalanmıştır, ülkemizde de oynanan oyun aynıdır. Yahuda Krallığını yıkan Babil’dir, Babil bu günkü Irak’tır Babil medeniyeti yok edilmiştir. Yahuda Krallığına vuran Pers’tir, Pers bugünkü İran’dır sıra İran’a gelmiştir. Bizans’ı yıkan Osmanlı’dır. Osmanlı, bu günkü Türkiye Cumhuriyetidir. Yani biziz, şimdi sıra bize mi geliyor?’’
Bakınız: http://groups.yahoo.com/group/kho76devresi/attachments/folder/1030482732/item/list
<*> ÜLKEMİZDE NELER OLUYOR.rar
Sıranın kimde olduğundan çok bunu anlayacak aydın ve siyasetçilerimizin kapıldıkları teslimiyetçi paranoya daha önemlidir. Değilse kaybedilecek iktidarın devamı için önümüze konulan saçılım politikalarına inanmak Nasrettin hoca’nın kazan –tencere fıkrasına inanmakla eş değerdedir. ABD tink-tank kuruluşlarını ve Bilderberg hedeflerini yönetenler Yahudi asıllıdırlar. Bu bakımdan ABD politikalarının Yahudi geleceği ile ilgili politikalar olduğu da su götürmez gerçektir. Maalesef ABD’n Ortadoğu’daki stratejik ortağı Türkiye değildir. ABD ve emperyalistler ortak kabul etmez, biz ancak onların emir eri olabiliriz. Aksini iddia edenler varsa önce bir müttefikin başına çuval geçirilip geçirilmeyeceğini düşünsünler. ABD’n bütün düşünce kuruluşlarındaki strateji ve politika üretenlerin Yahudi girişimcilerin kontrolünde olduğu düşünülürse Ortadoğu’daki ABD çıkarları İsrail çıkarları ile örtüşecektir. Bunun sonucunda da ABD’n bu bölgedeki gerçek ortağı İsrail’dir.
Değerli Kıbrıs 1974 Otağının çok kıymetli üyeleri, bu dosyamızda da sadece gerçekçi bakış açımızı yansıtmaya çalıştık. Bu konuda sizlerde de önemli, konuyu tamamlayan belge ve bilgilerin olduğunu biliyorum. Eksik bıraktığım konuların tarafınızdan tamamlanması bu Otağ mensuplarının bilgi birikimini göstermesi açısından çok önemlidir. Fakat herhangi bir yorum yapmadan bizleri izleyen menfi ve müspet düşünceli birçok üye ve hatta Kürt asıllı vatandaşlarımızın olduğu bir gerçektir. Bu mealde yapacağımız yorumlar geleceği beraber paylaşacak olan kardeşlerimizin kırgınlığına yol açmamalıdır. Bu vatan hepimizin, geleceği, refahı hep birlikte paylaşmalıyız. Kürt asıllı vatandaşlarımız şu gerçeği iyi bilmelidirler; Milli kimliği ortadan kaldırma girişiminin son olarak 1. Dünya Savaşı'ndan sonra denendiğini iddia eden Baykal, ''1. Dünya Savaşı'ndan sonra o zamanki büyük Avrupa ülkelerinin sözü geçen liderleri 'Anadolu'dan Türkleri atacağız' dediler. 'Bunlar medeniyet düşmanıdır' dediler. 'Bunlara yaşam hakkı vermek yanlıştır' dediler. Ve bu projelerini de uygulamaya koydular. Anadolu'dan Türkleri atacağız derken bunlar sadece etnik Türkleri kastediyor değildi. Burada yaşayan herkesi kastediyordu. Kürtleri de kastediyordu.’’ Bu sözü Deniz Baykal söylüyor. O söylemese ben söyleyecektim. Ermenilere vatan aranırken Anadolu’daki Kürtler o vatandan silinip yok edileceklerdi. Doğal olarak tehlike hepimizi ilgilendiriyor. Aldanmayalım. Ne Mutlu Türküm Diyene!
Şimdi, kıymetli Adminimiz Türkmen ve Genel Koordinatörümüz Kartal Gözü’nün denetiminde Otağ açılsın, tartışma bize yakışan seviyede başlasın. Bir dahaki dosyamızda 1960’lı yıllara gideceğiz bakalım o yıllarda Türkiye hangi rüzgârlarla savrulmuş. Hepinize sonsuz saygılar sunuyorum. Hoş kalın.
Levent Akıncı.
 
Son düzenleme:
Üst