Osmanlı’da İktisadi Gelişme ve Mali Sistem

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Giriş ve Teorik Çerçeve
Batı dışı coğrafyaların tarihlerinin yazımında ilk aşamasını Avrupa tarihinin idealize edilmiş, dondurulmuş bir modeli karşısında “eksiklikler” ve olmamışlıklar dramatik öyküsünün temsil ettiği ikinci perdede de “aydınlanma” ile belirlenmiş siyasi ve toplumsal değerlerin geleneksel olanların yerine ikame edildiği ölçüde batı dışı bölgeleri başarılı sayan, özde Osmanlı İmparatorluğu’nu durağan ve tarihsiz kabul eden ve tarihsel gelişme için Batı müdahalesinin gerekliliğini vurgulayan ve rasyonel-ilerici Batının dünyanın diğer bölgelerine üstünlüğü varsayımından hareket eden “modernleş(tir)meci” yaklaşıma yasla Batı Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu’nun farklılaşan gelişme süreçlerini Avrupa merkezli dünya ekonomisinin tarihsel gelişme süreciyle açıklayan, “kapitalist dünya ekonomisi Avrupa’da geliştikten sonra dünyadaki diğer bölgeleri ne biçimde dönüştürdü-değiştirdi?” temel sorununa odaklanan genel itibariyle dünya ekonomisinin ticaret aracılığıyla etki alanını genişletmesi ve artan bölgesel uzmanlaşma sonucu dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan dönüşüm biçimlerini inceleyen ve uzmanlaşma türlerini “Merkez”, “Çevre” ve “Yarı Çevre” olarak isimlendiren “Dünya Sistemi Perspektifi”(World System Theory)2 Ortadoğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nu konu edinen toplumsal tarih araştırmaları açısından daha etkin bir teorik çerçeve ve analiz önerisi ortaya koyar. Dünya Sistemi Perspektifi’ne göre, uzmanlaşma aşamasındaki farklılaşmanın neticesi olarak değerlendirilen çevreden merkeze doğru artı değerin akışı, sermayenin merkezde birikmesine ve çevre ülkelerinin az gelişmişliğine yol açmaktadır. Farklı bölgelerin eşitsiz gelişimi ile belirlenen kapitalist dünya ekonomisini veri tabanı olarak alan bağımlılık okulu mensupları, Batı’nın sömürgeci ve ticari amaçlarla yaptığı müdahaleleri modernleş(tir)meciler gibi “hayırlı” bir eylem olarak değerlendirmeyip, geri kalmışlığın yapısal nedenlerini ortaya koymaya çalışırlar. Batı dışı bölgelerin tarihinin batıyla karşılaşma sonrası dönemini salt ilerici-gerici güçlerin mücadelesi ekseninde incelemeyip dolayısıyla bu bölgelerin tarihine batılılaşmayı başarmak ya da başaramamak diye bakmak yerine, çözümlemelerinde, batıdan etkilenen toplumlar içinde birbirinden apayrı konumlara sahip olan gurupları ve bu gurupların farklı etkileşim ve dönüşümlerini konu edinirler.
Osmanlı İmparatorluğu özelinde dünya ekonomisi ile eklemlenme süreci, doğrudan ve pasif bir içerilme olmayıp dünya üzerinde yayılırken karşısına engel olarak dikilen mevcut siyasi, iktisadî ve toplumsal yapılarla boğuşan, becerebildiği ölçüde dönüştüren ve 19. yüzyılın sonlarına doğru dünyanın bir çok bölgesini dolaysız siyasi denetim alanına dahil eden Avrupa’nın karşısında, devletin ve toplumun bu siyasi denetim mekanizmasının dışında kalmayı büyük ölçüde başarmasının ve bu oluşumun öncü kuvveti olan iktisadî sızma girişimlerine karşı verilen amansız mücadelenin öyküsüdür. Fakat, buradan Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi bağımsızlığını tam anlamıyla koruduğu ve Osmanlı İmparatorluğu’na hakim olan üretim biçimlerinin yara almadan muhafaza edildiği sonucuna kesinlikle varılamaz.

19. Yüzyılda Osmanlı Ekonomisinin Genel Durumu
19. yüzyılda dünya ölçeğindeki iktisadi gelişmeleri sanayi devrimiyle ilişkili olarak, bu devrimin sonrasındaki gelişmeler olarak değerlendirmek gerekir. Sanayi devrimi, önce İngiltere sonra da Batı Avrupa ekonomilerini, mamul mallarda ucuz ve kitlesel üreticiler durumuna getirdi.3 19.yüzyılın başlarında küçük yelkenli gemiler Akdeniz’deki yolcu ve yük taşımacılığının büyük kısmını gerçekleştirmekteydi bunun sonucu olarak büyük miktarlarda ticari faaliyette bulunmak taşımacılık kısıtı altında zorlaşmaktaydı.4 Yüzyılın daha sonraki dönemlerinde deniz ulaştırmacılığında buharlı gemilerin yaygın olarak kullanılmaya başlanmasıyla büyük miktarlarda taşımacılık mümkün duruma gelmiştir.5
Büyük miktarlarda ticari emtianın nakliyesindeki dar boğazın aşılmasıyla birlikte Sanayi Devrimi sonucu Batı Avrupa’da uzmanlaşma ve kitle üretimi nedeniyle ortaya çıkan üretim fazlası, dünyanın diğer bölgelerine kolaylıkla nakledilmeye başlanmıştır. Avrupa sanayi mamullerinin rekabeti, dünya kapitalist ekonomisine çevre birimleri olarak katılan ülkelerde, birçok sanayi öncesi üretim faaliyetlerini yıkmış, tarım ve tarım dışı faaliyetlerin birlikteliğini ortadan kaldırmıştır. Öte yandan dünya pazarları ile bütünleşme, tarımsal ürünlerin çeşitlerini değiştirmiş ve geçimi sağlayacak ürünlerden ziyade ihracata yönelik ürünlerin üretimine ağırlık verilmiştir.6
16.ve 19.yüzyıllar arasında Avrupa’nın sermayedarlarından ayrı bir tüzel kişiliği olan anonim şirketlerin kurulması ve batıda veraset hukukunun mirasın bölünmesini engelleyen düzenlemeleri Avrupa ülkelerinde sanayileşme için gereken sermaye birikimine imkân tanıdığı halde Osmanlı toplumunda sermaye birikimini sağlayacak hukuki düzenlemeler mevcut olmadığı için üretim zanaat seviyesinde kalmış küçük el tezgahlarından büyük fabrikalara geçilmemesinin sonucu olarak, Osmanlı ekonomisi kitle üretimi yapan Avrupa sanayisi ile rekabet edemez hale gelmiştir.

19. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti’nin Mali Yapısı
Osmanlı maliyesinin vergi gelirlerinin %90’ını maden ve tuzlalardan alınan vergilerle mukataa adı verilen vergiler oluşturmaktaydı.8 Vergilendirme ve vergi toplama konusunda zirai sektörün hâkim bulunduğu sanayi öncesi ekonomilerin tarihte ortak özellikleri ortak olarak beliren problem ve güçlükler Osmanlı ekonomisi içinde mevcut bulunmuş ve imparatorluk bunları çözmek için kendine özgü metotlar geliştirmiştir.
“Büyük kısmı mahsul olarak toplanmakta olan vergi gelirlerinin toplanması, nakli, paraya çevrilmesi, merkezi devlet hazinesinde toplanarak oradan devlet görevlilerine dağıtılmasının güçlüğü karşısında, bir kısım asker ve memurlara muayyen
bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsili salahiyeti ile birlikte vergi kaynaklarının tahsis edilmesi demek olan tımar sistemi, önemli bir mali çözüm tarzını ifade ediyordu.”9
Bu sistem sayesinde çeşitli kamu hizmetlerinin aksamadan yürütülmesi ve mevcut mali ve iktisadi imkânlara intibak ettirilmesi mümkün olmakla kalmıyor, ayrıca, vergi kaynağını meydana getiren beşeri ve iktisadi temelin veya mükellefin, kendi kendini himaye edebilecek şartlar içinde tutularak korunması da temin edilmiştir.
Balkanlarda ve Anadolu da para kullanımının sadece uzun mesafe ticaretine ve şehirlere has bir durum olduğu düşünülmekteydi. Hâlbuki 16.yüzyılda kırsal kesim ekonomisinde para kullanımının artması bu ekonomilerin yüksek derecede parasallaştığının delilidir.10 Bu da parasallaşma ile birlikte vergilerin ayni toplanması yerine artık nakit olarak toplanmaya başlanmıştır.
Osmanlı mali sistemi içerisinde devlete ait gelir kaynaklarının işletilmesi ve gelirlerin sürekliliğinin sağlanması amacıyla muhtelif yöntemler geliştirilmiştir. Bu yöntemler kaynağın durumu ve umumi konjonktür dikkate alınarak uygulamaya konuluyordu.11
Devlete ait gelir kaynaklarının işletilmesi ve buralardan devlete düşen payın tahsil yöntemlerinin en önemlilerinden biri iltizam yöntemidir. İltizam yöntemi vergi kaynaklarından sağlanan gelirlerin doğrudan merkezi hazinede toplanması ihtiyacından dolayı yaygınlık kazanmıştır. Zira devlet 17.ve 18.yy.larda derinleşen mali bunalım ve ekonomik sıkıntılar sonunda el koyduğu gelirlerin daha büyük bir bölümünü merkezde toplamak ve ek gelir sağlamak durumunda kalacaktır.
İltizam, devlet gelirlerinin belli bir bedel mukabilinde ve belli bir süre içinde özel teşebbüs tarafından işletilmesidir. İşletmeye konu olan gelir kaynaklarına mukataa, bu işi üstlenen kişilere mültezim denilir. Mukataaları günümüz yaklaşımıyla özel teşebbüs tarafından işletilen kamu iktisadi teşebbüsleri olarak görmek mümkündür. Mukataalar doğrudan devlet işletmeleri, devlete ait bir gelir payının tahsili gibi özellikler taşıyordu.
İltizam usulü başta birkaç kalem gelire has olarak başlamış ise de kısa zamanda mukataaya konu olacak gelir kaynaklarının sınırları genişlemiş, devletin her türlü gelir kaynağı iltizam konusu olmuştur. Devlet uygun gördüğü her türlü zirai, ticari ve sınaî işletmeleri mukataa haline getirerek özel teşebbüs tarafından işletmeye açardı. Burada devletin nakit ihtiyacının zaman içerisinde artışının bir tesiri vardır. Mukataa gelirleri, bütçe gelirleri içerisinde önemli bir yere sahipti.
Kaynaklar genelde adına tahvil denilen üç yıl veya daha farklı sürelerle açık artırma ile mültezimlere ihale edilirdi. Ancak kaynağın kendisinde zamanla ortaya çıkacak bir artış da devamlı dikkate alınır, eski mültezim yeni bedeli kabul ederse üzerinde kalır, etmediği takdirde gelir kaynağı bir başkasına ihale edilirdi. Aksi durumda, yani mültezimin zararı söz konusu olduğunda, eğer bir kayıt konulmamışsa anlaşma metinlerine indirim uygulanmazdı.
Bu dönemde tımar sistemi bozulmaya başlayınca tımar topraklarının da iltizamla işletilmesi söz konusu olmuştur. Tımarlı sipahiliğin gelişen savaş teknolojisine uyamaması ve devletin girdiği savaşlar dolayısıyla artan nakit ihtiyacı zirai gelir kaynaklarının mukataa haline getirilerek iltizama verilmesine yol açmış ve neticede
mültezimler kendilerine ihale olunan vergileri tahsil işinde o derece ileri gitmişler ki hükümet içinde hükümet olmaya başlamışlardı.12 Mukataaların gelişimine coğrafi açıdan bakıldığında Rumeli’ye göre mukataaların Anadolu, Suriye ve Irak bölgesinde çok daha fazla geliştiği görülmüştür.
İltizam sistemi tımar sistemi ile karşılaştırıldığında iltizam sisteminin zirai üreticiler üzerine daha yüksek vergi yükü tarh eden baskıcı bir sistem olduğu söylenebilir. Zira tımar sisteminde gelirin devamlılığını muhafaza için halkın kollanması ve ağır vergi yükü altında ezilmemesi gerekiyordu.
17.yüzyılın sonlarındaki bütçe açıklarının tesiri ile Osmanlı maliyesi yeni bir sistem olan malikâne sistemine geçti. Sistemin gayesi, sık sık değişen mültezimlerin mümkün olduğu kadar fazla kar sağlamak uğruna tahrip ettiği vergi kaynağını düzeltme ve devamlılığını sağlamak, değişmez bir mültezimin tasarrufuna bağlamaktı.
Osmanlı çiftçisi, artan ölçüde nakdileşen vergileri ödemek için ekseriya borçlanmak zorunda kalıyordu.13 Kendisine lüzumlu olan tohum, hayvan ve krediyi icabında temin edecek bir koruyucu bulamadığı hallerde tefecilerin eline düşerek bütün mülkünü ve neticede çiftçilik hüviyetini kaybetme tehlikesi mevcuttu. Bu tehlikeye karşı oldukça müessir bir mekanizma rolü oynamış, görünen tımar sistemi geriledikçe, köy-kasaba tefecisinin elinden çiftçiyi kurtarmak Osmanlı nizamının hayati bir problemi haline geldi. Bu problemi çözmek gayesi ile düşünülerek uygulamaya konulan malikâne sistemi, nakdi ekonominin yeni şartlarına intibak ettirilmiş şekli tımar sisteminin bir nevi ihyası yahut daha doğru bir ifade ile tımar ve iltizam usullerinin bir terkibi gibi adlandırabiliriz.
Bu sistemle devlet, yalnız gelecek yılların gelirlerin idamesini temin etmekle kalmamış, ayrıca yepyeni bir gelir kaynağı da bulmuş oluyordu.bu ilave gelir, malikane olarak satışa çıkarılan mukataaların, muaccele adı verilen satış bedellerinden meydana geliyordu. Bir mukataanın satış bedeli, malikane sahibine yıllık net karların bir nevi kapitalizasyonu tarzında müzayede taayyün ederdi.
Malikaneler sahiplerine hayatta kalma şartı ile verilirdi. Eğer malikane sahibi ölürse, ölen malikane sahibinin yetişkin oğlu varsa, yeniden müzayede edildikten sonra en yüksek muacceleyi vermek şartı ile babasından kalan mukataayı tercihli olarak satın alabilirdi. Malikaneci elindeki mukataayı serbestçe satmak hakkına da haizdi. Malikane sahibi aslında ve nizamında devlet tarafından halkı korumakla görevlendirilmiş gibi idi, ve sözünü ettiğimiz sorumluluklar ve yetkiler bunun için verilmiştir.
Osmanlı devletinin uzun dönemde gerileyişinin sebepleri üzerinde durulurken yaygın bir kanaat olarak Osmanlıların ticarete gereğince önem vermedikleri söylenir. Osmanlı Türkleri’nin fetih düşüncesiyle, toprakları işgal ettiği bunun dışında, devlet idaresiyle ilgilendikleri, bu iki sahanın dışındaki işleri kendilerine layık görmedikleri, sanat ve ticareti zahmetli ve hakir gördükleri, bu tür faaliyetleri gayrimüslimlere bıraktıkları, yabancı devletlerle imzalanan ticaret anlaşmalarının hep tek taraflı olarak devletin aleyhine işlediğini, ticaretin onların zihin dünyalarında bir yer işgal etmediği, ticaretle ilgili aldıkları kararlarda yanıldıklarını, Osmanlı devletinin ticaretten uzaklığı vurgulanır.

Bu düşünceler batılı yazarların ve düşünürlerin ortaya attığı, ancak bizimde benimsediğimiz bir yargıdır. Ne var ki bu gerçek dışı bir yargıdır. Zira 600 yıllık bir imparatorlukla uluslar arası arenada söz sahibi olmuş bir devletin başarısını sadece siyasi ve askeri alanda gösterdikleri başarı ile sağlanmamış, büyük bir iktisadi ve ticari güç ile devletin devamlılığı sağlanmıştır.
“Osmanlı, iyi bir asker ve yönetici olduğu kadar becerikli bir tüccardır aynı zamanda tüccar, toplumda bir kısım askeri zümre mensuplarından daha yüksek bir konuma ve prestije sahipti.”15
Bu durum bile kendi başına Osmanlının ticarete verdiği önemin bir ifadesi olarak algılanmalıdır. Tüccarlara yöneticiler tarafından rahat ve serbest hareket etme fonksiyonları sağlanmakta idi. Ticaret küçümsenen bir faaliyet değil, aksine övülen bir faaliyetti.
Osmanlı iktisadi dünya görüşünün iki önemli prensibi bulunuyordu.bunlardan birincisi halkın refahının arttırılmasıdır.çünkü Osmanlı, halkı kendisine Allah’ın bir emaneti olarak görüyordu.dolayısıyla halkın refahının artırılması gayesiyle ülke içinde bol, kaliteli ve ucuz mal bulundurulmaya çalışılıyordu.
Osmanlı iktisadi dünya görüşünün ikinci önemli prensibi devlet gelirlerinin en yüksek düzeye çıkarılmasıdır. ”Devlet ticareti, hem gelirini ve dolayısıyla maddi gücünü, hem de genel refaha olan katkıları ile de manevi gücünü arttırmanın bir vasıtası gördüğü için sürekli himaye ediyordu.”
Osmanlıdaki bu iktisadi dünya görüşleri Osmanlının son döneminde rehavete yerini bırakmış ve bunun sonucunda diğer faktörlerin etkisi ile devletin bu iki görüşten sapmasına sebebiyet vermiştir.
Osmanlı ekonomisinde iç, dış ve transit ticaretten alınan vergiler gümrük sistemi içerisinde incelenir. İç ve dış ticaretten alınan vergiler iç gümrüklerin, dış ticaretten alınan vergilerde dış gümrüklerin konusudur. Bu vergilerin toplanmasıyla maliye büroları, özellikle maden kalemi görevliydi.
İç gümrükler olarak bilinen, İslam’da pazara getirilen maldan alınan ve zekat kategorisine giren % 10 (onda bir öşür) vergi gümrük resminin ilk şeklidir. Bu vergiler Osmanlı ülkelerinin genişlemesiyle ayrıntılı hale gelmişlerdir.’’
İç gümrüklerde alınan vergileri amediye, reftiye,masdariye, ve müruriye olarak 4 kısımda incelemek kabildir.”Amediye bir yerden bir yere taşınan yani gümrük yerine gelen mallardan; reftiye bir memlekete taşınıp ta orada tüketilmeyerek başka bir yere gönderilen yani gümrükten çıkan mallardan; masdariye nakledilen yerde tüketilen ithal malı emtiadan; müruriye dışardan Osmanlı ülkesine gelip de sarf edilmeden yabancı ülkelere gönderilen mallardan alınan transit resmidir. Bu sonuncuya geçiş resmi de denmiştir. Amediye %3-5, reftiye %1-3, masdariye %1-1.5 civarındaydı.”
Gümrük resmi bir,malın nakliyle ilgilidir.yani bir yerde üretilip orada tüketilen bir metadan bu tür vergi alınması söz konusu değildi. Gümrükler deniz ve kara gümrükleri olarak ikiye ayrılırdı. Dış gümrüklere geldiğimizde bu tür vergilerin konmasında Osmanlı Devleti’nin “Ahidname-i Hümayun” adı altında yabancı devletlere verdiği ticari imtiyazlar, bir başka ifade ile kapitülasyonlar önemlidir.

Dış ticarette kapitülasyon sistemi Osmanlılardan önce kurulmuştur. Birçok ilk, orta ve yeniçağ devleti ticareti geliştirmek için bu yöntemi kullanmıştır. Anadolu Selçukluları, Beylikler, Memluklar, Bizans, İngiltere vs. hep dış ticaret serbestisini sağlamak için bu yöntemi izlemişlerdir. Orhan Gazi’den (1326-1360) itibaren Osmanlı Beyliği de bu sistemi benimsemiştir.
Osmanlı Devleti kapitülasyonlar verirken, ticaretten elde ettiği gümrük vergilerini arttırmak, transit ticaret yollarının kendi topraklarından geçmeye devam etmesini sağlamak gibi mali ve ekonomik amaçları ön planda tutarken diğer Avrupa devletlerine karşı kapitülasyon verdikleri devleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanma amacını da güdüyorlardı.
Osmanlılar, 18. yüzyılda da kapitülasyonları batılılara karşı bir silah olarak kullanmaya devam ettilerse de sistem giderek kendi aleyhlerine işlemeye başlamış, Osmanlı Devleti’nin mali ve iktisadi olarak zayıflamasına yol açmıştır. Batılı ülkeler Osmanlı Devleti’ne mamul mallar ihraç ederken, kendi sanayileri için gereken hammaddeleri kolaylıkla satın alabilmişlerdir. Yerli sanayi rekabet gücünü kaybederken, gayrimüslim Osmanlı tebaası yabancı devletlerin himayesine girerek müslüman tüccarlara karşı üstünlüğü ele geçirmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin kapitülasyonlardan kurtulmak için Paris konferansı (1856) sırasında yaptığı teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmış; İttihat ve Terakki yönetiminin I. Dünya Savaşına girerken (1914) yaptığı girişim de savaşın yenilgi ile sonuçlanması ile akim kalmıştır. Kapitülasyonlar, ancak Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, siyasi bağımsızlığın ancak ekonomik bağımsızlıkla beraber gerçekleşebileceğine inanan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının çabalarıyla, uzun müzakerelerden sonra Lozan antlaşmasıyla 1923 yılında kaldırılmıştır
 
Üst