Mayıs’ın son iki gününü Amasya’da geçirdik.
Yazık.. 12 gün daha bekleseymişiz, Haziran’ın 12’sinde Mustafa Kemal Paşa (1919) Amasya’ya gelecekmiş.
Ama biz Amasya’yı yine de çok sevdik..
Biz Amasya Müftüsü Hacı Hafız Tevfik Efendi’yi çok sevdik.
Tevfik Efendi’yi, 12 Haziran 1919’da Samsun-Havza’dan sonra kente gelen Mustafa Kemal Paşa’yı; “Paşam, bütün Amasya emrinizdedir. Gazanız mübarek olsun” diye karşıladığı için sevdik.
Mustafa Kemal Paşa’nın ona cevaben, on gün sonra; 22 Haziran 1919’da bütün dünyaya “Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” dediği için çok sevdik.
Amasya Orduevi’nin bahçesindeki heykelininin kaidesinde;
“Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” sözünü kazılı gördüğümüz için bir kere daha sevdik.
30 Mayıs akşamüzeri, “Ali Kaya”nın civarındaki dağlarda yol sorduğumuz köylü kadının, yol sorduğumuz için torbasındaki bütün kirazı ısrarla vermesini ve o kirazın tadını;
31 Mayıs öğleden sonra nehir boyunda gezerken tesadüfen gördüğümüz Belediye Konservatuarını ve başımızı içeri uzattığımızda Öğretim Üyelerinin bizi kırk yıllık dost imişiz gibi karşılayarak ikram ettikleri bir bardak çayın hatırını; sonra da yine ikram olsun diye Bimen Şen’den geçtikleri Hüzzam “Sabrımın gamzelerin Sihr ile tarac edeli” isimli şarkının lezzetini kırk yıl ne demek, bir ömür boyu unutamayacağız..
Suna sonradan; “Kendimi bir de Bakü’de bu kadar yoğun duygular içinde hissetmiştim” diyecekti.
Amasya “tarihî” bir şehir.
Amasya tarih ile iç içe yaşıyor, tarihini yaşıyor, tarihi ile barışık yaşıyor.
Gezdiğimiz çoğu şehirlerin tarihi Atatürk’ün filan sene gelişi, yahut Osmanlı tarafından “fethi” ile sınırlı iken Amasya’da birden Anadolu ve Büyük Selçuklu dönemine, ondan da önceki “Beylikler” dönemine gidiyorsunuz.
Bazı şehirler iki padişahın şehzadeliğine evsahipiği yaptı diye kendini “Padişahlar Şehri” diye tanıtırken Amasya’da Yeşilırmak boyunda sonradan Padişah olan 7 şehzadenin büstünü; ayrı bir kitabede de “olamayan” 5’inin isim listesini görüyorsunuz.
Başka şehirlerde babasının şehzadeliği sırasında o şehirde doğan padişahın doğduğu ev “vali emri” ile aranıp, “mecburen” bulunan bir ev de “padişah evi” diye takdim edilirken Amasya’da Mustafa Kemal Paşa’nın geldiğinde çalışmalarını sürdürdüğü ve sonradan yıkılmış olan “Saray Düzü Kışlası” aslına uygun olarak birebir yeniden inşa ediliyor.
Başka şehirlerde üç eski ev restore edilir ve nedense; sanki Türkler hiç evde değil, hep çadırda yaşamış veya hep fakirmiş ve zengin Türkler de ev yaptıramazmış gibi “Zengin bir Rum’un eviymiş” diye fısıldanırken; Amasya’da bütün evler tescil edilip yüzlerce ev restore edildikten sonra “Osmanlı Konağı” olarak takdim ediliyor.
Yeni yapılar bile o mimariye uyduruluyor, “modern” betonarme yapılar ise “sırıtıyor”.
Çoğu sahil şehri denize sırtını dönerken, Amasya içinden geçen Yeşilırmak ile bütünleşiyor.
Nehir şehri ikiye bölüyor.
Sağ yaka üç kat.. En üstte okullar, sonra bir caddenin etrafına sıralanmış “çarşı” (her iki dükkândan biri eczane), en aşağıda nehir kıyısında da son derece güzel düzenlenmiş, çevre ve tarihi doku ile bütünleşmiş “gezinti yeri”, yâni “piyasa”..
Nehrin sol yakasındaki “İçeri şehir” (Bir de Bakü’de duymuştuk aynı tanımı)’in hemen üstünde Herşene Dağı, Kalesi ve kayaya oyulan Kral Mezarları yükseliyor.
Bir de nehrin hemen kıyısındaki Yalı-konaklarda otel, pansiyon ve lokantalar..
(Mısırlı kardeşlerin Grand Pasha’sının saklı iç bahçesinin sâkin ortamı, akşam yemekleri için hararetle tavsiye edilir).
Pontos Kralları’nın mezarları..
Yalnız bu Pontos, “o” Pontus değil.
Merkezi Trabzon’daki daha “meşhur” edilen Pontus Rum “Şehir Devleti” 1204-1280’e tarihlenirken Amasya’daki Pontos Kral mezarları İsa’dan önceki yıllara tarihlenir.
Pontos, Hellen’ce coğrafi bir addır. İlk çağda bölgeye başka ne isim verildiğinin ortaya çıkarılamamasıyla Helenlerin verdiği adın kullanılıyor olması; tarihi yapmaktan yazmaya vakit bulamamış olmamızın ve/yahut “ilk çağ” tarihçiliğimizin işin kolayına kaçarak yabancı kaynaklarla iktifa etme kolaycılığına kaçmasındandır.
Pontus, Pontos adının Roma’lı ağzına uydurulmuş biçimidir.
İsa’dan önceki Pontos, Pers asıllı Mitridat’ların hanedanlığında kurulan bir devlettir. Yerli halk Turanî kavimlerdir. Goloğku’nun, Anadolu’nun Milli Devleti-PONTOS” kitabında, ambleminin de ay-yıldız olduğu belirtilir.
Bu Pontos “o” Pontus’tan o kadar başka ve o kadar Yunanlı değildir ki, İÖ 220’de “bir Pontos ordusu, Trakya üzerinden Yunanistan’a yürüdü. Donanma, Ege Denizindeki bir çok adayı ele geçirerek Atina’nın limanı Pire’ye girdi. Atina ile güney ve orta Yunanistan kentleri, Pontos Krallığı’nın bağımlılığına boyun eğdiler”. (“KARADENİZ KAPPADOKİASI-PONTOS”. Bilge Umar. İnkilap yay. İstanbul. 2000.Sayfa38)
İÖ 65’te de Roma’nın uydusu oldular.
Demek ki bu Pontos’la “o” Pontus karıştırılmamalıdır.
Geçenlerde Azeri televizyonlarında “Gence Şehrinin 2500’üncü Kuruluş Yılı” törenlerine ve kurucusunun sahneye “Ben Türk Hanı Nadir Han” diye öğünerek çıkmasına rastlamış ve gıpta etmiştim.
Bizim şehirlerimiz “turizm” havucuna sarılmak için hep Türk tarihini yok sayar ve şehirlerinin yabancı adlarını öne çıkarırlar.
Türk tarihi de şehrin “Osmanlı tarafından fethi” yahut Birinci Dünya Savaşı (Doğu illeri) ve Kurtuluş Savaşı (Batı illeri) sonrası işgalciden “Kurtuluş Günleri” ile sınırlıdır.
Onun için Amasya’da birden 1308’e gidip de, İlhanlı Hükümdarı Muhammed Olcaytuğ’un hanımı Uldız (Yıldız) Hatun adına kölesi Anber bin Abdullah tarafından yaptırılan Anadolu’nun ilk “Darüşşifa” sına rastlayınca biraz rahatlıyorsunuz.
Amasya ancak 1398’de Yıldırım Beyazıt tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Şehirdeki bir çok yapının yapımı, Anadolu’daki çoğu şehrin “fethinden” önceye tarihleniyor.
Danişment Emiri Halifet Gazi Kümbeti (1146), Seyfettin
Torumtay Türbesi (1278), Burmalı Minare (1237), Gökmedrese Camii (1267), Bedesten 1483, Saraçhane Camii 1372,Sultan II’inci Beyazıt Camii ve külliyesi 1485, Büyük Ağa medresesi 1488..
Tokat’taki Halef Sultan Zaviyesi, 1291 Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Mesut dönemi..
Merak edip Amasya’daki “Darüşşifa-Bimarhane’nin” muazzam Selçuklu kapısından kafanızı uzatınca da şaşırıyor, bambaşka bir dünyanın içinde buluyorsunuz kendinizi.
İç bahçede masalar vardı ve en dipte bir grup oturuyordu.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi hoşladılar, buyur ettiler. Meğer Bimarhane 1997’den beri Belediye Konservatuvarı olarak kullanılıyor, uygulamalı dersler ve konserler icra ediliyormuş. Konservatuvarın öğretim üyelerinin o öğleden sonraki “meşk”lerini unutmamız mümkün değil..
Başka şehirler kendilerine günün modasına uygun yapay ve zorlama tarih yaratırken; Amasya’nınki kendine yetiyor, Amasya kendi iftihar edilecek tarihiyle barışık ve iç içe yaşıyor.
Başka bir çok şehir, ya eski kiliseden muaddel camilerle yaşıyor, yahut harabelerden yeni kiliseler buluyor ya.. merak ettim, Amasya’da kilise iken camiye çevrilmiş kilise yahut kullanılmayan metruk kilise aradım..
İkincisi külliyen yok.
İlki de ancak bir tane.. Rakamla (1)..
Bizans İmparatoru Phocas’ın kızı Helena, VII. yüzyılın ilk yarısında buraya bir kilise yaptırmış. 1116 yılında Ankara’dan Amasya valiliğine getirilen Danişmedli Fetih Gazi, kiliseyi camiye çevirterek kendi adını vermiş.1884’te de İncezade Hacı Arif’in yaptırdığı onarımda camiye bir minare eklenmiş.
Yâni Amasya’nın tek kilise-camii Miladi 7’inci yüzyıl yapımı..
Sonra yok..
Yok ama, aman dikkat Amasyalı..
Dönüş yolunda Tokat’tan geçtik.
Yeşilırmak vadisi yemyeşil, mümbit, sâkin bir yurt köşesi.
Sanki tabiatta mevcut bütün meyveleri bir arada gördük, “dalları bastı kiraz” deyiminin doğruluğuna şâhit olduk.
Tokat da tarihine sırtını dönmemiş, Amasya’daki gibi onlar da eski eserleri, hanları-hamamları restore etikten sonra öyle boş bırakıp bir kenara çekilmemişler. Tarihi yaşatıyor, işe
yaratıyorlar.
GOP Bulvarı’nın iki yanında (Neden GOP? “Gazi Osman Paşa” ismini Lise’de, bulvarda, sokakta, İşhanı’nda açık olarak yazsanız daha iyi değil mi?) birbirine yakın 117 odalı ve 17’inci YY Osmanlı yapımı TAŞHAN ile 1291 Anadolu Selçuklu
Halef Sultan Zaviyesi’ni görmeniz lâzım..
TAŞHAN iki katlı.. İç bahçe cıvıl cıvıl.. Kafeler, çaybahçeleri, büfeler.. Üst kat dört bir yan eski Tokat elişleri, yazmaların
satıldığı küçük dükkânlar..
Halef Sultan Zaviyesi 8 asırlık.. (İstanbul’un fethinin daha geçen gün 555’inci yılını kutladık) Vakıflar’a bağlı 8 asırlık Zaviye’de hadi kütüphane tamam da “internet odası” düşüne biliyor musunuz?
Tokat bahsini, Gazi Osman Paşa Bulvarından hemen içeride, “Semerkant” mahallesindeki Bulvar Restoran’da İbrahim Usta’nın elinden yediğimiz Tokat Kebabından söz etmeden geçiştirmek haksızlık olacak..
Tokat’a yolunuz düşerse ve de şansınız varsa bu kebabı deneyin. Şansınız varsa, çünkü bahar aylarında ve sadece kuzu etinden yapılıyor..
Yukarıda “aman dikkat Amasyalı” demiştik.
Her güzelliğin tadını kaçıracak ufak sinekler her yerde bulunabiliyor.
Geçen Eylül’de Bebek/Poseidon’da denizin üzerinde bir akşamüstü ağız tadıyla yemeğe çalıştığımız yemeğin tadının, yan masada İstanbul’u yabancılara haraç-mezat göz göre göre ve alenen pazarlamaya çalışan tezgâhtar bezirgân “kaliteli dönekler kabilesi” tarafından nasıl bozulduğunu bir başka yazımda anlatmıştım.
30 Mayıs akşamüzeri Amasya “İçerişehir”de eski Amasya evleri arasında dolaşırken aynı kabileden iki-üç dolma kaleme rastlamaz mıyım?..
Evet, bu kadar güzel, çevresi ve tarihiyle barışık Amasya’yı kendi haline bırakırlar mıydı?..
Aman dikkat..
Mustafa Kemal Paşa 22 Haziran’da “Amasya Tamimi”ni yayınladıktan sonra ayrılır, Erzurum ve Sivas Kongrelerini yapar.
Aynı yılın (1919) Ekim ayında Amasya’ya tekrar gelir. Yeni İstanbul Hükümeti’nin temsilcisi Salih Paşa ve heyeti ile iki günlük bir görüşme yapar (20-22 Ekim). İkisi gizli beş protokol imzalar. Ekim’in 28’inde de Amasya’dan tekrar Sivas’a döner.
Amasya’da iken, 24 Ekim 1919 günü, Salih Paşa görüşmesinden sonra gazeteci Ruşen Eşref’e bir demeç verir..
“Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa genel şerefsizliğin enkazı altında şunun bunun şahsi şerefi de parça parça olur. Biz o genel şerefi kurtarabilmek için harekete geçen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza mani olabilecek şahsi rütbeleri, mevkileri de genel şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğrunda feda ettik… Bunu anlamayıp da, milleti hala kendi kafalarının keyfine göre idare etmeye kalkışan kuvvetler artık birer beladır. Bela çekmeye de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır” der. (Atatürk’ün Bütün Eserleri. Kaynak Yayınları. Cilt 4, sf. 373-376)
H.Mumtaz