Postmodern Pontusçuluk

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım

Son yıllarda gündeme gelen, dış kaynaklı Pontosculuk faaliyetleri ile daha çok Birinci Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı sırasında Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesindeki Rum Çetecilerin faaliyetleri hatırlatılarak mücadele edilmeye çalışılmaktadır. Konu ile ilgili Türkçe literatüre bakıldığında, 1800’lü yılların ilk dönemlerinde başlayan ve 1923 yılında sona eren Pontosculuk hareketlerini, 1900 -1923 yılları arasındaki faaliyetleri aktarılarak anlamaya çalıştığımız ve olayların çetecilik boyutu dışındaki boyutları ile pek ilgilenmediğimiz anlaşılacaktır. Oysa mesele dün olduğu gibi bugün de çok boyutludur.

Pontosculuk faaliyetleri, ilk başladığı günden Cumhuriyetin kurulduğu güne kadar Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan ve Rum olarak adlandırılan, fakat etnik köken itibariyle değişik gruplardan oluşan Ortodoks Hıristiyanları kullanılarak bölgeyi Osmanlıdan koparmak gayesini gütmektedir. Bu amaçla konuya ilk el atan devlet Rusya’dır.

Karadeniz’e indikten sonra boğazları ele geçirip sıcak denizlere açılmak Rusların ulusal politikasıydı.(1) 1917’de Çarlık Rusyası’nın yerini Sovyetler aldıktan sonra bu siyasetin değişmediğini Stalin bize hatırlatmıştır.

Karadeniz’de donanma hazırlayan Ruslar, Karadeniz sahillerinde yayılma planlarının bir parçası olarak Trabzon’u da ele geçirmek istemekteydiler. Bu amaçla hazırlıklar yapmış, Kasım ve Haziran 1806’da yapılan iki keşif harekatından sonra 1810 yılında Trabzon ve bölgesini işgal etmek için hazırladıkları filoya, Rus askerlerinin yanı sıra bölgedeki Rumlardan alıp eğittiği bir grubu da dahil etmişlerdi. Bunlar bölgede Ruslara yol gösterecek, yerli Rumlarla irtibat kurmalarını sağlayarak onların da Osmanlıya karşı ayaklanmasını temin edecekti. Ayrıca gemilere, kışkırtmalar sonucu Ruslara katılacak olan yerli Rumlara dağıtılmak üzere silah ve cephane de yüklenmişti(2). Hıristiyan ve Ortodoks olma ögesini kullanarak Kuzey Doğu Anadolu’daki Rumları tahrik eden Ruslar 1916 yılında bölgeyi işgal edene kadar bu tür çalışmalarını sürdürmüş ve bölgeyi işgal ettiği zaman yerli Ortodokslara “Ortodoks Çar’ın yönetimi altında yaşama”nın ötesinde bir şey vaat edip sunmamıştı.

Bu sırada İngiltere, zaman zaman Rusya ile müttefik olsa da Rusların sıcak denizlere inme politikalarını yakından takip etmiş, özellikle Hindistan’ı elinde tutabilmek için Rusların hedef aldığı coğrafya ve etnik varlıklarla yakından ilgilenmiştir. İngiltere’nin ve içinde bulunduğu Batı dünyasının bölgede izlediği siyaset kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için bölgedeki kısaca Rum diye adlandırdığımız Ortodoks grupları, yeni ortaya çıkan Yunanistan devleti ile oluşturmaya çalışılan “Yunan Milleti’nin” bir parçası haline getirmekti. Bu amaçla yazdırılan tarih kitaplarında; ‘Karadeniz Bölgesinde yaşayan Rumlar ilk çağlarda Karadeniz sahillerinde ticari koloniler kurmuş olan eski Yunanlılarının torunları ‘olarak anılmaya başlandılar. Oysa ne bugün Yunanistan’da yaşayan Yunanlıların büyük çoğunluğu ne de Doğu Karadeniz Bölgesinden giden Ortodokslar, ilk çağ Yunan Medeniyetini oluşturanların torunu idi. Doğu Karadeniz Bölgesinde Rum kültürünün yayılması Ortodoks Hıristiyanlığın yayılması ile eş zamanlıdır.

19.yy başında Batı dünyası bu bölgedeki Rumlar’la birebir temasa geçmiş ve konsolosluklar açmaya, bölge limanlarına gemi seferleri düzenleyip buradan İran’a uzanan ticareti organize etmeye çalışmışlardı. Bu gelişmenin sonucu olarak bölgede zengin Rum tüccarlar ve bankerler ortaya çıkmıştı.

1856’da yayınlanan Islahat Fermanı sonrası gelişmelerde bölgedeki Rum toplumu batılı devletlerin ve özellikle İngiliz Konsoloslarının eliyle yeniden şekillenmeye başlamıştı. Daha önce Türklerle aynı köyde karışık olarak yaşayan Rumlar, her bölgede uygun bir yer merkez olarak seçilip onun etrafında yeniden yapılan köylerde toplandı ve sadece Rumların oturduğu köylerden bir bütünlük oluşturuldu. Çoğu kez, Rum köylerinin arasına Türk köyü ya da mahallesinin girmemesi için aradaki Türk köyleri ile merkezin etrafında yer alan Rum köyleri ya da mahallelerinin yerleri değiştirildi(3). Bu iskan organizasyonu ile Türk toplumunun içinde ada şeklinde bir arada yaşayan Rum toplulukları oluşturulduktan sonra kalabalık hale gelen yeni Rum köylerinde bulunan eski küçük kiliseler yıkılarak birbirini görebilen yerlerde daha büyük yeni kiliseler inşa edildi. Bu kiliselerin yanı başında modern eğitim yapan ilkokullar ve orta dereceli okullar kuruldu. Öğretmen ve yöneticileri Yunanistan’dan gelen bu okullardan mezun olanlar üniversite eğitimi için Yunanistan’a gönderilmeye başlandı(4).

Bu okullarda modern usullerle eğitim yapıldığı halde okutulan tarih derslerinde bölgedeki Ortodoksların, “Anavatan” Yunanistan’da yaşayan Yunan toplumunun bir parçası olduğu masalı anlatılıyordu. Masalı diyorum, çünkü gerçekte bölge halkı olsa olsa ilk çağlarda bölgede yaşayan Haldi, Macrones, Kolkh, Mossynoik, Halyb gibi halkların ya da Osmanlıdan önce bölgede yaşadığını tespit ettiğimiz Tzan/Can, Laz, Avar, Bulgar, Peçenek, Sabir, Macar, Karluk,Uz, Hazar ve Kumanların torunları olabilirdi. Bu konuda biraz daha ayrıntıya girersek bunlara Lezgi, Abhaz ve Çerkez gibi Kafkas unsurlarını da ilave edebiliriz. Osmanlı belgeleri bu unsurlara Osmanlının fethinden sonra Arnavut ve Boşnakları da ilave etmemize imkan sağlamaktadır(5). Osmanlının fethinden önce bu grupların tek ortak noktası Ortodoks olmak ve Ortodoks kilisesine bağlı olmaktı.

Bazılarının sandığı gibi Trabzon Rumcası, Pontoika ya da Pontos Rumcası denilen dil bunların ortak lisanı değildi. Aralarında Lazca konuşan ya da Türkçe’den başka dil bilmeyen gruplar da vardı. Kaldı ki Pontos Rumcası denilen dil ile bugün Yunanistan’da konuşulan Yunanca birbirlerinden anlaşmaya imkan vermeyecek kadar farklıdır. Çünkü Pontos Rumcası, arkaik Yunanca, Türkçe, Farsça, Arapça, Lazca ve artık konuşulmayan yerel dillere ait kelimelerden oluşan bir dildir. Bu şekliyle bile kendi içinde Tonya Rumcası ve Çaykara Rumcası olarak ayrılan ve bölgesel farklılıklar gösteren dil, sadece Yunanistan’da konuşulan Yunanca’dan değil Orta ve Batı Anadolu’da konuşulan Rumca’dan da oldukça farklıdır.

Osmanlı yönetimi tarafından Ortodoks kilisesinin etrafında Rum milleti olarak organize edilen bu topluluğa Ruslar Ortodoks-Hıristiyan olarak yaklaşırken, Batı Emperyalizmi “Yunanlılık “ kimliği aşılamak istemişti. Batılı araştırmacılar bölge halkına Yunan kimliğini aşılamayı bugün bile “Karadeniz Rum-Hıristiyan topluluklarının Rönesansı” olarak görmektedir(6).Oysa bu, günümüzde örneğini bolca gördüğümüz emperyalizmin, hedeflerine ulaşabilmek için etnik milliyetçilik pompalaması ve kışkırtmasından başka bir şey değildir.


Rum cemaatine ait bu okullardan başka, bölgede yabancı devletlere ait kolejler de açılmıştı ve yine bu kolejlerde de bölgedeki Rumların Osmanlı’dan ayrılıp bağımsız bir devlet haline gelmesi için benzer faaliyetler sürdürülmekteydi. Bu organizasyon içinde dikkati çeken bir diğer uygulama da yine Avrupa’dan getirtilen ustaların bazı merkezi Kiliselerde açılan kurslarla Ortodoks gençlerine demircilik ve dövme bakırcılık gibi konularda modern maden işleme ve döküm sanatlarını öğretmesi ve her Ortodoks köyünün ekonomik hayatını canlı tutacak belli bir sanat ya da işle uğraşmasının temin edilmesi idi.

1860’lardan sonraki 40-50 yıllık bir sürece yayılan bu gelişmelerde dikkati çeken bir başka husus da Avrupalı firmaların bölgedeki madenlerin işletme imtiyazlarını alarak işletmeye başlaması ve kıyı şehirlerinde Batılı firmaların acentesi olan onların mallarını alıp satan zengin bir Rum zümrenin oluşmasıdır.Yine bu süreç içinde iç bölgelerden sahildeki şehirlere bir göç yaşandı ve Samsun, Giresun, Trabzon gibi şehirlerdeki Ortodoks nüfusta önemli artışlar meydana geldi.

Rusya ise bu dönemde Karadeniz sahillerine ve Kafkasya’ya iyice yerleşirken bir yandan da Kuzey Doğu Anadolu’daki Osmanlı topraklarına göz dikmişti.Bu emeline erişmek için de bölgedeki Rum ve Ermenileri bu amaç doğrultusunda örgütlüyordu. Türkçe literatürde bu çalışmaların Rumlarla ilgili kısmı hakkında Rum Papazların Rusya topraklarında dolaşıp Trabzon bölgesindeki manastırlar için yardım toplaması hikayelerinden başka pek bilgi yok, ama batılı araştırmacılar 1828-29 Rus-Türk savaşında işgal edilen Bayburt ve Gümüşhane bölgelerinden tüm bölge nüfusunun nerdeyse beşte biri olan yaklaşık 42.000 Rum’un Rus ordusuyla birlikte bölgeden çekildiğini,1877-78 deki 93 savaşından sonra 100 000 ,1916-18 savaşından sonra 80.000 Rum’un Rus ordusu ile birlikte bölgeyi boşalttığı ve1855’deki Kırım savaşından sonra ise daha fazla sayıda Rum’un Kafkasya ve Kırım sahillerine yerleştiğini kaydediyor(7). Çarlık Rusya izlediği bu siyasette ,Kuzey Doğu Anadolu sahillerinden göç ettirdiği bu insanlar vasıtasıyla Kuzey Karadeniz sahillerine iyice tutunmak ve güney sahillerinde etkinliğini arttırmak amacındaydı. Ruslar Karadeniz sahillerindeki şehirlerini serbest ticarete açmıştı. Bölgedeki Rum’ların yanı sıra Türkler de bu şehirlerde çalışabiliyor ya da ticaret yapabiliyordu. Birçoğu serbest ticaret sayesinde canlanan Rus şehirlerinde yer satın alarak buralara yerleşmiş ve servet sahibi de olmuştu.Fakat Osmanlı-Rus savaşları esnasında Türk tüccarlar enterne edilip bölgeden gönderilirken Rumlar özel himaye görüyordu. Bu, himaye ve servet elde edebilme imkanı, Rumların kalan kısmının da savaş harici nedenlerden dolayı buralara göç etmesine ve Rusya’nın Karadeniz’in güney sahillerinde kalan Rum halkı arasında sahip olduğu nüfuzunu sürdürmesine yol açıyordu.

Bu aslında emperyalizmin ekonomik ve etnik unsurları kullanarak Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye etmek isterken, Osmanlı imparatorluğunun bu gelişmelere doğru bir teşhis koyamayıp, doğru tavır alamadığı için tasfiye olmaktan kurtulamaması hikayesinin bir parçasıdır. Diğer benzer hikayelerden tek farklı tarafı ise olayların bölgede yaşayan Ortodoksların 1924 yılında bir anlaşma ile Yunanistan’a gitmesi ve bölgenin tamamının Türklerin elinde kalması ile sonlanmasıdır.

Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden Kurtuluş Savaşı dönemine yayılan süreçte Anadolu’nun diğer bölgelerinde yaşayan Hıristiyan nüfus, batılı devletler ve Rusya tarafından doğal müttefik olarak görülmüş ve bunlar üzerinde neredeyse yüzyıla dayanan bir süre çeşitli kışkırtmalar denenmiştir. İlk aşamada seferberlik ilanı ile askere gitmesi gereken Ortodoks gençler tahrik edilip askere gitmemeleri ve köylerinin civarındaki dağlarda saklanmaları temin edildi. Kilise ve Rum okulları dahil birçok kurum dış mihraklı bu faaliyetlerde etkin görev almış, zengin ailelerin çocukları ise genellikle Rus sahillerindeki şehirlere gitmeyi tercih etmişlerdi.

Gündüzleri dağlarda saklanıp geceleri evlerine gelen ve sayıları bir hayli kalabalık olan köylü gençlerin, daha önceden eğitilmiş ve küçük gruplar halinde bölgede önceden faaliyet gösteren veya yeni ortaya çıkmış olan çete reislerinin etrafında toplanmaları sağlanmıştı. Rum çetelerinin çevre Türk köylerine yaptığı baskın ve katliamlara karşı, Türklerin intikam harekatından korkan Ortodoks köylülerin Rum çetecilerle birlik olup,bütünleşmesi de çok dikkat çekicidir. Bu çetelerin çekirdeği genellikle eğitilmiş ve bölgeye dışardan gelmiş kişilerden oluşurken, giderek çoğunluğunu yerli gençlerin oluşturduğu gruplar haline gelmişlerdi.

Birinci Dünya savaşının ilerleyen yıllarında Rus orduları, Tirebolu’nun doğusundaki Harşit Çayına kadar ilerlerken kendi ordusunda öncü kuvvet olarak Ermenilerden oluşan birlikleri kullanmış cephe gerisinde oluşturduğu Ermeni ve Rum çeteleri ile Türk ordusunun ikmal faaliyetlerini sekteye uğratmıştı. Cephe gerisi olan bölgelerde,daha ayrıntılı bir söyleyişle Ruslar Batum bölgesinde iken özellikle Trabzon-Yomra bölgesinde ve Giresun’un doğusundaki kazalarda 1916 da Trabzon işgal edildikten sonra Amasya-Giresun-Samsun hattında yoğunlaşan faaliyetlerle Osmanlı Ordusunun ikmal yapması ve Rus kuvvetleri karşısında cephe oluşturması engellenmek istenmiştir.1918 de Rusların Trabzon’dan çekilmesi ile 40.000 kadar işbirlikçi Rum da bölgeyi terk etmişti . Burada ayrıntı olarak gözden kaçmaması gereken bir olay daha vardır ki bölgede oynanan oyunun en önemli planlayıcısı olarak gördüğümüz İngiltere’nin rolünü daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.O da Rus Çarlığını ortadan kaldıran Bolşevik ihtilaline karşı İngiltere’nin geliştirdiği siyasetin bir parçası olan ve bölgedeki İngiliz egemenliğinin devamını sağlamak için Kafkasya’ya inen Bolşevik ordusunu durdurmak amacı ile yürütülen faaliyetlerdir.Bu faaliyetlerde , Beyaz Rus ve İngiliz birliklerinin yanı sıra Yunan birlikleri de vardı.Daha da önemlisi Karadeniz’in kuzey sahillerindeki şehirlerde bulunan ve bir kısmı 1800’lerden bu yana uygulanan Rus siyasetinin bir sonucu olarak Kuzey Doğu Anadolu sahillerinden buralara göçmüş olan Rumlar da bu kuvvetin destekçileri arasında yer almıştı 1919’da İngiliz siyaseti doğrultusunda Yunanlılar bölgedeki Rumların da desteğini alarak Odessa ve Sivastopol’a çıkmıştı.Kısa süreli bu hareket bölgedeki Rumlar tarafından sevinçle karşılanmış fakat daha sonra bölgedeki Rumlar Bolşeviklerin baskılarına maruz kalarak gemilerle Anadolu sahillerine göçmeye başlamıştı.

İngilizlerin de yardımıyla Trabzon ve Samsun gibi şehirlere çıkan ve bir kısmı silahlı olan bu gruplar,bölgedeki Pontosçuluk hareketlerinde kullanılacakları endişesiyle tedirginlik yaratmıştı. Bu grupların bölgeye gelmesini organize eden İngiltere gelişen siyasi senaryolara göre fikir değiştirmiş ve bu grupları karşılayan ve ihtiyaçlarını sağlayan kilise vasıtası ile onları Anadolu sahillerinden Batum istikametine göndermişti.Bu hareketin amacı, Batum da oluşturulmasına karar verilen gönüllü Rum Alaylarına katılmalarını sağlamaktı.Bu Alaylar sonunda Yunanistan’a oradan da İzmir bölgesine nakledileceklerdi(8).

Bolşevik ordusu, General Denikin Komutasındaki Beyaz Rus ordusunu Mart 1920 de Novorossiysk’de denize dökünce Sovyet yönetimi kesin olarak Karadeniz’in kuzey ve doğu sahillerine hakim olmuştu.Fakat bu olayın asıl faturası Kırım ve Kafkasya sahillerindeki Rumlara çıktı.Bir çoğu öldürüldü ve canını kurtarabilenlerin bir kısmı gemilere binerek Anadolu sahillerine sığındı, kalanlar ise geçmiş olayları doğru tahlil eden Sovyet yönetimince, Batı emperyalizmi tarafından kolaylıkla kullanılabilecek bir topluluk olarak görüldüler.Nitekim Stalin 2. Dünya savaşında onları Orta Asya’ya sürdü.Sovyetlerin çökmesinden sonra sürgünden Karadeniz sahillerine dönebilen bu insanlar son yıllarda da Yunanistan’a göçmektedir.Fakat 1919’da İngiliz Emperyalizminin bölgedeki ayağı olmaya soyunan Yunanistan’ın birer Yunan pasaportu vererek kolayca kandırdığı ve mahvolmalarına sebep olduğu bu Yunanlılıkla alakası olmayan bu insanların acı dolu yıllardan sonra doksanlı yıllarda Yunanistan’a dönebildikleri zaman çok da iyi karşılandıklarını söylemek ne yazık ki mümkün değil.Onlar bu gün modern Yunan toplumu tarafından daha çok Rus olarak görülmektedir.Sayıları bir milyona yaklaşan ve Yunanistan’ın nüfusuna göre önemli bir yekün teşkil eden bu mülteci grubu ve onlardan kaynaklanan sorunlar Yunanlıları bu konuda yeni planlar yapmaya yöneltmektedir.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Batı emperyalizminin oynadığı Pontos oyununun sondan bir önce oynanan sahnesinde, yani Sevr sürecinde, daha önce çeşitli vaadlerle Osmanlıya isyan etmesi sağlanan bölgedeki Ortodokslardan bağımsız bir devlet kurmak yerine, Doğu Anadolu’da kurulacak olan Ermeni Devletine omuz vermelerinin istenmesi vardır.Bu konuda onlara baskı yapanların arasında İngilizlerle birlikte Yunanistan da vardır(9). Bölgede yaşayan Ortodokslar asla kabul etmeyecekleri bu teklifin şokunu yaşarken İngilizlerin teşviki ile Anadolu’yu işgale başlayan Yunanistan, Batı Cephesinde savaşacak Türk ordusunu arkadan vurmak için bölgedeki Ortodoksları kullanmak üzere bölgeye kızıl haç ve diğer sivil toplum örgütü mensubu kimliği ile Yunan subayları ve silah göndermeye

Kendi kimliklerini sorgulamak ve ait oldukları toplumla bütünleşmek yerine emperyalizmin kiliseyi ve okulları kullanarak kendilerine sunduğu kimliği benimsemek durumunda kalan Doğu Karadeniz Bölgesinin Ortodoksları emperyalizmin ayağında top olmuş oradan oraya savrulmuş ve bunun bedelini de çok ağır bir şekilde ödemişlerdi.

Türk kurtuluş savaşını yürüten kadronun emperyalizmin oyununu bozup Anadolu’ya hakim olmasından sonra yeni bir durum ortaya çıkmıştı.Ortodoksların bağlı bulunduğu Fener Patrikhanesinin, Emperyalizmin işbirlikçisi olarak Anadolu’nun kana bulanmasında oynadığı rolü gören Anadolu Ortodoksları, Fener Patrikhanesinden ayrılarak bağımsız Türk Ortodoks kilisesini kurmak üzere harekete geçmişlerdi.Bu konuda Keskin Metropolid Vekili Papa Eftim’in faaliyetleri çok önemlidir ve Atatürk’ün “Bize bir ordu kadar yardım etti” diye bahsettiği Papa Eftim’in kurduğu Türk Ortodoks Patrikhanesi kısa sürede Anadolu’da büyük destek görmüştü. Bu çerçevede Trabzon Rum Cemaati temsilcileri 1921’de T.B.M.M. ne müracaat ederek bağlılıklarını bildirdi. Fener Patrikhanesinin hareketlerini protesto ederek, Türk Ortodoks Patrikhanesinin kurulması için Keskin Metropolidi Papa Eftim’e vekalet verdiler.Aynı yıl Trabzon/Maçka bölgesi Rumları da yaptıkları müracaatlarda “..Anadolu’da tarihen dahi müsebbit olduğu üzere Rum Elenik namıyla hiçbir millet yoktur. Mevcud olan Rumlar yalnız asırlarca Türk Müslümanlarla birlikte yaşayan Türk Ortodoks Rumlardır..” diyerek Fener Patrikhanesini faaliyetlerinden dolayı kınadılar ve Milli Mücadeleye destek vereceklerini belirttiler.Aynı tarihlerde Çorum;Mecidözü,Samsun ve Torul Rumları, Yunanlılar ve onun emelleri doğrultusunda hareket eden ve Anadolu Rumlarına büyük zararlar veren Fener Patrikhanesi ile bir ilgilerinin kalmadığını, kendilerini Hıristiyan Türk olarak gördüklerini ve bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesine katılacaklarını belirttiler(10).



Yunan ordusu Batı Anadolu’dan çekilirken bölgedeki Rumlar da büyük şenlikler yaparak karşıladıkları bu ordunun Anadolu’da yaptıklarının hesabının kendilerinden sorulacağını bildikleri için çekilen orduyu takip ederek Batı Anadolu’yu boşaltmaya başladılar. İzmir’e ulaşanlar limandaki gemileri kendilerinden önce Yunan ordusu askerlerinin doldurduğunu gördüler, gemilere yer bulup binmekte güçlük çekerek perişan oldular.Doğu Karadeniz bölgesinde ise Türklere saldıranlar bölgeyi daha önce terk ettikleri için durum daha sakindi. Savaş yorgunu Anadolu’yu gözüne kestirip yağmalaya gelen Yunan Ordusu İzmir’de denize dökülmüştü ama Birinci Dünya Harbi sonunda Yunanistan Osmanlının mirasından büyük bir parça daha almayı başarmış ve topraklarını büyütmüştü.

Yunanistan’ın eline geçen topraklar aslında Osmanlının diğer mirasçısı olan Bulgaristan ve Arnavutluk,Yugoslavya gibi ülkelerin üzerinde hak iddia ettiği topraklardı .Elde edilen toprağı nüfusa oranladığımız zaman Yunanistan’ın çok fazla toprak elde ettiği görülüyor ve bu toprakları elinde tutamayacağı da açıkça anlaşılıyordu.Çözümü ise bu işlerin ustası olan İngiltere sunmuştu Yunanistan’a; Ortodoks nüfus temin etmek. Bu çerçevede Anadolu’daki Ortodokslarla Yunanistan’daki Müslümanlar yer değiştirmeliydi. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı. Hem Yunanistan’a yaşaması için göçmenlerle taze kan enjekte edilecek.Hem de Anadolu’da ekonomik ve sosyal hayati elinde tutan Ortodoks Rumlar alınarak Anadolu’da sosyal ve ekonomik hayat çökertilecekti. Bu durum ayrıca her türlü kaynağı elinden alınmış ve Osmanlının borcunu ödemeye mecbur edilmiş genç Cumhuriyetin ileride tekrar emperyalizmin kucağına düşmesi için fırsatlar yaratacaktı.Böyle bir durumda geçmişin de hesabının sorulacağı Lozan görüşmelerinde İnönü’ye çok açık bir şekilde söylenmişti. Bu uygulama ile Anadolu’da, çoğu Türkçe’den başka dil bilmeyen,Türkçe ibadet eden,Türkçe dua kitapları, İncil’i ve literatürü bulunan Türk Ortodoksların kurduğu Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesinin gelişerek Fener Patrikhanesini bölmesi de engellenmişti. Karamanlı diye adlandırılan ve Hıristiyan Türk olan bu gruplar Yunanistan’da çok acı çekmiş,Yunanca öğrenmeye ve Yunanca ibadete mecbur edilmişti. Çocukları Antik Yunanlıların torunları olduğu masalı ile eğitiliyor, Literatürlerine rağmen köklerinden kopartılıp, asimile edilmeye çalışılıyordu.

Türkiye ve Yunanistan arasında 30.01.1923 tarihinde imzalanan ve İstanbul hariç tüm Türkiye’deki Rumlarla, Batı Trakya hariç,Yunanistan’daki Müslümanların mübadelesini öngören bir anlaşma uygulanır ve Doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan Ortodokslar gemilere bindirilip Yunanistan’a gönderilir. Bölgede yaşayan Ortodokslar emperyalist devletlerin dünya nimetlerini paylaşmak konusundaki anlaşmazlıklarından çıkan Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında oradan oraya savrulmanın verdiği sersemlikle öncelikle ne olduğunu anlayamaz. Aralarında atalarının mezarlarının olduğu, doğdukları bu topraklardan ayrılmak istemeyenler çıkar. Bir kaçı ellerindeki Rus pasaportlarını kullanarak Rus vatandaşı oldukları için kendilerinin anlaşmanın dışında tutulmasını ister. Bir kısmı kalmak için Müslüman olmaya bile razıdır. Ait oldukları topluma hizmet etmesi gereken kilise daha önce olduğu gibi emperyalizme hizmet etmeye devam eder ve topluluğu “Eve dönüyoruz” vaazları ile bölgeden ayrılmaya ikna eder. Bu arada daha önce düşmanlık ettikleri Türklerle bundan sonra bir arada güven içinde yaşayamayacaklarından sıkça söz ettiklerini de belirtmek lazım.

Rum mübadillerle yüklü gemiler Karadeniz sahillerinden ayrılırken, Türk yetkilileri de artık Pontos meselesinin bittiğine inanarak meseleyi tarihin tozlu raflarında bırakmışlardı. Oysa ard arda çevirdikleri bir sürü kirli oyunla Müslüman ve Hıristiyan bölge halkının çok acı çekmesine ve bir kısmının topraklarından kopmasına sebep olan Batı için mesele kapanmamıştı. Bizim “”Postmodern Pontosculuk “dediğimiz yeni bir dönemi açmak üzere çalışmalar hemen başlatılmıştı.

Postmodern Pontosculuğu klasik Pontosculuktan ayıran en önemli unsur artık Türklerin elinden alınmak istenen Doğu Karadeniz bölgesinde Rum kalmamasıdır. Postmodern Pontosculuk Doğu Karadeniz Bölgesinden bir mübadele anlaşması ile Yunanistan’a göçen Doğu Karadenizli göçmenler arasında Yunanistan toprağına adım attıkları andan itibaren başlatılmıştı. İngiltere Kraliyet ailesinin sağladığı fonlarla araştırma enstitüleri kurulmuş ve Anadolu’dan gelen göçmenlerle görüşmeler yapılıp onların geldikleri yerlerde yaşadıkları savaş hatıraları derlenmiş, getirebildikleri folklorik, etnoğrafik ve dini materyallerin yanı sıra belge, fotoğraf gibi dokümanlar derlenip tasnif edilmişti. Anadolu’daki günlük hayatlarına ve kültürlerinin dil, folklor ve etnografyasına dair bu bilgilerin derlenip saklanması için o gün Yunanistan şartlarının çok ilerisinde olan bir çalışma başlatılmıştı(11)

Bu çalışmalar kısa sürede meyvesini vermeye başlamıştı. Bu konularda yapılacak araştırmalar için araştırma merkezleri, arşivler kurulmuş, süreli yayınlar ve kitaplar yayınlanmaya başlanmıştı.Günümüzde Batı Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde yürütülen Yunanistan kaynaklı iddia ve faaliyetlerin temelini bu çalışmaların oluşturduğunu konu ile ilgili yayınları izleyenler bilmektedir. Hatta son yıllarda, adı geçen bu merkezlerde derlenmiş sözlü tarih kayıtlarını, fotoğrafları, belge ya da yayınları kaynak gösteren ve o dönemde sadece Anadolu Rumlarının acı çektiği ve bizim tarafımızdan mağdur edildiği izlenimi vererek Türk kamuoyunda merhamet ve acıma hissi uyandırma ve sadece Türk tarafını suçlu gösterme amacını taşıyan kitaplar basılmaktadır. Asıl rahatsız edici olan ise Yunanca’dan tercüme edilen bu kitapların bazı Türk yayınevleri tarafından yayınlanıyor olmasıdır(12). Her ne kadar bazıları dostluk, barış, öteki tarafı anlamak gibi savlarla sunuluyor olsa da, bu kitaplar bırakın karşılıklı anlayışı, kaba suçlama ifadeleri ile dolu olduğu için tek yönlü propaganda materyali olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyen yayınlardan ibarettir.

Postmodern Pontosculuk diye adlandırdığımız dönemdeki faaliyetlerin iki hedefi vardı. Birincisi, Yunanistan nüfusunun 2/3’lük büyük bir kısmını teşkil eden göçmenlerin, kendilerine daha önce anlatılan tarihi Yunan Milletinin bir parçası oldukları yalanına rağmen Yunanistan’da karşılaştıkları gerçeğin ortaya çıkardığı kültür ve kimlik problemlerinin üzerini örtmek ve devamlı körüklenen Türk düşmanlığına dayalı bir milliyetçilik baskısı ile bu insanları bir arada ve kontrol altında tutmak.

Böylece farklı coğrafyalardan, farklı etnik kökenlerden gelerek, 19.yüzyılda oluşturulan modern Yunan milleti’ne dahil edilen ve Ortodoksluk inancı dışında ortak bir yanları bulunmayan bu insanların, geçmişlerini özgürce sorgulayıp yaşananların gerçek sorumlularını teşhis etmeleri de önlenmiş oluyordu. Devamlı suçlanan bir düşman ve o düşmandan kaynaklanan tehdit algılaması, geçmişteki gerçeklerin üstünü örttüğü gibi aynı zamanda yaşanan ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel problemlerin de örtbas edilmesine yarıyordu.

Türkiye mübadele ile birlikte bu dosyaları rafa kaldırdı ve var olabilmesini Kurtuluş Savaşında, Batı Anadolu’da yaşanan savaşlara indirgedi. Oysa Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’nın Balkanlar, Anadolu ve Arap Coğrafyasına yayılan topraklardaki etnik unsurlarla oynayarak imparatorluğu nasıl tasfiye ettiği, coğrafyayı nasıl değiştirdiği ve milletlerin nasıl oluşturulduğu konusu üzerinde gerekli çalışmaları yapmış olsaydı yaşanan bu senaryoların benzerlerinin her zaman uygulanmaya hazır olduğunu çok önceden görecekti. Ve şüphesiz günümüzdeki tablo çok daha farklı olacaktı. En azından, elde kalan son toprak olan Anadolu’daki etnik unsur yaratma çabalarını ve bunlar üzerinde sergilenen oyunların farkına bu tablo şekillenmeden önce varacaktı. Böylece Batılıların mozaik olarak görmek istediği Anadolu’da uluslaşmayı çok önceden tamamladığı gibi, Anadolu’yu savunmanın yolunun İmparatorluk coğrafyasındaki gruplarla dostane ilişkilerin geliştirilmiş olmasından geçtiğini anlayarak gerekli çalışmaları yapmış olacaktı.

Postmodern Pontosculuk faaliyetlerinin ikinci hedefi ise Türkiye idi.Türkiye’ye yönelik faaliyetlerin bir bölümünü geçmişte olanların hesabının görülmesi şeklinde özetleyebiliriz. Bu kısaca, Türkiye’ye bir soykırım iddiası yöneltmek, bu iddiayı önce çeşitli batı parlamentolarında kabul ettirmek ve nihayet Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkum ettirilmeye yönelik faaliyetlerle desteklemek olarak açıklanabilir. Bu çerçevede Yunanistan’da 19 Mayıs katliam günü olarak anılmaktadır. Bu da konunun Yunanistan’da bir devlet politikası olarak ele alındığını göstermektedir. Ayrıca Avrupa Parlamentosunun çeşitli komisyonlarında bu konu değişik boyutları ile tartışılmaya başlanmıştır.

Tabloya söyle bir göz atalım; Yunanistan’la zaten bir Kıbrıs meselemiz vardı… Buna Ege ilave oldu, şimdilerde ise İstanbul’daki Patrikhane’ye Vatikan statüsü tanınması ortaya çıktı, Batı Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgesi gibi konuların da ısıtılmakta olduğunu görüyoruz. Yani Kıbrıs ve Ege’de taviz versek bile Yunanistan’ın dostluğunu kazanmamız mümkün değil. Anadolu üzerinde yeni talepler için zemin hazırlanmaya başlanmış bile… Geçmişin tecrübesi ile geleceği görmek hiç de zor değil.

Türkiye’ye yönelik faaliyetlerin ikinci bölümü olarak Türkiye’de bazı etnik gruplar oluşturmak ve bunlar bahane edilerek Türkiye’nin etkisizleştirilmesi programını belirtebiliriz. Konuyu bu açıdan anlayabilmek için Türkiye’ye yönelik diğer faaliyetleri bir bütün içinde ele almak doğru olacaktır. Bu arada, bu tür faaliyetlerin küreselleşme dediğimiz ulus devletlerin tasfiyesi süreciyle olan ilişkisini de gözden kaçırmamak gerekir. Küreselleşme konunun dış çerçevesini oluşturmaktadır. Gelişmeler bu çerçeve içinde ele alınmazsa teşhis ve tedbirlerde hataya düşeriz.

Olaya Anadolu’daki ulus devletin tasfiyesi çalışmaları olarak baktığımızda dikkatimizi 1989 yılında Almanya’da yayınlanmış olan “Türkiye’de Etnik Gruplar”(13) adlı bir çalışma çekmektedir. Hiç şüphesiz eserin arka planında çok öncelere dayanan çalışmalar ve geleceğe yönelik planlar yer almaktadır. Fakat bunları burada açıklamaya çalışmak konunun dağılmasından başka bir fayda sağlamayacaktır. Biz sadece kitapta ortaya konan tabloya dikkati çekeceğiz.

Bu çalışmada Türkiye’de 47 etnik grup tanımlanmış ve bunlarla ilgili bazı veriler sunulmuştur. Çalışmanın son kısmı, tanımlanan etnik grupların Türkiye coğrafyasında yayılışlarını gösteren haritalar oluşturmaktadır. Bunlardan birinde Türkiye haritası etnik gruplara göre farklı renklere boyanmış. Ancak birbirine yakın olduğunu düşünülen gruplar aynı rengin açık ve koyu tonları ile gösterilmiştir. Böylece bu grupların ne kadar yaygın ve büyük parçalar oluşturduğuna dikkat çekilmek istenmiş. Bu haritaya bakıldığı zaman çalışmanın hedefi yani Batı’nın Türkiye’yi nasıl görmek istediği çok açık bir şekilde anlaşılır.

Kitaptan, yayınlandıktan çok kısa bir süre sonra haberim olmuş ve bir arkadaşım aracılığıyla Almanya’dan getirtmiştim. İlk incelediğimde, kitapta adı geçen grupların bir kısmının etnik grup olarak tanımlanmasının mümkün olamayacağını düşündüm. Kaldı ki kitapta bazı hususlar birbiri ile karıştırılmış o güne kadar kendilerini kitapta tanımlandığı gibi hissetmeyen insanların bazı kültürel özellikleri öne çıkartılarak bir etnik grup oluşturmak için zorlamalar yapılmış. Örneğin, Trabzon’un bazı köylerinde Rumca konuşabilen insanlar Müslüman Grekler/Yunanlılar olarak tanımlanmıştı. Yöreyi, yörenin tarihini ve etnik gruplarını iyi bilenler bu tanımın tarihi ve sosyolojik verilere dayanmadığını ve yapay olduğunu fark eder.

Bir kısmı daha sonra Türkçe olarak da yayımlanan(14) kitapta sözü edilen bazı gruplar Ali Tayyar Önder’in Türkiye’nin Etnik Yapısı adlı çalışmasında(15) tanımlanmamıştı. Ayrıca bu konularda en son yayımlanan, Trabzon Bölgesindeki bazı köylerde Rumca konuşabilen insanlar üzerine yapılan sosyolojik çalışmanın sonuçlarının değerlendirildiği “Doğu Karadeniz’de Kültürel Kimlik” adlı çalışmada (16) bu dilin tek başına etnik grup tanımlanması için yeterli olmayacağı, bu insanların kendilerini dışarıdan yapıştırılan yaftalardan farklı olarak algıladıklarını ortaya koymuştur.

Aradan geçen birkaç yıl içinde, kendilerini hiçbir zaman Yunanlı hissetmemiş olan ve bizim etnik grup olarak tanımlanamaz dediğimiz insanları, “Müslüman Yunanlılar” diye adlandırılan bir etnik grup olarak şekillendirmeye yönelik dış kaynaklı bir çalışmanın yapılmakta olduğunu gördük. Olayları basın ve yayımlanmış kitaplar dışında izlememiz mümkün olmadığından bilgilerimiz buralarda yer alan olaylar ve çevremizde yaşayanların verdiği bilgilerle sınırlıdır. Ama bu haliyle bile organize bir hareketin varlığını ve kültürel bağlarımız var vb gibi iddialarla Türkiye’de Müslüman Yunanlı olarak tanımladıkları bir etnik grup yaratma hedefini sezmek mümkün.

Yunanistan’dan Doğu Karadeniz’e turist olarak bazı gruplar gelmekte ve bu gruplar içinde bölgede belli bir amaca yönelik faaliyetler icra etme amacını taşıyan ve genelde aynı kişilerden oluşan bir ekip bulunmaktadır. Ekipte yer alan ve Türkiye’yi onlarca kez ziyaret etmiş bulunan bu kişiler bölgedeki Rumca konuşabilen köyleri ziyaret ederek hediyeler vermekte, özellikle işsiz gençlerle temas sağlamaktadırlar. Bu temaslar çerçevesinde bölgede tanınmış bir aile ile kız alıp vermek yolu ile akrabalık kurulmuş ilişkiler ileri safhalara taşınmıştır. Önceleri bir lise mezunlarına Yunanistan’da üniversite eğitimi için burs veriliyor iken daha sonra, Abdullah Öcalan ile Kenya’da yakalanan ve o dönem İzmir’deki Yunan konsolosluğunda görevli olan Savas Kalenderidis adlı Yunan istihbarat ajanının organizasyonu ile bölgeden işsiz veya üniversiteyi kazanamamış çok sayıda genç, iş veya yüksek öğrenim imkanı sağlanarak Yunanistan’a götürülmeye başlanmıştır. Yine bu kişilerin organizasyonu ile bölgeden çok sayıda grubun Yunanistan’ı ziyaret etmesi ve bu ziyaretler esnasında Yunanistan’da düzenlenen Pontosla ilgili toplantı ve festivallere katılması sağlanmıştır. Gezilere katılanlardan elde ettiğimiz bilgilere göre içlerinden bazıları, yukarıda bahsettiğimiz Savas Kalenderidis’le birlikte Türk kamu oyunda PKK’nın Kuzey Irak’taki kamplarını organize eden kişi olarak tanınan Emekli asker Andonis Naksakis’in evinde bir akşam yemeğinde ağırlanmışlardır. Yine bu çerçevede İstanbul’a yüksek lisans yapmak için geldiğini söyleyen Niko adlı bir şahıs bazı mahalli sanatçılarla temasa geçmiş, bunları Yunanistan’daki Pontos festivallerine ve toplantılara katılmalarını sağlamıştı. Yukarıda adı geçen kişilerce ağırlanan sanatçıların bazılarına Yunanistan’da ücretsiz kaset ve CD yapma gibi imkanlar sağlanmıştır.

Yunanistan’ın bu konudaki faaliyetlerini ve örgütlenmesinin alt yapısını gözler önüne sermek için seçilmiş bir örnek olarak Abdi İpekçi ödülünden bahsetmek istiyorum. Bu ödül 1993 yılında Yunan tarafında Yorgo Andreadis’e, 1994 yılında ise Türk tarafında Ömer Asan’a verildi.

Yorgo Andreadis’in Türkçe’de ilk yayınlanan Tamama adlı eserinde (17) kitabın Abdi İpekçi edebiyat ödülü aldığı belirtilirken, Tolika adlı eserinde(18) yazarın Tamama adlı eserinin 1993 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk ödülünü aldığı kaydedilmektedir.Çelişki bundan ibaret değildi. Yazar ödül aldığı ve Türkiye’deki etkinliklerine başladığı dönemde kamuoyuna profesör olarak tanıtılıyordu. Daha sonra Andreadis’in gerçekte profesör olmadığı ortaya çıkınca ticaretle uğraştığı söylenmeye başlandı. Kısaca belli bir organizasyonla Türk kamuoyuna sunulan Andreadis, eserlerinden de anlaşılacağı gibi psikolojik harp uzmanı bir kişi. Almanya ile de bazı ilişkileri var.Pek çok defa Doğu Karadeniz Bölgesini ziyaret edenlerden .Başka bir deyişle 90’lı yıllarda Türkiye’de kıpırdamaya başlayan Pontosculuk faaliyetlerini organize edenlerden birisi ve Savas Kalenderidis ekibi ile yakın ilişkileri var.

1993’de Abdi İpekçi ödülü aldıktan sonra bir rüzgar estirildi ve Türk-Yunan dostluğunu geliştirme amacıyla Karadeniz Bölgesi’ndeki festivallere konuk edildi, her gittiği yerde törenlerle karşılandı, omuzlarda taşındı ve ağırlandı. Bunda bölgeye daha önce yaptığı ziyaretlerde edindiği dostların da rolü büyük. Arkasındaki organizasyon sayesinde basında ve kültür etkinliklerinde kendine bol bol imkan edindi. İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’nda onur konuğu olarak ağırlandı.

Andreadis, 1960 yılından bu yana Doğu Karadeniz Bölgesine yaptığı ziyaretler sırasında bölgeden seçilmiş birçok kişiyi Yunanistan’a davet etti ve ağırladı. Dostluk (!) ödülü almış olan yazarın gerçek niyetinden haberi olmayan Türk okurlar, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nda, yaşanan bir “dramı” anlatan Tamama adlı kitabı, kitapta yer alan Pontos Marşındaki: ”Ölü ya da diri hepsi / İntikam diyor / Tüm Pontusluları, yıkılmış ülkemiz / Silah başına çağırıyor.” dizelerine rağmen, etkilenerek okudu. Kitapları ardı ardına yayınlanmaya ve başta Patrikhane olmak üzere bazı kişi ve kuruluşlar tarafından ücretsiz olarak dağıtılmaya başlayınca gördüğü ilgi de gittikçe artan Andreadis’in Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki ziyaretleri esnasında yaptığı faaliyetlerinden amacı sezilince Türkiye’ye girmesi yasaklandı. Andreadis, kitaplarında yer alan Türkleri suçlayıcı ifadeleri ‘Onlar Osmanlı’ diyerek kamufle edip, savunurken en son yayınlanan Tolika adlı kitabında gerçek yüzünü bir kere daha gösterdi. Kitabın 68, 69 ve 70. sayfalarından alınan aşağıdaki ifadeleri dikkatle okuyun. Bu satırlar, kitabın başında da açıkça yazıldığı gibi, 1993 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk ödülü aldığı belirtilen yazara aittir.

“Mustafa Kemal o sırada Havza’yı da ziyaret eder. Ve beraberindeki asker arkadaşlarıyla Havza’nın tek oteline giderler. Bu otel “Despotun Oteli” olarak anılırdı. Çünkü Havza Rahipler Kurulunun mülküydü. Çok şaşaalı bir oteldi.. Lüks lambaları vardı.

Mustafa Kemal aynı davayı destekleyen, yüksek rütbeli Türk subaylarının ileri gelenleriyle görüş alışverişinde bulunmak için üç gün boyunca otelden çıkmaz.
Sonra Havza’nın sokaklarına çıkıp dolaşmaya başlar. Şeytani bir rastlantı sonucu Piç Vasil’le karşılaşır. Çerkesler’in kendisine armağan ettiği, Rus askerlerinden kalma altından bir süngüsü varmış. Mustafa Kemal Piç Vasil’i hemen durdurur ve çok sert bir ses tonuyla sorar:
“Sen kim oluyorsun da,çarşı içerisinde bir silahla dolaşıyorsun?Kimin emrindesin?..”
Çevresinde,yüksek kademedeki Türk subaylarını görüp te şaşıran Piç Vasil,ona ancak şunu söyleyebilir:
“Efendi Osmanlı Devletinin emriyle”…
Mustafa Kemal sözünü keserek ona bir tokat atar ve şöyle der:
“Ben size minare dibinde salyangoz satmanın ne demek olduğunu gösteririm”..
Ve şöyle diyerek kovar onu:
“Devril gözümün önünden.” Yani “Kaybol gözümün önünden” demek ister. Piç Vasil karşı koyamaz, beyaz atına binerek ortadan kaybolur.
Mustafa Kemal henüz üç sokak aşağıya doğru ilerlememiştir ki, önünde silahlı bir atlı daha belirir. Havza kent merkezine doğru giden atlıyı durdurur ve sorar:
“Sen kimsin ve kimin emriyle,kimden izin alarak böyle silahlı vaziyette çarşıya doğru gidiyorsun?”
Tepeden tırnağa silah kuşanmış kişi de sinirlenir ve söylenceye göre Kemal ve eşine şöyle der:
“Asıl sen kimsin, böyle birdenbire benim karşıma çıkıyorsun?” Kemal, silahlı atlının kararlılığını görünce, geriye çekilir ve onun geçmesine izin verir. Başını bilhassa geriye çevirir, atlının gidişini izler.
İnsan şöyle bir düşünüyor de, eğer her zamanki alışkanlıkla, Piç Vasil tokadı yediğinde içerleyip, soğukkanlılığını korumasaydı ve bıçağını çıkartıp çekmiş olsaydı o anda Kemal ölmüş demekti.
Veya eğer Kemal zırhlara bürünmüş atlıya karşı çıksaydı, ki o atlı Deli Sokrat’tı, yine bir cinayetin işlenmesi işten bile değildi…
Bu öyle bir cinayet olurdu ki,tarihin akışı değişebilirdi ve Türkiye kendisine yeni bir Atatürk aramaya koyulurdu.”

Kitaptan öğrendiğimize göre asıl adı Çavuşidis Vasilos olan Piç Vasil, Havza yöresinde, Deli Sokrat ise Ladik ilçesindeki Pontos çetecilerinin başı idi(19). Kurguladığı hikayede Mustafa Kemal’i Rum çete reisinin önünde korkup geri çekilen ve Rum çetecinin ardından hayran hayran bakan bir durumda tasvir eden de yine aynı yazardır.

1994 yılı Abdi İpekçi ödülünü Türkiye tarafında alan Ömer Asan ise Açık Öğretim Fakültesi mezunu bir genç. İstanbul Maltepe’de fotoğrafçılık yaparken tanıştığı bazı kişiler vasıtası ile Yunanistan’a gitmiş. Orada birkaç ay kalıp, bazı çalışmalarda bulunmuş. Kendisine Yunanistan’da sahip çıkanlar arasında Yorgo Andreadis de var. Karadeniz üzerine yazdığı bir yazı nedeniyle Abdi İpekçi ödülünü ‘köşe yazısı’ dalında aldığını, o günlerde ödülle ilgili yayınlanan haberlerden ve kitabına koyduğu biyografisinden öğreniyoruz. Fakat ödüle layık bulunan yazıyı uzun müddet araştırmama rağmen bulamadım. Daha sonra Asan’la tanıştığımda, ona ödül alan yazısını sordum. Kendisi bana, bunun yayınlanmış bir yazı olmadığını ödül komitesine gönderilen bir mektup olduğunu söyleyince oldukça şaşırdım. Her nedense, ödül komitesi, ödüle yayınlanmış hiçbir yazısı bulunmayan Asan’ın, gönderdiği bir mektubu layık görmüştü. Dışardan bakınca “Bir yazı yazdı kaderi değişti” diyebilirsiniz.

Ödül alan genç, bir program çerçevesinde Yunanistan’a gitmiş burada röportajlar vermiş ve bazı etkinliklere katılmış. Türkiye’ye döndükten bir müddet sonra da “Pontos Kültürü” adlı bir kitabı yayınlanmıştı(20). Yazar kitabında özetle, ailesinin evde Rumca konuşması nedeniyle kimliğini merak ederek araştırmaya başladığını ve kitabının da bu kimlik sorgulamasının bir ürünü olduğunu belirtmektedir.

Yazarın kimlik sorgulamasının, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan kültürü kabaca Yunan mitolojilerine dayandırma çabalarının ve Rumca üzerine bir dil çalışmasının yer aldığı kitap, bir bölümü ile de köy monografisini andırmaktadır. Kitabı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde amacının, kimlik arayışı adı altında, Doğu Karadeniz kültürünü, mitolojik ve tarihi verileri kullanarak, Yunan kültürü ile ilişkilendirmek olduğunu görüyoruz.Nitekim daha sonra Ömer Asan’ı doktora talebesi olarak yanına alan Prof.Dr.Neoklis Sarris kitaba yazdığı Önsözünde Asan’ı Türkiyeli Elen olarak selamlayarak kimlik arayışını önsöz bölümünde sonuçlandırmış görünüyor.

Türk basınında çeşitli vesilelerle kitap ve yazarı hakkında birçok yazı ve röportaj yer almıştı. Bunlarda yazar amacının ne olduğunu tam olarak açıklamadığı “Pontos Kültürüne” erişmek olduğunu belirtiyor ve bir kimlik arayışı içinde olduğunu dile getiriyordu. Asan, Pontos Kültüründen kastının, bu kavramdan Yunanistan’da anlaşılan şey olup olmadığını açıklamasa bile Yunanistan tarafından gösterilen ilgiden aynı şeyin kastedildiği anlaşılmaktadır. Kitap daha sonra Yunanca’ya çevrilmiş ve Yunanistan’da da yayınlanmıştır. Bu çerçevede Asan’ın Yunan ve yabancı basına verdiği röportajlarda yazarın ağzından öne çıkarttığı iddialar özetle şöyleydi.”Bugün Trabzon bölgesinde 60 köyde ve özelikle Of bölgesinde hala eski Yunan diyalekti ile konuşan insanlar vardır ve bunların sayısı 300.000’dir”(21) Bu da Asan’ın Pontos Kültüründen kastının Yunan tarafının Pontos Kültüründen kastı ile aynı olduğu savımızı doğrulamaktadır. Yazar, bir televizyon programında da açıkladığı gibi, bu rakamları hiçbir araştırmaya dayandırmadan kendi tahminine göre hesaplamıştır. Fakat rakam, Andrews’in kullandığı nüfus verileri ile çelişmektedir. Bu rakamların bölgede bir etnik grup yaratmaya yönelik iddialara temel teşkil etmesi amacıyla Türkiyeli bir yazarın ağzından sunulduğu şüphesizdir. Nitekim Asan’la yapılan röportaj ve verdiği rakamlar Yunanistan kaynaklı birtakım çevrelerin çabalarıyla The Herald Trubine’de bile yayınlandı.

Tesadüf bu ya 1993 ve 1994 yılında Abdi İpekçi ödülünü verenler hem Türk ve hem de Yunan tarafında Pontosla ilgilenen ve bu konuda aktif çalışmalar yapan iki kişi bulmuş ve bunları Türk ve Yunan kamuoyuna sunmuştu. Ödül sahibi kişilerden Türkiye’de şüpheli bir örgütlenme içinde olan, Andreadis Türk-Yunan Dostluk ödülü sahibi kişi olarak tanıtılırken, Asan da Türkiyeli Hellen olarak, Yunanistan tarafından kucaklanmış, onun ağzından yapılan röportajlar Yunan ve batı kamuoyuna sunulmuş,Türk tarafında huzursuzluk yaratılırken Yunanistan’da kültür ve kimlik konusunda büyük problemleri olan Doğu Karadeniz Bölgesinden 1923 yılında göçmüş olanlar arasında yeni heyecan fırtınaları estirilmiştir. Türkiye’de kitap yazmak ve imzalamaktan başka etkinliği olmayan Asan Yunanistan seyahatlerinde Yunan Faşistlerinin Karadeniz bölgesinden göçen Rumlar üzerinde oynadığı oyunlara kol verip horonlar oynamıştır.

Bu tarz faaliyetleri açıklamak için Abdi İpekçi Ödülü örneğinin yeterli olduğunu düşünüyorum.Örnekleri çoğaltıp bunlara Yunanistan’ın tahsis ettiği gemiye Ortodoks Patriğiyle birlikte binip Karadeniz’de dolaşan ve Pontos Kongresini toplayanları da ekleyerek sözü uzatmak niyetinde değilim ama bu faaliyetlerin belli bir amacı vardı ve bu büyük ihtimalle Türk-Yunan Dostluğunu geliştirmek değildi.

Doğu Karadeniz Bölgesine yönelik faaliyetleri doğru değerlendirebilmek için dikkatten kaçırılmaması gereken bir boyut daha vardır. Bunlar Almanya ve Fransa’nın Kafkasya üzerindeki hedefleri ve Yunanistan’ın Türkiye’nin doğusunda Ermenistan ve İran’la birlikte yaptığı anlaşmalardır.Bu çerçevede güncel olan gelişme ise Trabzon Limanının özelleştirilmesinde yatan oyunlardır.Yunanistan İran’la yaptığı anlaşmada İstanbul’daki Ortodoks Patriğini de taraf olarak imza attırdığına göre siz buna Patrikhaneyi de ilave edebilirsiniz.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız Postmodern Pontosculuk faaliyetlerinin hedefi olan Karadeniz bölgesi, ekonomik olarak sahipsiz bir vaziyettedir.Karadeniz Bölgesinde sanayi,nakliyecilik, hayvancılık,meyvecilik çökmüş, sahile yakın kesimlerde ise sadece fındık, çay ve tütün yetiştirilmekte bu ürünler de düşük bedellerle ve bir seneye varan ödeme programlarıyla işlem görmektedir.Uygulanan ekonomik politikalar sayesinde köylü sefalet içinde yaşamaya mahkum edilmiştir.Ülkeyi kasıp kavuran ekonomik kriz sanayiyi vurmuş. Özellikle gençlerin çoğu işsiz.Geçmişte sorunlarını göç ederek çözmeye çalışan bölge halkı ekonomik kriz nedeniyle bu imkanı da yitirmiştir.Boşalmış köylerde yaşamak zorunda kalanların birçoğu kış aylarını geçirebilmek için kasaba merkezlerine inmek zorundalar. Dağlar gibi biriken sorunları çözmek için hiçbir ciddi çaba sarf edilmemektedir. Oysa bölge ekonomiye kazandırılacak birçok zenginliğe sahip.Küçük bir örnek verelim; Bölgede eskiden bolca bulunan kestane ormanları, bölge evlerinin yapımında olduğu gibi, Osmanlı donanması ve deniz nakliyat araçlarının inşasında da kullanılmaktaydı.Ormanların devletleştirilmesinden sonra yok olan kestane ormanlarından kerestesi üretimi de yok denecek seviyelere inmiştir. Son yıllarda artan ahşap yat ve tekne yapımı için kereste ihtiyacı ise ithalat yoluyla karşılanmaktadır.Küçük bir mevzuat değişikliği ile kestane ağacı, meyve ağacı kapsamına alınır ve boşalan köy arazilerinde özel kestane ormanları kurulmasına izin verilirse bölge ve ülke ekonomisine çok büyük katkılar sağlayacak bir ürün kazanılmış olur. Geçmişte hayvancılık ve meyvecilik önemli bir geçim kaynağı idi.Hayvancılık öldürülmüş, bir zamanlar her yerde aranan Trabzon tereyağının ünü bilinmektedir ama “Trabzon Tereyağı” etiketiyle Hollanda’dan ithal edilen yağlar piyasaya sürülmektedir. Daha 25 yıl öncesine kadar bölgede 32 çeşit armut, 18 çeşit elma, 11 çeşit erik ve narenciye türleri yetişmekteydi. Hepsi de yöredeki iklim şartlarına uygun olan ve hastalıklara dayanıklı türlere dayanan meyvecilik ,Tarım Bakanlığının geçmiş yıllarda dağıttığı yabancı menşeli fidanların bölge iklimine uygun olmaması ve geleneksel meyveciliğin geliştirilip, modern depolama, ambalajlama ve pazarlama organizasyonları ile ulusal ekonomiye açılmaması nedeni ile yok olmuştur. Bu gün bölgede neredeyse yok olan meyvecilik, Osmanlı döneminde özellikle Rusya’ya yapılan ihracatta önemli bir yer tutmaktaydı.

IMF uygulamaları çerçevesinde bölgedeki tütün üretimine de önemli bir darbe vurulmuştur. Bölgede özel ormancılık, hayvancılık ve meyvecilik bir master planla canlandırılabilir, bölge ekonomisine istihdam sağlayacak sağlıklı alternatif kaynaklar kazandırılabilir.Böylesi zenginliklerimiz değerlendirilmek için beklerken halkın sefalet çekmesini kabul etmek mümkün değil.


Bölgede ekonomik sorunları ağırlaştıran bir çok doğal felaket de yaşanmaktadır. Coğrafi yapı ve aşırı yağışlar sonucu su taşkınları ve toprak kaymaları olmaktadır. Çoğu kez ağır maddi kayıplarla atlatılan bu doğal afetler yüzünden zaman zaman ölümler de olmaktadır. 1998 yılında Beşköy beldesi 47 ölümle sonuçlanan bir afetle tamamen ortadan kalkmıştı.Bu felaketin hemen ertesinde, bu konularda etkin çalışmaları olan bir Yunan elçilik görevlisi beldeye gelerek halkla yakın temasa geçti. Yunanistan’ın kendilerine yardım etmeye ve yaralarını sarmaya hazır olduğunu söyledi. Tabii Türkiye Cumhuriyetinden de başta Cumhurbaşkanı olmak üzere birçok yetkili ve politikacı da bölgeyi ziyaret etti ama rüzgar gibi gelip geçtiler. Aradan geçen 4 yıla rağmen bu beldenin hiçbir sorunu çözülmemiş,bölge Bakanlar Kurulu tarafından afet kararnamesi kapsamına bile alınmamıştır.Bazı gençlerin sağlanan imkanlarla eğitim ve iş için Yunanistan’a gittiği bu belde insanı, karşılaştığı felaketin yaralarını saramazken, sorunlar altında ezilmekte ve istismara açık bir durumda yaşamını devam ettirmeye çalışmaktadır. Bölgedeki ekonomik durumun bu tür faaliyetler için uygun şartlar içinde olması Postmodern Pontosculuk faaliyetleri karşısında Türkiye’nin zayıf karnını oluşturmaktadır.


Sonuç olarak, Postmodern Pontosculuk olarak tanımladığımız bu organize hareketlerin bir yönünün, geçmişte yaşananlardan dolayı Türkiye’yi Dünya kamuoyu önünde soykırım iddiaları ile suçlu duruma düşürüp, tazminat ödemeye mahkum ettirmek olduğunu biliyoruz.Diğer yönü de Karadeniz Bölgesinden Yunanistan’a göçenlerin bu gün bile çözemedikleri kültür ve kimlik sorunlarının üstünü örtebilmek. Bildiğimiz gibi, son yıllarda Rusya’dan göçenlerle birlikte, Karadeniz göçmenlerinin sayısı Yunanistan nüfusu içinde önemli bir miktara ulaştı. Çözülemeyen sorunlardan dolayı Yunanistan’daki ulus devlete yönelebilecek tepkileri bu tür organizasyonlarla Türkiye üzerine çevirerek, onları aşırı milliyetçi bir baskı altında tutmak Yunanistan’ın izlediği politikaların ana çizgisini oluşturmaktadır. Postmodern Pontosculuk faaliyetlerinin üçüncü hedefinin de bölgede yeni bir etnik grup oluşturmaya yönelik olduğunu söylemek için kahin olmak gerekmez.Yunan tarafının ‘bölge ile kültürel bağlarımız var’ iddiası ve bu iddiayı özellikle Türk tarafında olan kişilerle dile getirmeye çalışması olayın sistematik , orta ve uzun vadeli hedefleri olan bir faaliyet olduğunu göstermektedir. Konu bu çerçevede değerlendirilirse tedbir için de ilk adım atılmış olur.





(1) Akdes Nimet Kurat.Türkiye ve Rusya XVIII Yüzyıl Sonundan Kurtuluş Savaşına Kadar Türk-Rus İlişkileri (1798-1919) 1970 Ankara s. VII.
(2)Miralay A.Süleyman.Pontos Davasından:Rusların 1810’da Trabzon’a Bir Baskını. Askeri Mecmua. Sayı 45-48 (1339) s.24-28.
(3)Mehmet Bilgin Sürmene Tarihi.İstanbul 1990 s. 328.
(4)Age s 330.
(5)Mehmet Bilgin.Doğu Karadeniz Tarih Kültür İnsan.Serander Yayınevi Trabzon 2000.
(6)Neal Ascherson.Karadeniz.Çev.Kudret Emiroğlu.İstanbul 2001 s.336 .
(7) Age s.336.
(8) Mesut Çapa.Pontus Meselesi.Trabzon 2001 s 32-33.
(9)Stefanos Yerasimos.Milliyetler ve Sınırlar Balkanlar,Kafkasya ve Orta-Doğu 2.bs İstanbul 1995 s 388.
(10) Çapa .Age s 40-41.
(11) Bu merkezlerde birisi Küçük Asya Araştırmaları Merkezi( Centre d’Etudes d’Asie Mineure,Kydathineon 11 ,105 58 Athen/Greece) diğeri ise Pontos Araştırmaları Komitesidir(Epitropi Pontiakon Meleton ,Agnoston Martyron 73, 171 23 Nea Symrne-Athen/Greece) adresindedir.
(12) Yunanistan da bu konuda kurulan enstitülerin başında Küçük Asya Araştırma Merkezi gelmektedir. Küçük Asya Araştırma Merkezi tarafından yukarıda anlattığımız şekilde hazırlanan ve sözlü tarih çalışmalarına dayanan ve Türkçe’ye çevrilen kitaplara bir örnek vermek gerekirse .Küçük Asya Araştırmaları Merkezi.Göç.Türkçe Basımı Derleyen Herkül Milas ,Yunanca’dan Çeviren: Damla Demirözü 2.bs İletişim Yayınları İstanbul 2002.
(13) Peter Alford Andrews – Rüdiger Benninghaus.Ethnic Groups in the Republic of Turkey.Wiesbaden 1989.
(14) P.Alford Andrews. Türkiye’de Etnik Gruplar .Çev.Mustafa Küpüşoğlu. Ant Tümzamanlar Yayımcılık İstanbul 1992.
(15) Ali Tayyar Önder.Türkiye’nin Etnik Yapısı Halkımızın Kökenleri ve Gerçekleri. 4.bs İstanbul 2002.
(16) Ethem Yıldız-Muammer Ak.Doğu Karadeniz’de Kültürel Kimlik(Çaykara ve Tonya Örneklemeleri).Çatı Kitapları İstanbul 2002.
(17) Yorgo Andreadis.Tamama Pontus’un Yitik Kızı.Çev.Ragıp Zarakolu.Belge Uluslsrarası Yayıncılık İstanbul 1993.
(18) Yorgo Andreadis.Tolika “Bacikam Al Beni” Çev.Tanju İzbek Belge Uluslararası Yayıncılık İstanbul 1999.
(19) Age s 67-68.
(20) Ömer Asan.Pontos Kültürü.Belge Yayınları İstanbul 1996.
(21) http://www.hellas.org/asia _minor/omerasan.htm Hellenic Nationalist Page

kaynak:www.karadenizim.net
 
Üst