Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Soner Yalçın'ın Atatürk ve Kayıp Kıta Mu Konulu Yazısı Üzerine

ddd.jpg


Soner Yalçın'ın Atatürk ve Kayıp Kıta Mu Konulu Yazısı Üzerine
Soner Yalçın'ın 13 Aralık 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde "Atatürk ve Mu" konusunda bir yazısı çıktı.
Uzun yıllardır bu konuda araştırmalar yapan biri olarak Yalçın'ın bu yazısı hakkındadaki görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum
Soner Yalçın öncelikle Atatürk ve Kayıp Kıta Mu konosunu çok yüzeysel araştırmış; daha doğrusu araştırmadan "kulaktan dolma bilgilerle" kalem oynatmış.


Yalçın, Atatürk'ün Kayıp Kıta Mu konusyla ilgilenmesinin, daha doğrusu bu konuya inanmış olmasını "Atatürk'ün hurafeye inanması" anlamına geleceğini düşünerek, Atatürk'ün Mu kuramına asla inanmadığını ileri sürmüş. Aslında Yalçın'ın bu konudaki kaygısını anlıyorum.
Konunun Atatürk düşmanlarınca çarpıtılacağını düşünüyor ki haklı...

Ancak bir konuyu "birilerince çarpıtılır kaygısıyla" detaylı incelememek olmaz. Aslında Yalçın'ın bu düşüncesi biraz PERİNÇEK mantığı gibi geldi bana...

ATATÜRK VE KAYIP KITA MU (2 cilt) kitaplarının yazarı olarak Soner Yalçın'ın bazı bilgi eksiklerini tamamlama izin verin lütfen.

Atatürk'ün Kayıp Kıta Mu kuramıyla ilgilenmesinin "bilim dışına çıkmak", hurafecilik" olarak yorumlanması yanlıştır. Mu kuramı Yalçın'ın kafasındaki bilim anlayışına ters gelmektedir. Ancak 15 yıldır ATATÜRK üzerine yazan ve bu konuda çok satan -Soner Yalçın kadar olmasa da- bir tarihçi-yazar olarak Atatürük'ün bilim anlayışının çok daha geniş, kavrayıcı ve sorgulayıcı bir anlayış olduğunu belirtmeliyim.

Atatürk'ün bilim anlayışında klasik pozitivistlerin yaptıkları gibi "o akıl dışıdır", "bu bilim dışıdır" şeklindeki bilimsel dogamalar yoktur. Atatürk "din" dahil her konuyu "bilimsel" bir gözle "acaba olabilr mi?" mantığıyla enine boyuna incelemiştir. Kayıp Mu kuramını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Ancak görüyorum ki Yalçın, Atatürk'ün bu konuyla ilgilenmesini veya bu konuya inanmasını "bilim dışılık" olarak görüp, kendinice bu durumu Atatürk'e yakıştıramadığı için Atatürk hakkında subjekitf bir değerlendirme yapmıştır."Atatürk zaten bu konuya inanmamıştı" diyerek konuyu kestirip atma yoluna gitmiştir Daha önce belirttiğim gibi bu konudaki kaygısını aslında anlıyorum. Yabazın ve liboşun herşeyi çarpıttığı bu ortamda bu konuyu da çarpıtıp Atatürk'e saldıracaklarını düşünüyor ve de haklı...
Ancak, genel kabullerle hareket ederek "Mu kuramını" da bilim dışı bir kuram gibi algılaması yanlış.
Eski ileri uygarlıklar teorisinin doğru olabileceğine yönelik son keşiflerden iki örnek sunmmak istiyorum Birincisi, Japonya Okinava Adası yakınlarında Pasifik dibinde Japon bilim adamı Masaaki Kimura'nın bulduğu ve MÖ 10.000 lere tarihlenen batık piramit... İkincisi de Hindistan'daki
MÖ 7000lere tarihlenen Kanbay körfezi kalıntıları.... Daha başka örnekler de verebilirim!..

Gelelim Soner Yalçı'nın Mu konusunda yazmadıklarına ya da bilmediklerine:

Öncelikle Atatürk, Kayıp Kıta Mu kuramıyla Yalçın'ın zannettiğiniden fazla ilgilenmiştir.

İşte belli başlı kanıtlar:

1. Atatürk, J. Churchward'ın Mu konulu kitaplarını 60 kişilik bir tercüme heyetine tercüme ettirip bir ay için satır satır kelime kelime okumuştur. Ben bu kitapları Anıtkabir'de her noktasına kadar inceledim. Atatürk'ün okumaları konusunda çok çalışan biri olarak, okuma tekniğinden kırmızı ve mazi kalemlerle koyduğu işaretler ve sayfa başında ve sonundaki çift çizgiler ve özel notlardan bu konuyla ATATÜRK'ÜN cidden önemseyerek ilgilendiğini söyleyebilirim.

2. Atatürk'ün Afet İnan'a Yazdığı Mektup:
Atatürk, 4/5 Aralık 1936 gecesi, Afet İnan'a, üstelik Dil Kurumu üyeleri huzunda yazdığı bir mektupta Mu dilinin dünyadaki iik dillerden biri olduğunu şöyle ifade etmiştir:

"MU VE MAY, YANİ UYGUR TÜRK ALFABESİNİN BÜTÜN MEDENİ DÜNYADA İLK ALFABE OLDUĞUNU GÖRMEKLE...BAHTİYAR OLDUK..."

3. XVII. Uluslararası Antropoloji ve Prehistorya Kongresine Türk Dİl Kurumunca Sunulan Tebliğ Soner Yalçın, Atatürk'ün Mu kuramına inanmadığının kanıtı olarak Mu konusunun Türk Tarih ve Dil kurultaylarında hiç gündeme getirilmediğini ileri sürmüş...
Tarih ve dil kurulatyalarında bu konunun gündeme getirlmediği doğu; ama Yalçın'ın bilmediği çok daha başka bir gerçek var: Atatürk bu konuyu çok daha büyük ve uluslararası bir platformda, üstelik Türk Tarih Kurumu Başkanı H.R. TANKUT aracılığıyla gündeme getirmiştir
TARİH: 1 EYLÜL 1937
YER: BÜKREŞ
ETKİNLİK: 17. ULUSLARARASI ANTROPOLOJİ VE PROHİSTORYA
KONGRESİ
TÜRK TEZİ: "MAYA ALFABESİ VE MAYALARIN TÜRK MENŞEİİ"
SUNAN: TTK BAŞKANI H.R TANKUT

Asıl şaşırtıcı olan da tebliğin içeriği:
TTK Başkanı Tankut tebliğinde, sıkı durun, James Churchward'ın ileri sürdüğü Mu alfabesini Mayaca ve Türkçe'nin karşılaştırması için "kontrol grubu" olarak kullanmıştır.

Atatürk'ün J. Churchward'ın Mu konulu kitaplarını büyük bir dikkatle okuduğunu düşünürsek ve tarih-dil çalışmalarına ne kadar büyük bir önem verdiğini dikkate alırsak,TTK Başkanı'nın tebliğinde J. Churchward'a atıf yapması ve Kayıp Kıta Mu'dan söz etmesinin anlamı daha iyi anlaşılacaktır

Görüldüğü gibi Atatürk, Kayıp Kıta Mu kuramını, TTK Başkanı aracılığıyla uluslarası bir kongrede gündeme getirtecek kadar önemsemiştir.

Ayrıca, söz konusu kongrenin yapıldığı tarihe de dikkatinizi çekerim: 1 Eylül 1937: Yani,"sonradan Atatürk bu görüşünü değiştirdi " gibisinden mazeretlere de sığanamayız.

4. SON KANIT: Atatürk'ün Kütüphancisi Nuri Ulusu'nun anlattıkları
Aslında benim ATATÜRK VE KAYIP KITA MU (2 cilt ) adlı ktabımda bu konuda çok kanıt var; ama ben size son bir kanıt daha sunmak istiyorum:
İşte Atatürk'ün Kütüphanecisi Nuri Ulusu'nun bu konudaki gözlemleri:
"ATATÜRK, İLK TÜRKELERİN MU KITASI'NDA YAŞADIKLARINI VE BURANIN YOK OLMASI VE BURADAKİ İNSANLARIN ASYA'NIN BATISINA GÖÇ ETMESİYLE TÜRKLERİN İLK DEFA ASYA KITASI'NA AYAK BASMIŞ OLDUKLARINA İNANIRDI.
İŞTE BU SEBEPLE TAHSİN BEY'İMEKSİKA'YA BÜYÜKELÇİ OLARAK YOLLAMIŞ VE MU KITASI'YLA İLGİLİ ÇOK GENİŞ ÇALIŞMALARDA BULUNMASINI İSTEMİŞTİ.
1935-36 YILLARI ARASINDA BU ÇALIŞMALARI YAPAN MAYATEPEK ATATÜRK'E MUNTAZAMAN BİLGİLER YOLLAMIŞTIR...
ATATÜRK, TÜRK TARİH TEZİNİN MU KITASIYLA İLGİLİ HÜKMÜ HAKKINDA ÇOK İDDİALI DÜŞÜNCELER ÜRETMİŞTİR... O TÜRKLERİN KESİNLİKLE
ORTA ASYA'DAN ÖNCE BAŞKA BİR YERDE YAŞADIKLARINI SAVUNUYORDU. SAVUNDUĞU DA MU KITASI BATMADAN ÖNCE TÜRKLERİN BU KITADA
YAŞAMIŞ OLDUKLARIYDI..."
Ulusu anılarında, 1930'ların sonlarında ATATÜRK'ÜN yurt gezilerinde bile bu konuya kafa yorduğu ileri sürmüştür:
"ERTESİ GÜN TRABZONLULARA VADA ETTİLER... AYNI GEMİMİZLE ENGİN KARADENİZ'İN DEV DALGALARINI YARA YARA İSTANBUL'A DÖNÜŞE
GEÇTİK. DÖNÜŞTE TÜM SEYAHAT BOYUNCA, DAHA EVVEL ANLATMIŞ OLDUĞUM MU KITASI İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİYLE YAPMIŞ OLDUĞU
ARAŞTIRMALARI HAVİ BELGELERİ HEP OKUDU, NOTLAR ALDI"

Soner Yalçın'a mı yoksa Atatürk'ün kütüphanecisine mi inanacağız?

Sinan Meydan (13 Aralık 2009)

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...nulu-yazs-uezerine&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK'ÜN SOSYAL FABRİKA PROJESİ

ddd.jpg


Küba lideri Castro ve Arjantinli devrimci Che’nin Atatürk’ün bağımsızlık ruhundan, antiemperyalist önderliğinden etkilendiklerini gördükten sonra, şimdi de günümüzün Venezulla lideri Hugo Chavez’in Atatürk devrimlerinden etkilendiği gerçeğini kamuoyuyla paylaşacağım.

Hiç korkmayın, bizim sahte solcular hemen yarın “Chavez Atatürk’ten etkilenmedi!” diye yazı yazar, öbür gün de televizyonlarda boy gösterirler. Ama onlara tavsiyem Banu Avar’ı aramalarıdır. Ulaşmaları çok daha kolay olur!..

BANU AVAR’I ŞAŞIRTAN GERÇEK

Sevgili arkadaşım, değerli dostum gazeteci-yazar Banu Avar, bilindiği gibi sadece Türkiye’nin en önemli aydınlarından biri değil, aynı zamanda dünyayı da en iyi tanıyan gazetecilerden biridir. Kendisi, Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya dünyanın birçok ülkesini gezen çağdaş bir gezgindir…

Banu Avar’ın gittiği ülkelerden biri de Venezuella’dır. Avar’ın Venezuella’da gördüğü bir tablo ise, “sahte solcularımızı” çok kızdıracak, hatta günlerce kara kara düşündürecek türdendir… Çünkü Banu Avar’ın gördükleri, Venezuella’nın antiemperyalist lideri H. Chavez’in de Atatürk’ten, Atatürk devrimlerinden etkilendiğini kanıtlamaktadır.

Şimdi Banu Avar’a kulak verelim:

"Şehri göreceğimiz tepeye doğru tırmanırken, Kemal Atatürk tabelasını geçince şaşırdım ki, tepeye geldik. Genç kız rehber heyecanla ‘şu fabrikayı görüyor musun? yanında nikah salonu, şu sağlık ocağı, şu okul onun arkasındaki de bizim ev.’ ‘Eeee ,dememe kalmadı’ Rehber ‘Biz buna ATATÜRK modeli’ diyoruz’ diye yapıştırdı.”

Venezuella’da bu gördükleri ve duydukları üzerine duygulanan Banu Avar: "Venezuella tepesinde tüylerim diken diken, gururum tavan yapmıştı..." diyerek anlatmıştır heyecanını…

Peki ama, Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaki Venezuella’da “Atatürk Modeli” diye adlandırılan bir fabrikanın ne işi vardı?

“Atatürk Modeli Fabrika” da nedir?

Türkiye’de bu fabrikadan var mıdır?

İşte bütün bu soruların cevaplarını verebilmek için şimdi hep birlikte Nazilli’ye uzanalım!

CUMHURİYETİN DEV PROJESİ: NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI

Venezuella’daki “Atatürk Modeli Fabrika’ya” esin kaynağı olan fabrika, 1937’de Atatürk tarafından açılan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’dır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Atatürk’ün kafasındaki “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir. Atatürk’ün kafasındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekan değil, aynı zamanda “ar-ge” çalışmalarının yapıldığı bir labratuvar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”, bir kampüstür. Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkandan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ama bu projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Palanı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Palanı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.

Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet montör ve mühendisi istihdam etmiştir.

Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler dahil, 8 milyon liraya mal olmuştur.

Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgah ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma imal edilecektir.

Fabrika 15 bin ton kömür yakacaktır.

Fabrika her gün en fazla 2400 işçi çalıştıracak ve ücret olarak senede 1 milyon lira ödeyecektir.

Fabrika, beş kısımdan oluşmuştur: Dokuma bölümü, Basma bölümü, Desen bölümü, Gravür bölümü ve Baskı kısmı…Basma, Desen, Gravür bölümünden geçen kumaşlar, Dokuma bölümünde, yarısı elektronik olmak üzere 768 tezgahta dokunacaktır. Günlük dokuma, 62.000 ile 64.000 metre arasındadır. Baskı bölümünde ise 4 baskı makinesi vardır. Burada farklı renk ve desenlerde günlük ortalama 85.000 metre basma yapılacaktır.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, sosyalist ülkeler de dahil, dünyada görülmemiş bir “sosyal” niteliğe sahiptir. Evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı başarmışlardır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.

İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın şaşırtan özellikleri:

1. Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir: 1930’ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.

2. Fabrikada sinema salonu vardır: 1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılmıştır. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösterilmiştir

3. Fabrika Halkevi kurmuştur: Fabrika “Sümer Halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin, hazırladığı oyunları sergilemesi için fabrika içinde bir sahnesi vardır. Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında her yıl birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş, köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlamıştır.

4. Fabrikanın korosu vardır: Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu oluşturulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu koro (grup), işçilerin Beethoven zevke ulaşmalarını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano vardır.

5. Fabrikanın hamamı vardır: Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam, hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir.

6. Fabrikanın Ressamları vardır: Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık arttırmalarda satılmıştır. Resim heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.

7. Fabrikanın spor kulübü vardır: Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümer Spor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir. Fabrika bünyesindeki Sümer Spor futbol Sahası Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı güçlendiren “paten eğlenceleri” ve” bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın mirasıdır.

8. Fabrika halka bedava basma dağıtmıştır: Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, altı ayda bir halka “ıskarta basma” dağıtmıştır.

9. Fabrikada işçi hakları üst düzeydedir: Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem ermiştir. İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hasatlık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de labratuvar kurulmuştur. Nazilli’nin kabusu haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuştur. İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir. Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekar işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi Pavyonu” vardır. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır. Fabrika işçilerinin yiyecek ve giyeceklerini temin etmek için fabrika bünyesinde bir kooperatif vardır. Fabrikanın, işçilere hizmet veren güzel ve temiz bir fırını, işçi yemekhanesi, memur kantini ve bir de hamamı vardır.

10. Fabrikanın ar-ge bölümü vardır: Daha fabrika açılmadan fabrikada kullanılacak kaliteli pamukların çevrede yetiştirilmesi için 200 adet modern tohum ekme makinesi satın alınmıştır. Yine pamuk işinde kullanılmak üzere birçok modern tarım aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve bunları nasıl kullanacakları öğretilmiştir. Fabrika içinde mekanik odası, fizik labratuvarı, tarım labratuvarı gibi ar-ge bölümlerinde, fabrikada yapılacak üretimin kalitesini arttırmak için çalışmalar yapılmıştır.

11. Fabrikanın atölyesi vardır: Fabrikanın büyük bir atölyesi vardır. Bu atölyenin demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, kaynak ve teneke işleri yapan bir kısmı vardı. Diğer fabrikaların ahşap parça ihtiyacı olan makine vurucu kolları burada yapılırdı.

12. Fabrikanın elektrik ve su santralleri vardır: Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de Nazilli kentinin elektrik ihtiyacını kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle sağlamıştır. Dört kazan ve üç türbinli olan bu santral, 2500 kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için bir de su santrali vardır.

İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası… İşte Atatürk’ün “Sosyal Fabrika Projesi”nin ilk uygulaması… İşte genç cumhuriyetin, halkına, insanına, işçisine bakışı…

ATATÜRK NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI’NDA

Türkiye’de devlet eliyle kurulan bu ilk basma fabrikasını 9 Ekim 1937’de bizzat Atatürk açmıştır. Atatürk, Ege manevraları için bölgede bulunan ordu komutanlarıyla ve yöneticilerle birlikte açılışa gelmiştir. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, İkinci Ordu Müfettişi Orgeneral İzzetin Çalışlar, Genelkurmay Asbaşkanı Asım Gündüz, Jandarma Genelkomutanı Naci İldeniz gibi komutanlar ve Trakya Umum Müfettişi General Kazım Dirik ile İzmir Valisi Güleç, Başvekil Vekili Celal Bayar, İsmet İnönü, Afet İnan, Kütahya Milletvekili Recep Peker, Ziraat Vekili Şakir Kesebir, Dahiliye Vekili ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Nafia Vekili Ali Çetinkaya, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras, Milli Müdafaa Vekili Kazım Özalp, Maliye Vekili Fuat Ağralı, Kültür Vekili Saffet Arıkan, Gümrük ve İnhisarlar Vekili Ali Rana, Orman Umum Muhafaza Komutanı Korgeneral Seyfi gibi nerdeyse devletin bütün askeri ve sivil erkanı tam kadro Atatürk’le birlikte Nazilli’dedir.

habericifotosusinan.jpg


Atatürk’ün açılışını yaptığını ilk ve son fabrika olan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın açılışına verilen önem, asker-sivil neredeyse bütün devlet erkanın açılışa katılmasından da bellidir.

Nazilli Basma Fabrikası istasyonunda fabrika yetkililerince karşılanan Atatürk’ün ilerlediği istasyondan fabrika müdüriyet binasına kadar parke döşenmiş yolun her iki yanında halk düzenli bir şekilde sıralanmıştır. Sıraya geçmiş küçük kızlar ellerinde pamuk dallarıyla misafirlerini karşılamışlar ve bunları Atatürk’e hediye etmişlerdir. Fabrika binası ve meydanlar bayraklarla süslenmiştir. Atatürk, yanındakilerle birlikte fabrikaya geldiğinde, mahşeri kalabalık tarafından Halkevi Orkestrası eşliğinde büyük sevinç ve tezahüratla karşılanmıştır. Atatürk halkın bu coşkulu karşılamasına fabrikanın girişindeki müdüriyet binasının balkonundan halkı selamlayarak cevap vermiştir.

Açılışta yapılan konuşmalardan sonra Atatürk, fabrikanın yönetim dairesinden çıkarak iplik dokuma ve halı makinelerinin bulunduğu binaların kapısı önüne gelmiştir. Fabrikanın elektrik santralinin önünde elektrikle aydınlanan bir büstünü gören Atatürk, bir süre bu büstü inceledikten sonra “güzel” diyerek fabrika müdürüne iltifatta bulunmuş ve daha sonra açılışı yapmıştır. Atatürk’ün fabrikayı açmasıyla birlikte 480 makine bir anda çalışmaya başlayarak ilk pamuğu işlemiştir. Tören boyunca bir uçak filosu fabrika üzerinde uçuşlar yapmıştır

Atatürk’ün açtığı Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, çok kısa bir sürede Nazilli’nin çehresini değiştirmiştir, Daha önce göç veren Nazilli kısa zaman içinde göç alan bir kent haline gelmiştir. Genç cumhuriyetin çağdaşlaşma projesi kapsamında en erken ve en köklü şekilde aydınlanan kentlerden biri, belki de birincisi Nazilli olmuştur. Nazilli’nin “çağdaşlaşmasında” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın yeri çok büyüktür.

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’NUN İZLENİMLERİ

7 Ekim 1953’te Nazilli’ye gelen şair ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazilli’deki değişimi şöyle gözlemlemiştir:

“…Altı saat içinde altı lunapark geçtik… Bir de ne görelim şehir baştan aşağı neon ışıkları içinde. Nazilli dediğin nedir ki, Anadolu’da küçük bir kaza değil mi? Gecenin on ikisinde ışık, elektrik ışığı içinde yüzen bir Anadolu kasabasını görmek insanı nasıl sevindirmez… Nazilli’nin iki yakasını bir araya getiren bir ışık fermuarı taa Basma Fabrikası’na kadar uzanmış. Sarı yerine hafif yeşilimtırak bir ışık. Bu ışığın altında yürüdük. Gayet nazik bir memur, belediye memuru mu polis mi pek anlayamadım, küçük bir çocuğa seslendi; ‘Bu misafiri Gıdı Gıdı’ya kadar götür…’ dedi. Evvele bir mahalle, bir semt adı sandım. Sonra bir şoför, bir arabacı olabilir dedim.Gıdı Gıdı dedikleri bir küçük, bir maskara dekovil tren imiş. Belli saatlerde işçileri fabrikaya taşırmış… Bir kedim olsa ismini muhakkak Gıdı Gıdı koyardım… Birkaç adım ötede aynı ışıklarla donanmış birkaç otel sıralanmış. Burası kaza değil vilayet merkezi diyorum. Burasını bu hale fabrika soktu diyorlar.

Dükkan önünde bir otobüs duruyor, içinden birçok işçi çıkıyor çoğu kadın. Birkaç erkek var. Fabrika’dan dönüyorlarmış. Gece Postası. Pek yorgun görünmüyorlar, ama kına gecesinden de dönmedikleri belli. Telaşsız adımlarla sokaklara dalıyorlar. Çoğu siyah gömlek üstüne beyaz bir başörtüsü sallandırmış. Geniş yollar, ışıklı yollar, ışıklı oteller, gece yarısı açık dükkanlar, dizi dizi okaliptüs ağaçları.

Kışın kapıya dayandığı bu günlerde Pazar yerindeki sebze çeşidi insanı şaşırtıyor… Eski evlerin dışardan çok kalender göründüğüne bakmayın içleri cennet gibi. Derli toplu tertemiz. Nazilli’de bisiklet bolluğu göze çarpıyor. Motosikletler ve takma motorlu bisikletler de var. Bisikletlerin çoğu Basma Fabrikası’nda çalışan işçilerin olmalı. Fabrikanın bir bisiklet garajı var. Yol dümdüz olduğu için işçiler bisikleti benimsemişler.

Fabrikanın Nazilli’ye bağışladığı nimetlerden birisi de bu olmalı. Ne yalan söyleyeyim, sinemada görsem reklamdır derdim. Bana Anadolu’da bir kaza merkezinde işine bisikletle giden beş yüz işçi gördüm deseler kolay kolay aklım yatmazdı.

Fabrikayı gezdikçe işçiler sağlanan imkanları, kolaylıkları gördükçe şaşırdım kaldım. Sıcak, lezzetli, kuvvetli bir yemek. Boyalarla uğraşanlara süt ve yoğurt, işçiler mahsusu hastane, kreş, kantin, alabildiğince geniş bir bahçe, Kantinin üstünde bir havuz. Havuzun içinde bir heykeltıraşın elinden çıktığını zannettiğim bronz bir heykel, bir kadın heykeli. İşçilerden birisi yapmış. Fabrikada bronz döktürmüş. Aman Allah’ım! Akademide bronza değil alçıya bile dökmek nasip olmaz. Bir de gazoz tezgahı kurmuşlar. Geliri, işçilerin spor kulübüne veriliyor. Futbol takımları var. Denizli’de yaptığı maçlarda kimseden geri kalmamış.

İstanbul’da eşine az rastlanır bir boyda bir tiyatro salonu var. Geçenlerde ‘Soygun’u oynamışlar. Şehirde böyle bir salon olmadığı için bazı düğünler burada yapılırmış. Balolarda eksik değil. Benim tarihime üst üste iki tane düştü. Fabrika kuruluşunun 16. yılı iki balo ile kutlandı. Birisinde, fabrika işçileriyle aileleri, ötekinde şehirden gelen davetliler vardı. Birisinde yerli oyunlar oynandı, türküler söylendi. Ötekinde bol bol dans edildi. Her ikisi de geç vakte kadar uzadı.

Fabrika ailesinin toplantısında hiç görmediğim bir oyun oynandı. Bir tarafta Köroğlu türküsü söyleniyor, ortada iki kişi bu havaya uygun adımlarla bir koyun yüzüyorlar. Koyun dediğim de yere upuzun yatmış, kaskatı kesilmiş bir genç. Sıra koyun yüzmeye geliyor. Adamcağızı parçalamadan bir güzel şişiriyorlar. Seninki gayet güzel ölü taklidi yaparken biçarenin parçalarından içeriye bir bardak da bira dökmezler mi! O zamana kadar oyunun bütün kısımlarına büyük ustalıkla katlanan genç, yıldırım hızıyla doğruluyor. Bu kötü şakanın hesabını soruyor. Meğer oyun içinde bir başka oyun varmış.

Fabrikanın sanatçısı olan bir genç mikrofon başında hiç de bayat olmayan esprileri döktürüyor. Fabrikanın bülbüllerini birer birer, mikrofon başında şakımaya davet ediyor! Nazlanmadan geliyorlar. Kimi gazel söylüyor, kimi en ön moda caz havalarından birini… Kimi Köroğlu’na girişiyor. Kimi harmandalına. Sonra her sene bu gece çıkarılan Gıdı Gıdı balo gazetesi dağıtılıyor. İçerisinde gene fabrikalı çocuklardan birisinin yaptığı karikatürler var…”

İşte Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu şaşırtan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası gerçeği… Genç cumhuriyetin en devrimci adımlarından biri… Üretime, istihdama, yatırıma önem veren, kendi halkına güvenen, kendini ve dünyayı bilen çağdaş bireyler yetiştirmek isteyen genç cumhuriyetin mucize eserlerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası…

ZİHNİYET FARKI

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası hakkında çok önemli bir makalesi olan, Yard. Doç. Dr. Günver Güneş’in şu değerlendirmesine katılmamak mümkün müdür:

“Fabrika birçok işlevinin yanında Cumhuriyetin temel kavramlarını halka tanıtan bir köprü olmuştur. Sümerbank bir fabrika olmasının ötesinde bir okul, bir eğitim kurumu, Cumhuriyet öğretilerinin yaşama geçirildiği bir alan olmuştur. Dünya üzerindeki herhangi bir şehirde kurulan bir fabrika, elbette o şehir üzerinde birtakım değişiklikler yapmıştır, Ama hiçbirisinin Nazilli Basma Fabrikası’nın Nazilli üzerinde yarattığı sosyal, kültürel, ekonomik değişimler kadar büyük sonuçlar yaratması mümkün değildir. Çalışanlara her türlü imkanı devlet eliyle verip onları ekonomik refaha kavuşturan bu fabrika, çalışanlarına yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okutup Beethoven dinletecek zevke ulaştırabildiyse, işte bu sözü edilen fabrikanın ne kadar değişik bir felsefeyle yola çıktığının ve bulunduğu yerin halkına neler kazandırdığının açık bir göstergesidir.”

1950’li yılların başında tıpkı yine cumhuriyetin dev eseri Köy Enstitüleri gibi bu fabrikalar da ışık saçmaktadır Anadolu’ya…

Düşünsenize, bu fabrikalardan Anadolu’nun her yanına dikildiğini; Edirne’ye, Manisa’ya, Konya’ya, Tunceli’ye, Diyarbakır’a… Türkiye ne duruma gelirdi! Bugün yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal sıkıntılar yaşanır mıydı? En basitinden Türkiye’yi maddi ve manevi bakımdan her geçen gün biraz daha zora sokan “terör belası” olur muydu? Olsa bile bu boyutta olur muydu?

Türkiye’nin bu gün yaşadığı “ekonomik” ve “sosyo-kültürel” sorunların baş sorumlusu Atatürk’ün ve genç cumhuriyetin kurduğu Köy Enstitüleri, Sosyal Fabrika, Halkevleri, Uçak sanayi, Demiryolu gibi “dev projeleri” ABD istekleri doğrultusuna bir kenara bırakan Atatürk sonrası iktidarlardır.

1950’lerden sonra sürekli kan kaybeden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, son darbeyi 14 Kasım 2002’de yemiştir. Cumhuriyetin dev projelerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Özelleştirme İdaresi’nce bedelsiz olarak Adnan Menderes Üniversitesi’ne devredilmiştir. Fabrika çalışanları da “gözyaşları” içinde Bursa’ya nakledilmiştir. Kapısına kilit vurulan fabrikanın, üniversitenin kullanımı dışındaki büyük bir bölümü, içindeki tarihi dokuma makineleri, araç ve gereçleriyle çürümeye terk edilmiştir. Dünyanın başka bir yerinde olsa en kötüsü “müze” olarak kullanılacak ve milyonlarca turist çekecek bu dev eser, Cumhuriyetin bu dev projesi, bugün Nazilli’de hayvan ahırından bile kötü bir durumda kaderine terk edilmiştir.

Gerçi bugün, işçilerini sosyal haklardan mahrum eden, hatta işçilerini tekme tokat dövdüren bir hükümetin, Cumhuriyetin “sembol” eseri, Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’na daha iyi davranmasını beklemek de doğrusu safdillik olur…

Eee, bizim “sahte solcular”ın kıymetini bilemediği Atatürk’e ve onun dev projelerine gerçek sosyalistler nasıl da sahip çıkıyorlar.

Ne diyebilirim ki! Atatürk Türkiyesi’nin bir ferdi olarak, içim acıyarak “yazık, ama çok yazık…” demekten başka ne diyebilirim ki!

Bu yazımı, Türkiye’nin gerçek Solcularıyla birlikte Tekel ve Kardemir İşçilerine ithaf ediyorum…

fabrikada%20ilk%20retilen%20ve%20bugn%20koruma%20altna%20kumalar.jpg


Fabrikada ilk üretilen ve bugün koruma altına kumaşlar

fabrikann%20iinde%20terk%20edilmi%20rmeye%20braklm%20makinelerden%20bir%20blm.jpg


Fabrikanın içinde terk edilmiş, çürümeye bırakılmış makinelerden bir bölümü

rmeye%20braklm%20makinelerden%20bir%20grnt.jpg


Terk edilmiş çürümeye bırakılmış dokuma makinelerinden biri

terk%20edilmi%20rmeye%20braklm%20dokuma%20makinelerinden%20biri.jpg


Fabrikadaki çürümeye bırakılmış makineler

terk%20edilmi%20rmeye%20braklm%20dokuma%20makinelerinden%20biri%20x.jpg


Fabrikanın içinde terk edilmiş, çürümeye bırakılmış makinelerden bir bölümü

gd%20gd%20adl%20trenin%20bugnk%20virane%20hali.jpg


Gıdı Gıdı adlı trenin bugünkü virane hali

fabrikadan%20bugne%20kalan%20baz%20eyalar.jpg


Fabrikadan bugüne kalan bazı eşyalar

fabrikann%20terk%20edilmi%20boaltlm%20bir%20blm.jpg


Fabrikanın terk edilmiş boşaltılmış bir bölümü

nazilli%20smerbank%20fabrikasnn%20planlar.jpg


Nazilli Sümerbank Fabrikası'nın Planları

fabrikann%20bugnk%20ykk%20halinden%20bir%20grnm.jpg


Fabrikanın bugünkü yıkık halinden bir görünüm

sinema%20salonunun%20bugnk%20ykk%20halinden%20bir%20grnm.jpg


Sinema salonunun bugünkü yıkık halinden bir görünüm
Kaynaklar

1. Aslan Buğdaycı, Dünden Bugüne Nazilli, İstanbul, 2001.
2. Atatürk Aydın’da, Aydın, 1981.
3. Aydın İl Yıllığı, Aydın, 1973.
4. Günver Güneş, “Atatürk’ün Nazilli Seyahatleri ve Seyahatlerin Yarattığı Sonuçlar”, Atatürk Haftası Armağanı, Genelkurmay ATESE Başkanlığı Yayınları, 10 Kasım 2004, s.121-135
5. Hulusi Günay, “Nazilli Dokuma Fabrikası” , Yarım Ay, No: 68, 1 İlkkanun 1937, s. 8,9 ve 19.
6. İbrahim Kiraz, Yaşlı Şehir, Nazilli, 2003.
7. L’İlustration de Turquie, İstanbul.
8. Nazilli Basma Fabrikası Gezi Rehberi, Nazilli, 1937.
9. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası Arşivi.
10. Saadet Tekin, “Nazilli Basma Fabrikası”, Tarih ve Toplum, C.39, S.230, Şubat, 2003.
11. Tahir Kodal, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Denizli Seyahatleri” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.19, S.55, Mart 2003.
12. Türkiye Ticaret Postası, Nazilli Basma Fabrikası Özel Sayısı, Ankara, S. 350-103, 14 Temmuz 1948.
13. Zafer Toprak, Sümerbank, Ankara, 1983.
14. 2010 Yılında Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nda bizzat yaptığım incelemeler. (Sinan Meydan)

Sinan Meydan
31 Aralık 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...al-fabrika-projesi&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK'ÜN "MUHTEŞEM YÜZYILA" BAKIŞI

ddd.jpg


Osmanlı tarihinden bir kesit sunan “Muhteşem Yüzyıl” adlı televizyon dizisi nedeniyle bir tartışmadır gidiyor. Dizi daha yayına girmeden hemen harekete geçen “muhafazakar çevreler”, dizide Kanuni’nin “içki içmesine” ve “haremdeki kadınlara” büyük tepki göstererek, “Ecdadımız böyle gösterilemez!...” diye filmi protesto ettiler, etmekteler.

Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda tarihçilerin “Klasik dönem” diye adlandırdıkları, Fatih-Yavuz-Kanuni döneminde üç kıtaya yayılan gerçek bir “dünya imparatorluğu” haline gelmiştir. Ancak 17. yüzyıldan itibaren başlayan çözülmeyle birlikte imparatorluk yavaş yavaş küçülmüş ve 20 yüzyılın başlarında da büyük bir gürültüyle yıkılmıştır.


Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının temelde üç nedeni vardır: 1. Akıl ve bilimin ihmal edilmesi, 2. Dünyadaki hızlı değişme ayak uydurulamaması, 3. Emperyalist kuşatmayla çevrilmesi ve bu emperyalist baskıya dayanacak askeri, siyasi ve ekonomik güce sahip olmaması.

Neresinden bakılırsa bakılsın Osmanlı İmparatorluğu, Türk-İslam tarihi’nin en önemli siyasi oluşumlarından biridir. Bu yapıyı bütün yönleriyle anlamak, doğrularıyla ve yanlışlarıyla, bu yapıyı çözümlemek ve bu çözümlemeden dersler çıkarmak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son üç yüz yılındaki “değişim ve dönüşümden” etkilenen Türkiye Cumhuriyeti için de yaşamsal bir zorunluluktur.

OSMANLI DÜŞMANI MI OSMANLI SEVİCİSİ Mİ?

“Türk tarihinin sürekliliğine” inan bir tarihçi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki: Türkiye Cumhuriyeti bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki “değişim hareketlerinden” etkilenirken, diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, sosyal, toplumsal yapısından tamamen farklı yeni ve çağdaş bir çizgi belirlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti-Osmanlı ilişkisinde hem bir “kopuş”, hem de bir “süreklilik” vardır. Örneğin Cumhuriyet, Osmanlı’nın sanatını (minyatür sanatı) mimarisini (camiler, hanlar, hamamlar, köprüler), bilim-sanat insanlarını (Piri Reis, Mimar Sinan vb) vb özelliklerini benimserken; siyasi yapısını (sultanlık), hukuk sistemini (şer’i hukuk), bağımlı ekonomisini (kapitülasyonlar), dış politikasını (sürekli genişleme), Türklere yaklaşımını (diğer unsurlara göre Türklerin dışlanması), kadın konusuna bakışı (kadının ikinci sınıflığı) vb. reddetmiştir. Genç Cumhuriyetin özellikle Atatürk’lü yıllarında Osmanlı’ya bakışı bu çerçevededir.

Bazen iddia edildiği gibi Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, asla bir “Osmanlı düşmanı” olmamıştır. Ancak Atatürk hiçbir zaman bir “Osmanlı sevicisi” de olmamıştır. O, Osmanlı’nın 600 yıllık tarihine saygı duyarak, Osmanlı’nın, kendi ifadesiyle, “En aşağı yedi bin yıllık Türk yurdu olan Anadolu’nun” önemli devletlerinden biri olduğunu belirtmiştir. Ama bu durum, hiçbir zaman onun Osmanlı’yı eleştirmesini de engellememiştir.

İYİ TARİH BİLEN ATATÜRK OSMANLI’YI DA İYİ BİLİRDİ

Atatürk, Türk tarihinin, bütün “zenginliği” ve “derinliğiyle” ortaya çıkarılarak genç kuşaklara anlatılmasını istemiştir. Türk Tarih Kurumu’nu kurması, Tarih kurultayları düzenlemesi, bu kurultaylara dünyanın en saygın tarihçilerini çağırması, Hititoloji ve Sümeroloji bölümlerini kurması, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurması, yurt dışına tarih eğitimi için öğrenci göndermesi, Türk büyüklerinin biyografilerinin araştırılmasını istemesi ve dahası bizzat kendisi, Türklerin çok eski çağlarda Orta Asya’dan dünyanın değişik yerlerine yayıldıklarını, bu yayılma sırasında dillerini ve kültürlerini de yayıldıkları bölgelere taşıdıklarını iddia eden Türk Tarih Tezi’ni ileri sürmesi, onun Türk tarihine ne kadar çok önem verdiğinin en açık kanıtlarından sadece bir kaçıdır.

Atatürk adeta bir tarihçi gibi tarih üzerine eğilmiştir. Okuduğu beş bine yakın kitap içinde bin küsur tanesi tarihle ilgilidir. Atatürk’ün “göz kamaştıran başarıların” arkasında yüksek bir tarih bilinci yatmaktadır.

Atatürk’ün Osmanlı Tarihi üzerine okuduğu kitaplardan bazıları şunlardır:

1. Joseph Purgstall-Hammer, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”

2. M. Dochez, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”

3. Theophile Lavellee, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”,

4. N. Jorga, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi”,

5. Ahmet Rasim, “Osmanlı Tarihi”

6. Necip Asım-Mehmet Arif, “Osmanlı Tarihi”,

7. G. Des Godins de Souhesmes, “Osmanlı Ülkesinde”,

8. Mahmut Esat Bozkurt, “Osmanlı Kapitülasyonlarının Yönetimi”,

9. Muhammed Ferid Bey, “Günümüz Osmanlı Krizi Üzerine Bir İnceleme”,

10. İbrahim Peçevi, “Peçevi Tarihi”,

11. Cemalettin Bey, “Sultan 5. Murat”,

12. Ebu’l Gazi Bahadır Han, “Şecere-i Türk”,

13. Abdurrahman Şeref, “Tarih-i Devleti Osmaniye”

14. Ali Reşat, “Tarih-i Osmani”,

15. Ahmet Aşık-i Aşıkpaşazade, “Tarihi Ali Osman Aşıkpaşazade Tarihi”

16. Hüseyin Kazım Kadri, “Türk İmparatorluğu, Sultanlar, Toprak ve İnsanlar”

17. Necip Asım, “Türk Tarihi”,

18. Richard Knalles, “Türklerin Genel Tarihi”,

19. Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı”.

20. Namık Kemal, “Osmanlı Tarihi”[1]

ATATÜRK’ÜN OSMANLI EL EŞTİRİLERİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden “yeni” ve “çağdaş” bir “ulus devlet” çıkaran Atatürk’ün Osmanlı’ya bakışı genelde eleştireldir, Atatürk, yüzyıllar içinde köhnemiş ve nihayetinde yıkılmış Osmanlı İmparatorluğu’nu “romantik” değil, “akılcı” bir gözle analiz etmiştir; Osmanlı’yı önce duraklatan, sonra da yıkıma götüren “iç ve dış” nedenleri “objektif” ve “bilimsel” bir biçimde araştırıp ortaya koymuş ve “tarihten ders” alarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Tarihten ders almasını bilecek kadar “tarih bilincine sahip” olan Atatürk, bugünkü “popülist politikacalar” gibi asla körü körüne bir “Osmanlı seviciliği” yapmamıştır. Osmanlı’nın mimari, askeri strateji vb. güçlü yönlerinin altını çizen Atatürk, Osmanlı’nın, ölçüsüzce genişlemesini, bu genişleme sürecinde Türklerin gücünden yararlanılmasını, bir dönemden sonra medrese eğitiminin yozlaşmasını, akıl ve bilimin ihmal edilmesini, bazı padişahlarının yetersizliklerini, son dönemlerde kapitülasyon belasıyla ekonominin tamamen dışa bağımlı hale gelmesini, sanayileşme ve kültürel aydınlanma konusunda geç kalınmış olmasını çok ağır bir biçimde alabildiğince eleştirmiştir. Bu eleştirileri daha çok halka yönelik konuşmalarında halkın gözünün içine bakarak yapmış, “Aman geleneksel bağlara sıkıca bağlı halk ne der?” demeden, soğuk ve çıplak gerçeklerle halkı yüzleştirmiştir. Onun bir zamanlar bir ferdi olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nu eleştirmesi, tamamen “devrimci” bir tavırdır. Bilindiği gibi dünyadaki bütün önemli devrimciler, özellikle devrimi yerleştirme sürecinde devrilen eski siyasi yapıyı alabildiğince eleştirmişlerdir.

İşte Atatürk’ün 1923, İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı bir Osmanlı eleştirisi:

Atatürk’e göre “milli” bir yapıya sahip olmayan Osmanlı’da “milli bir tarih” de yoktur. Osmanlı döneminde hakimiyet millete değil, milletin başına geçen birtakım kişilerdedir. Millet, evi barkı ile ilgileneceği, kendi topraklarında hayatını devam ettirebilmek için çalışacağı yerde cepheden cepheye koşturulmuştur. Milletin arzusu, emelleri ve gerçek ihtiyaçları göz önünde bulundurulacağına millet şunun bunun şahsi ihtiraslarına alet edilmiştir. İç politika ise dış politikanın gereğine göre düzenlenmiştir. Bu nedenle Osmanlı dönemde Türk halkı milli bir hayat yaşamamıştır.

“Efendiler! Osmanlı tarihini tetkik edersek görürüz ki, bu bir milletin tarihi değildir. Milletimizin mazideki halini ifade eden bir şey değildir. Belki milletin ve milletimizin başına geçen insanların hayatlarına, ihtiraslarına teşebbüslerine ait bir hikayedir.Bu böyle olmakla berber, bütün bu devirlerin de devlet namına muayyen bir istakamet-i siyasiyesi yoktu. Belki devletin ve milletin başına geçen insanların kendilerine mahsus siyasetleri vardı veyahut hiç siyasetleri yoktu… Mesela Fatih Sultan Mehmet, kendi ecdadından tahsis etmiş olduğu Osmanlı Devleti ile Selçuklu Devleti tacına tevarüs etmişti ve İstanbul’un fethiyle Şarki Osmanlı İmparatorluğu’na da tevarüs etmişti. Bundan sonra Garbe (Batıya) doğru tevassü (genişlemek) istiyordu. Fatih arzu ediyordu ki, Roma’yı da alsın ve Garbi Roma İmparatorluğu tacını da başına koysun.

Birçok Avrupa memaliki (ülkesi) zapt olundu. Fakat orada İslam anasırı yoktu, milel-i muhtelife (değişik milletler) vardı. Denilebilir ki Fatih’in siyaseti bir garp siyaseti idi. Ancak siyaseti hariciyede kuvvetli olabilmek için kuvvetli bir siyaseti dahiliye lazımdır. Fakat, Fatih Sultan Mehmet, kuvvetli bir teşkilatı dahiliye nasıl vücuda getirebilirdi. Memalik-i şahanesi (Osmanlı ülkesi) sekseni muhtelif anasırdan mürekkep idi…

Fatih’in ölümünden sonra Beyazit başka bir siyaset takip etti. Bu siyasetin rengi kabil-i ifade değildir. Beyazit çok mütedeyyin ve itikadı taassup derecesinde idi. Fatih’in siyasetini takip etmedi.

Sonra Yavuz Sultan Selim geldi. O da başka bir siyaset teveccüh etti. Garp siyasetini bıraktı, Şark siyaseti… İttihad-ı İslam (Müslümanların birleşmesi) siyaseti takip etti. İran istikametinde nüfuz-u iktidarını ibraz etti ve Mısır seferi neticesinde de Hilafeti aldı.

Vefatında yerine geçen Kanuni başka bir siyaset takip etti. Yani hem Şark, hem de Garp siyaseti takip eyledi. İki cepheli bir siyaset…

Belli başlı bu dört sultandan başka diğerlerini nazar-ı itibara alırsak onların hiçbir siyaset takip etmedikleri görülüyor.”[2]

Görüldüğü gibi Atatürk, yukarıda Osmanlı’nın “Muhteşem Yüzyılı”nı eleştirmektedir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “ulus devlet” olması, Atatürk’ün Osmanlı eleştirilerini daha çok, Osmanlı’nın yayılma siyasetinin çelişkileri, padişahların tek adamlıkları, yani saltanat sisteminin zararları ve çok uluslu Osmanlı yapısı içinde Türklerin ikinci plana itilmeleri üzerinde yoğunlaştırmıştır.

Atatürk, 1927 yılında CHP Kurultayında okuduğu Büyük Nutuk’ta: “Osmanlılar zamanında çeşitli siyasi ilkeler takip edilmiş ve edilmekteydi. Ben bu siyasi ilkelerin hiçbirinin yeni Türkiye’nin siyasi şekillenmesinde ilke olarak kabul edilemeyeceğine inanmıştım” demiştir. [3]

Atatürk, “Bu konuyla ilgili olarak öteden beri söylediklerimin ana noktalarını burada hep birlikte hatırlamayı yararlı bulurum” diyerek Osmanlı eleştirilerini şöyle özetlemiştir:

“Efendiler! Bilirsiniz ki hayat demek, mücadele ve kavga demektir. Hayatta başarı kazanmak mutlaka mücadelede başarı kazanmaya bağlıdır. Bu da maddi ve manevi güç ve kudrete dayanan bir özelliktir. Bir de insanların uğraştığı bütün meseleler, karşılaştığı bütün tehlikeler, elde ettiği başarılar, toplumca yapılan genel bir mücadelenin dalgaları içinden doğagelmiştir. Doğulu kavimlerin Batılı kavimlere saldırı ve hücumu, tarihin belli bir sayfasıdır. Doğu milletleri arasında Türklerin başta geldiği ve çok güçlü olduğu bilinmektedir. Gerçekten de Türkler, İslamlıktan önce Avrupa içerisine girmişler, saldırılar, istilalar yapmışlardır. Batı’ya saldıran ve İspanya’yı ele geçirerek Fransa sınırına kadar giden Araplar da vardır. Fakat efendiler, her saldırıya daima bir karşı saldırı düşünmek gerekir. Karşı saldırı ihtimalini düşünmeden ve ona karşı güvenilir bir tedbir bulmadan saldırıya geçenlerin sonu, yenilmek, bozguna uğramak ve yok olmaktır.

Atilla, Fransa ve Batı Avrupa topraklarına yayılmış olan imparatorluğunu batırdıktan sonra, bakışlarımızı Selçuklu Devleti’nin yıkıntıları üstünde kurulmuş olan Osmanlı Devleti’nin İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere çevirelim. Osmanlı hükümdarları arasında Almanya’yı, Batı Roma’yı ele geçirerek çok büyük bir imparatorluk kurma çabasında bulunmuş olan vardı. Yine bu hükümdarlardan biri bütün İslam dünyasını bir merkeze bağlayarak yönetmeyi düşündü. Bu amaçla Suriye ve Mısır’ı zaptetti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da hem Avrupa’yı zapt etmek, hem de İslam dünyasını hüküm ve idaresi altına almak gayesini güttü. Batı’nın sürekli karşı saldırısı, İslam dünyasının hoşnutsuzluk ve isyanı ve bu şekilde bütün dünyayı ele geçirme düşünce ve emellerinin aynı sınırlar içine aldığı çeşitli unsurların uyuşmazlıkları, sonunda benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihin sinesine gömdü.” [4]

Osmanlı İmparatorluğu’nun “ölçüsüz ve hesapsız” fetih anlayışının Osmanlı’yı yıkıma sürüklediğini iddia eden Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasetini, “Milli değil, belirsiz, bulanık ve kararsız” diye adlandırmıştır.[5]

“Çeşitli milletleri ortak ve genel bir ad altında toplamak ve bu çeşitli unsurlardan oluşan kitleleri eşit haklar altında bulundurarak güçlü bir devlet kurmak parlak ve çekici bir siyasi görüştür; fakat aldatıcıdır.” diyerek çok uluslu imparatorluk siyasetini eleştiren Atatürk, buradan sözü yeni Türk Devleti’ne getirerek şöyle demiştir:

“Bizim kendimizde açıklık ve uygulama imkanı gördüğümüz siyasi ilke, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların akıllarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin ifadesi budur. İlmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir…

Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak… Genellikle milleti uzun uzun emeller peşinde yorarak zarara sokmamak… Medeni dünyadan, medeni, insani ve karşılıklı dostluklar beklemektir.”[6]

Görüldüğü gibi Atatürk, “fetihçi” karaktere sahip “çok uluslu” bir “ümmet” imparatorluğundan “tam bağımsız” bir “ulus devlete” geçerken Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasetini alabildiğince eleştirmiştir. Bu eleştirilerin amacı, “cumhuriyet tarihi yalancılarının” söyledikleri gibi “geçmişi kötülemek” değil, geçmişin hatalarından ders alarak “geleceği kurgulamaktır”.

Atatürk’ün “Osmanlı eleştirileri” bir yönüyle “konjektürel” olsa da başka bir yönüyle “tarihsel gerçekleri” yansıtmaktadır.

Atatürk, Osmanlı siyasal düşüncesini ve bu düşüncenin temel dayanakları olan “hanedan” ve “hilafet” gibi kavramları eleştirerek, “Türk ulusu” ve “ulusal egemenlik” gibi kavramları vurgulamıştır.

“Osmanlı tarihini incelersek görürüz ki, bu bir millet tarihi değildir, milletimizin geçmişteki halini ifade eden bir şey değildir. Belki milletin başına geçen birtakım insanların hayatlarına, ihtirasılarına, teşebbüslerine ait bir hikayedir.”[7] diyen Atatürk, devrimci bir mantıkla bu “hanedan tarihini”, alabildiğince eleştirmiştir. Aslında Atatürk’ün en temel amaçlarından biri, binlerce yıllık Türk tarihini bu “hanedan tarihinin darlığından” kurtarmaktır.

Atatürk başta olmak üzere erken cumhuriyetçi kadronun Osmanlı eleştirilerinde bir ulus oluşturma kaygısının derin izleri vardır. Bu eleştirilerle “eki Osmanlı ümmeti” kimliği tamamen tasfiye edilerek, yeni “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” kimliği oluşturulmak istenmiştir. [8]

Atatürk’ün Osmanlı’ya yönelttiği temel eleştirilerden biri, “Osmanlı’nın Türkleri ihmal ettiği” yönündedir. Atatürk’e göre Osmanlı, izlediği fetih siyaseti sonunda fethettiği yerleri korumakta güçlük çekince buralarda yaşayan farklı dil, din ve geleneklere sahip milletlere bütün bu farklılıklarını koruyabilecekleri istisnalar, imtiyazlar verdikten sonra Türkleri de buralara muhafız yapmıştı. Atatürk, Türklerin Osmanlı’da askerlikten başka nerdeyse hiçbir şeyle uğraşmadıklarını, oysa diğer milletlerin çalışarak zenginleştiklerini ve sonuçta Türklerin kendi anayurtlarında başkasına muhtaç duruma düştüklerini belirtmiştir.[9]

Şu sözler Atatürk’e aittir:

“Osmanlı halkı içindeki Türk milleti de tamamen esir vaziyete getirilmişti. Bu netice arz ettiğim gibi, milletin kendi iradesine ve kendi hakimiyetine sahip bulunmamasından ve bu irade ve hakimiyetin şunun bunun elinde istimal edile gelmiş olmasından kaynaklanıyordu.”[10]

Atatürk’ün “Osmanlı eleştirilerinin” temelinde, yeni kurulan Türk Devleti’ni daha sağlam temeller üzerinde yükseltmek için Osmanlı’nın yaptığı hataları bilip bu hataları tekrarlamamak düşüncesi vardır.

Örneğin, daha 1922 yılında not defterlerinden birine (22 no) Konya’da bir sanat okulunun açılışı için yapacağı konuşma metninde “Osmanlı Devleti’nin sanata önem vermediğini” belirterek Osmanlı Devleti’ni eleştirmiş ve yeni Türk Devleti’nin Osmanlı’nın bu “yanılgısını” tekrarlamayacağını belirtmiştir.

İşte Atatürk’ün 2 Nisan 1922 tarihli o notları:

“… Fakat Osmanlı Türkleri İstanbul’u, Rumeli’yi fethettikten sonra kendilerini içtimai ve askeri hayatın ihtiyaçlarını bizzat temin ile başka işlerle (sanatla) uğraşmaya ihtiyaç duymadılar. Bu konuları, içli dışlı ilişkide bulundukları yabancıların sanatkarlarına bıraktılar.

Onlar yalnız uzun seferlerin hızını, geniş savaş alanlarının ulaşılmaz kahramanlığı şerefini elde ederek övündüler.

Onlar için bu kahramanlık sanatından başka sanat yoktu. Veya başka sanatla ilgilenmeyi haysiyetlerine zarar verecek sanırlardı.

Hafızamda aldanmıyorsam, Belgrat üzerinden Viyana’ya yürüyen bir Osmanlı ordusunun başında bulunan Sultan Süleyman-ı Kanuni’nin atının nalı düşmüştür. Nalbant bulmak önemli bir sorun olmuştur. Nihayet askerler arasında nalbantlıktan anlayan birisi bulunmuştur. Padişahın atı nallanmıştır. Fakat Padişah bu olaydan, ordusunda bir nalbant bulunmasından müteessir olmuştur. (Çünkü) Padişah, bu gibi sanatların orduya girmesinin orduyu zayıflatacağını düşünmekteydi.

İşte bu zihniyetin uygulaması sonucundadır ki, Osmanlı ordusunu iğneden ipliğe her türlü ihtiyacını sağlamada cahil ve aciz bir halde bırakmıştır.

Bütün ihtiyaçlarının sağlanması için millet ecnebilere bağlı kaldı. Bu zihniyetle sanatın gereği, sanatkarlığın önemi ve şerefi takdir olunamazdı.

Efendiler, bu zihniyetin ne kadar yanlış, ne kadar akıldan uzak olduğunu, asırların verdiği acı tecrübe ile ve özellikle bugün içinde bulunduğumuz şartların zorluğuyla anlamış, acısını hissetmemiş bir kişi kalmamıştır.”[11]

Bu sözleriyle Osmanlı’nın sanata, sanatçıya, zanaata ve zanaatkara önem vermemesini eleştiren Atatürk, sözü yaşanılan zamana getirerek, sanata önem verilmesi gerektiğini. “Bugün bu sanat okulunun açılışında hazır bulunduğumuzdan cidden bahtiyarım…” diyerek ifade etmiştir.[12]

ATATÜRK’ÜN ELEŞTİRDİĞİ OSMANLI PADİŞAHLARI

Atatürk’ün en sert biçimde eleştirdiği Osmanlı padişahı Vahdettin’dir.[13] Kurtuluş Savaşı’nın belli bir dönemine kadar, Halife-sultana bağlı kitlelerin Kurtuluş Savaşı’na cephe almamaları için Vahdettin’den “saygıyla” söz eden Atatürk, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı yıllarındaki hıyanetlerini görmeye başladıktan sonra (1920) Meclis gizli oturumlarında Vahdettin’in “hain” olduğunu açıkça ifade etmiş, ama yazışmalarında yine “strateji gereği” bu gerçeği açıklamamıştır. Ta ki, son padişah son ihanetini yapıp, düşmana sığınıncaya kadar... Atatürk, Vahdettin İngilizlere sığındıktan sonra (17 Kasım 1922) “Vahdettin gerçeğini” ulusuyla paylaşmıştır.

Bugün, cumhuriyet tarihi yalancılarınca “kahraman” ilan edilen Vahdettin’i Atatürk çok ağır biçimde eleştirmiştir. İşte o eleştirilerden bazıları:

“Saltanat, hilafet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta…”[14]

Atatürk Vahdettin’e sadece “alçak-hain” demekle kalmamış, çok daha ağrırı, “yaratık” demiştir. Evet! Yanlış okumadınız YARATIK demiştir…

İşte Atatürk’ün Vahdettin hakkındaki o sözleri:

“O zaman egemenliğin babadan oğula geçmesi gibi yanlış bir yöntem olarak büyük bir kat, gösterişli bir son kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek olan soylu bir ulusu nasıl utanacak bir duruma düşürebileceği, kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten neden ve nasıl olursa olsun Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek derecede aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa bir ulusun başında olduğunu düşünmek ne acıklıdır. Kıvancımız şudur ki: Bu alçak alçaklığını, atalarından kalma padişahlık katından Türk ulusunca atıldıktan sonra tamamlamış bulunuyor. Türk ulusunun bu öncelikli davranışı elbette övülmeye değer. Beceriksiz, aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama böyle bir yaratığın bütün Müslümanların halifesi kimliğini taşıdığını söylemek kuşkusuz uygun düşmez.”[15]

“Beceriksiz, aşağılık, duygusuz, anlayışsız, soysuz bir yaratık…” İşte Atatürk’ün Vahdettin’e bakışı bu kadar net ve bu kadar serttir. Tartışmasız, Atatürk’ün en sert biçimde eleştirdiği Osmanlı padişahı Vahdettin’dir. Çünkü o, hiçbir Osmanlı padişahının yapmadığını yapmış, bir ölüm kalım savaşında düşmanla çok sıkı bir işbirliğine girmiş, vatanı kurtarmaya çalışanların üzerine ordu göndermiş, bir iç savaş başlatmış, kısaca düşmanın maşası olmuş, bu da yetmemiş savaş sonrasında hiç çekinmeden düşmana sığınarak vatanından kaçmıştır.

Atatürk, “sultan” unvanına fazlaca önem vermesi ve Timur’la olan çatışmasından dolayı Yıldırım Bayezıt’ı, Fatih’in hamlelerini devam ettirmeyen II.Bayezıt’ı ve “saltanatı uğruna ülkeye yabancıları davet etti” dediği II. Mahmut’u da eleştirmiştir.[16] Ama bu eleştirilerin hiçbiri Vahdettin’e yönelik eleştiriler kadar sert değildir.

Atatürk, Harp Okulu yıllarındaki bir konuşmasında Osmanlı Devleti’nden, bazı Osmanlı padişahları ve devlet adamlarından şöyle söz etmiştir:

“Nerde Fatih, Yavuz, Kanuni, üçüncü Selim gibi hükümdarlar! Son devir Osmanlı padişahları hep cahil ve zavallı kimseler.Kendileri cahil oldukları için de memlekete düzen verebilecek vezirlere asla tahammül edememişler, memleketi bu hale sürüklemişlerdir. Abdülmecit Mustafa Reşit Paşa’dan, Abdülaziz Ali ve Fuat paşalardan, Abdülhamit Mithat Paşa’dan, Hüseyin Avni Paşa’dan daima korkmuştu. Sıkışık zamanlarda onları sadarete layık görmüşler, tehlikeyi atlattıktan sonra Mahmut Nedim gibi dalkavukları, hırsız ve uğursuzları işbaşına getirmişlerdir.Şunu iyi bilelim ki: Mithat Paşa sağ olsaydı, Hüseyin Avni Paşa öldürülmeseydi ne ordumuz ne de donanmamız bugünkü hale düşerdi. Akdeniz’de ikinci durumda olan donanmamız Karadeniz’de Ruslar’a herhalde dersini verecek 1877-1878 seferinde Ayastefanos’a kadar çekilmeyecektik.Türk-Yunan Savaşı’nda bu donanmayı haliçten çıkarmayacak hale getirmek suç değil midir? Millet padişahından neden hesap soramamalıdır?Bir hıyanet olan bu hareketlerde bulunan bir insanı Fatihlerin, Yavuzların torunu olarak kabul etmek mümkün müdür?”[17]

Görüldüğü gibi Harp Okulu öğrencisi, daha 20’li yaşlarındaki Mustafa Kemal, bir Osmanlı tarihi eleştirisi yaparak, “Millet padişahından neden hesap sormamalıdır?” diyebilmektedir. Ne diyelim “adam olacak çocuk işte!...”

ATATÜRK’ÜN HAZIRLATTIĞI TARİH KİTAPLARINI KİM DEĞİŞTİRDİ?

Atatürk’ün “Osmanlı eleştirileri” cumhuriyetin okul kitaplarına da girmişti. Liseler için hazırlanan tarih kitaplarında Osmanlı’nın eksik yönleri, yanlış politikaları hiç çekinilmeden eleştirilmişti. Bugün yapıldığı gibi cumhuriyetin ilk yıllarındaki ders kitaplarında “romantik” bir Osmanlı tarih anlatımı yoktu. Türk-İslam tarihinin en uzun süre ayakta kalmış devletinin eksikleri, yanlışları eleştirilerek Türk gençlerinin tarihlerinden ders almaları ve geçmişin hatalarını tekrarlamamaları amaçlanmıştı. Yani genç cumhuriyet Osmanlı tarihini, bir rahatlama aracı, eski başarılarla avunma yöntemi olarak değil, bir sosyal laboratuar olarak kullanmıştı. Genç cumhuriyetin Osmanlı tarihine yönelik bu yaklaşımı son derece doğrudur. Çünkü bilindiği gibi “tarih bilimi”, insanların kendi kendilerini avutmaları, geçmiş başarılarla övünmeleri amacıyla icat edilmiş bir oyun aracı, bir hamasi düşler makinesi değildir; “tarih”, toplumların geçmiş hatalarını bilerek o hataları tekrarlamalarını engellemek amacıyla geliştirilmiş, belge ve bilgiye dayalı bir sosyal bilimdir.

Ancak bugünün Türkiyesi’nde üstelik kendilerini “liberal” olarak tanımlayan kimileri, buz gibi, “Osmanlı seviciliği” yapmakta ve Atatürk’ün 20. yüz yılın başlarında Osmanlı’nın en gözde padişahlarının “fetih siyasetlerini” eleştirmesini yadırgamaktadırlar. Örneğin Taha Akyol, bir köşe yazısında Atatürk’ü, Fatih’i eleştirdiği için eleştirmiş ve haksız bulmuştur.[18] Oysa ki Peçevi, İbrahim Efendi, Katip Çelebi ve Naima gibi tarihçiler de Viyana’ya kadar dayanan Osmanlı fetih siyasetini, üstelik yüzlerce yıl önce, eleştirmişlerdi.[19]

Atatürk döneminde okul kitaplarında Osmanlı tarihi, “savaş” ve “anlaşma” tarihi olarak değil, “bilim”, “kültür”, “sanat” tarihi olarak anlatılmıştır. Atatürk, genç cumhuriyetin “kul” olmaktan “birey” olmaya terfi etmiş “çağdaş yurttaşlarını” savaş ve fetihle değil, savaş ve fetih başarılarının da ardında yatan “bilim”, “kültür” ve “sanat” alanındaki başarılarla motive etmeye çalışmıştır.[20]

Ancak Atatürk’ün bu “tarih bilinci” birilerini rahatsız etmiş, ve Atatürk öldükten sonra Türkiye’de genel olarak tarih eğitimi, özel olarak da “Osmanlı tarihi anlatımı” değiştirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’yle imzalanan 1949 Eğitim Komisyonları Anlaşması gereğince, ABD’li uzmanların isteğiyle Osmanlı tarihi, yeniden “savaş”, “fetih” ve “anlaşma” tarihine indirgenmiş, Osmanlı “sanatı” “kültürü” (en azından mimarisi) nerdeyse tamamen kitaplardan çıkarılmıştır. Amerika’nın, Osmanlı tarih yazımında böyle bir değişiklik yapmasının nedeni 1950 ve sonrasındaki “soğuk savaş” döneminde siyasi rakibi Komünist Rusya’nın burnunun dibindeki Türkiye’den daha rahat yararlanmak istemesidir. Şöyle ki: ABD, “Osmanlı atalarının savaşçılığıyla motive olan Türk gençlerinin”, asker olarak kendisine daha yararlı olacağını düşünmüştür. Bu nedenle Türk tarih Osmanlı tarihine, Osmanlı tarihi de “savaş” ve “fetih” tarihine indirgenmiştir.

İşte bu süreçte, sadece tarih kitapları değiştirilmemiş, Atatürk’ün “ulus” ve “milliyetçilik” anlayışları da değiştirilmiştir. Atatürk’ün, “En aşağı 7 bin yıllık” Anadolu tarihinden beslenen, Hatti, Hitit, Sümer, Truva, Bizans, Selçuklu, Osmanlı medeniyetlerinin mirasçısı olan “Türk milleti” tanımı, 1071’de Orta Asya’dan Anadolu’ya giren “göçebe kitlelerin”, zaman içinde Anadolu’da kurdukları Osmanlı Devleti’ne indirgenmiş, Osmanlı Devleti de sadece “savaşa” ve “fetihe” mahkum edilmiştir. Bu tarihi okuyan Türk gençleri de “Osmanlı’nın askeri zaferleriyle” övünmeyi, “Milliyetçilik” zannetmeye başlamışlardır.[21]

ATATÜRK’ÜN BEYENDİĞİ OSMANLI PADİŞAHLARI

Osmanlı’yı “akılcı” ve “bilimsel” ölçülerde alabildiğince eleştiren Atatürk, asla bir “Osmanlı düşmanı” değildir. Osmanlı tarihinin, Türk-İslam tarihinin çok önemli bir bölümü olduğunu da her defasında vurgulamış, özellikle bazı Osmanlı padişahları ve bazı Osmanlı büyüklerinden övgüyle söz etmiş, genç kuşaklara onların mutlaka anlatılması gerektiğini belirtmiştir.

Örneğin, Atatürk daha Harp Akademisi’nde öğrenciyken tuttuğu notlarda Yavuz Sultan Selim’i, Çaldıran’da soğukkanlılığını hiç kaybetmediği için takdir etmiştir.[22]

1904 yılında 3 numaralı not defterine, “Meşhur Osmanlı Kumandanları” başlığı altında Makbul İbrahim Paşa ve Lala Mustafa Paşa’nın biyografilerini yazmış, her iki Osmanlı devlet adamından da övgüyle söz etmiştir.[23]

Osmanlı’nın belli politikalarını alabildiğince sert biçimde eleştiren Atatürk, Türk-İslam tarihindeki bütün önemli isimler gibi Osmanlı tarihinin abide isimlerine de gereken önemi vermiştir. Atatürk’ün en çok değer verdiği tarihi isimlerin başında Hz. Muhammed, Cengiz, Timur, Yıldırım ve özellikle Fatih gelmektedir.

Hz. Muhammed için, “Benim senin adın silinir; fakat o ölümsüzdür” demiş.[24]

Yıldırım için: “Bir gün ressamlar kahramanlık simasını kaybederlerse Yıldırım’ın şahsında bulabilirler” demiş.

Timur’u çok akıllı bulmuş, “Onun yaptıklarını ben yapabilir miydim, bilmiyorum” demiş,

Çok önem verdiği Fatih’ten: “Büyük adamdı büyük…” diye söz etmiş ve İstanbul Rumeli Hisarı’na bir Fatih heykeli diktirmek istemiştir.

Yine İstanbul’a Barbaros Hayrettin Paşa, Timur, Mimar Sinan ve İbn-i Sina’nın heykellerini diktirmek istemiştir.[25]

Dahası Atatürk, 1930’lardaki tarih çalışmaları kapsamında Osmanlı tarihinin de bilimsel bir şekilde araştırılmasını istemiş ve ilk olarak yurt dışında Tarih doktorası yapan manevi kızı Afet İnan’a ünlü Osmanlı denizcisi Piri Reis’in hayatını araştırma görevi vermiştir. Afet İnan’ın Piri Reis araştırmasıyla bizzat ilgilenen Atatürk, Afet İnan’ın ihtiyaç duyduğu arşiv belgelerini bizzat kendisi temin ederek Cenevre’ye Afet İnan’a göndermiştir. [26]

ATATÜRK’ÜN ABDÜLHAMİT’E BAKIŞI

Atatürk’ün Osmanlı padişahları hakkında en ilginç değerlendirmesi Padişah II. Abdülhamit hakkındadır. Bir zamanlar Abdülhamit istibdadını yıkmak için mücadele etmiş, hatta Harp Okulu’ndan mezun olur olmaz Abdülhamit karşıtlığından dolayı hapis yatmış olan (1905) Atatürk, 1937 yılında Abdülhamit hakkında şunları söylemiştir:

“… Bak çocuk, kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit’in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim, 19. yüzyılın sonlarında uygulanmış olursa…”[27]

ATATÜRK’ÜN FATİH HAYRANLIĞI

Zaman zaman bazı politikaları nedeniyle eleştirmiş olsa da Atatürk’ün en sevdiği, en beğendiği Osmanlı padişahı tartışmasız Fatih Sultan Mehmet’tir.

Atatürk, 1930’da Afet İnan’a, Fatih Sultan Mehmet’in en büyük başarılarından biri olan İstanbul’un fethi hakkında şu çarpıcı sözleri söylemiştir:

“İstanbul’un fethi olayını değerlendirirken diyenler vardır ki: Bizanslılar Türklerden daha medeni idiler, fakat Türklerin harsı kuvvetli olduğu için galip ve başarılı oldular! Bu anlayış anlatım doğru değildir. Gerçekte Türkler Bizanslılardan daha hem daha medeni idiler, hem de ırki karakterleri onlardan yüksekti. Medeniyet dediğimiz harsın üç önemli özelliğini göz önünde tutarak olayı değerlendirirsek fikrimiz kolaylıkla anlaşılmış olur:

İstanbul’u alan Türkler, devlet hayatında elbette Bizans İmparatorluğu’ndan çok yüksekti. Türklerin İstanbul’un fethinde inşa ve icat ettikleri gemileri toplar ve her çeşit araçlar, gösterdikleri yüksek fen yeteneği, bilhassa koca bir donanmayı Dolmabahçe’den Haliç’e kadar karadan nakletmek dehası, daha önce Boğaziçi’nde inşa ettikleri kuleler, aldıkları tedbirler, Bizans’ı alan Türklerin fikir ve fen aleminde ne kadar ileri olduklarının yüksek şahitleridir. Bizans prenslerinin Türk ordugahlarında staj yaptıklarını, her konuda ders aldıklarını da hatırlatmak isterim. Daha Atilla zamanında Doğu Roma İmparatorluğu’nun Türklerin haraçgüzarı olacak kadar siyasette ve askerlikte bilgi ve beceriden yoksun düzeyde olduğu bilinmektedir. Bizans’ı alan Türklerin, ekonomik hayatta, Bizanslıların çok ilerisinde olduğunu anlatmaya dahi gerek yoktur.”[28]

Görüldüğü gibi Atatürk, İstanbul’un fethinin arkasındaki “akla”, “fenne”, “tekniğe” vurgu yapmaktadır. “Yüksek bir akılla” İstanbul’u fetheden zihniyetle övünen Atatürk, daha sonraki yüzyıllarda “yüksek akılsızlıkla” bir devleti batıran zihniyeti eleştirmektedir.

Aslında mesele bu kadar basittir.

Atatürk, bir keresinde Fatih’e hayranlığını şöyle ifade etmiştir:

Bir gün İstanbul’un fethinden konuşulurken söz Fatih Sultan Mehmet’e gelir. Atatürk ortaya: “Tarih acaba benim mi yoksa İkinci Mehmed’in mi yaptığımız işleri daha mühim bulacaktır” diye bir soru atar.

Orada bulunanların neredeyse hepsi: “Siz!..” derler. Bunun üzerine Atatürk “Niçin?” diye bir soru daha sorar.

Cevap sırası gelenler, “Atatürk’ün Fatih’ten çok büyük olduğunu kanıtlamak için” akla hayale gelmeyecek kanıtlar toplamaya ve Atatürk’e övgüler dizme konusunda adeta birbiriyle yarışmaya başlarlar.

Hatta bazıları: “Sizin yanınızda Fatih kim olurmuş?” der.

Ancak bütün bu cevaplar Atatürk’ü tatmin etmez.

Sonunda söz orada bulunanlardan en genç olana gelir. Bu genç: “Efendim!” der ve şöyle devam eder: “Tarih bir sınav salonuna benzer, karşısına gelenlere birtakım özel sorunlar verir. Sonuçta verdiği sorunları çözüşüne ve bundaki yeteneğine göre bir numara verir. Aşağı yukarı tarihin sınavına çıkanların hepsi ayrı şartlar içinde ayrı sorunlar karşısında kalmışlardır. Bunları en iyi halledenler de tereddütsüz on numara almışlardır …

Fatih karşısına çıkan sorunları en iyi şekilde çözerek on numara almıştır. Siz de önünüze çıkan sorunları halletmiş ve on numarayı kazanmış bir tarih büyüğüsünüz.”

Bu sözleri büyük bir dikkatle dinleyen Atatürk: “Bravo!” diyerek genci kutladıktan sonra biraz önce Fatih’i küçümseyenlerden birine dönerek:

“Sen haltetmişsin!..” der ve şunları söyler:

“Ben Fatih’ten büyük olabilir miyim! Çok kereler Fatih’in karşılaştığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı çözüm yollarını bulmuşumdur. Yalnız, Fatih, benim karşısında kaldığım sorunları nasıl hallederdi?Bunu çok merak ederim.. İkinci Mehmet büyük adamdır büyük…”

Atatürk, biraz uzaklara dalıp düşündükten sonra “Tarihimize nasıl bakmalı?” sorusuna cevap verircesine şunları söylemiştir:

“İmkan olsa da her Türk ailesinin tarihi tespit edilebilse. Asırlar içinde her ailenin bir, iki, üç büyük adam verdiği tespit edilebilir. Mesela Timur soyundan Hasan Baykara, Osmanoğulları’ndan Fatih, Yavuz, hatta Dördüncü Murat, Selçukoğulları’ndan Ertuğrul, Kılıç Arslan filan o dönemin tarih anlayışı içinde hatıraları bize kadar ulaşmış Türklerdir. Yalnız şunu da unutmamalıdır ki, hiçbir adamın memleketine hizmet etmiş olmasına karşılık, sülalesini bir memleketin başına sarmağa da hakkı yoktur. Onun içindir ki Türk’ün karakterine bey’zadelik geleneği yerleşmemiştir. Türk, Türk olduğu için asildir. Bu Anadolu’nun en ücra köşesindeki Mehmetçik, vaktiyle dünyanın yarısını titretmiş bir sınır beyinin nesli olabilir. Ama bundan dolayı hiçbir iddiası yoktur. Çoğumuz büyük babamızın babasını hatırlamayız. Bütün soy gururumuzu Türk olmanın içinde buluruz. İşte onun içindir ki cumhuriyet Türk’ün en tabii yönetim şeklidir.

Amma ben Fatih’in devrinde yaşasaydım reyimi (oyumu) tereddütsüz ona verir ve onu reisicumhur (cumhurbaşkanı) seçerdim”[29]

İşte Atatürk’ün Fatih’e bakışı… İşte Atatürk’ün Osmanlı’ya bakışı… Tarihiyle “kavga” etmeden yanlışları ve doğruları ayrı ayrı ortaya koyan, tarihten dersler çıkaran ve bu derslerle geleceği biçimlendiren bir lider. Oy uğruna, “Osmanlı romantikliği” ve “padişah seviciliği” yapmayan, hain Vahdettin’i alabildiğince eleştirirken büyük Fatih’e sonuna kadar sahip çıkan gerçek bir lider…

İşte Atatürk… İşte Atatürk’ün “Muhteşem Yüzıl”a bakışı…

Sinan Meydan

[1] Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, Ankara, 2001.

[2] Afet İnan, Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s. 27, 28.

[3] Atatürk, Nutuk, İstanbul, 2002, s. 341.

[4] Nutuk, s.341,342.

[5] Age, s.342.

[6] Age, s.342,343.

[7] İnan, age, s.27.

[8] Cumhuriyetin resmi yayın organı durumundaki Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Osmanlı’ya yönelik çok ağır eleştiriler vardır. Bkz. Hakimiyet-i Milliye, 10 Haziran 1929, 6 Mart 1929.

[9] Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri, C.II, Ankara, 1972,s. 103-105.

[10] Age, s.103-105.

[11] A. Mithat İnan, Atatürk’ün Not Defterleri, s.118-121.

[12] Age, s.121.

[13] “Vahdettin’in hainliği” konusunda, Türk ve dünya arşivleri taranarak yapılmış son çalışmalardan biri için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, s. 102-279

[14] Nutuk, s.1.

[15] Age, s.546.

[16] Mehmet Halit Yaşaroğlu, Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, İstanbul, 1954, s.57.

[17] Asım Gündüz, Hatıralarım, İstanbul, 1953, s.14 vd.

[18] Taha Akyol, “Osmanlı ve Bizans”, Milliyet, 10 Aralık 2004.

[19] Sabahattin Özel, Atatürk ve Atatürkçülük, İstanbul, 2006,s.184.

[20] Sinan Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, 3.bs, İstanbul, 2010, s. 124 vd

[21] Atatürk’ün Tarih Tezi’nin 1949’dan sonra nasıl değiştirildiği ve ABD’nin tarih kitaplarına nasıl müdahale ettiği konusunda bkz. Sinan Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, 3. bs, İstanbul, 2010, s.351 vd.

[22] Atatürk’ün Not Defterleri II, Ankara, 2004, s. 28.

[23] Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.I, s. 27.

[24] Atatürk’ün Hz. Muhammed’e bakışı hakkında bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bs, İstanbul, 2010, 871 vd.

[25] Asaf İlbay’dan aktaran, Özel, age, s.184,185; Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, s.128, 129.

[26] Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, s.941-944.

[27] Atatürk bu sözleri 1937’de bir gazetede Abdülhamit’i ağır şekilde eleştiren bir yazı kaleme alan kişiye söylemiştir. Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, s.34,35.

[28] Ergün Sarı, Atatürk’le Konuşmalar, s. 183,184.

[29] Yaşaroğlu, age, s.57,58.

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...hteem-yuezylqa-bak&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK IRKÇI MIYDI? "Bir Liberal Ezberi Bozmak"

ddd.jpg


Taraf Gazetesi hepimizin malumu!... İşte bu Taraf’ın televizyon televizyon dolaşan genç ve “cevval” bir yazarı (!) var. Yaka bağır açık biçimde bağıra çağıra, el kol hareketleriyle bir şeyler anlatmaya çalışan, sözü döndürüp dolaştırıp İzmir’e ve Atatürk’e getiren; İzmir’e “faşist”, Atatürk’e “diktatör” demeden rahat edemeyen bu “genç” yazarı siz tanıyorsunuz. Tarih hakkında pek fazla bilgiye ve analiz yeteneğine sahip olmadığını düşündüğüm bu “gürültü kirliliği” yaratan genç arkadaşı aslında fazla ciddiye alma taraflısı değilim; ancak son zamanlarda Atatürk’e yönelik “iftiralarını” iyice arttırdığını gördüğüm için bu yazıyı kaleme almak zorunda kaldım.
ÇAMUR AT İZİ KALSIN

Malumunuz, genç yazarımız son zamanlarda Taraf’taki köşesinde ve çıktığı tv ekranlarında lafı evirip çevirip, bir yerlerden işittiği bilgi kırıntılarını üst üste yığıp “Atatürk’ü, Yahudilere soy kırım yapmakla” suçlamakta…

Güya 1934 yılında Trakya’da Yahudilere Türkler tarafından “soykırım” yapılmış ve üstelik bu “soykırım” Atatürk’ün bilgisi dahilinde yapılmış! Gazeteci-Yazar Rıza Zelyut’un, “Casus Taraf’ın Atatürk Müfterisi” başlıklı yazısında dediği gibi: “Adamın konuşmalarına bakınca: Sanki Trakya’da Yahudiler gaz odalarında yakıldı da bunu da Atatürk istedi gibi bir hava çıkarıyorsunuz.”[1]

TRAKYA OLAYLARINI ATATÜRK ÖNLEMİŞTİ

Evet! 1934 yılında Trakya’da Yahudilere karşı bölge halkının bir tepkisi olduğu doğrudur. Ancak bu tepki, o yıllarda bütün dünyada yaygınlaşan “Yahudi düşmanlığının” Türkiye’deki küçük bir yansımasıdır. Bölgedeki olaylarda Yahudililere yönelik bazı saldırılar olmuş ve bazı kendini bilmezlerce Yahudilerin malları yağmalanmıştır. Ancak tamamen bölgesel bir tepki olarak ortaya çıkan bu olaylar, kısa bir süre sonra hükümet tarafından bastırılmıştır. Yani, “cevval gazeteci”nin atıp tuttuğu gibi, olaylar hükümetin ve Atatürk’ün bilgisi dahilinde “bilinçli olarak” Yahudileri soykırıma uğratmak için başlatılmamış, tam tersine başlayan olalar bizzat Atatürk tarafından bastırılmıştır.

Bu gerçeği, başka bir Taraf yazarı Ayşe Hür, bir yazısında şöyle itiraf etmiştir:

“…(Bu olaylar) Yahudi cemaatinin önde gelenlerinden Gad Franko ve Mişon Ventura’nın 4 Temmuz 1934 günü Atatürk’le yaptığı gizli görüşme sayesinde sona erecekti. Kamuoyu olayları, 5 Temmuz 1934 günü Başvekil İsmet İnönü’nün TBMM’de yaptığı konuşmayla duydu. İnönü, Meclis’in tatile girmesi dolayısıyla yaptığı uzun konuşmasının bir yerinde Trakya’daki olaylardan söz ederek, gerekli önlemlerin alındığından söz ederek, kaçanların geri dönmesini istemişti. Bu konuşma Trakya’daki yerel idarecileri, saldırgan güruhu engellemek zorunda bırakmıştı..”[2]

“Toy yazar bize inanmaz diye” kendi Taraf’ından bir tarihçiye başvurdum!

II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da başlayıp tüm dünyaya yayılan “Yahudi düşmanlığının”, Türkiye’nin Avrupa’ya en yakın bölümü olan Trakya’da “münferit” bir olayla gündeme gelmesinden “bir soykırım” çıkaran genç yazara iki tavsiyem var: Bir: Osmanlı İmparatorluğu döneminde bütün gayrimüslimlere olduğu gibi Yahudilere hangi kısıtlamaların getirildiğini araştırsın: Mesela Yahudilerin giysilerinin, evlerinin renklerinin, başlıklarının biçimlerinin Müslümanlar gibi olup olamadığına baksın! Yani “Millet Sistemini” incelesin! İki: Genosid (soykırım) kavramının ne anlama geldiğini araştırıp, Hitler’in II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudilere yaptıklarını öğrensin! Sonra da şapkasını önüne koyup 1934 olaylarına “soykırım” demenin nasıl bir ruh halinin dışa vurumu olduğunu düşünsün!

LİBERAL EZBERİ BOZMAK

Günümüzde Taraf yazarı gibi “liberal takılanların” en belirgin ortak noktalarından biri, Atatürk’e “diktatör”, “yabancı düşmanı”, hatta “faşist” yakıştırmalarında bulunmalarıdır. Onlara göre “diktatör Atatürk”, 1930’larda “Türk ırkçılığı” yaparak yabancı düşmanlığını körüklemiş, Atatürk, Ermenilere, Rumlara ve Yahudilere büyük baskılar yapmış (!) hatta Rasim Ozan Kütahyalı’nın iddiasına göre Yahudilere soykırım yapma noktasına gelmiştir!

Liberal ezbere göre “Atatürk bir diktatördür” ve “diktatör Atatürk de bir yabancı düşmanıdır!”

Şimdi gelin bu “liberal ezberi” bozalım!

EİNSTEİN’İN ATATÜRK’E YAZDIĞI MEKTUP

Dünyaca ünlü bilim adamı A. Einstein, Hitler baskısından bunalan Yahudi kökenli Alman bilim insanlarının sözcüsü ve OSE Dünya Birliği’nin şeref başkanı sıfatıyla 17 Eylül 1933’te Atatürk’e yazdığı ve “Ben sadık hizmetkarınız Prof. Albert Einstein!” diye biten mektubunda, “Almanya’dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarını Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum…” diyerek, Yahudi kökenli Alman bilim insanları adına Atatürk’ten iş ricasında bulunmuştu.[3] Atatürk, Einstein’in bu ricasını kabul etmiş ve çok sayıda Yahudi kökenli Alman bilim insanı Türkiye’ye gelerek genç cumhuriyetin üniversitesinde ve okullarında çalışmaya başlamışlardı. Atatürk de aynı yıl, 1993 Üniversite Reformu dolayısıyla Einstein’i Türkiye’ye davet etmişti. Princeton Üniversitesi’nde 1949 yılında A. Einstein’la görüşen Prof. Dr. Münir Ülger, görüşme sırasında Einstein’in, “Dünyanın en büyük liderine sahipsiniz. 1933’teki üniversite reformunuz sırasında beni de ülkenize davet etmişti” dediğini belirtmektedir.[4]

Dünyaca ünlü bilim adamı A. Einstein’in, dünyada onca lider ve onca devlet varken Atatürk’ün liderliğindeki genç Türkiye Cumhuriyeti’ne başvurması çok anlamlıdır. Belli ki, Atatürk’ün ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin “bilime” ve “bilim insanına” verdiği değer ülke sınırlarını aşmış dünyaya yayılmıştır. Murat Bardakçı’nın yerinde tespitiyle: “İşte Cumhuriyet rejiminin henüz on yaşında olduğu günlerdeki Türkiye ile 83 yaşındaki Cumhuriyet Türkiyesi arasındaki fark… İlki Einstein’in dostları için iş talebinde bulunduğu, büyük gelecek vaat eden genç bir devlet; diğeri ise gündemini sadece kadınlara mahsus parkların, cüppeli namazların, yahut kadın eli sıkmanın günah olup olmadığının tartışılır hale getirildiği bir ülke..”[5]

Atatürk’ün, Yahudi kökenli Alman bilim insanlarına kapıları açmasından sonra, 1933 sonrası Türkiye’de bilimsel araştırmalarda adeta bir “patlama dönemi” yaşanmıştır. Yahudi kökenli Alman bilim insanları 1930’ların dünyasında Türkiye’yi bilimin parlayan yıldızı yapmaya başlamıştır. Örneğin, John Dawey, Prof Dr. Alfred Kühne, Prof Frey, Leibzig Üniversitesi’nde pedagoji uzmanı olan Prof Stiehler, Ukrayna Güzel Sanatlar Akademisi Şefi Prof Dr. Ernest Egli, Halk müziği incelemelerinde Bela Bertok, Konservatuarın şan bölümü için Prof. Dr. Paul Lohman, Ulusal müzik ve tiyatro incelemelerinde Karl Ebert, Ziraat Sanayi Meslek Okullarının kurulmasında Prof. Dr. Ömer Buyse, Ziraat Bakanlığına bağlı okulların ıslahında Prof. Dr. Oldenburg ve daha nice bilim insanı Türkiye’ye davet edilmiştir.[6]

TÜRKİYE’DE TARİH ARAŞTIRMALARI VE YAHUDİ BİLİM İNSANLARI

Türkiye’de “tarih” ve “arkeoloji” alanında bilimsel çalışmaların başlamasında 1933’te Atatürk’ün isteğiyle Türkiye’ye gelen Yahudi kökenli Alman bilim insanlarının çok önemli bir katkısı vardır.

1930’larda Türkiye’de Atatürk’ün isteğiyle, Sümeroloji ve Hititoloji bölümlerini kuran bu Yahudi kökenli Alman bilim insanlarıdır.

Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, o günleri şöyle anlatmaktadır:

“1936 yılında bu bölümlere hiçbir bilgimiz olmadan girdik. Hititoloji hocamız, Hitler rejiminden kurtulan ve 2000’de ölen Prof. H.G Guterbock, Sümeroloji hocamız aynı koşullarda getirilen Prof. B. Landsberger, arkeoloji hocamız da Yahudi olmadığı halde davet edilen Prof. Van der Osten’di. Dersler bir çevirmen aracılığıyla veriliyordu. Bizler de not tutuyorduk. Henüz dil bilmiyorduk, kitaplarımız yoktu. Bütün bunlara rağmen hocalarımızın ve bizim sabır ve gayretimizle 1940 yılında eğitimimizi tamamladık. Hocalarımız Hatice Kızılyay ile beni fakültede bırakmak istedilerse de bazı aile sorunlarını ileri sürerek kabul etmedik ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne çiviyazılı tabletler üzerinde çalışmak üzere atandık. Orada 1937 yılında yine Yahudi asıllı olması nedeniyle ülkemize gelen Dr. F.R. Kraus çalışıyordu. Biz de onun çalışmalarına katıldık. 1949 yılına kadar onunla, o ayrıldıktan sonra da Hatice Kızılyay ile ikimiz çalıştık…”[7]

Hitler korkusundan tüm dünyanın tir tir titrediği 1930’lu yıllarda, gidecek ülke arayan Yahudi kökenli Alman bilim insanlarına Türkiye’nin kucak açması, Atatürk’ün Hitler’den korkmadığını ve Yahudilere karşı hiçbir önyargısı olmadığını gözler önüne sermektedir. Herkesin Yahudilere kapılarını kapattığı bir dönemde Atatürk ve genç cumhuriyet “iş arayan” Yahudi bilim insanlarını, İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere cumhuriyetin yeni kurulan çağdaş okullarında istihdam etmiştir.

MİLLETVEKİLLERİNİN İKİ KATI MAAŞ

Atatürk, sadece Yahudi kökenli Alman bilim insanlarını Hitler’den kurtarmakla kalmamış Türkiye’de çalışan bu bilim insanlarına milletvekillerinin iki katı maaş ödemiştir.[8]

1934 yılında Hititolog H.G Guterbock, Sümerolog B. Landsberger, Arkeolog F.R Kraus gibi Yahudi kökenli onlarca bilim insanı İstanbul’da Ankara’da “milletvekillerinin iki katı maaşla” özgür bir ortamda bilimsel çalışmalarını yürütürken, aynı yıl Atatürk’ün ve genç cumhuriyetin Trakya’daki Yahudilere soykırım yaptığını iddia etmek için insanın akıl sağlığının yerinde olmaması gerekir: Bir ülke düşünün ki bir taraftan Yahudileri katletsin (!) diğer taraftan Yahudilere kucak açsın!..

IRKÇI DEĞİL MİLLİYETÇİ

“Ne mutlu Türk olana” değil, “Ne mutlu Türküm diyene” diyen Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkesi” Türk olarak kabul eden; “kökene, ırka, kan bağına” değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığa, Türkiye Cumhuriyeti’ni yükseltip yüceltmek için çalışmaya dayanan bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, “bencilce” ve “mağrurca” bir milliyetçilik değildir.

Şu sözler Atatürk’e aittir:

“Biz öyle ulusçularız ki bizimle işbirliği yapan bütün uluslara saygı duyarız. Onların ulusçuluklarının bütün gereklerini tanırız. Bizim ulusçuluğumuz, bencilce ve mağrurca bir ulusçuluk değildir”.

TÜRK TARİH-DİL VE ANTROPOLİJİ TEZLERİNİ IRKÇILIK SANMAK

Atatürk’e “ırkçı” yaftası yapıştırmak isteyen “liberallerin” sıkça dile getirdikleri, Türk Tarih-Dil ve Antropoloji çalışmaları ise, 1930’ların dünyasında Avrupa’da dillendirilen, bilimsel araştırmalara konu olan meselelerdir. Atatürk Türk Tarih ve Dil Tezleriyle Antropoloji çalışmalarını başlatırken, dünyaca ünlü bir çok tarihçiyi, arkeologu ve dilciyi Türkiye’ye davet etmiştir. Tarih ve Dil Kurultaylarında çok sayıda yabancı bilim insanı bildiri sunmuş, görüşlerini açıklamıştır. Yani, bizim liberallerin sandığı gibi, Atatürk’ün Tarih, Dil ve Antropoloji çalışmaları “ırkçı”, “bilim dışı” Atatürk’ün “uydurmalarına” dayalı çalışmalar değil, 1930’ların bilim dünyasında bir yeri olan ve dünyaca ünlü bilim insanlarının da katılımıyla tartışılan tezlerden oluşan çalışmalardır. Ayrıca bugün geldiğimiz noktada Atatürk’ün 1930’lardaki Tarih ve Dil çalışmalarının önemli bir bölümü doğrulanmaktadır. Örneğin, Sümerlerle Türkler arasındaki ilişki, Etrüsklerin Asyenik bir kavim olduğu, Türkçenin dünyanın en eski dillerinden biri olduğu (ilk yazıya geçirilen dil Sümercenin dünyada en çok Türkçeye benzediği artık kanıtlanmıştır) vb birçok konuda, Türk Tarih ve Dil Tezi’nin 1930’larda gerçeği gördüğü anlaşılmıştır.[9] Ancak, Atatürk’e alerji duyan, kültürüne yabancı “ulusal omurgası kırık aydınlarımız” Türk ve Dil Tezlerini hala “ırkçılık” sanmaktadırlar.

Atatürk’ün 1930’lardaki “kan grubu” ve “kafatası” araştırmalarının nedeni ise, bazı “liberellarin” sandığı gibi, Türk ırkının “üstünlüğünü” değil, “eşitliğini” savunmaktır. I. Tarih Kurultayında Şevket Aziz Bey’in şu sözleri, bu gerçeği kanıtlamaktadır: “…Normalin üstünde bir boy, brekesifal kafa, ince uzun bir burun, kulaklar normal ebatta bulunuyor. Bu tip, Avrupai denilen Alp adamı tipinin aynıdır. Hiç fark yoktur…”[10]

1930’larda Atatürk’ün yaptırdığı antropoloji çalışmaları, tamamen Batı’nın Türkleri aşağılayan “ırkçı” tarih ve antropoloji tezlerine cevap vermek için yaptırılmış ve Türklerin de Batılılardan (Ari ırklardan) ırki bir farklarının olmadığı kanıtlanmak istenmiştir. Yani Atatürk, Batı’yı Batı’nın “antropoloji silahıyla” vurmayı denemiştir.[11]

ATATÜRK’ÜN “YABANCI DÜŞMANI” OLMADIĞININ AÇIK KANITI

Atatürk’ün “ırkçı” veya “yabancı düşmanı” olmadığının en açık kanıtları ise 1930’lu yıllardaki “tarih”, “dil” ve “antropoloji” çalışmaları sırasında karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu çalışmalara katılanlar arasında çok sayıda YAHUDİ, ERMENİ VE RUM bilim insanı vardır.

Örneğin:

Tekin Alp: Kemalizm “doktrin mi?” “ideoloji mi?” tartışmalarının yaşandığı 1930’lu yıllarda Atatürk’ün de iznini ve onayını alarak “Kemalizm’in kitabını yazan kişi”, Yahudi kökenli bir Türk vatandaşı olan Tekin Alp’tir. Asıl adı Mohez Kohen olan Tekin Alp, gerçek bir Türkiye sevdalısı, gerçek bir Türkçü ve Atatürkçü’dür. 1936’da yazdığı Kemalizm adlı kitap, Atatürk’ü ve Türk devrimini en iyi anlatan kitaplardan biridir.[12]

H.G Guterbock: Atatürk’ün Türk Tarih Tezi üzerinde çalışan, Türk Tarih Kurultaylarına katılan, Hititler hakkında çok önemli araştırmalar yapan, Türkiye’de Hititoloji bölümünün kurucusu olan Hititolog Gutterbock Yahudi kökenli bir Alman bilim insanıdır.

B. Landsberger: Türk Tarih Tezi’ni savunan, Tarih Kurultaylarına katılan, Sümerlerle Türkler arasındaki ilişki üzerinde duran, Türkiye’de Sümeroloji bölümünün kurucusu, dünyaca ünlü Sümerolog Landsberger Yahudi kökenli bir Alman bilim insanıdır.

Avram Galanti: Türk Tarih ve Dil tezlerine eleştiriler yönelten Yahudi kökenli Türk vatandaşı, eğitimci ve siyaset adamıdır. 1931’de toplanan I. Türk Tarih Kongresi’ne, “Yerli Tarih Kitabı, Türk Tarihi’nin Ana Hatları Hakkındaki Mülahazat” adlı bir bildiri sunmuştur.

Agop Martayan Efendi: Türk Dil Tezi’nin savunucularından Ermeni kökenli bilim insanıdır. 1932’deki I Türk Dil Kurultayı’nda, “Türk-Sümer-Hun –Avrupa Dilleri Arasında Mukayeseler” adlı bir bildiri sunmuştur.

Agop Dilaçar: Atatürk’ün tarih ve dil çalışmalarının en önemli katılımcılarından biri olan Ermeni asıllı bilim insanıdır. Özellikle Türk Dil Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin önde gelen savunucularındandır. 1937’deki III. Türk Dil Kurultayı’nda, “Güneş Dil Antropolojisi” adlı bir bildiri sunmuştur.[13] Soyadı kanunu çıkınca Atatürk ona, Türk diline olan katkılarından dolayı “Dilaçar” soyadını vermiştir.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür: İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif’in Arnavut kökenli bir Türk vatandaşı olması, Atatürk’ü derinden etkileyen Ziya Gökalp’in Kürt kökenli bir Türk vatandaşı olması gibi… Mehmet Akif’in ve Ziya Gökalp’in Türklüğünden şüphesi olan var mı?

Taraf’ın az bilen çok konuşan yazarı gibi tarihi gerçekleri bilmeden içlerindeki “kin” ve “düşmanlık” dürtüleriyle Atatürk’e ve cumhuriyete yönelik ahkam kesenlerin önce bu gerçekleri öğrenmeleri gerekir.

Atatürk ve genç cumhuriyet, ne Yahudi kökenli Mohez Kohen’i, ne Ermeni kökenli Agop Dilaçar’ı, ne de Arnavut kökenli Mehmet Akif’i dışlamıştır. Cumhuriyet, kendini Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı gören herkesi “Türk vatandaşı” olarak adlandırıp bağrına basmıştır.

Bir zamanlar Atatürk’ü, sözüm ona aşağılamak için, Atatürk’e “Yahudi” yaftası yapıştırmaya çalışırlardı; o tutmadı; şimdi de Atatürk’e “Yahudi düşmanı” yaftası yapıştırmaya çalışıyorlar; ama nafile! Çünkü güneş balçıkla sıvanmaz…

O BİR ÇINAR AĞACINA BİLE KIYAMAMIŞTI

Atatürk’ü “yabancı düşmanı”, “soykırımcı”, göstermek isteyen aklı evveller! Atatürk bırakın insan hayatına kastetmeyi, ağaca bile kıyamayacak kadar sevgi dolu bir kalbe sahipti. Yalova’daki köşkünün yanındaki bir çınar ağacının dallarının köşe doğru uzaması üzerine bu çınar ağacının kesilmesi gündeme gelince Atatürk, ağaca dokunulmamasını, bunun yerine köşkün ağaçtan uzaklaştırılmasını istemişti. Atatürk’ün isteği doğrultusunda köşkün altına ray döşenerek, köşk çınar ağacının birkaç metre ötesine kaydırılmış ve çınar ağacı kurtarılmıştı.

1930’larda bir çınar ağacına bile kıyamayan Atatürk’ün aynı dönemde Trakya’da Yahudilere “soykırım” yaptırdığını iddia etmek, ancak “şizofren” bir zihnin ürünü olsa gerekir.

Sinan Meydan

Kaynaklar, Dipnotlar:

[1] Rıza Zelyut, “Casus Taraf’ın Atatürk Müfterisi”, Güneş gazetesi, 30 Aralık 2010.

[2] http://www.taraf.com.tr/ayse-hur/makale-1934-trakya-olaylari.htm

[3] Murat Bardakçı, “Bugün Erkeğin Kadınla Tokalaşmasını Tartışan Bir Türkiye’den Bir Zamanlar Einstein Bile İş Ricasında Bulunmuştu”, Hürriyet, 29 Ekim 2006, s.26.

[4] Münir Ülger, Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi, S.1022, 20 Ekim 2006, Bardakçı, agm, s.26.

[5] Bardakçı, agm, s.26. 2006 yılında Hürriyet’te yazan Murat Bardakçı ile, 2011’de Habertürk’te yazıp konuşan Murat Bardakçı arasındaki “değişime”, “dönüşüme” dikkat ettiniz mi? 2006’da genç Cumhuriyete “övgüler” dizen Murat Bardakçı, 2011’de nedense birden bire dönüp Cumhuriyeti eleştirmeye, Osmanlı’ya “övgüler” dizmeye başlamıştır.

[6] Ünsal Yavuz, “Atatürk ve Bilim Teknik”, Bilim ve Teknik, Mayıs, 1994, s.78.

[7] Muazzez İlmiye Çığ, Anadolu Uygarlık Mirası, s. 16.

[8] Bülent Daver, “Uluslar arası II. Atatürk Sempozyumu”, Ankara, 1991, Atatürk Araştırma Merkezi Sempozyum Bildirileri, C.II, Ankara, 1996, s.65; Sinan Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, 3. bs. İstanbul, 2010, s.29.

[9] Bu konudaki ayrıntılar için bkz. Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi.

[10] Şevket Aziz Bey, “Türklerin Antropolojisi”, Birinci Türk Tarih Kongresi, s.276.

[11] Ayrıntılar için bkz. Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, s.313 vd.

[12] Tekin Alp, Kemalizm, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998. İlk baskı, 1936.

[13] Ayrıntılar için bkz. Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, s.209 vd.

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...atuerk-irkci-miydi&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

“BURSA NUTKU YOK DİYENLER" BUNA NE DİYECEK!

Bursa Nutku'nu Reddedenlere Kötü Haberim Var!
Tunus ve Mısır’daki “halk ayaklanmalarından” sonra Türkiye’de bazı siyasetçiler, bu ayaklanmaları “devrimci kalkışmalar” zannetmiş olacaklar ki, Atatürk’ün “Bursa Nutku”ndan söz etmeye başladılar. Tabi birileri, Bursa Nutku’na gönderme yaparak “halk hareketinden” söz edince, başka birileri de “Bursa Nutku yoktur!” diyerek bağırıp çağırmaya başladı. Hatta kendine “tarihçi” sıfatını yakıştıran kimi yeni etme “karşı devrimciler”, akıl yürütmelerle ve saat hesaplamalarıyla Atatürk’ün Bursa’da böyle bir nutuk vermiş olmasının “imkansız!” olduğunu iddia ettiler.
Şubat 1933’te Bursa’da Türkçe ezana tepki gösteren bir grup, ezanın yeniden Arapça okunması için valiliğe yürümüş, ancak olaylar büyümeden bastırılmıştır. Bir yurt gezi sırasında bu olayı haber alan Atatürk, 5 Şubat 1933’te Bursa’ya gelerek olaylar hakkında bilgi almış ve akşam Çekirge yolundaki bir köşkte “Bursa Nutku” diye bilinen konuşmasını yapmıştır.

İşte Bursa Nutku:

“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!”

Ben, “Bursa Nutku var mıdır yok mudur?” tartışmalarına girmeden, Atatürk’ün 1923 yılındaki başka bir nutkundan söz edeceğim.

Bursa Nutku’nu reddedenler, bakalım “bütün resmi kayıtlarda yer alan”, “belgeli” bu nutka ne diyecekler? Bakalım bunu da reddedebilecekler mi?

İşte Atatürk’ün 1923’teki o nutku:

“Sayın gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır: Galip olmak, mağlup olmak. Size, Türk gençliğine bırakacağımız vicdani emanet, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız.

Milletin yükselme gerek ve şartları için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda kesinlikle tereddüt etmeyin. Milleti o yükselme merhalesine götürmek için dikilecek engellere hep birlikte mani olacağız.

Bunun için dimağlarımıza, irfanlarımıza, bilgimize, icap ederse bileklerimize, pazılarımıza, bacaklarımıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız. Bu millet sizin gibi evlatlarıyla layık olduğu olgunluk derecesini bulacaktır.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, s.133)
1933 Bursa Nutku’ndaki; “Türk Genci!... Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır…” cümlesiyle; 1923 Nutku’ndaki: “Sayın gençler!... Milleti o yükselme merhalesine götürmek için dikilecek engellere hep birlikte mani olacağız. icap ederse bileklerimize, pazılarımıza, bacaklarımıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız…” cümleleri “anlamca” neredeyse aynıdır.

1933 Bursa Nutku’ndaki: “…Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” cümleleriyle, 1927 Hitabesi’ndeki, “… memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk İstikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” cümleleri “anlamca” neredeyse aynıdır.

Özetle:

1933 Bursa Nutku’nun “içerik” ve “üslubu”yla Atatürk’ün 1923 Nutku’nun ve 1927 Gençliğe Hitabesi’nin “içerik” ve “üslubu” birebir örtüşmektedir. Her üç nutukta da gençlere seslenilmekte, her üç nutukta da Cumhuriyetin, devrimlerin korunmasının altı çizilmekte ve her üç nutukta da gençlerin direnişinden söz edilmektedir.

23 Nutku ve 27 Hitabesi, 33 Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğunun en güçlü kanıtlarıdır.

Sinan MEYDAN
9 Şubat 2011

sinanmeydan.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=177:bursa-nutku-yok-dyenler-buna-ne-dyecek&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Üst