Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK DİYOR Kİ: "İstiklal ve Cumhuriyeti'ne Kastedecek Düşmanlar Bütün Dünyada Emsali Görülmemiş Bir Galibiyetin Mümessili Olabilirler

ddd.jpg


Atatürk, 1927 yılında keleme alıp aynı yıl CHP Büyük Kurultayı'nda okuduğu NUTUK'ta, 1923 yılında kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde gelecekte bir gün " istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine" düşüleceğini ifade ederek, işte o gün yapılması gerekenleri bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. İşte "Gençliğe Hitabe": okuyun, düşünün, bugünle karşılaştırın:

"Ey Türk gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici, bedhahların olacaktır.

Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.

İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.

Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.

Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı!

İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır!

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur"

Mustafa Kemal ATATÜRK, 1927.

AKP'nin yüzde 58 referandum başarısına üzülen TÜRK GENÇLERİ:

Bakın ne diyor Atatürk:

"İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler."

Yani, bırakın yüzde 58'lik refernadum başarısını, "İSTİKLAL VE CUMHURİYETE KASTEDECEKLERİN" bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyet elde edebileceklerini ifade ediyor Atatürk...

Dahası iktidara sahip olanlarla ilgili olarak:

"memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir." diyor...

Sadeleştirirsek:

Öyle bir gün gelebilir ki;

Türkiye'yi idare edenler (iktidar); "gafil","şaşkın",hatta "hain" olabilir. Hatta, iktidardakiler, kişisel çıkarlarını işgalcilerin çıkarlarıyla özdeşleştirebilir,Millet fakirlik içinde, harap ve yıkık hale gelebilir...

O gün bugün müdür? Siz karar verin!

İşte Atatürk'e göre "o gün" yapılması gerekenler:

"Ey Türk istikbalinin evladı!

İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır!

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur"

Yani, Atatürk, cumhuriyete kastedecek düşmanlara karşı, yılgınlığa kapılmadan, sürekli "Türk istiklal ve cumhuryiyetini kurtarmak için" mücadele etmek gerektiğini bizlere, sizlere vasiyet etmiştir....

Sağduyu sahibi Türk milleti eninde sonunda gerçeği görecektir... Tarih bunun örnekleriyle doludur. Sorun milletimizin zekası veya kareketeri değil, milletimizi siyasal ve kişisel çıkarları için sürekli psikolojik, maddi ve manevi baskı altına alan "gaflet", "dalalet" ve "hıyanet" içindeki satılmışlardır...

Sinan MEYDAN


13 Eylül 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...essili-olabilirler&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

AKP'nin Meşrebi PKK İle Anlaşmaya Uygundur

ddd.jpg


AKP, PKK ile anlaştı mı?

Son zamanların çok tartışılan bu sorusuna cevap vermek aslında çok kolaydır!

Bu soruya cevap vermek için önce AKP-PKK ilişkilerine sonra da AKP'nin temel felsfesine bakmak gerekir. Önce AKP-PKK ilişkilerine göz atalım kısaca:

AKP Genel Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, PKK'nın "devrik lideri" İmralı'daki bebek katiline "Sayın" demiştir.

PKK tabanından oy alabilen iki partiden biri AKP'dir.

AKP, 2002'den beri İmralı'daki bebek katilini "el bebek gül bebek" itinayla korumuştur.

AKP, İmralı'daki bebek katiliyle, Adalet Bakanlığı, yandaş gazeteciler, bazı milletvekilleri ve MİT aracılığıyla sürekli diyalog içinde olmuştur.

AKP, 2009 yılı yazında, "Açılım" sürecinde aylarca İmralı'daki bebek katilinin "yol haritasını" beklemiştir.

AKP, Kuzey Irak Kürt Yönetimi lideri M. Barzani'yle hep çok sıcak ilişkiler kurmuş, bir zamanlar PKK'nın açık destekçisi olan Barzani'yi Ankara'da gizli açık ağırlamıştır.

AKP, Habur'da PKK'ları çiçeklerle karşılamış, teröriste seyyar mahkeme kurmuş, Türkiye Cumhuriyeti'ni PKK'nın ayağına düşürmüştür.

PKK'nın en üst düzey yetkilileri(Karayılan gibi) açıkça "Önderliğimiz AKP'yle görüştü..." demiş ve referandum sürecinde PKK ateşkes ilan etmiştir. (Ağustos 2010).

(AKP-PKK pazarlığının detayları için bakınız:
http://www.odatv.com/n.php?n=akpnin-pkkyla-7-pazarligi-2408101200

Şimdi bütün bunları unutalım ve AKP'nin "siyaset felsefesi" PKK ile anlaşmasına uygun mudur değil midir buna bakalım:

AKP'nin siyaset felsefesi;

AKP, Ulusçu değil Ümmetçidir; bu nedenle "millet" kavramından çok "din" kavramına önem veriir. "Namaz kılabildiğim heryer vatanımdır" felsefesinden yola çıkan AKP zihniyeti, "millet düşmanı" bir örgütle pazarlık yapmakta hiçbir sakınca görmez. Çünkü AKP'ye göre asl olan "millet" değil "ümmettir"; Türk olmuş, Kürt olmuş, ABDli olmuş fark etmez! Nitekim bu felsefedeki "kadim yobazlarımız" kendilerine vatan olarak ABD'yi bellemişlerdir.

AKP, Cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle (Çağdaş, laik, milli, üniter" kavgalıdır. Bu nedenle Cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı, "Demokratik özerklik" diye tutturan bir örgütle pazarlık yapmaktan çekinmez. Ayrıca KARŞI DEVRİM'in "dinci ve Kürtçü" bir karaktere sahip olduğu asla unutulmamalıdır. Koçgiri İsyanı, Şeyh Sait İsyanı, Dersim İsyanı hep "dini kullanan yobazlarla Kürt faşistlerin" ortak hareketi sonunda patlak vermiştir.

Sıkça Türkiye Cumhuriyeti'nin "Dersim harekatını" eleştiren, isyancı Kürt hareketini destekleyen AKP'nin, bugünün isyancısı PKK'yla yan yana gelmesi çok daha anormal bir durum değildir. Nitekim bugün medyanın "İslamcı Kürt faşistleri" , bir taraftan Dersim harekatını yapan Cumhuriyetin kurucularına "küfrederken", diğer taraftan gözü kara bir şekilde "Açılımcı" AKP'yi desteklemektedirler.

Bölücübaşına "Sayın", o bölücübaşının liderliğindeki PKK'nın şehit ettiği Mehmetçiğe "Kelle" diyebilen bir başbakanın kontrolündeki AKP'nin PKK'yla anlaşması son derece doğaldır.

AKP'nin, "Açılım" adı altında yapıp ettikleri, PKK'nin temel isteği "Özerkliğe" hizmet etmiştir. PPK'nın temel isteğini gerçekleştirmesine çanak tutan AKP'nin PKK'yla anlaşması çok doğaldır.

AKP Genel Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "yargıyı da tamamen kontrol altına almak için" referandumda "Evet" çıkmasına çok büyük önem vermektedir. Kamuoyu araştırmalarında "Evet", "Hayır" oranlarının başa baş görünmesi üzerine "siyasi planlarından ve siyasi geleceğinden" endişelenen Başbakan Erdoğan'ın, bir zamanlar "Sayın" diye hitap ettiği PKK'nın devrik lideri bebek katiliyle "Evet" anlaşması yapması hiç de akıl dışı değildir.Çünkü Recep Tayyip Erdoğan, bu referandumun sonucunun Karşı Devrim için çok önemli olduğunu bilincindedir. "Evet" çıkması halinde yargıya tamemen el koyacak olan "Laiklik karşıtı eğlemelerin odağı" AKP, hazırlanacak yeni anayasayla da -büyük olasılıkla- Türkiye Cumhurieti'nin "üniter yapısını" ortadan kalıracak ve Kürt özerkliğine izin verecektir. Bu bakımdan AKP ve PKK'nın Türkiye üzerindeki "siyasi planları" bir bakıma örtüşmektedir. Özerklik isteyen PKK ile, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında özerkliklerden oluşan, ABD güdümünde yeni bir Osmanlı kurmayı planlayan AK'nin siyasi planları birbirine uygundur.

Havanda su dövmeyi bırakıp, AKP, PKK ile anlaşır mı? sorusuna bütün bu gerçekler ışığında cevap vermek gerekmektedir.

Ulusal duygudan yoksun, TSK'yı ve Yargıyı kontrol altına almaya çalışan, devleti cemaatlere deslim eden, İsmet Paşa'ya değil Seyit Rıza'ya sahip çıkan Cumhuriyetin kuruluş felsefesini anlamaktan aciz, dahası "laiklik karşıtı eğlemlerln odağı olduğu" tescillenmiş, Karşı Devrimci AKP'nin PKK'yla anlaşma ihtimali bazılarını neden şaşırtıyor bilmem, ama beni hiç şaşırtmıyor.

Özetle; AKP'nin 2002-2010 arasında yapıp ettikleri ve "siyaset felsefesi", Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin tersyüz edileceği çok kiritik bir dönemde PKK dahil herkesle anlaşmayı "mübah kılan" bir görünüme sahiptir....

Yani, AKP'nin meşrebi PKK'yla anlaşmasına uygundur...

Duygusal yaklaşımları bir kenara bırakıp, 1923'te Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde emperyalizme ve yerli işbirlikçilere karşı verilen olağanüstü bir mücadele sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin 2010'da bugün Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Öcalan önderliğindeki "DİNCİ" ve "KÜRTÇÜ" Faşizme kurban gitmesi an meselesidiir.

Atatürk, 1927 yılında Gençliğe Hitabe'sinde,"Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar, gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde olabilirler" demişti.

Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve düşünün: Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar, gaflet mi, delalet mi, yoksa hıyanet mi içindeler?

(Meşreb: Yaradılış, huy, karakter...)


Sinan MEYDAN

24 Ağustos 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...-anlamaya-uygundur&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Yeni Osmanlı ve I. Recep

ddd.jpg


"Hamas terör örgütü değildir!"

"Kudüs'ün kaderi İstanbul'un kaderinden, Gazze'nin kaderi Ankara'nın kaderinden; Ramallah'ın, Refah'ın, Hanyunus'un, Beytüllahim'in kaderi Konya'nın kaderinden ayrı değildir!" diyen RECEP BEY, yarın da;

"PKK terör örgütü değildir!"

"Türk bayrağı Filistin bayrağından; Atatürk Yaser Arafat'tan farklı değildir"

derse şaşıracak mısınız?

Sizi bilmem ama, ben asla şaşırmayacağım!

Çünkü;

Anladığım kadarıyla Recep Bey'in kafasındaki yeni devlet modelinde "ULUS DEVLET" anlamında bir "VATAN" kavramı değil, özerklikler tanınmış EYALETLER ve "DİNSEL AİDİYET" esastır. ULUS değil ÜMMET olmak önemlidir. Durum böyle olunca KUDUS'ÜN kaderiyle İSTANBUL'UN kaderi haliyle birbirinden farklı olmayacaktır...Nasılsa ikisi de Müslüman ya!...

Recep Bey'in 2002'den beri attığı bazı adımlar bu tezi doğrulamaktadır. Şöyle ki:

2001'de Amerika'da " BOB EŞ BAŞKANI" olduğunu açıklayan,
2003'de ABD'NİN IRAK İŞGALİNE ve ANADOLU'DAN IRAK'A SEVKİYAT YAPMA İSTEĞİNE yeşil ışık yakan,
2004'te ve 2005'de YAHUDİ CESARET ÖDÜLÜ alan,
2008'de ERGENEKON TERTİBİYLE yurtseverlerini tasviye eden,
2009'da KÜRT AÇILIMI'YLA, "TERÖRLE MÜCADELE" YERİNE "TERÖRLE MÜZAKERE" SÜRECİNİ başlatan,
2010'da BAŞKANLIK SİSTEMİ'Nİ TARTIŞMAYA açan,
2010'da ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ İÇİN direten,
2010'da MAVİ MARMARA OLAYI SONRASINDA İSRAİL'E BAĞIRIP ÇAĞIRARAK 2. KEZ (ilki One Minute Olayı) ARAP DÜNYASI'NDA KAHRAMANLIĞINA soyunan

Recep Bey'in planı (tabi ki evdeki hesap çarşıya uyarsa);

ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOB) çerçevesinde kurulması planlanan YENİ OSMANLI'NIN yeni PADİŞAHI olmaktır:

I. RECEP BEY... "Padişahım çok yaşa!..."

Türkiye'de son yıllarda iyice hızlanan KARŞI DEVRİM'İN nihai amacı, Atatürk'ün PADİŞAHIN KULLARI olmaktan kurtarıp BİREYLEŞTİRDİĞİ insanmızı yeniden kul'laştırmaktır.
BOB çerçevesinde kurulması planlanan YENİ OSMANLI sizin düşündüğünüz gibi "kalasik bir Osmanlı" olmayacaktır. Bu Osmanlı Fatih'in, Yavuz'un, Kanuni'nin Osmanlısı değil, V. Murat'ın, Vahdettin'in Osmanlısı olacaktır. Bu Osmanlı, tıpkı Osmanlının son iki yüzyılındaki gibi, "dışa bağımlı", "kontrol altında tutulan" ve büyük güçlerin Orta Doğu'daki "taşeronluğunu" yapan bir OSMANLI olacaktır...

Değişen tek şey: O zamanki İngiliz taşeronluğunun yerini, şimdi ABD taşeronluğu alacaktır....

Şimdi anlıyor musunuz Recep Bey'in neden ARAP FATİHLİĞİ'NE soyunduğunu....

Not: İngiltere, 1838 Kapitülasyon antlaşmasıyla bir taraftan Osmanlıyı sömürürken, diğer taraftan 1876 Osmanlı Rus Savaşı'na kadar Osmanlı'yı korumuş, ancak Osmanlı'nın ayakta duramayacağını anlayınca Osmanlıya saldırarak mirasını ele geçirmeye çalışmıştır.1900'lerin başında Afrika'daki ve Orta Doğu'daki bereketli Osmanlı toprakları hep İngilizlerce işgal edilmiştir...

Tarihten ders almayanlar, tarihin acı tokadıyla sarsılmaktan kurtulamazlar....

Sinan MEYDAN


7 Haziran 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...-osmanl-ve-i-recep&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

BURSA NUTKU'NDAKİ KEHANET

ddd.jpg
Türkiye’de 2002’den bu ayana yaşananlar ve son olarak da Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın yeni çıkan "Haliç’te yaşayan Simonlar; Dün Devlet Bugün Cemaat" adlı kitabındaki iddiaları bana Atatürk’ün Bursa Nutku’nu anımsattı.

Bursa Nutku: Bir Devrimci Vasiyet Şubat 1933'ün ilk günlerinde Bursa Ulucami'de toplanan 100 kadar kişi camilerde Türkçe ezan okunmasına karşı bir ayaklanma girişiminde bulunmuştur, fakat ayaklanma kısa sürede bastırılmıştır. Olayın hemen sonrasında Atatürk Bursa’ya gelmiştir, Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte akşam yemeği yenildiği sırada bir kişinin, ayaklanmayla ilgili olarak "Bursa gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü...". diye başlayan sözlerini kesen Atatürk, günümüzde "Bursa Nutku" diye anılan şu konuşmayı yapmıştır (5 Şubat 1933):

"Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek’

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ‘ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.’

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!”

Bursa Nutku’nu Yeniden Okumak

Atatürk’ün tam 77 yıl önce söyledikleri bugün nasıl da gerçek olmuş! İnsan Bursa Nutku’nu ve arkasından da Gençliğe Hitabe’yi bugün okuyunca Atatürk’ün isabetli öngörüleri karşısında şaşırmadan ve biraz da üzülmeden edemiyor doğrusu.

İşte Atatürk’ün Bursa Nutku işte bugünün manzarası:

1. Bugün devrimler tehdit altındadır: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen Cumhuriyetçilik, “Egemenlik kayıtsız şartsız iktidarındır” diyen zihniyete; “Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyen Milliyetçilik, “Türkiye etnik unsurlardan oluşur, Türklük de bir alt kimliktir, mesele boy değil soydur, soy” diyen zihniyete; “Herkes inancını yaşamakta özgürdür, dinle devlet işleri birbirine karıştırılmamalıdır” diyen Laiklik, “Bütün devlet kurumlarının cemaat mensuplarınca doldurulduğu, baş örtüsünün istismar edilmek istendiği” bir zihniyete; “Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes kanun önünde eşittir. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur” diyen Halkçılık, “Yandaşlar, partililer, cemaatçiler diğerlerinden üstündür” zihniyetine; “Türkiye’de ulusal kalkınma devlet ve özel teşebbüs eliyle yürütülür” diyen Devletçilik; “Türkiye babalar gibi satılır” zihniyetine, “Aklı ve bilim rehberliğinde sürekli değişim ve gelişim” diyen Devrimcilik, “Bağnazlık ve hurafeler rehberliğinde sürekli gericilik” zihniyetine dönüştürülmüştür.

2. Bugün Cumhuriyetçi Türk gençliği, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ diyemeyecek durumdadır.

Çünkü bugün bu ülkenin “polisi” Cumhuriyet karşıtı bir cemaatin kontrolündedir (Bkz. Necip Hablemitoğlu, “Köstebek” ve Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar; Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitapları)

Bugün bu ülkenin ordusu “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” diye tescillenen bir iktidarın kontrolü altındadır. Genelkurmay başkanlarından önce Hilmi Özkök, sonra Yaşar Büyükanıt, sonra da İlker Başbuğ dönemlerine “Laiklik karşıtı” AKP iktidarı, TSK’yı adeta esir almıştır. Hilmi Özkök’e “hocam” diye hitap eden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AKP’si, Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay başkanlığı döneminde TSK’nın sitesinden yayınlanan bir andıçla “mağdur” rolüne girerek tek başına iktidara gelmiş; Dolmabahçe’de kapalı kapılar ardında bir araya gelen Başbakan Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt bir “gizli görüşme” yapmış ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt emekli olunca AKP tarfından altına milyon dolarlık bir zırhlı araç verilmiştir. Şimdiki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ dönemineyse AKP kontrolündeki yargı TSK’nın karargahına kadar girerek “Kozmik odaları” aramış, TSK’nın bir numaralı komutanlarını “darbe şüphesiyle” içeri almış, dahası Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir iktidar (üstelik laiklik karşıtı eylemlerin odağı bir iktidar) TSK’nın iç yapısına müdahale ederek, terfileri ve atamaları engellemiş, Cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı Anti amerikancı komutanların tavsiye edilmesini istemiş ve bunda başarılı olmuştur.

Bugün bu ülkenin adalet örgütü de kısmen iktidarın ve iktidarı destekleyen bir cemaatin kontrolü altındadır. Malum cemaatle bağlantısı olan bir savcı (Zekeriya Öz) Türkiye’nin neredeyse tüm Cumhuriyetçi aydınlarını bir bahaneyle (Ergenekon) cezaevine tıkmıştır. Cumhuriyet tarihinde ilk kez, iktidarın ve cemaatin güdümündeki hakimler ve savcılar bir cemaate yönelik soruşturma yürüten bir Cumhuriyet Başsavısını (Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner) tutuklatarak cezaevine koymuşlardır. Dahası, Anayasa Mahkemesi tarafından oy çokluğuyla “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” diye adlandırılan iktidardaki AKP, yargının tamamını ele geçirmek için, kendisine direnen HSYK ve Anayasa Mahkemesi’ni de ele geçirmek amacıyla bir anayasa taslağı hazırlayarak halk oylamasına sunmuştur. Referandumdan “evet” çıktığı an, yargının iktidarın denetimi altına girmemiş iki önemli parçası daha iktidarın denetimi altına girecektir.

Bursa Nutku’nda, “Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek’

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek..” diyen Atatürk bana bugünkü Ergenekon tertibini hatırlatıyor.

Bir gün polis geliyor, asıl suçluları bırakıp suçlu diye Cumhuriyetçi aydını yakalıyor, yakalanan aydın “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir”, “Bir cemaatin kontrollü altına girmiştir” diye düşünüyor, ama asla yalvarmıyor, Mahkeme Silivri’de onu yargılıyor. Dişe dokunur bir suçu olmamasına rağmen aylarca tutuklu kalıyor, “Demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” diye düşünüyor…Hapisten başbakana, meclise, telgraflar yağdırıp haksız olduğunu haykırıyor…

Görüldüğü gibi Atatürk’ün 77 yıl önce söyledikleri bugün gerçek olmuş…

Bu durumda yılgınlığa kapılmadan Atatürk’ün tavsiyelerine uymak gerekmektedir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’de ifade ettiği gibi,

“…Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”


Bu ülkede Misakı Milli sınırları içinde yaşayan, (Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, vs.) dan oluşan “Türk halkının” tamamının damarlarında o asil kan akmaktadır gürül gürül…


“Önemli olan boy değil soydur soy!..” diyen Başbakana duyurulur….

Sinan MEYDAN

20 Ağustos 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...nutkundaki-kehanet&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

BURSA NUTKU'NDAKİ KEHANET

ddd.jpg
Türkiye’de 2002’den bu ayana yaşananlar ve son olarak da Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın yeni çıkan "Haliç’te yaşayan Simonlar; Dün Devlet Bugün Cemaat" adlı kitabındaki iddiaları bana Atatürk’ün Bursa Nutku’nu anımsattı.

Bursa Nutku: Bir Devrimci Vasiyet Şubat 1933'ün ilk günlerinde Bursa Ulucami'de toplanan 100 kadar kişi camilerde Türkçe ezan okunmasına karşı bir ayaklanma girişiminde bulunmuştur, fakat ayaklanma kısa sürede bastırılmıştır. Olayın hemen sonrasında Atatürk Bursa’ya gelmiştir, Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte akşam yemeği yenildiği sırada bir kişinin, ayaklanmayla ilgili olarak "Bursa gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü...". diye başlayan sözlerini kesen Atatürk, günümüzde "Bursa Nutku" diye anılan şu konuşmayı yapmıştır (5 Şubat 1933):

"Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek’

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ‘ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.’

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!”

Bursa Nutku’nu Yeniden Okumak

Atatürk’ün tam 77 yıl önce söyledikleri bugün nasıl da gerçek olmuş! İnsan Bursa Nutku’nu ve arkasından da Gençliğe Hitabe’yi bugün okuyunca Atatürk’ün isabetli öngörüleri karşısında şaşırmadan ve biraz da üzülmeden edemiyor doğrusu.

İşte Atatürk’ün Bursa Nutku işte bugünün manzarası:

1. Bugün devrimler tehdit altındadır: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen Cumhuriyetçilik, “Egemenlik kayıtsız şartsız iktidarındır” diyen zihniyete; “Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyen Milliyetçilik, “Türkiye etnik unsurlardan oluşur, Türklük de bir alt kimliktir, mesele boy değil soydur, soy” diyen zihniyete; “Herkes inancını yaşamakta özgürdür, dinle devlet işleri birbirine karıştırılmamalıdır” diyen Laiklik, “Bütün devlet kurumlarının cemaat mensuplarınca doldurulduğu, baş örtüsünün istismar edilmek istendiği” bir zihniyete; “Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes kanun önünde eşittir. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur” diyen Halkçılık, “Yandaşlar, partililer, cemaatçiler diğerlerinden üstündür” zihniyetine; “Türkiye’de ulusal kalkınma devlet ve özel teşebbüs eliyle yürütülür” diyen Devletçilik; “Türkiye babalar gibi satılır” zihniyetine, “Aklı ve bilim rehberliğinde sürekli değişim ve gelişim” diyen Devrimcilik, “Bağnazlık ve hurafeler rehberliğinde sürekli gericilik” zihniyetine dönüştürülmüştür.

2. Bugün Cumhuriyetçi Türk gençliği, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ diyemeyecek durumdadır.

Çünkü bugün bu ülkenin “polisi” Cumhuriyet karşıtı bir cemaatin kontrolündedir (Bkz. Necip Hablemitoğlu, “Köstebek” ve Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar; Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitapları)

Bugün bu ülkenin ordusu “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” diye tescillenen bir iktidarın kontrolü altındadır. Genelkurmay başkanlarından önce Hilmi Özkök, sonra Yaşar Büyükanıt, sonra da İlker Başbuğ dönemlerine “Laiklik karşıtı” AKP iktidarı, TSK’yı adeta esir almıştır. Hilmi Özkök’e “hocam” diye hitap eden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AKP’si, Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay başkanlığı döneminde TSK’nın sitesinden yayınlanan bir andıçla “mağdur” rolüne girerek tek başına iktidara gelmiş; Dolmabahçe’de kapalı kapılar ardında bir araya gelen Başbakan Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt bir “gizli görüşme” yapmış ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt emekli olunca AKP tarfından altına milyon dolarlık bir zırhlı araç verilmiştir. Şimdiki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ dönemineyse AKP kontrolündeki yargı TSK’nın karargahına kadar girerek “Kozmik odaları” aramış, TSK’nın bir numaralı komutanlarını “darbe şüphesiyle” içeri almış, dahası Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir iktidar (üstelik laiklik karşıtı eylemlerin odağı bir iktidar) TSK’nın iç yapısına müdahale ederek, terfileri ve atamaları engellemiş, Cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı Anti amerikancı komutanların tavsiye edilmesini istemiş ve bunda başarılı olmuştur.

Bugün bu ülkenin adalet örgütü de kısmen iktidarın ve iktidarı destekleyen bir cemaatin kontrolü altındadır. Malum cemaatle bağlantısı olan bir savcı (Zekeriya Öz) Türkiye’nin neredeyse tüm Cumhuriyetçi aydınlarını bir bahaneyle (Ergenekon) cezaevine tıkmıştır. Cumhuriyet tarihinde ilk kez, iktidarın ve cemaatin güdümündeki hakimler ve savcılar bir cemaate yönelik soruşturma yürüten bir Cumhuriyet Başsavısını (Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner) tutuklatarak cezaevine koymuşlardır. Dahası, Anayasa Mahkemesi tarafından oy çokluğuyla “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” diye adlandırılan iktidardaki AKP, yargının tamamını ele geçirmek için, kendisine direnen HSYK ve Anayasa Mahkemesi’ni de ele geçirmek amacıyla bir anayasa taslağı hazırlayarak halk oylamasına sunmuştur. Referandumdan “evet” çıktığı an, yargının iktidarın denetimi altına girmemiş iki önemli parçası daha iktidarın denetimi altına girecektir.

Bursa Nutku’nda, “Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek’

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek..” diyen Atatürk bana bugünkü Ergenekon tertibini hatırlatıyor.

Bir gün polis geliyor, asıl suçluları bırakıp suçlu diye Cumhuriyetçi aydını yakalıyor, yakalanan aydın “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir”, “Bir cemaatin kontrollü altına girmiştir” diye düşünüyor, ama asla yalvarmıyor, Mahkeme Silivri’de onu yargılıyor. Dişe dokunur bir suçu olmamasına rağmen aylarca tutuklu kalıyor, “Demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” diye düşünüyor…Hapisten başbakana, meclise, telgraflar yağdırıp haksız olduğunu haykırıyor…

Görüldüğü gibi Atatürk’ün 77 yıl önce söyledikleri bugün gerçek olmuş…

Bu durumda yılgınlığa kapılmadan Atatürk’ün tavsiyelerine uymak gerekmektedir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’de ifade ettiği gibi,

“…Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”


Bu ülkede Misakı Milli sınırları içinde yaşayan, (Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, vs.) dan oluşan “Türk halkının” tamamının damarlarında o asil kan akmaktadır gürül gürül…


“Önemli olan boy değil soydur soy!..” diyen Başbakana duyurulur….

Sinan MEYDAN

20 Ağustos 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...nutkundaki-kehanet&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Çağdaş Hukukun Irzına Geçmek!

ddd.jpg
ATATÜRK'ÜN AMACI ÇAĞDAŞ HUKUKTU

Kimseden korkmadan, lafı evirip çevirmeden açıkça, itiraf edelim: Atatürk'ün, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında attığı adımların temel amacı, "dinsel" nitelikli HANEDAN HUKUKU yerine, "laik" nitelikli ÇAĞDAŞ HUKUKU yerleştirmekti: 1919'da Amasya Genelgesi'nde, "Milletin bağımsızlığıını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" kararı,
1919'da Erzurum Kongresi'nde, "Milli iradeyi etkin, milli kuvvetleri hakim kılmak esastır" kararı,
1919'da Sivas Kongresi'nde, "Milletin temsilcilerinden oluşan bir heyet oluşturulmalıdır ve Meclisi Mebusan açılmalıdır" kararı,
TBMM'de 24 Nisan 1920'de alınan, "Meclisin üstünde hiçbir güç ve kuvvet yoktur" kararı,
1921 Anayasası'ndaki, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" kararı,
1921'de, Saltanatın kaldırılması,
1923'te Cumhuriyetin ilan edilmesi,
1923'te Halk Fırkası'nın kurulması,
1924 Anayası'nın kabul edilmesi,
1924'te Halifeliğin kaldırılması,
1926'da Türk Medeni Kanunu'nun kabulu,
1930'da ve 1934'de kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması,
1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulması...

Atatürk'ün yüzyılın başındaki bütün bu adımları "kişi otoritesine" dayanan ve "dinden beslenen" ŞERİAT HUKUKU'NU ortadan kaldırarak, "milli egemenliğe dayanan" ve "bireyin özgür iradesinden beslenen" ÇAĞDAŞ HUKUKU egemen kılmıştır....
Atatürk'ün temellerini attığı Türk Çağdaş Hukuk Sistemi, zaman içinde örgütlenmesini tamalayarak kurumsallaşmıştır....

ŞERİATÇI KAFA ÇAĞDAŞ HUKUKLA KAVGALIDIR

Ancak, KARŞI DEVRİMCİ "ŞERATÇI" KAFA hep çağdaş hukukla kavgalı olmuş; fırsat bulduğunda bu hukuk sistemini yıkmanın hesaplarını yapmıştır. Türkiye'nin son elli yıllık tarihi "çağdaş hukukun ırzına geçmek isteyen" Karşı Devrimcilerin "ayak oyunlarıyla" doludur...
1950-1960 arasında DP'nin attığı ilk Karşı Devrimci adımların odağında hep çağdaş hukuk vardır: Tahkikat Komisyonları, muhalefetin susturulması, basına uygulanan sansür vb girişimler...
İşin ilginç yanı, "demokrasiye" darbe vuran DP'nin "Yeter söz milletindir!" propagandasıyla "demokrasi havariliğine" soyunması ve bu süreçte ısrarla, CHP'nin tek parti dönemindeki uygulamalarının "anti demokratik" olduğunu vurgulamasıdır.
Yaygın çarpıtmanın aksine, 27 Mayıs 1960 Darbesi (İhtilali), DP döneminde palazlanan "anti demokratik" yapıyı kıran bir anayasa hazırlanmasına (1961 Anayasası) yol açarak, Karşı Devrimcilerin ÇAĞDAŞ HUKUKA vurdukları darbeyi biraz olsun etkisiz hale getirmiştir.
1960 sonrasındaki "sağ iktidarlar" da genel anlamda ÇAĞDAŞ HUKUKLA kavgalı olmuşlar, çağdaş hukukun vazgeçilmezlerinden, ulusal egemenlik, laiklik ve demokrasiyi "işlerine geldiği gibi" yorumlamışlar ve istismar etmişlerdir. Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz gibi siyasilerin ÇAĞDAŞ HUKUK'tan ne anladıkları ortadadır!

12 EYLÜLÜN YARATTIĞI DİNCİ İKTİDARLAR

12 Mart 1970 ve 12 Eylül 1980 Darbeleri ne amaçla yapılmış olursa olsun, Türkiye'de en büyük darbeyi ÇAĞDAŞ HUKUKA vurmuştur. Özellikle 12 Eylül sonrasında, demokratik solun susturulması, Atatürkçülük adı altında Atatürk devrimlerinin altının oyulması sürecinde "siyasal İslamın" ve "cemaatçiliğin" önünün açılması, ŞERİAT HUKUKU özlemlerini yeniden azdırmıştır... 12 Eylül sonrasındaki, "dinci iktidarlar" döneminde ÇAĞDAŞ HUKUK büyük darbeler almıştır:
Mevlid Kandili varken, bir de Kutlu Doğum Haftası'nın kutlanmaya başlanması,
İstanbul'un Fethi'nin, karşı devrimcilerin gövde gösterisi haline dönüştürülmesi,
Kandil fetişizminin başlaması,
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramına alternatif, Fethullah'ın Türkçe Olimpiyatları'nın çıkarılması,
Türkiye'nin çok ciddi sorunları bir kenarda dururken, yıllarca başörtüsü sorunun gündemde tutulması,
Fetthullah Cemaati'nin, devletin tüm önemli kurumları gibi "yargıyı" da ele geçirmek için örgütlenmesi...
Bütün bunlar, 12 Eyllül'ün getirdİklerinden sadece birkaçıdır.... Bütün bu adımların arka planında, ŞERİAT HUKUKUNA duyulan özlem yatmaktadır....
Ayrıca bütün bu adımlara dikkat edilecek olursa Karşı Devrimci süreçte hep yüce dinimiz İslam kullanılmış, samimi halkımız ALLAH İLE ALDATILMAK İSTENMİŞTİR.

TARİH ÖZÜRLÜ OLMAK

Kuşkusuz ki bu "cehaletle" ve "din sömürüsüyle" beslenen boş bir özlemdir. Bilindiği gibi dinsel temelli Osmanlı İmparatorluğu'nda bile tam anlamıyla bir şeriat hukuku hiçbir zaman uygulanamamıştır. Osmanlı'da dinsel temelli şeri hukuk yanında, gelenek ve göreneklerden beslenen örfi hukuk her zaman daha ön planda olmuş, dahası 19. yüzyılda bu da yetmemiş, Osmanlılar bile şeri hukuk dışında MECELLE adı verilen bir hukuk hazırlayarak, çağdaş hukuka geçmek için adım atmışlardır. Ayrıca, Osmanlı'da 1839 Tanzimat Fermanı sonrasında şeri hukukun alanı hep daralırken çağdaş hukukun alanı her geçen gün daha fazla artmıştır. Çağın gelişim ve değişimi Osmanlıyı buna zorlamıştır...
Ancak, bütün bu tarihsel gerçeklere karşın, ÖRÜMCEK KAFALI YOBAZ ZİHNİYET, bıkıp usanmadan ŞERİAT diye tutturmuştur...

AKP: KARŞI DEVRİMİN SON HALKASI

Karşı Devriminin son halkasını tamamlak amacıyla Türkiye'nin başına gelen AKP'nin temel misyonu ÇAĞDAŞ HUKUKU ortadan kaldırmaktır...Çünkü, çağdaş hukuk varoldukça Karşı Devrim'in gerçekleşmesi olanaksızdır... Bu nedenle hukukun ele geçirilmesi gerekir.
12 Eylül sonrasında Türkiye'ye çöreklenen Fethullah Cemaati'nin de temel misyonu çağdaş hukuku etkisizleştirmektir. Bunun için de sessiz ve derinden Fethullahçılar çağdaş hukuk kurumlarına sızmışlardır. AKP de 8 yıldır hukuktaki bu çatlağı daha da derinleştirecek politikalar izlemiştir.
İşte bu 8 yıl içinde (2002-2010) kelimenin tam anlamıyla HUKUKUN IRZINA GEÇİLMİŞTİR:
Delili olmayan Ergenekon davasının başlatılması; karga tulumba tutuklanan aydınların, askerlerin, gazetecilerin, aylarca tutuklu bir şekilde yargılanmayı bekletilmesi,
Çağdaş Hukuka aykırı kanunların karşısına dikilen Anayasa Mahkemesi'nin etkisizleştirilmeye çalışılması,
Çağdaş Hukuku savunan Cumhuriyet Savcılarının tutuklanması, (İlhan Cihaner)
Yandaş kişi ve kurumlarla ilgili davaların geçiştirilmesi veya geciktirilmesi,(Deniz Feneri)
Adalet Bakanlığı'nın hakim ve savcılara müdahale etmesi,(İlhan Cihaner Olayında)
En kilit noktalardaki hakim ve savcıların "birilerince" dinlenmesi,
İktidarın kişisel amaçlar için "özel yasalar" çıkarması,
En önemli davaların, neyi-diği belirsiz "gizli tanıkların" ifadeleriyle yönlendirilmesi,
Bir rapörtörün, (Osman Can) Hükümetin, Anayasa Mahkemesi'nin alacağı karara uymaması gerektiğini söyleyebilmesi,
"Terör örgütüne üye olmak" suçundan yargılanan bir tutukluya (Prof. Mehmet Haberal) sorulan 182 sorudan hiçbirinin "terör örgütüne üye olmakla ilgili olmaması" ve bu tutuklunun, defalarca yaptığı tahliye talebini "hiçbir gerekçe göstermeden" reddeden 9 hakim hakkında açtığı davayı kazanarak söz konusu hakimleri tazminat ödemeye mahkum etmesi....
Prof. Haberal'ın, kendisini haksız yere tahliye etmeyen hakimleri mahkum ettirmesine kızan Başbakan Recep Bey, "Yargıya güvenim kalmadı..." diyebiliyor: Yani Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, işine gelmeyen yargı kararlarına tahammül edemiyor....

Türkiye'de AKP iktidarının son yıllarında yaşanan bu gelişmeler, TÜRKİYE'NİN DEMOKRATİKLEŞTİĞİNİ mi, yoksa, Türkiye'de ÇAĞDAŞ HUKUKUN IRZINA GEÇİLDİĞİNİ mi göstermektedir?
Elinizi vicdanınıza koyup bu soruya siz cevap verin!

Sinan MEYDAN


19 Haziran 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...kukun-irzna-gecmek&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Atatürk Araştırma Merkezi Saidi Nursi Araştırma Merkezi Mi Oluyor?

ddd.jpg
AKP’nin Eğitimdeki Kadrolaşması’nın Amacı Ne?

AKP’ye yönelik en ciddi eleştirilerden biri, “AKP’nin, ‘siyasal İslamcı’ ve hatta ‘şeriatçı’ bir dünya görüşüne sahip olduğu” ve bu doğrultuda, iktidar olduğu 2002 yılından bu yana Türkiye tarihinde daha önce görülmedik bir şekilde kadrolaştığıdır. AKP’nin “çılgınca” kadrolaştığı bilinen bir gerçektir. Ancak bu kadrolaşmanın özellikle “eğitim” ve “kültür” alanında yoğunlaşması, kimi çevreler tarafından “Karşı devrime hazırlık” olarak yorumlanmaktadır. AKP kökenli Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı tartışmalı rektör atamalarından, imam Hatip kökenli din dersi öğretmenlerinin okul müdürü atanmalarına kadar bu konuda pek çok örnek vermek mümkündür. Atatürk Araştırma Merkezi’nin Başına Neden Nurcu Profesör Atandı?

Ancak AKP’nin en “ilginç” ve “düşündürücü” atamalarından biri Başbakanlığa bağlı Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’na yaptığı atamadır. CHP’nin, gensoru vermesine yol açacak kadar “tepki duyduğu” bu atama, kimi çevrelerin, “AKP karşı devrime hazırlık yapıyor…” endişelerini haklı çıkaran türdendir!

Başbakanlığa bağlı Atatürk Araştırma Merkezi’nin başına atanan kişi, Said-i Nursi uzmanı Prof. Dr. Cezmi Eraslan’dır. Durum böyle olunca, insanın aklına ister istemez, “Yoksa bu atamanın amacı, Atatürk Araştırma Merkezi’ni, Atatürk’ü araştıramaz hale getirmek mi?” diye sormak geliyor!

Prof. Dr. Cezmi Eraslan’ın kim olduğuna geçmeden önce Atatürk Araştırma Merkezi’ni biraz inceleyelim Atatürk Araştırma Merkezi, 12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra Kenan Evren’in Atatürkçülük anlayışı doğrultusunda toplumu biçimlendirmek amacıyla oluşturulan kurumlardan biridir.


“Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 134.maddesi uyarınca, 2876 sayılı kanunla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'nun kuruluşuna dahil, tüzel kişiliğe sahip, bilimsel hizmet ve faaliyetlerde bulunmak üzere 1983 yılında kurulmuştur. Merkezin kuruluş amacı Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak, yaymak ve bu konuda yayımlar yapmaktır.” (http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=Sayfa&No=29)

Burada asıl üzerinde durulması gereken nokta Atatürk Araştırma Merkezi’nin, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na (AKDTYK) “dahil” olmasıdır. Çünkü AKDTYK, 12 Eylülcülerin, “Amerikan istekleri doğrultusunda bir Atatürk yaratmak” ve bunu topluma belletmek amacıyla kurdukları bir kurmudur.

Kemlizm’den Kurtularak Mutlu Olmak İsteyenlerin Kurumu

Türkiye’de MEB’in hazırlattığı tarih kitaplarını inceleyen E. Copeaux, AKDTYK hakkında ilginç tesbitler yapmıştır: Copeaux, Türk-İslam Sentezcilerinin üzerinde yoğunlaştıkları Malazgirt Zaferi’nin ve Haçlı tehlikesinin, 1945 sonrasında öne çıkarıldığını ve bu dönemden sonra tarih kitaplarında “Kemalist ideolojik düzeneğin kalmadığını”, 12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra Türkiye’nin kültür ve eğitim politkalarını yukarıdan denetlemek için kurulmuş Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurulu’nda, Aydınlar Ocağı kurucusu ve Türkiye gazetesi yazarlarının etkin olduklarını, 1990’lardaki tarih kitapları yazarlarının AKDTYK üyesi olduklarını, bunlardan Altan Deliorman’ın Aydınlar Ocağı kurucu üyesi de olduğunu; bu yazarların özel sohbetlerinde, “Kemalizm’den kurtulabilseler mutlu olacaklarını” söylediklerini, bu dönemde “Kemalist olmayan bir kimlik olayı” diye tanımladıkları “fetih” kavramının baş gösterdiğini belirtmiş ve Türk-İslam Sentezi’ni, “sağcı, tutucu ve milliyetçi” bir akım olarak tanımlamıştır. Copeaux, 12 Eylül sonrasında AKDTYK tarfından biçimlendirilen Türk İslam Sentezi’ni yerleştirme sürecinde Atatürk karşıtı kültür politiklarının bile Atatürk’e atıf yapılarak yerleştirilmek istendiğini şaşkınlıkla tespit etmiştir: “Bu tarihsel dönemlerin anlatıldığı bölümlerde Mustafa Kemal’den alıntıların yer alması bir çelişkidir. Çünkü Türklerin İslam’la kucaklaşarak yagılarını değiştirdikleri bir dönem ve yazarların 1976’dan beri öğrencilere milliyetleriyle dinlerinin birbirinden ayrılamaycağını, laik ve Kemalist öze ters düşen sözlerle açıkladıkları bir ders söz konusudur” demiştir. [1] Burada sözü geçen Türkiye gazetesi yazarlarının, Yeni Forum’da CIA ajanı Paul Henze ile birlikte yazı yazdıkları ve bu derginin ABD’nin CIA benzeri NED adlı örgütünden para yardımı aldığını da belirtelim.[2]

Türk-İslam Sentezi’nin, Türkiye’de “resmi ideoloji” haline gelmesini sağlayan 12 Eylül 1980 Darbesi’dir. 12 Eylül’den sonra Aydınlar Ocağı, 1986 yılında bir “Milli Mutabakat Çağrısı” hazırlamış ve Devlet Planlama Teşkilatı’na görüşlerini kabul ettirmiştir. Böylece Türk-İslam Sentezciler, devletin çeşitli kültür kurumlarında görev almışlardır. Ayrıca Atatürk’ün, Türk Tarih Tezi’ni “bilimsel” bir şekilde araştırıp geliştirmek için özerk bir yapıda kurduğu Tarih ve Dil Kurumları devlet denetimi altına alınmıştır.

Amaç “Kenanist Kemalistler” Yetiştirmek

Özetle, Atatürk Araştırma Merkezi, 1980 sonrasında, Doğu Perinçek’in dediği gibi “Kenanist Kemalistler” yetiştirmek amacıyla kurulan Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (AKDTK)na dahil bir teşkilattır. Amacı, yine o günlerde kurulan Aydınlar Ocağı, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü (TKAE) ve Türkiye gazetesi gibi ABD çıkarlarına hizmet edecek olan Türk İslam Sentezi’ni yerleştirmektir.[3]

İşte, “Nurcu” diye bilinen Prof. Dr. Cezmi Eraslan, AKP tarafından bu Atatürk Araştırma Merkezi’nin başkanlığına getirlmiştir.

Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Atatürk’ü Ne Kadar Tanıyor?

Peki ama Cezmi Eraslan kimdir? 1961 doğumlu olan Eraslan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden mezun olduktan sonra 1989 yılında, İngiliz arşiv ve kütüphanelerinde araştırma yapmak üzere Londra'da bulunmuş. Nisan 1991'de “II. Abdülhamid Devrinde Osmanlı Devleti'nin İslam Birliği Siyaseti” adlı tezini vererek Tarih Doktoru ünvanını almıştır. Yani, AKP’nin Atatürk Araştırma Merkezi başkanlığına getirdiği Eraslan’ın doktorası Atatürk üzerine değil II. Abdülhamit üzerinedir. Prof Eraslan’ın yayınlanmış eserleri ise şunlardır: 1. II.Abdülhamid ve İslam Birliği, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1992, (ikinci bs. 1995), 2. Doğruları ve Yanlışları ile II. Abdülhamid, Nesil Yayınevi, İstanbul 1996, 3. Yakın Dönem Türk Düşüncesinde Halkçılık ve Atatürk, Kum saati Yayınları, İstanbul 2003, 4. Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento (Yrd. Doç. Dr. Kenan Olgun ile birlikte), 3F Yayınları, İstanbul 2006. Yani, AKP’nin Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’na layık gördüğü Prof Dr. Cezmi Eraslan’ın “doğrudan Atatürk’le ilgili sadece yayınlanmış “bir” kitabı vardır.

Peki ama durum bu kadar açıkken, Türkiye’de onlarca Atatürk uzmanı tarihçi/akademsiyen varken, AKP neden ısrarla Atatürk Araştırma Merkezi’nin başına Prof. Dr. Cezmi Eraslan’ı getirmek istemiştir?

İşte bu kritik sorunun cevabı Türkiye’nin bugün geldiği noktayı görmek bakımından çok ama çok önemlidir.

Çünkü, Prof Dr. Cezmi Erslan, İslam Birliği ve II. Abdülhamit konularında çalışan, Said-i Nursi’yi parlatmak için elinden geleni ardına koymayan bir Cumhuriyet Tarihi Profesörü’dür. Bence, bu “önemli” göreve tercih edilmesinin temel nedeni özetle “cemaate yakın olmasıdır.” Aslında Atatürk Araştırma Merkezi’nin kuruluş amacı dikkate alındığında II. Abdülhamti ve Nur uzmanı Prof Cezmi eraslan’ın bu göreve getirilmesi “tencere kapak” misali bir durum yaratmıştır!

Kurtuluş Savaşı, Said-i Nursi ve Prof. Cezmi Eraslan

Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı çevrelerin bayrağı haline getirilen Said-i Nursi konusunda müthiş bir bilgi kirliliği vardır. Onunla ilgili kitaplarda efsaneyle-tarih iç içe geçirilmiş, tarih bilinçli olarak çarpıtılmıştır. Tüm bu çarpıtmaların amacı bir taraftan Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü azaltmak diğer taraftan da Said-i Nursi’ye bu kutsal savaştan paye vermektir.

Said-i Nursi’nin, Kurtuluş Savaşı’na destek olduğu iddiası Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “kurgulanmıştır.” 1950’lerden sonra Türkiye’nin Amerikan çıkarları doğrultusunda İslamlaştırılması projesi çerçevesinde de bu kurmaca tez zorlama yorumlarla topluma enjekte edilmeye çalışılmıştır. Özellikle 12 Eylül 1980’den sonra köklü üniversitelerin İnkılâp Tarihi kürsülerini ele geçiren “Said-i Nursi sempatizanı” akademisyenlerce işlenen bu tez, uluslararası bir boyut kazanan Said-i Nursi konferanslarında dile getirilmiştir.

Örneğin, Atatürk’ün üniversite reformuyla kurduğu ve Türkiye’nin en köklü üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nin Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Türkiye Cumhuriyeti Anabilim Dalı Başkanı Prof Dr. Cezmi Eraslan 1995’te İstanbul’da toplanan Bediüzzaman Said-i Nursi Konferansı’na “Milli Mücadelede Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı bir bildiri sunmuştur. Prof Eraslan bildirisinde, “Nursi’nin risaleleri İstanbul Hükümetinin fetvalarına karşı Ankara’yı rahatlattı. Atatürk de Nursi’nin mücadelesini gördü ve onu Ankara’ya çağırdı” demiştir.[4] Eraslan ayrıca Hatuvvat-ı Sitte’nin Kurtuluş Savaşı’na psikolojik bir destek sağladığını ileri sürerek uzun uzun bu durumu ayrıntılandırma yoluna gitmiştir.[5] Prof Eraslan aynı bildirisinde Türk devrim tarihini alt üst etmeye de devam etmiştir.

19 Mayıs 1919’un Kurtuluş Savaşı’nın ikinci aşaması olduğunu belirten Prof. Eraslan, böylece bir taraftan Said-i Nursi’ye Kurtuluş Savaşı’ndan paye verirken diğer taraftan da Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü azaltmayı amaçlamıştır. Yani bir taşla iki kuş...

Yakın tarihi tersyüz eden Prof Cezmi Eraslan’ın, adeta ödüllendirilircesine önce Genelkurmay direktifiyle kurulan Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAREM) üyeliğine daha sonra da Başbakanlığa bağlı Atatürk Araştırmaları Merkezi’nin başına getirilmek istenmesi nasıl açıklanabilir?[6]

Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı’na Katkısı Masalı

1920, 21 yıllarında Anadolu işgal altındadır. Mustafa Kemal Paşa bir taraftan kelle koltukta halkı örgütlemeye çalışırken diğer taraftan İstanbul kaynaklı nifak hareketlerini etkisizleştirmeye çalışmaktadır. İngiliz destekli Şeyhülislam fetvalarıyla Mustafa Kemal ve silah arkadaşları idama mahkûm edilirken, padişahın da onayıyla kurulan ve işgalci İngiliz istihbaratının desteğiyle eğitilen, saray altınlarıyla finanse edilen ve ulusalcı güçlere acımasızca saldıran Kuva-i İnzibati’ye karşı mücadele edilmektedir.

Türk’ün ateşle imtihan edildiği o günlerde Said-i Nursi nerededir?

Said-i Nursi bu dönemde İstanbul’da Kuva-i Milliye ile alakası olmayan örgütlere katılmıştır. Kürdistan Teali Cemiyeti, Müderrisler Cemiyeti (Teali İslam Cemiyeti), Yeşilay Cemiyeti ve Darül Hikmet’ül İslam gibi örgütlerde yer almıştır. Ancak bu örgütlerin çoğu, Mondros sonrasında, işgalcilere yardım etmek amacıyla kurulan zararlı cemiyetlerdendir.

Said-i Nursi o zor Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da Sunuhat(1920), Hakikat Çekirdekleri(1920), Nokta(1921), Rumuz(1922), İşaret(1922)gibi risaleler (küçük kitaplar) de yayınlamıştır. Nursi, bu eserlerinde Osmanlı’nın çöküşünü Jön Türklerin İslam’dan uzaklaşmalarına bağlamıştır.[7]

İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlğı’nın Bağdat’tan yazılan gizli raporunda, Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında Said-i Kürdi (Nursi)’nin de adı vardır.[8] Bu cemiyetin düzenlediği Koçgiri Ayaklanması ulusalcı güçleri bir hayli uğraştırmıştır.

Mondros Mütarekesi’nden sonra Kürtler bağımsız bir devlet kurmak için harekete geçmişler ve bu amaçla Kürdistan Teali Cemiyeti’ni kurmuşlardı. Bu cemiyetin kurucuları arasında Saidi Nursi de bulunmaktaydı. Saidi Nursi diğer kurucular olan Müküslü Hamza, Botkili Halil İbrahim Bey’lerle birlikte Kürdistan’ı kurmak amacıyla kurulan bu cemiyete üye kaydetmekteydi. Bu cemiyetin kurucuları arasında Bedirhan Emin Ali, Dersimli Miralay Halil Paşa, Ulemadan Hoca Ali, Mehmet Şükrü Sekban, Babanzade Fuat, Babanzade Şükrü gibi isimler de bulunmaktaydı. Kürdistan Teali Cemiyeti’ne yönetim kurulu üyesi seçilen bu üyeler işgal güçlerinin ABD, İngiliz ve Fransız komiserlerini ziyaret ederek görüşmelerde bulundular. ABD siyasi komiseri ile yapılan görüşmeye Seyyid Abdulkadir, Emir Ali Bedirhan, Mehmet Şükrü (prof)’nün yanı sıra, ittihatçıların güçlü zamanında kavmiyetçiliği reddeden daha sonra ise “sıkı bir kavmiyetçi olan” Saidi Nursi de katıldı. Nursi ve arkadaşları

ABD’li komiserden “Kürt milli haklarının sağlanması konusunda kendilerine yardımcı olmalarını” istediler.[9] Yani işgalci komutanı ziyaretin tek amacı “Kürt halkına ve kurulacak Kürt devletine yardımcı” olmalarını istemekti. Saidi Nursi işgali otoriteye, emperyalizme direnmemiş, başkaldırmamış, Kürt halkının hakları konusunda isteklerde bulunmuştu.


Saidi Nursi’nin işgalci güçlerin emperyalist amaçlarına karşı çıkmak yerine onlarla “uyum içinde olması” hatta onları Müslümanlar için kurtarıcı olarak görmesine güzel bir örnek de onun şu ifadeleridir:

“…Küre–i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükünet ve müsalaha bulacağına (barış bulacağına) karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan müddeayı isbat ediyor, kuvvetli şahit olur.”[10] Saidi Nursi, bu sözlerinde, “Dünyanın şu anki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle dini hakikatlere sahip çıktığını,Amerika’nın, Asya ve Afrika’da İslamiyetle beraber huzur ve saadet geleceğine karar verdiğini,Amerika’nın yeni doğan İslam devletlerini okşadığını ve onlarla ittifak ettiğini” bütün dünyaya ilan ediyor. Saidi Nursi’ye göre bütün “Müslümanları okşayan Hristiyan Amerika, dünyanın en büyük devleti olarak aynı zamanda baş otorite idi. Nursi’nin bu sözleri bugün onun yolundan giden Fethullh Gülen’in sözlerine ve yaşam biçimine nasılda güzel örnek oluşturuyor!

Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı’nın hazırlık döneminde toplanan ve bağımsızlık için neler yapılması gerektiğini kararlaştıran Erzurum ve Sivas Kongrelerini destekleyici hiçbir girişimi yoktur. Ancak ileride görüleceği gibi o günlerde çok sayıda gerçek din adamı bu kongrelerin kazasız belasız toplanabilmesi için canla başla çalışmışlar, kongrelere delege olarak katılmışlar, Kurtuluş Savaşı boyunca hep Atatürk’ün yanında yer almışlardır.

Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı karşısındaki tavrı bu kadar açıkken, bazı çevreler, adeta tarihi tersyüz ederek, Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı yıllarında kaleme aldığı bir yazıyı kanıt gösterip onun Kurtuluş Savaşı’na çok büyük katkı sağladığını iddia etme aymazlığını gösterebilmektedirler.

Hutuvvat-ı Sitte’nin Abartılan Rolü

Said-i Nursi, Darül Hikmet-i İslamiye’de görevliyken İstanbul Müftüsü Dürrizade’nin Anadolu’daki ulusalcıları dinsiz, zındık ilan eden ve dinen idam edilmelerinin caiz olduğunu ileri süren fetvasına karşılık “Hutuvvat-ı Sitte” adlı bir kitapçık yayınlamıştır. İşte bazı çevreler, Said-i Nursi’nin ulusal kuvvetlere karşı yapmadığını bırakmayan örgütlerin kurucusu veya yönetim kurulu üyesi olduğunu unutarak, onun kaleme aldığı bu kitapçıkla İstanbul’dan Kuva-i Milliye’ye destek olduğunu iddia etmektedirler!

Nursi, İslamcıların dört elle sarıldıkları bu kitapçığında sözü dönüp dolaştırıp “fetva ilmen geçersizdir” demeye getirmiştir. İstanbul hükümetinin ve işgalci güçlerin her türlü imkânlarını seferber ederek Anadolu’daki Ulusal Hareket’i yok etmeye çalıştığı günlerde Nursi’nin bu “ilmi” açıklamasının Kurtuluş Savaşı’na nasıl bir destek sağladığı, örneğin en basitinden ulusalcılara karşı hangi haince girişimi önlediği belirtilmemiştir.

Hükümetin idam fetvasına karşı çıkan Nursi’nin -üstelik Kürtler üzerinde bir nüfuz sahibi olduğunu da dikkate alırsak- İngilizlerin İslam dinini kullanarak Kürt aşiretlerini ayaklandırma girişimlerine engel olması, bu yönde yazılar yazması gerekmez miydi? Ama bırakın ayrılıkçı Kürt hareketlerine karşı yazı yazmayı, o bu ayrılıkçılığın odağı olan bir cemiyetin kurucu üyesi olmayı tercih etmiştir.

Ayrıca, Kurtuluş Savaşı’ndan yana bir Said-i Nursi’nin İngilizler ve İstanbul Hükümeti isteğiyle kurulan ve sayısız yurtseveri zindanlara atıp, işkenceden geçiren Kürt Nemrut Mustafa başkanlığındaki uyduruk mahkemeye de itiraz etmesi gerekmez miydi. Daha da önemlisi bu mahkeme İstanbul’daki tüm vatanseverleri, ulusalcıları toplayıp zindana tıkarken acaba neden yazdığı kitapçıkla ulusalcılara yardım ettiği söylenen Said-i Nursi’yi de tutuklayıp zindana tıkmamıştır? Ancak akıl, mantık yoksunu çevreler bu soruya da kendilerince yanıt vermişlerdir. Şöyle ki Said-i Nursi kerametini göstererek birden görünmez olmuş ve İngiliz askerlerin arasından geçip gitmiştir![11]

İslama ve İbadete Çağrı Bildirileri

Said-i Nursi’yi Kurtuluş Savaşı’na dahil ederek onurlandırma amacıyla kurgulanan tezlerden biri de Said-i Nursi’yi Ankara’ya Atatürk’ün çağırdığı iddiasıdır.[12] İddialara göre Atatürk Nursi’yi 18 defa Ankara’ya çağırmıştır! Said-i Nursi’nin Ankara’ya çağrılmasının ve Ankara’da Atatürk’le görüşmesinin sözüm ona Nursi’nin “üstün özellikleriyle” hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bilindiği gibi Atatürk Kurtuluş Savaşı yıllarında çok sayıda din adamını Meclis çatısı altında toplamış ve onlarla özel görüşmeler yapmıştır. Daha sonra Ankara Müftüsü olacak Rıfat Bey (Börekçi) bu din adamlarından sadece biridir. Ancak Atatürk, kısa süre içinde Said-i Nursi’nin Ulusal Hareket’in önemini kavramış ve bu harekete destek olabilecek bir yapıda olmadığını da anlamıştır.

Said-i Kürdi Ankara’ya gelince ne mi yapmıştır? “İslam’a ve İbadete Çağrı” bildirileriyle Meclis’e gelip milletvekillerini namaza çağırmıştır. Oysaki gerçek bir din adamı olarak Atatürk’ün diğer din adamlarından olduğu gibi ondan da beklentisi bu zor zamanlarda doğru telkinlerle halkı manevi bakımdan bilinçlendirmesiydi. Ancak o adeta Müslüman’a Müslüman propagandası yaparak ve İslam’ın “dinde zorlama yoktur” hükmünü hiçe sayarak milletvekillerini namaza çağıran bildiriler dağıtmayı kendine görev bilmiştir. Nursi’nin milletvekillerini namaza çağıran bildiriler dağıttığı o günlerde vatansever gerçek din adamları, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde canla başla Milli Hareket’in örgütlenmesi için çalışmaktadır. Hatta bazı din adamları bizzat cepheye giderek düşmanla vuruşmaktadır.

Said-i Nursi risalelerinde 11 yerde:

“Ankara’da Mustafa Kemal’in şiddet ve hiddetle divan-ı riyasete girip: ‘Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin.” demekte ve iki parmağını ileriye doğru uzatarak Atatürk’e: ”Paşa, Paşa, İslamiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü marduttur” dediğini iddia etmektedir.[13]

Bu anlatıma göre:

1.Said-i Nursi’yi yüksek fikirlerinden yararlanmak için Ankara’ya çağıran Atatürk’tür! Oysaki daha 1920 yılından itibaren Atatürk’ün yanında başta Rıfat Bey olmak üzere Sünni ve Alevi İslam anlayışlarını çok iyi bilen birçok din adamı vardır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul kaynaklı fetvaları etkisizleştirmek ve verilen mücadelenin dine uygun olduğunu halka anlatmak için din adamlarına ihtiyaç duymuştur. Nursi’nin Ankara’ya geldiği 1922’de ise Kurtuluş Savaşı sona ermiştir.

2.Atatürk namaza karşı çıkmıştır! Nursi’nin bu iddiası da kökten yalandır. İleride de örneklendirileceği gibi Atatürk hiçbir zaman namaza karşı olmamıştır. Annesi ve yakın dostu Fevzi Paşa başta olmak üzere akrabaları, dostları ve arkadaşları arasında çok sayıda namaz kılan vardır.

3. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur! Nursi’nin bu yorumunun da İslam diniyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bilindiği gibi İslam dininde namaz kılmamak bir farzı yerine getirmemek demektir ki bunun anlamı da dinden çıkmak veya hain olmak değil olsa olsa günahkâr olmaktır. Ancak Nursi, haddini aşarak namaz kılmayanın hain olduğunu ileri sürebilmiştir. Onun bu yorumu din dışıdır.


Said-i Nursi daha sonra da Atatürk’ün, onun kerametinden korkarak kendisinden özür dilediğini iddia etmektedir! Ancak onun bu iddialarının kendinden başka hiçbir tanığı yoktur.

Said-i Nursi Ankara’ya geldiğinde bir dinsizlik fikriyle karşılaştığını belirtmekte ve Ankara’dan ayrılmasını bu “dinsiz atmosfere” bağlamaktadır.

Said-i Nursi, kendi ifadelerine göre bu dinsiz atmosferin kaynağı olarak gördüğü Atatürk’ü de birçok defalar uyarmış, Nurcuların deyişiyle “Atatürk’e ders vermiştir”! Örneğin bir keresinde Atatürk’e, “içindeki şöhret hissini tatmin etmek istiyorsa bunu gayrimüslimleri ve haylaz kimseleri memnun edecek hareketlerle değil de bütün İslam dünyasını memnun edecek hareketlerle yapması gerektiğini” söylemiştir.[14] Nursi’nin bu sözleri, onun Atatürk’ü ve verdiği mücadeleyi hiç ama hiç anlamadığını göstermektedir. Çünkü Atatürk öncelikle gayrimüslimlere, ecnebilere karşı bir bağımsızlık savaşı vermiştir. İkincisi; işgalci İngiliz subayları ve yerli işbirlikçilerden daha “haylaz” kimse olamayacağına göre ve Atatürk onları da etkisiz hale getirdiğine göre Nursi’nin “haylaz kimseleri memnun etme” demesi de çok anlamsızdır. Ayrıca Atatürk’ün verdiği bağımsızlık mücadelesi tüm İslam dünyasını çok derinden etkilemiş, Hindistanlı Müslümanlar bu mücadeleye destek olabilmek için aralarında para toplayarak göndermişler ve Atatürk’e “Allah’ın kılıcı” unvanını vermişlerdir. Durum böyleyken Nursi’nin tüm bunlardan habersiz, Atatürk’ü, “İslam dünyasını memnun edecek hareketler yap” diye uyarmasının anlamı var mıdır?

Said-i Nursi Atatürk’ün kendisini daha sonra da Ankara’ya çağırdığını belirtmektedir. Atatürk’ün “Hutuvat-ı Sittesi”ni çok beğenerek onu ödüllendirmek için Ankara’ya çağırdığını iddia eden Nursi, ayrıca Atatürk’ün Doğu illeri genel vaizliği makamına getirmek istediği Şeyh Sünüsi’nin Kürtçe bilmemesinden dolayı Kürtçe bilen Nursi’yi bu makama atamak istediğini ileri sürmüştür. Atatürk bu görev için kendisine 150.000 lira teklif etmesine karşın güya o 5.Şua’daki haberden dolayı bu çağrıyı reddetmiştir.[15]

Peki, ama ne vardır bu 5. Şua’da?

Nursi: “Atatürk Deccal ve Süfyan’dır”

Said-i Nursi yazılarında açık, gizli şekilde birçok yerde Atatürk’e saldırmıştır.

Nursi’nin Atatürk’e yönelik saldırıları 5. Şua’yla başlamıştır.

Özetle Said-i Nursi 5. Şua’da Atatürk’e açıkça saldırmıştır. 1907 yılında yazdığını iddia ettiği 5.Şua’daki şu ifadelerin Atatürk’ü işaret ettiğini daha sonra yine bizzat Said-i Nursi belirtmiştir:

“Ahirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar alnında ‘haza kafirün’ yazılmış bulunur’ diye hadis var deyip benden sordular. Dedim: ‘Bir acayip şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir.’ ‘Bu cevaptan sonra bana sordular.’

“Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?”

‘Dedim:’Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek; fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşallah Müslüman edecek.’

“Sonra dediler, aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hadise ile SÜFYAN olduğu bilinecek.”

“Ben de cevaben dedim: ‘Bir darbı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denir. (…) İşte o dehşetli adam, bir su olan rakıya müptela olur, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.”[16]

Nurcuların, Nursi’yi aklamak için, “burada kastedilen Atatürk değildir” demelerine karşılık onları yine Said-i Nursi yalanlamaktadır. Şöyle ki Said-i Nursi Redoks’ta, Ankara’ya ikinci kez çağrıldığında neden gitmediğini açıklarken “…Ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını orada bir adamda (Atatürk) gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım” diyerek 5. Şua’daki Süfyan’ın Atatürk olduğunu ima etmiş ve “SÜFYAN ve bir İslam DECCALİNİN Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da anlaşılıyor”[17] diyerek de açıkça Atatürk’e süfyan ve deccal demiştir.

Said-i Nursi’ye göre, Atatürk, “TEK GÖZLÜ DECCAL”dır; SÛFYAN’dır.[18]

Peki, “Tek gözlü Deccal” nedir?

“Deccal: Ahir zamanda gelecek ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr edip, İslamiyeti yıkmaya çalışacak ve dünyayı fesada verecek olan çok şerli ve mutlak küfür yolunda olan, dehşetli bir şahıs” olarak bilinmektedir.[19]

Yine Said-i Nursi’ye göre Atatürk, “Nefret-i amme’ye layık adam; İslam’ın en büyük fitne-i diniyelerinden biridir.” Yani, “Halkın nefretine layık adamdır. İslam dinini yıkmaya çalışan kişilerin en büyüğüdür.”[20]

Nursi, Denizli müdafaasında da açıkça Atatürk’e saldırmış, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü azaltmaya çalışmıştır:

“Bu dehşetli kumandan(Atatürk) deha ve zekâvetiyle ordunun müsbet hesanelerini kendine alıp ve kendinin menfi seyyielerini o orduya vererek.(…) Ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadisin o şahsa vurduğu tokada binaen, sabık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müdde-i umumiye (savcıya) dedim. Gerçi onu hadislerin ihbarıyla kırıyorum; fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise bir tek dostun için Kur’an’ın bayraktarı ve âlem-i İslam’ın kahraman kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hesenelerini hiçe indiriyorsun dedim.”[21]

“Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilemez. Yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasıl ki ordunun ganimeti malları, erzakları bir kumandan verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.”[22]

“Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş, BİR ADAM hakkında 30 sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla KUR’AN’A ZARARLI öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal’in o adam olduğunu zaman gösterdi.”[23]

Nursi, açıkça Atatürk’e dost olmadığını da söylemiştir:

“Evet, çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır.”[24]

Ayrıca Said-i Nursi, Atatürk’e cifir hesabını kullanarak da saldırmıştır.[25]

Şapkayı dinsizliğin sembolü olarak gören ve “350 bin tefsirin işaretiyle tesettüre en uygun kıyafet çarşaftır. Çarşaf, kadınların siperi ve kafesıdir”[26] diyen ve 11 aya mahkûm olan Said-i Nursi’nin “üniversite kurmak isteyen çağdaş düşünceli bir İslam âlimi olduğu” iddiaları gülünçtür. Onun kurmak istediği, üniversite adı altında eğitim öğretim verecek bir medresedir.

“...Bu şahsın (Said-i Nursi) yönettiği, körpe beyinlerin karanlık düşüncelerle köreltildiği ışık evlerinde, ‘Atatürk’ün bir gözünün öküz gözü olduğunun’ anlatıldığı herkesçe biliniyor; çünkü Said-i Nursi hazretleri, bir karşılaşmasında Atatürk’ün gözlerinden birini çıkarıp, onun yerine bir öküz gözü taktığını görmüştür! Nursi’ye göre sahtekâr doktorlar da Gazi’nin gözlerinden birinin öküz gözü olduğunu Türk milletinden saklamayı başarmışlardır.”[27]

“...İfşaatta bulunan iki öğrencinin açıklamalarından öğreniyoruz ki, Fethullah cemaatinde Cumhuriyet’in adı ‘kefere düzeni’, Atatürk’ün adı ise ‘Deccal’dir.”[28]


İşte bu Sad-i Nursi’yi “Kurtuluş Savaşı kahramanı” yapmak için bin dereden su getiren Prof. Dr. Cezmi Eraslan, AKP tarafından Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’na getirilmiştir. Bu durumda yapılması gereken, Atatürk Araştırma Merkezi’nin adını Said-i Nursi’yi Araştırma Merkezi’ne dönüştürmektir!


AKP’den bir an önce bu konuda bir adım atmasını beklemekteyim!


Sinan MEYDAN


7 Tenmuz 2010

[1] Etienne, Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1933) Türk Tarih Tezi’nden Türk-İslam Sentezi’ne, Çev. Ali Berktay, İstanbul, 2006, s.120-204.

[2] Alper Akçam, Anadolu Rönesansı Esas Duruşta, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2009, s.65.

[3] Copeaux, age, s.104; Akçam, age, s.70,71.

[4] “Askere Nur Uzmanı”, Milliyet, 24.Ocak 2002.

[5] Cezmi Eraslan, “Milli Mücadele’de Bediüzzaman Said Nursi”,Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu 3, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1996.

[6] ”Nur Uzmanına Görev Mecliste”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2008,s.7.

[7] Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi Dar’ül Hikmet’ül İslamiye, İstanbul 1973, s.186.


[8] Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, 2.bs, Ankara, 2006, s.32,33.

[9] Kadri Cemil Paşa, Doza Kürdistan, (Zinar Silopi) Haz. Mehmet Bayrak, Ankara, 1992, s. 57.

[10] Tarihçe– Hayat , 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserini tercümesi / Birinci Kelime / Haşiye, İçtima–i Reçeteler II/101, Arabi Hutbe–i Şamiye Eserinin Tercümesi / Birinci Kelime/Haşiye

[11] Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi, İstanbul, 1979 s.233,234.

[12] Burhan Bozgeyik, Mustafa Kemal’e Karşı Çıkanlar, İstanbul 1996, s.275-277.

[13] Age, s.280.

[14] Mektubat, s.426,427.

[15] Şualar, Redoks, s.359.

[16] Beşinci Şua.

[17] Şualar, Redoks, s.417.

[18] Neda Armaner, İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar, s. 34.

[19] Osmanlıca-Türkçe Büyük Ansiklopedik Lûgat, s.342.

[20] Alparslan Işıklı, Said Nursi, Fethullah Gülen ve Laik Sempatizanları, Ankara, 1994, s. 24.

[21] Şualar, s.319.

[22] Şualar, s.300,302.

[23] Emirdağ Layihası, C.I, s.279.

[24] Age, s.280.

[25] Diyanet işleri Başkanlığı’nın hazırlattığı “Nurculuk” kitabından, s. 19, Necip Mirkelamoğlu, Din ve Laiklik, İstanbul, 2000, s. 544.

[26] Bozgeyik, age, s.294.

[27] İlker Sarıer, “Hoşgörü Abidesinin Yıkılışı”, Sabah Gazetesi, 21 Haziran 1999.

[28] Işıklı, age, s. 76.

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...merkezi-mi-oluyor-&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

PKK Kimin Taşeronuymuş da Haberimiz Yokmuş!

ddd.jpg
Başbakan Recep Bey, 18 Haziran 2010 tarihinde Hakkâri’nin Şemdinli ilçesi sınırları içindeki Gediktepe'de konuşlu birliğe yönelik olarak gerçekleştirilen ve 11 askerin şehit olduğu saldırıyla ilgili açıklamasında (20 Haziran 1920): "Bugün bir kez daha terör örgütünün aynı kirli oyunların figüranı olarak kanlı eylemlere yönelmesi, uluslararası ölçekte büyük önem kazanan Türkiye’nin son yıllarda gerçekleştirdiği ekonomik, toplumsal ve demokratik gelişim sürecini sabote etmeye yöneliktir. Bu tür hain saldırılar mücadeledeki kararlılığımızı asla etkilemeyecektir. Hangi güçler adına taşeronluk yaptığı milletimiz tarafından bilinen terör örgütü yok edilinceye karar mücadelemiz devam edecektir." demişti. Recep Bey'in, "HANGİ GÜÇLER ADINA TAŞERONLUK YAPTIĞI MİLLETİMİZ TARAFINDAN BİLİNEN TERÖR ÖRGÜTÜ..." ifadesinden sonra "milletimiz" adeta mumla bu TAŞERON aramaya başladı:
Kimileri, ABD dedi.
Kimileri, İsrail, dedi,
Kimileri, AB, dedi,
Kimileri, Barzani, dedi,
Kimileri, Avrupa ülkeleri, dedi...
Ama uzun tartışmalara rağmen bu "taşeronun" kim olduğu bir türlü öğrenilemedi...
Rcep Bey'in "Milletimiz tarafından bilinen..." demesine karşın ne hikmetse bu taşeronu "hiçkimse" bilmiyordu.
Tam da merkatan çatlamak üzereyken YALAKA basın imdada yetişti!
Biz de böylece PKK'nın kimin taşeronu olduğunu öğreniverdik de rahatladık!

YALAKA AKP medyası, "söz birliği" etmişçesine hep bir ağızdan ve yine MİLLETİN AKLIYLA DALGA GEÇEREK "sırf AKP'yi aklamak" dürtüsüyle, son zamanlardaki PKK saldırılarını ERGENEKON'A, TSK'ya ve ALEVELERE yükledi.

İşte Kanıtlar:

1. VAKİT GAZETESİ:
Dinci Vakit Gazetesi, (21 Haziran 2010 tarihinde) PKK'NIN, ERGENEKON'UN ve ALEVİLERİN ELİNE GEÇTİĞİNİ iddia etti. Habere göre Öcalan; “Ergenekon'un içindeki ve yüksek yargıdaki bazı Aleviler sıkışınca, PKK'daki Aleviler harekete geçti... Katliam emrini veren Mustafa Karasu'dur... Karasu, PKK içinde Alevi dedesi gibi hareket etmektedir” dedi. Aynı Vakit gazetesi birkaç gün sonra da (1 Temmuz 2010 tarihinde) APO'NUN, ERGENEKON'UN TAŞARONU olduğunu iddia etti.Habere göre, Almanya’da yaşayan PKK’nın kurucularından Şükrü Gülmüş, Vakit’e yaptığı açıklamada, “Kürt sorununun çözümünün önündeki en büyük engel, Öcalan ve Ergenekon’dur" dedi.

2. AKSİYON DERGİSİ:
Fetthullah'ın Aksiyon Dergisi, (28 Haziran-4 Temmuz 2010 Sayısında) PKK'NIN CUNTANIN TAŞARONU olduğunu iddia etti.İddiaya göre ordudan ayrılan 50 genç subay 2002'de PKK'ya katıldı ve zaman içinde bu genç subaylar PKK yönetimini ele geçirdi! AKP iktidara gelip "açılımlara" başlayınca da bu PKK'daki genç subaylar kaos (kargaşa) için harekete geçtiler! Yani AKP döneminde artan PKK saldırılarının arkasında PKK'yı ele geçiren bu GENÇ SUBAYLAR var! Aksiyon ayrıca: "PKK'nın önemli bir ksımı artık Alevilerden oluşuyor. Örneğin, Mustafa Karasu, PKK içindeki derin Alevilerden. Teröristerin en çarpıcı özelliği radikal solu benimsemeleri. Alevi ve Atesit olmaları... Bu isimler İslamiyete, dindar yöneticilere karşı.." diyerek PKK'NIN ALEVİLERİN ELİNE GEÇTİĞİNİ iddia etti.

Geçtiğimiz gün (29 Haziran 2010) PKK'nın meclisteki uzantısı BDP'nin organize ettiği ve BDP'lilerin katıldığı Şeyh Sait'i anma toplantısı bile Fethullah'ın Aksiyon'undaki bu yorumun kocaman bir "zırva" olduğunu kanıtlamaya yeterlidir. Çünkü bilindiği gibi Şeyh Sait, 1925 yılında Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı "Kürt-Şeriat Devleti" kurmak amacıyla isyan etmiştir. Şeyh Sait sorgusunda, isyanını "dini nedenlere" bağlamıştır. Aksiyonculara sormak gerekir: Madem bu PKK'lılar dinsizdir, neden 1925'de "din adına" isyan etmiş Şeyh Sait'i anma toplantıları yapmaktadırlar?


Bu sırada AKP Kırıkkale Milletvekili Mustafa Özbayrak ise "ezber bozarak!", "Terör örgütü PKK'nın, bir Kürt örgütü değil Türk örgütü olduğunu" söyledi. (Vakit, 1 Temmuz 2010). Özbayrak da herhalde, PKK TÜRKLERİN TAŞERONU'DUR demek istedi...

Şimdi taşları üst üste koyma zamanı:

1. 20 Haziran 2010: Başbakan Recep Bey, Gediktepe Karakolu'na yapılan saldırıdan sonra "Hangi güçler adına taşeronluk yaptığı milletimiz tarafından bilinen terör örgütü...." diyerek PKK'nın kimin taşeronu olduğu sorusunu ortaya attı.
2. 21 Haziran 2010: AKP'ye yakın dinci Vakit gazetesi,"PKK'nın, Ergenekon'un ve Alevilerin eline geçtiğini" yazdı.
3. 28 Haziran 2010: AKP'ye yakın Fethullahçı Aksiyon dergisi, ""PKK'nın, Ergenekon'un ve Alevilerin eline geçtiğini" iddia etti.
Ve son olarak:
AKP YALAKASI MEDYANIN bu yayınlarıyla "beyni yıkanan" ya da daha doğrusu "yıkanmak istenen" halka PKK'NIN, ERGENEKON'UN TAŞERONU OLDUĞU bizzat Başbakan Recep Bey tarafından söylendi:

AKP Genel Başkanı Başbakan Recep Bey, 29 Haziran 2010 tarihinde, Grup Toplantısı'nda yaptığı konuşmada, PKK'nın "taşeron örgüt" olduğunu yenilemiş ve Türkiye içindeki destekçisinin Ergenekon olduğunu savunarak, şunları söylemiştir:
"Bizim terör örgütünü taşeron olarak nitelendirmemizden ne hikmettir bilinmez bazıları rahatsız oldu. Demek ki taşeron olarak kabul etmiyorlar, herhalde bildikleri bir şey var. Bu taşeron polemiği adeta terör örgütünü temize çıkarmak noktasına götürüldü. Bir örgütün dışarıdan finans yardımı almadan ayakta durabilmesi, silah alabilmesi mümkün değildir. biz bu noktada gerekeni çok yoğun şekilde yapıyoruz. Ama örgütün desteğinin sadece uluslar arası sınırda kalmadığını, içerden de destek aldığını hatta içerdeki kimi örgütlerle çetelerle işbirliği içinde olduğunu bazı iddianameler ortaya konuyor. Ergenekon iddianamesinde buyurun bunları görüyoruz."

iDDİA: PKK, ERGENEKONUN TAŞERONUDUR!...
Anlaşılan "Yandaş" medyanın genlerine işlemiş olan "dincilik" zehiri ve "yalakalık" mikrobu, onların "vicdan" ve "namus" gibi değerleri dışında "akıllarına" da zarar vermiş...
Çünkü, böyle bir iddiayı akıl sağlığı yerinde olan birinin ciddi ciddi telafuz etmesi olanaksızdır.
Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, İlhan Seçuk (Müteveffa), Prof. Mehmet Haberal, bazı muvazzaf ve emekli askerler ve komutanlar vb.. PKK'yı taşeron olarak kullanıp AKP'yi etkisiz hale getirmek için KENDİ EVLATLARINI ÖLDÜRÜYORLAR!...
Birileri, halkın bu namussuzca uydurulmuş zırvaya inanmasını bekliyor!

Yandaş medyanının AKP yalakalığı yaparken adeta gözü dönüyor, örneğin, dinci yandaşların tamamı söz birliği etmişçesine ERGENEKON, PKK ve ALEVİLER arasında bir bağlantı kuruyorlar.... Bu sayede akıllarınca "din dışı" olarak gördükleri, "yok edilmesi gerektiğine" inandıkları Aleviliği aşağılıyorlar....


Ya Recep Bey'e ne demeli?
İktidarını "baki" kılmak uğruna, kendini savunmak adına bu "dinci yalaka" medyanın görüşlerini daha da parlatarak Türk halkının gözünün içine baka baka tekrarlıyor....

Bu durumun tek bir açıklaması olabilir: O da, Recep Bey de onlar gibi düşünüyor....

İyi ama nasıl oluyor da Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakan'ı, oylarıyla iktidara geldiği Türk halkının bu kadar SAF ve YÖNLENDİRİLEBİLİR olduğuna inanıyor?

Gerçekten de biz bu kadar "saf" mı görünüyoruz?

Sinan MEYDAN

1 Temmuz 2010

 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

İNGİLİZLER ONA "EFSUNLU KEMAL" DERDİ

ddd.jpg


RECEP BEY’İ KİM KANDIRIYOR?

Recep Bey, Kanada ziyareti öncesinde(25 Haziran 2010)Şemdinli’de mevzide çekilen ÇÖMELME fotoğrafının eleştirildiğinin hatırlıtılması üzerine, “Bir ara dili olan konuşuyordu. Şimdi eline kalem alan yazıyor. Bunları yine kendi meslektaşlarından gerekli cevapları görüyorlar. 'Atatürk gibi ayakta durmak' falan, tarihi de bilmiyorlar. Aç biraz tarih oku! Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün siper arkasından nasıl durduğunun resimlerini gör! Sağ olsun bazı köşe yazarları köşelerine bu fotoğrafları koyarak yanıt verdi" diye konuştu.
Komuştu ama, maalesef yine “boş” konuştu...
Geçtiğimiz hafta Meclis Grup Konuşması’nda OHALİ biz kaldırdık diye esip gürleyen Recep Bey, bugün de Atatürk’ün, tıpkı kendisi gibi siperde çömeldiğini ima etti. Ancak hem OHAL konusunda söyledikleri hem de Atatürk konusunda söyledikleri baştan sona YALAN ve YALNIŞTI. Çünkü OHAL’i Recep Bey’in AKP’si değil bir önceki kualisyon hükümeti kaldırmıştı... Atatürk, ise siperde hiçbir zaman Recep Bey gibi ÇÖMELEREK oturmamıştı. OHAL konusunda CAHİL “danışmanlarınca” yanıltılan Recep Bey, Atatürk konusunda ise YALAKA medyaca yanıltıldı.

RECEP BEY’İN TARİHİ KAÇ?

“Aç biraz tarih oku...” diyen Recep Bey’in herkesten önce kendisinin TARİH okuması gerekiyor.... “Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün siper arkasından nasıl durduğunun resimlerini gör!” diyerek kendini ATATÜRK’le kıyaslayan (!) Recep Bey’e birilerinin ÇÖMELME konusundan önce Atatürk’ün 4896 kitap okuduğunu hatırlatması ve bu kitaplarının 1000’e yakınının Türk ve Dünya Tarihi konusunda olduğunun özellikle altını çizmesi gerekiyor....
Recep Bey, öncelikle YALAKA MEDYANIZIN yayınladığı o fotoğrafların hangi tarihte nerede çekildiğini bir sorun, sonra da “SAHİ ATATÜRK SİPERDE NASIL DURURDU?” diye merak ederek şöyle bir kaç TARİH KİTABI karıştırın...
Ama biliyorum sizin OKUYACAK ZAMANINIZ YOK! Bu nedenle ben size naçizane bu konuda biraz yardımıcı olmak istiyorum.
Bırakın yalaka medyanızın yazdıklarını da gelin benim aşağıda anlattığım şu tarihsel gerçeklere şöyle bir göz atın. ATATÜRK SİPERDE NASIL DURURDU? NE YAPARDI? ÖĞRENİN!
Ne demişler: “Öğrenmenin yaşı yok!..”

İNGİLİZLER ONA “EFSUNLU KEMAL” DERLERDİ RECEP BEY

Mustafa Kemal, Çanakkale’de olağanüstü bir cesaret ve inançla mücadele etmiştir. Askerlerini imkânsız hücumlara kaldırmış, KENDİSİ EN ÖN SAFLARDA YER ALMIŞ, bizzat sıcak çatışmaya girmiştir. Ancak ölümün kol gezdiği Gelibolu sırtlarında, sanki “gizli bir güç” onu korumuş gibidir.

H.C. Armstrong, Atatürk’e “ağır hakaretler” içerdiği için bir dönemler yasaklanan “Bozkurt” adlı eserinde, Çanakkale Savaşlarını anlatırken uzun uzun Mustafa Kemal’in kahramanlığı üzerinde durmuş ve satır aralarında ölümün adeta ondan uzak durduğunu ifade etmiştir. İşte “Atatürk düşmanı” Amstrong’a bile şapka çıkarttıran ATATÜRK’ÜN ÇANAKKALE’DEKİ BÜYÜK CESARETİ ve bu cesaretin Amstrong’un yasaklı kitabına yansıması:

“BİR KERESİNDE YENİ KAZILMIŞ BİR SİPERİN DIŞINDA OTURUYORDU. Bir İngiliz bataryası sipere ateş açtı. Toplar menzili buldukça, şarapneller gitgide daha yakına düşmeye başladı; vurulması matematiksel olarak kesindi. Kurmayları sipere girmesi için yalvarmaya başladılar.
‘Hayır’, dedi.SAKLANMAK ADAMLARIM İÖİN KÖTÜ BİR ÖRNEK OLACAKTIR.’ İlgisiz ve soğukkanlı bir tavırla kurmaylarıyla konuşurken, bir sigara yakıp, gayet sakin onu içti. Bu arada aşağıda siperin güvenliği altında duran adamları, büyülenmiş gibi onu seyrediyorlardı. Düşman topları bir başka hedefe yöneldiler. PATLAYAN ŞARAPNELLERİN TOZLARINA BULANMIŞ OLSA DA, Mustafa Kemal’e yine bir şey olmamıştı.”
“Bir başka olay da, Gelibolu’ya dönerken bir İngiliz uçağı, bindiği otomobili baştan aşağı taradı. Bombalar arabanın önünde ve arkasında ki yolda patladı, bir tanesi de ön cama çarpıp şoförü öldürdü. Fakat Mustafa Kemal’e hiçbir şey olmadı.”
“ZAMAN ZAMAN ELİNE BİR TÜFEK ALIP SİPERDEN DIŞARIYA UZANIYOR, Avustralya siperlerindeki belirli bir hedefe dikkatli ve telaşsız birkaç atış yapıyordu. Açık alanlarda adamlarına cesaret vermek için yavaş yavaş hareket ediyor, kısa menzilde bile, düşman avcıları onu vurmayı başaramıyorlardı.”
“Kesinlikle ve tümüyle hiçbir kurşunun ona rastlamayacağına inanmıştı. Bu inanç, ona olağanüstü bir korkusuzluk aşılamaktaydı.”
“TEKRAR TEKRAR ATEŞ ALTINA GİRMEKTEN GERİ DURMUYORDU. KENDİNİ HİÇ SAKINMIYOR; adamlarının karşı karşıya kaldığı tehlikeleri onlarla paylaşıyor, ama çevresindeki tüm adamlar öldüğü halde ona hiçbir şey olmuyordu.”
Ancak bir seferinde az kalsın ölüyordu!
“...Sabaha karşı 3.00’da Mustafa Kemal SİPERLERDEN ÇIKTI, YÜRÜYEREK İLERLEDİ. İngilizler ateş açtı. Bir kurşun saatini parçaladı; fakat kendisine gene bir şey olmadı. Yaralanmış olsaydı, hücum asla gerçekleşmeyecekti... Türklere zaferi kazandıran ve yarımada ile İstanbul’u kurtaran, eldeki bu bir avuç asker ile Mustafa Kemal’in olağanüstü kişiliği oldu.”

Çanakkale’de Mustafa Kemal’in yanında olanlar da Armstrong’u doğrularcasına Mustafa Kemal’in “korkusuzluğunu” ve “korunmuşluğunu” vurgulamaktadırlar.

Cevat Abbas Gürer anılarında Mustafa Kemal’in korkusuzca ve fütursuzca ateş hattının içine kadar girip askerlerini idare ettiğini şöyle ifade etmektedir:
“...Conkbayırı’na akşam karanlıkta ulaşan Mustafa Kemal Sekizinci Fırka Kumandanı Bay Ali Rıza’yı ve yorulmak bilmeyen fırka arkadaşlarını gayrete getirmiş, sabaha kadar uyku uyumadan ve istirahat edilmeden, en küçük rütbeden en büyük kumandana kadar hummalı bir faaliyet neticesinde cüz’ü tamlarımız yenden seher vaktine kadar hazırlanmıştı.
Mustafa Kemal, tam bir gece olmayan zamana sığdırdığı bu baş döndürücü faaliyeti esnasında en ince en ufak ayrıntıyla ilgilenmiş, DÜŞMAN SİPERLERİNE KADAR BİZZAT YANAŞMIŞTI. O kadar ki geceyi ekseriyetle, hasım avcı hatlarının yanı başında geçirmişti. Tarafların avcı hatları arasında yalnız 11 metrelik bir mesafe vardı.”

Yine Cevat Abbas’ın anılarından:
“Kumandanımız evvelce oturmamı belirttiği ve işaret ettiği yerde, bir metre kadar akasında oturuyordum. Tepemizde dönüp dolaşan 11 teyyarenin ara sıra üzerimize bıraktığı bombaların gadrine uğramayaşımzın sebeplerini zihnen araştırmakla meşgulüm. ÖLÜM YAĞDIRAN BU HAVA KARTALLARININ ZULMÜNDEN KURTULMAK İÇİN KUMANDANIM HİÇBİR TEDBİR ALMAYA LÜZUM GÖRMÜYORDU.”

Cevat Abbas, Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki cesaretini, çalışkanlığını ve kahramanlığını şöyle gözlemlemiştir:
“Kumandanım, büyük dehası nispetinde ölçülemeyecek derecede fedakâr ve cesurdu. Ateş sahası dışındaki durumu ne ise, şiddetli ateşlerin ölüm yağdıran dehşetli sağnakları altında da onun vaziyeti aynı idi.
Gözle sayılamayacak ve akılları durduracak kadar insanların kat kat birbiri üzerine yığıldığı ateş hatlarında, SİPERLER ÜZERİNDE EKSERİYETLE ONU GÖRÜRDÜK. En katı yürekleri bile zaafa uğratan kanlı manzaraları veya taarruz ya da muvaffak olan yakın düşmanın ilerlemesini devamlı olarak görmemek için, KUMANDANIM DURDUĞU VEYA OTURDUĞU YERDE ARKASINI DÜŞMANA ÇEVİRİRDİ. Fakat sık sık değiştirdiği vaziyeti ile bu hareketini tamamıyle örter, etrafındakilere katiyen hissettirmezdi.
Kurmay heyetinin ateş haricindeki mesaisini, lüzum gördükçe ön siperlerde, avcı hatlarında, mitralyöz yuvalarında, şiddetli ateş hattında da isterdi.”

Ali Canip Yöntem de anılarında, Cesaret Tepesi’nde Mustafa Kemal’in askerlerine kurşun yağmuru altında bando mızıka eşliğinde öğle yemeği yedirdiğini yazmaktadır:
“Biz Çanakkale’ye gittiğimiz zaman henüz Anafartalar Muharebeleri olmamıştı. Mustafa Kemal yarbaydı. Fakat ilk kahramanlığını gösteriş, Seddülbahir’in kuzeyinde ve Anafartaların güneyinde İnglizlere ilk zapartayı atmış ve onları Arıburnu’nda dar bir yere mıhlamıştı.
Arıburnu’na geldik. Orayı gezerken birden bire İngilizlerin bir yaylım ateşi, yani bombardımanı ve aynı zamanda kulağımıza bir de mızıka sesi geldi.
Esat Paşa’ya sordum: ‘Paşam bu ne? Mızıka başladı. İngilizlerde de yaylım ateş!’
Cevap verdi:‘Dikkat edin bütün mermiler, şu üst tarafımızdaki Cesaret Tepesi’ne yöneliktir. Her gün öğle zamanı oldu mu, oranın Tümen Komutanı Mustafa Kemal, askerlerine bando ile yemek yedirir. Ve İngilizleri kıyıda dar bir yere mıhladığı için mızıka sesini duyan gemileri, Mustafa Kemal’e ateşle cevap veriler. Yemek bitince bando kesilir. İngilizlerde sırf hiddetlerinden açtıkları ateşe son veriler.”

Mustafa Kemal: 1913’te kaleme aldığı “Zabit ile Kumandan Arasında Hasbıhal” adlı eserinde, “Muharebede yağan kurşun yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenlere, ürkenden daha az zarar verir” demiştir. İki yıl sonra da 1915’te Çanakkale’de bu düşünce doğrultusunda, İngilizlerin gemilerinden karaya yağdırılan ve insanın ruh halini allak bullak eden top mermilerinin gürültüsüne askerlerini alıştırmak için onlara bando mızıka eşliğinde yemek yedirmiştir.
(Sinan Meydan, ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA, 2. bs, İnkılap Kitabevi, s.212-216).

İşte gerçekler… İşte tarih….

Yıl 1915: Siperlerin 8-11 metre yakınlıkta olduğu Çanakkale Savaşı’nda askerlerine cesaret vermek için “ölümü hiçe sayarak” SİPERLERİN ÖNÜNDE AYAKTA DURAN, veya ASKERLERİYLE BİRLİKTE KURŞUN YAĞMURU ALTINDA HÜCUMA KALKAN ya da ASKERLERİNE BANDO MIZIKA EŞLİĞİNDE YEMEK YEDİREN MUSTAFA KEMEL ATATÜRK….

Yıl 2010: En üst güvenlik önlemleri altında, gazetecilerin ve tv’lerin bulunduğu Şemdinli’de bir siperde ölümden fena halde korkarak SİPERLERİN ARDINA ÇÖMELEN BAŞBAKAN RECEP BEY ve GENELKURMAY BAŞKANI…

Tablo işte bu….

Sinan MEYDAN

25 Haziran 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...-misiniz-recep-bey&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

TÜRK TARİHİ DOĞRULANIRKEN: "Omurgası Kırık Aydının Zavallılığı"

ddd.jpg


BATI MERKEZLİ TARİHE BAŞKALDIRAN ADAM: ATATÜRK

Atatürk'ün en önemli özelliklerinden biri Kurtuluş Savaşı sonrasında Batı Merkezli Tarihe Başkaldırmasıdır. Atatürk biyografilerinde ve yakın tarih anlatımlarında nedense hep gözardı edilen bu gerçek, Atatürk'ü Atatürk yapan en önemli neteliklerinden birdiir.Kurtuluş Savaşı'yla Batı emperyalizminin siyasi oyunlarını bozan Atatürk, 1930'larda ortaya atıp, yerli ve yabancı bilim insanlarının tartışmasına açtığı Türk Tarih Tezi'yle de Batı emperyalizminin kültürel oyunlarını bozmuştur. Bu durumdam çok rahatsız olan Batı, Attatürk'ün olümünden hemen sonra Türk Tarih Tezi'ni ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir.
Sömürgeci Batı, 19. yüzyılda kurmaca bir tarih ve dil tezi geliştirerek, bu tezlerle Doğu'yu "köksüzleştirip" sömürmek istemiştir. Batının Doğuyu sömürmek için ileri sürdüğü bu tarih ve dil tezlerinin temel mantığı Doğudaki bütün eski ileri uygarlıklara HİNT AVRUPALI DAMGASI VURARAK sahip çıkmak üzerine kuruludur. Böylece Anadolu'da, Mezopotamya'da, Hindistan'da vb eski ileri uygarlıklara sahip çıkan Batı bu topraklarda yaşayan Doğu toplumlarını, "Bu topraklar geçişte bizimdi..." diyerek bu topraklardan atmaya çalışmıştır....İşte Atatürk, Türk Tarih Tezi ile Batı'nın bu ırkçı ve kurmaca tarih tezine, yani Batı Merkezli Tarih Tezi'ne başkaldırmıştır.
Üstelik Atatürk'ün bu başkaldırısı, "omurgası kırık aydınlarımızın" iddia ettiği gibi "kurmaca" değil tamamen "bilimsel" bir başkladırıdır. Çünkü Türk Tarih Tezi'ni kanıtlmaya çalışan bilim insnaları, Sümerolog Landsberger, Hititolog Güntenbirk, Antropolog E. Pitard gibi dünyaca ünlü bilim insanlarıdır...
Dahası sıkı durun, Atatürk'ün 1930'larda ileri sürdüğü, Hititlerin, Sümerlerin, Etrüsklerin Türklüğü ve Türklerin ilk yerleşip medeniyet kurdukları yerlerden birinin Anadolu olduğu biçimindeki tezlerin birçoğu bugün (2010) modern bilim tarafından kabul edilmektedir.

İşte, OMURGASI KIRIK AYDINLARIMIZIN BİLMEDİĞİ GERÇEKLER:

ANTİK KAYNAKLARDA TÜRK ADI

Türk adının ilk görüldüğü yerlerden biri Anadolu ve civardır. Bilim insanlarına göre Türk adının ilk geçtiği kaynaklardan biri Museviliğin kutsal kitabı Tevrat’tır. Tevrat’ta Nuh’un oğullarından biri olan Yafes’in oğlu Gumar (Gomer), onun da oğlu Tugarma’dır. Avam Galanti, Tevrat’ta geçen bu Tugarma sözcüğüyle Türklerin kastedildiğini ileri sürmüştür. Tugarma’nın ise, Uygur, Tiros, Avar, Hun, Barsil, Zarna, Kozar (Hazar), Sanar, Bulgar, Sabir adlı oğulları olmuştur. Tugarma sözcüğü Tevrat’ta dört kez geçmektedir: (Tekvin Mahlukat Bab 10, paragraf 3; Tevazrih-i Evvel, Bab 1, paragraf 6; Hezekiyel, Bab 27, paragraf 14; Hezekiyel, Bab 38, paragraf 6)
Galanti’ye göre, Tugarma (Thorg-ama), MÖ 250’den sonra Tork, Turk, Türk olarak söylenmiştir.
Tevrat’ta geçen bu isimlerden bazıları, “Türk soylu” kavimlerle ilişkilendirilmektedirler.
Örneğin, “Aşkenaz’ın İskitler”, “Gomer’in Kimmer”, “Madia’nın Med”, “Tiras’ın Tura veya Turan” olduğu ileri sürülmüştür.
Türk adı, Tevrat dışında en eski antik kaynaklarda da karşımıza çıkmaktadır. Eski ve ortaçağ yazarlarından Hekataios, Hesiodos, Heredot, Strabon, Pliny, Pomponius Mela, Ptolemaeus, Horeneli Moses, Annanius Shirakatsius eserlerinde Türklerden söz etmişlerdir.
İsveçli El Tabbert Stralenberg, Herdot’un “IV. Tarih” kitabında tasvir edilen Hakas kabilesinin, “Asya’dan Avrupa’ya göç etmiş ve Herodot’un devrine kadar orada yaşamış olan İskitlerin çocukları” olduklarını belirtmiştir (Stralenberg, 1888, s.3,4).
E. İ. Eyhvald, Herodot’un “Türragetler” ve “Türklerden” söz ettiğini belirtmiştir. (Kitap IV, 21). Herodot, Dnestr (Dinyester)in üst katına Türkleri yerleştirmiştir.
Pliny ve Pomponius Mela’nın bahsettikleri Türk kabileleri Strabon’da Türragetler (Tyrrhen) olarak geçmektedir. Ayrıca Satrabon’un yazılarında Uygur Türklerinden de söz edilmektedir.
Başta Herodot olmak üzere Antik çağ yazarları, Orta ve Kuzey İtalya’da MÖ. 900-700 yılları arasında güçlü Etrüsk devletini kuran “Tyrrhenus”lardan söz etmişlerdir. Bu Tyrrhenus sözcüğüyle kastedilen Turanlılardır. “Y” harfinin “u” okunduğu dikkate alınacak olursa “Tyrrhen”in, “Turan” sözcüğünün Yunanca telafuzu olduğu kolayca anlaşılacaktır. İlk olarak İsac Taylor’un 18. yüzyılda yaptığı çalışmalardan sonra bugün birçok bilim insanı Etrüsklerin Türk kökenli olduğunu kabul etmektedir.
Tyrrhenler, Truva Savaşı’ndan sonra Truva şehri yakılıp yıkılınca oradan kurtulup İtalya’ya göç etmişlerdir (Aenias’ın torunları). Tyrrhenuslar, Türk İskit (Saka)’lerle birleşerek Tyrr-Saka (Tursaka) adını almışlardır.
Prof. Manfred Korfmann, Truva Savaşı sonrasında şehirden kaçanlar arasında Turcilerin de bulunduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla, Turcilerin ve Tyrrhenler’in ataları olan Truvalılar da Türk kökenli bir topluluktur.

ANADOLU VE CİVARINDA ÖN TÜRK DEVLETLERİ

Arkeolojik kazılar sonunda Ön Türklerin ilk yaşam alanlarından birinin Mezopotamya’dan Doğu Anadolu’ya oradan İç Batı Anadolu’ya kadar uzanan bölgeler olduğu anlaşılmıştır. Örneğin, Elamlılar, Kaslar, Hurriler, Urartular, Hattiler, Subarlar ve Turukalar Kuzey Mezopotamya ve Anadolu civarında yaşamış Türk kavimlerinden birkaçıdır.
Sümerler gibi Mezopotamya’da yaşayan Asyenik Elamlar Türkçe gibi “bitişken” bir dil kullanmışlardır. Türkçe ve Elamca şekil ve yapısal bakımdan birbirine o kadar çok benzemektedir ki Hamit Zübeyir Koşay’ın ifadesiyle “Her iki dil arasında aynılık” vardır. Bu aynılığın en açık kanıtlarından biri, her iki dildeki çok sayıda ortak kelimedir. Elamlılar, MÖ. 3. Binyıl ortalarında Sümerlerden aldıkları çivi yazısını kullanmaya başlamışlardır. Elam adı, Türkçede, “İl-em” (benim ilim), “El-em” biçimlerinden zamanla “Elam” haline dönüşmüştür.
Mezopotamya ve Anadolu civarında yaşayan Türk kavimlerinden biri de Kaslardır. I. Binin ilk yarısında Zagros Dağları civarında varlık gösteren Kasların dilleri Türkçeyle akrabadır. Kas hükümdarlarının isimleri öz Türkçedir. Hatta bu isimlerden bazıları Göktürk Yazıtlarında bile karşımıza çıkmaktadır.
MÖ. 3. Bin yılın ortalarından itibaren Mezopotamya’da Yukarı Dicle bölgesinde ortaya çıkan ve zamanla Ön Asya’ya yayılan Hurriler de Türk kökenlidir. E. Forer gibi bazı bilim insanları Hurrilerin Türklerle akraba olduğunu ileri sürmüştür. Türkçe gibi “bitişken” bir dil kullanan Huriler, Hitit çağında Anadolu’un en etkili kavimlerinden biridir. Hurricede sözcükler arka arkaya gelen son ekler aracılığıyla türetilmektedir. Hurice ve Türkçe arasındaki benzerlik ortak kelime hazinesinden çok iki dilin yapısal özellikleriyle ilgilidir. Hurriler uzun süre Anadolu’nun doğu ve güneydoğu bölgelerine egemen olmuşlardır. MÖ. 2. Binlerde Hititler başta olmak üzere birçok kavimi derinden etkileyen Hurriler, MÖ. 1. Binde tarih sahnesinden çekilmişlerdir.
MÖ. 600 ile 900 arasında Doğu Anadolu’da Van merkez olmak üzere hüküm süren Urartular da Anadolu’daki Ön Türk kavimlerinden biridir. Urartuca da Türkçe gibi “bitişken” bir dildir. Urartucanın Hitnt-Avrupa dilleriyle hiçbir bakımdan benzerliği yoktur. Urartuca yine bitişken bir dil olan Hurriceyle de akrabadır. Aslında her iki dilin aynı kaynaktan doğduğu ve MÖ. 3. Binde birbirinden ayrıldığı kanıtlanmıştır.
MÖ. 3. Binlerde İç Anadolu’da yaşayan ve Hititleri derinden etkileyen Hattiler, Hint-Avrupalı olmayan bir dil kullanan Asyenik kavimlerden biridir. Hattiler de Sümerler, Elamlılar, Huriler ve Urartular gibi “bitişken” bir dil kullanmışlardır. Hattice birçok bakımdan Türkçeye benzemektedir.
Mezopotamya ve Anadolu arasında yaşayan Ön Türk kavimlerinden biri de Subarlardır. Azeri dil bilgini Firudun Agasıoğlu Celilov, MÖ. 3.ve 4. Binyıllarda Dicle’nin yukarısında Asurlarla Urartular arasında Subarların (Su kenarında yaşayan insalar) yaşadıklarını ileri sürmüştür.
Subarların biraz aşağısında Türk dilli Kumanlar, Gutiler, Lulular, Urmiye Gölü’nün güneyinde ise yine Türk dilli Turukalar yaşamaktadır.
Ayrıca yine Mezopotamya ve Doğu Anadolu arasında Kumug, Kaşgal, Güger, Salur gibi Türk dilli halklar yaşamaktadır.
Son zamanlarda yeniden Türk Tarih Tezi’nin izini süren bazı Türk bilim insanları, yaptıkları araştırmalar ve incelemeler sonrasında Kuzey Mezopotamya ile Doğu Anadolu arasında Ön Türklerin yaşadıklarını tesbit etmişlerdir. A. Erzen başkanlığında ve Prof. Kılç Kökten, Prof Oktay Belli, Prof. Muvaffak Uyanık, Prof. Ersin Akok, Prof W.Freh ve Prof E. Feigel’den oluşan bir gurup arkeolog ve eski çağ tarihi uzmanı Doğu Anadolu bölgesinde yaptıkları araştırmalar sonunda çok önemli sonuçlar elde etmişlerdir.
Prof. Arif Erzen, Kafkaslardan Kuzey Suriye ve Irak’a kadar uzanan yükesk Anadolu yaylasında MÖ. 4. Binlerde Ural-Altay dili konuşan hakların oluşturduğu çok güçlü bir kültürün var olduğunu ileri sürmüştür.

ŞARTAMHARİ METNİ VE TÜRKİ KRALLIĞI

MÖ. 2350-2150 tarihleri arasında Mezopotamya’da çok büyük bir imparatorluk kurmuş olan Akad hükümdarlarından Naramsin, “Şartamhari Metni” olarak bilinen ve “Mücadelenin Kralı” anlamına gelen yazılı kaynakta, MÖ. 2000’lerde Anadolu’da Türklerin yaşadıklarını belirtmiştir. Adı geçen belge üç kopya halinde ele geçirilmiştir: İlki, Mezopotamya Babil’de, ikincisi Mısır Tel el Amarna (Mısır)’da, üçüncüsü de Anadolu Hattuşaş (Boğazköy)’ta ele geçirilmiştir.
Hattuşaş arşivinde “KBO-III, 13” sıra numarasıyla belirtilen bu yazılı belge Hitit çivi yazısıyla (MÖ.1750- 1200) Akadca orjinalinden kopya edilerek taşa yazılmıştır. H. G. Gütterbock tarafından çözümlenen bu belgede Akad Kralı Naramsin’e karşı 17 Anadolu kralının güçlerini birleştirerek harekete geçtikleri anacak yenildikleri anlatılmaktadır. Burada bizim için önemli olan bu 17 kraldan birinin TURKİ kralı İlşu-Nail adlı kral olmasıdır.
Aynı olaydan bahseden Delaporte da “Les Hittites” (Hititler) adlı eserinde Sargon’un üçüncü halefi Naramsin’e karşı Kuzey Mezopotamya ve Anadolu’da 17 krallığın bir kualisyon kurduğunu ve bu krallıklar arasında TOURKİ kralının da olduğunu ve “İlloushoumail”in “Tourki” karlı olduğunu söylemiştir.
Şartamhari Metni’nin 15. satırında yer alan “TURKİ kralı” ifadesi çok açık bir şekilde Anadolu’da MÖ. 2000’lerde adıyla sanıyla Türklerin yaşadıklarını göstermektedir.

Şartamhari Metni Kral Naramsin’e Aittir.

Eski Çağ’da Anadolu’da “Türk olmadığını” iddia eden Prof. Ekrem Akurgul, Turki Krallığı’ndan söz edilen Şartamhari Metni’nden hiç söz etmezken, Doç. Dr. Ekrem Memiş, Şartamhari Metni’ninde geçen Turki Krallığı’nı, Nuh’un Yafes adlı oğlunun torunlarından “Thorg-ama” nın kurduğunu iddia etmiştir.

MARİ TABLETLERİ VE TURUKKU KRALLIĞI

Ayrıca Fırat kıyısında Mari bölgesinde ele geçirilen tabletlerin (MÖ.4000-2000) 13 tanesinde TURUKKU adlı bir kavimden söz edilmektedir. Sadi Bayram, bu tabletlerin Türkçe tercümelerini yayınlamıştır.
Önce Sümerlerin, daha sonra da Asurlular ve Babillerin egemenliğinde kalan Mari şehri, bugünkü Suriye sınırları içerisindeki Tell Hariri kentidir. Fransız Arkeoloji Enstitiüsü’nün 1933-1939 yılları arasında yaptığı kazılarda ortaya çıkarılan Mari şehrindeki kraliyet sarayında Asurlulara ait MÖ. 1870-1740 yılları arasında yazılmış bir çok çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bugün Louvre Müzesi’nde sergilenen Akadca yazılmış bu tabletlerin metinleri Fransıza tercümeleriyle birlikte Georges Dossin tarafından 1950 yılından itibaren yayınlanmaya başlanmıştır.
Dört cilt halinde yayınlanan bu Mari tabletlerinin 13 tanesinde toplam 22 defa “Turuku”, “Turukku”, “Turukki, ve “Turuk” biçiminde bir kavim adı geçmektedir.

Bu tabletlere şöyle birkaç örnek vermek mümkündür:
16 numaralı tablet : “...Uyuyanları uyandıran ve uyandırdıklarına hiç tayın vermeyen Turukkular gibi yapacağız”.
21 numaralı tablet : “...Bu akından beri Turukkular’ın sayısı fazla görünmüyor. Fakat artabilir. Onlar gelmeye devam edecekler.”
22 numaralı tablet : “...Bana yazdığın Turukkular’la ilgili haberler değişti.”
23 numaralı tablet : “... Bana Turukkular hakkında yazmıştın. Turukkular’ın çıkış hareketinde bulundukları gün çok meşgul olduğumdan sana haber veremedim.”
87 numaralı tablet : “...Kral bana herşeyden önce, Turukkular’ın hücum ettiklerini, Nithim’i kuşattıklarını yazdı.”
Güneydoğu Anadolu’da yaşayan, savaşçılıkları ile Orta Asya Türk akıncılarını andıran, ana merkezden yaklaşık 400 km. uzaklaşıp, düşman ordugâhlarına saldıran bu Turukkular, Türk’ten başka kim olabilir ?
Bu tabletlerde ayrıca Asur Kralı Şamsi Addu’nun oğlu İsme Dagan’ın Turukularla barış imzaladıktan sonra, Turukulardan Zazaya’nın kızını oğlu Mutasgur’a gelin almıştır.
Yine bu tabletlerde Turukuların Asurlulara Ahazim bölgesinden saldırdıkları anlatılmaktadır. Burada sözü edilen “Ahazim” bölgesi MÖ. 2300’lerde Türklerin ve Hurrilerin yerlişim bölgesi olan “Harizm” bölgesi olmalıdır. “Harizm” adı da büyük ihtimalle “Hurri” sözcüğünden gelmektedir.

MÖ. 2000’LERDE ANADOLU'DA TÜRK ADI

Batı merkezli tarihin esiri bilim insanlarınca “MÖ.2000’lerde Anadolu’da Türk yoktur!” denmesine karşın arkeolojik, filolojik ve etnolojik bulgular Eski Çağ’da Anadolu’da Türklerin yaşadığını göstermektedir.
Türklerin MÖ 2. Binlerde Kuzey Mezopotamya ve Doğu Anadolu civarında yaşadıklarını kanıtlayan bu belgelerden biri Asurlulara ait tabletlerde geçen ve Arkeolog Dossin’in, “TUUR” ve “TURAN” biçiminde okumuş olduğu bir kelimedir.
Antik Çağda İç Anadolu’da, Kilikya ve Kapadokya bölgesi civarında kullanılan bazı kral, tanrı ve yer yurt adlarının, Çin kaynaklarında görülen, “Türk” adının türevlerine fazlaca benzerlik göstermesi, “MÖ. 2000’lerde Anadolu’da Türklerin yaşadığı” tezini güçlendirmektedir. J. G. Frazer bir yazısında bu konuda şu düşüncelere yer vermiştir:
“Bütün dağlık Batı Kilikyası’nın, sonraları Greklerce Zeus diye sayılıp kabul edilen, bir tanrıyı kişiliğinde simgeleyen papaz krallar tarafından yönetildiğini biliyoruz. Bu kralların çoğunun adı ya Ajaks ya da TEUKEROS idi. Bu adlar Kilikyalı adların Grekçeye çevrilmiş biçimleri idi.
Teukeros sözcüğü Kilikya krallarında sık sık rastlanan TRAK, TROK, TURKU ve TROKA adlarının Grek söyleyişine uydurulmasından ileri gelmişe benziyor.
Unutulmamalıdır ki, Korikos mağarasında –Kilikya’da- Zeus’un papazlarının adları arasında sık sık Tarkuvaris, Tarkumbiyos, Tarkimos, Trokoarbasis ve Trukumbigremis gibi adların arasında Grekçe Teukuros adı görülür. Hitit tanrısı Teşüp’ün bir adının da Torkom olduğu unutulmamalıdır.”
Kilikya ve Kapadokya krallarında sıkça rsatlandığı söylenen bu adlar çok tanıdıktır. Türk adının zaman içindeki ses değişimi izlendiğinde geçmişte Türklere, “Trak”, “Türü”, “Töre”, “Türük”, “Turuk”, “Tork” gibi adlar verildiği görülecektir. Dolayısyla Kilikya krallarına verilen “Trak”, “Trok”, “Turku” gibi adların değişik coğrafyalarda Türklere verilen adlara birebir benzemesi, ilk çağda Kilikya ve Kapadokya bölgesinde yaşayan halkın “Türk kökenli” olabileceğini düşündürmektedir. Bilindiği gibi bu bölge daha sonra Hititlerin yerleşeceği İç Anadolu ve civarıdır.
Selahi Diker, “Kapadokya” adının da Türkçe olabileceğini ileri sürmüştür. Kapadokya adının Akamen Elamcasıyla: “Ka-ut-ba-du-ka” biçiminde yazıldığını ve Türkçe “Kt-batuk-ya” yani (Het-batuk-ya) biçiminde yazılması gerektiğini ileri süren Diker, bu sözcüğün anlamının ise: “Hatti halkının battığı ülke” olması gerektiğini belirtmiştir. Diker, Hatti-Hitit ve Türkçe Battı-Batık szöcükleri arasındaki ilişkiye dikkat çekerek: “Her ne kadar adını Galata sınırındaki Kappadoks ırmağından aldığı söyleniyorsa da (Strabon, s.291) bu bizim yorumumuzu değiştirmez. Zira, bu ırmak adı da hemen hemen aynı etimolojiye sahiptir: Kappadoks – Kappadok-s Türkçe Kt-patuk –su “Hattilerin battığı ırmak…” biçiminde bir değerlendirme yapmıştır.
Anadolu’da MÖ. 2. Binlerde Türklerin yaşadıklarını gösteren en önemli kanıtlardan biri Antik kaynaklardaki bazı yer adlarıdır. Örneğin, Antik kaynaklarda Anadolu’da TAUR adını taşıyan dağlardan söz edilmektedir (Pontus Tauru, Anadolu Tauru). Taur sözcüğü “dağlı insanlar”, “dağlılar” anlamında Türkçe kökenli bir yer adıdır. Tau/taw/tav “dağ” ve ar/er “insanlar” sözcüklerinden oluşmuştur.

BULAMAÇ HÖYÜK HEYKELİ VE ÖN TÜRKLER

Erzurum’un Pasinler ilçesi yakınlarında Bulamaç Höyük kazısında MÖ. 1100-1500 yılları arasına tarihlendirilen bir insan başı heykelciği bulunmuştur. Yapılan analizler sonucunda yumurta büyüklüğündeki insanbaşı heykelciğinin Proturklere ait olduğu anlşılmıştır.
Pasinlerde, MÖ. 1100-1500 yıllarına ait heykelcikte, Orta Asya Türk eserlerinde bulunan “bıyık”, “keçi sakal” gibi detaylar yeralmaktadır. Heykel başının en öenmli özelliği göz, ağız, bıyık ve sakalının Asyetik unsurlar barındırmasıdır. Yrd. Doç. Dr. A. Semih Güneri, bulunan arkeolojik eserler hakkında yaptığı açıklamada, “Türkçe konuşan kabilelerin MÖ. 3000’den itibaren Doğu Anadolu’ya gelişlerine ilişkin arkeolojik belgeleri 10 yıllık çalışmayla gün ışığına çıkardıklarını” belirterek, “Ermenilerin yörede 6. Yüzyıldan itibaren yaşadığı iddia ediliyor. Bulamaç Höyük kazılarında Türklerin buralara 1000 yıl daha erken geldiğini kanıtlayan bulgular bulduk” demiştir.
DPT tarafından desteklenen OTAK (Orta Asya’da Türk Kültürünün Arkeolojik Kaynakları) projesi kapsamında Pasinler Ovası Bulamaç deresi yakınlarından bulunan Bulamaç Höyük I’de Ortaçağ ve Urartu dönemi arasındaki kültürlere, Bulamaç Höyük II’de ise Son Tuç çağına ait surlar ve küplere rastlanmıştır.
Bulamaç Höyük kaızlarında bulunan baş heykelciği, Türklerin Anadolu’da 3500 yıldır yaşadığını kanıtlayan son arkeolojik bulgulardan biri olması bakımından son derece önemlidir.


HAKKARİ TAŞLARI VE ÖN TÜRKLER

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” sözü aslında bilimi tanımlamak için kullanılabilecek en güzel ifadelerden biridir; çünkü bilimde “mutlak doğru” diye birşey yoktur. Tarih biliminde de yeni bilgi ve bulgular eski bilgi ve bulguları değiştirir. Tarih ve arkeoloji bilimleri öteden beri tarihi gerçeklerin değişebileceğini göstermiştir. Örneğin, yeni bulunan Hakkari Taşları, Eski Türk Tarihi hakkında bilinenleri değiştirecek türdendir.
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Veli Sevin ve eşi Doç Dr. Necla Sevin başkanlığında bir ekip tarafından 1998’de Hakkari’de yapılan kazılarda ele geçirilen 13 adet dikili taş, başlangıçta Batılı bilim çevrelerinde heyecan yaratmış, dünyaca ünlü “National Geograpic” dergisi bu konuda 2 sayfalık bir yazıya yervermiş, Amerikan Arkeoloji Enstitüsü’nün yayın organı olan “Archeology” dergisi de 2000 yılı Ağustos sayısında Veli Sevin’in kazı çalışmalarına tam 8 sayfa ayırarak, Hakkari Taşları’nı dünyaya duyurmuştur. National Geographic Dergisi’nin haberinde Hakkari Taşları’nın Anadolu, Orta Asya ve Avrasya uygarlıklarıyla ilgili ip uçları vereceğini belirtmesi son derece anlamlıdır.
Hakkari Taşları’nı bulan Veli Sevin o günlerde Hürriyet gazetesine verdiği bir demeçte şunları söylemiştir:
“Üç yıl önce kepçeyle kazı yapan bir kişi, tarihi kalıntıları görünce valiliğe haber verdi. Kültür Bakanlığı kazı başlattı. Bölgede dikilitaşlarla birlikte, içinde 50’ye yakın iskelet ve bazı eşyalar günışığına çıkarıldı. Bunlar çok önemli arkeolojik eserler. Dikilitaşların dönemin kralları tarafından oluşturulan sitelerde kullanılmak üzere yapıldığını belirledik. Yaptığımız çalışmaların meyvelerinin uluslar arası dergilerde yeralması ve Türkiye’den övgüyle sözedilmesi bizi grurlandırdı. Önümüzdeki yaz (2001) dikilitaşların kökenini araştırmak üzere Doç. Dr. Necla Sevin’le birlikte Orta Asya’ya giderek araştırmalar yapacağız.”
Hakkari Taşları, Türk Tarih Tezi üzerinde yeniden düşünülmesi gerektiğini göstermektedir. Artık bilim insanlarımızın, “Antik çağlarda Anadolu’da Türk yoktu, Türkler 1071’de Anadolu’ya girdi!” biçimindeki “genel kabulun” esiri olmaktan kurtulup 1998 yılında Hakkari’de bulunan taşlara göz atmaları gerekmektedir
Hakkari Taşları, Türklerin ilk yaşadıkları yerlerden birinin Doğu Anadolu ile Hazar Denizi arasındaki bölge, yani Kafkaslar olabileceğini düşündürtmektedir.
MS. 6. yüzyıl Çin kaynakları, Türklerin atalarının Hsi Hai (Batı Denizi)’nin batı kıyılarında yaşadıklarını, sonraları buradan doğuya doğru göç ederek Turfan Havzası ve Ergenokon’a yerleştiklerini yazmaktaydı. Kimi tarihçiler, Çince Batı denizi denilen yerin Hazar Denizi olduğunu ileri sürerken, kimileri Batı denizinin Aral ya da Isık gölleri civarları olduğunu ileri sürmektedir.
Hakkari Taşları diye adlandırılan bulgular, ilk dikildikleri şekli koruyan, insan biçiminde ve 13 adet dikili taştır. En ilginci söz konusu taşlar eski Anadolu ve Ön Asya kültürüne yabancı özellikler taşımaktadır. Ön yüzlerinde kabartma ve çizgi tekniğiyle yapılmış resimler vardır. Taşlar cepheden görünen çıplak ve güçlü bir erkek figürü biçiminde yontulmuştur. Balta, hançer, mızrak, topuz gibi madeni silahlarla donatılmış figürler birer kahraman savaşçıya benzemektedirler. Çadır resimleri, yaşamlarını bozkır çadırlarında geçirdiklerini göstermektedir. Figürlerin üzerindeki işaretlerden taşların ait olduğu toplumun at kullanmayı da bildikleri anlaşılmaktadır.
“Hatta tüm koşum donanımlarıyla betimlenmiş bir süvari figürü Yakın Doğu’nun bilinen en eski örneği durumundadır. Dikili taşlardan ikisi silahsız kadınlara aittir. Bunlardan biri 3.30 metre boyundadır. Yerel bir hanedana ait bu taşlar, İÖ. 1450 ile 1000 yılları arasında ölmüş ataları anma amacıyla bir tür mezar taşı olarak yapılmıştır.”
Eski Çağ Tarihçisi Veli Sevin, Hakkari Taşları’nın Ön Türklere ait olduğunu düşünmektedir. Sevin: “Orta Asya ile Şaşırtıcı Paralellik” başlığı altında Hakkari Taşlarıyla Orta Asya’da ele geçirilen Türklere ait dikili taşları karşılaştırmıştır:
“Hakkari taşları, gerek ikonografik, gerekse felsefi açıdan kuzeyin Avrasya bozkır inanışlarına yakın özellikler taşır. (…) Hakkari taşlarının en ilginç yönü, kahraman figürlerinin göğüsleri üzerinde sıkı sıkıya (olasılıkla deriden) bir kırba (tulum) taşımasıdır. Merkezi konumlu bu içki kabı tüm sahnenin odak noktasıdır. Bu kabın simgesel açıdan büyük önem taşıdığı, savaşçının tüm kahramanlıkları ile silah ve eşyalarından ön plana alınarak belirginleştirilmiştir. En erken örnekleri Hakkari ve İran Azerbaycan’ında ortaya çıkan bu ilginç poz, taşları Batı Avrupa ve Güney Rusya –Ukrayna’daki en eski benzerlerinden ayırır. (…) Buna karşılık Orta Asya’da Kırgızistan, Kazakistan, Batı Çin ve Moğolistan’da yüzlerce benzer söz konusudur. Hakkari taşlarıyla Orta Asya’dakiler arasındaki paralellik şaşırtıcıdır.”
Sevin, Hakkari Taşları’nın Orta Asya’daki örneklerden daha eski olduğunu, dolayısıyla bilinenin aksine Anadolu’dan Orta Asya’ya tersine bir göçün söz konusu olabileceğini ifade etmektedir.
Veli Sevin, yaptığı araştırmalar sonunda Hakkari Taşları’nı MÖ. 2030-1690 arasına tarihlendirmiştir. Bu tarihlendirme MÖ.2.Binyılın ortalarına denk gelmektedir ki, aynı dönemde Anadolu’da Hitit İmparatorluğu hüküm sürmektedir. Üstelik Hitit İmparatorluğu, Hakkari Taşları’nın bulunduğu Doğu Anadolu’ya kadar yayılmıştır. Bu durum Hakkari Taşları’nı yaratan uygarlıkla Hititler arasında bir ilişki olabileceğini göstermektedir. Veli Sevin de bu duruma dikkat çekerek Hakkari Taşları, Hititler ve Orta Asya arasında bir ilişki olduğunu ima etmektedir:
“İÖ. 2. Binyılın ortalarında Anadolu’da Hitit İmparatorlarının hüküm sürdüğü yüzyıllarda Hakkari yaylalarını yurt tutmuş bir hanedana ait bu türde taşlar Yakındoğu’ya büyük çapta yabancıdır. Ancak, Azerbaycan ve İran Azerbaycanında, Hazar Denizi’nin batı ve güneybatısındaki Aşhanekeran, Dübendi ve Erdebil yakındaki Meshkin Shar Ovası’nda çok sayıda stelin ( dikili taşın) varlığı bilinmektedir. Güneydoğu Anadolu’da Garzan Ovası ve Antakya yakınındaki Tell Açana’nın V. Tabakasında benzer birkaç örnek bulunmaktadır. Bununla birlikte çıplak savaşçı avcıları betimleyen bu türde stellerin en erken örnekleri İÖ. 4. Binyılın ikinci yarısında Kuzey Karadeniz Bölgesi, özellikle Ukrayna ve Kırım’da görülür. Bunlar zaman içinde batıda Portekiz ve İspanya’dan, doğuda Moğolistan ve Çin’e yayılan geniş bir coğrafyada binlerce örnekle ortaya çıkar.
Orta Asya’da İÖ. 3000’den İS. 12, 13. yüzyıllara değin çok uzun bir süre çeşitli halklarca kullanılmışlardır. Kırgızistan, Kazakistan, Altay, Sbirya bölgeleri, Tuva yöresi ve Moğolistan’da geniş alanlara dağılan Orta Asya stellerinin en çarpıcı özelliği Hakkari’dekiler gibi iki ellerinde daima bir kap tutuyor olmalarıdır. Bu özellik derin anlamları olan simgesel bir sözlük görünümündedir. Binlerce yıldır unutulmayan bu gelenek Hakkari stelleri ile Orta Asya stellerini birbirine yaklaştırır.”
Veli Sevin, Hakkari Taşları’nı yaratan uygarlığı Orta Asya’ya bağlarken MÖ. 2.Binlerde Doğu Anadolu’da yaşayan bir Orta Asyalı kavimden, Turukkular’dan da söz etmektedir.
1998 yılında Hakkari Taşları’nın bulunmasıyla “Eski Anadolu’da Türk olmadığı” genel kabulüne çok ciddi bir darbe vurulmuştur. Söz konusu taşlar, eski Anadolu’da Türklerin yaşadığının en güçlü kanıtlarından biridir. Eski Çağda Anadolu’da Türklerin yaşadığını gösteren, Hakkari Taşları, “Hititlerin Türklüğü Tezi”nin üzerinde daha fazla düşünülmesi gerektiğini ve “Türklerin Anadolu’ya 1071’de girdikleri” bilgisinin artık sorgulanması gerektiğini çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

GEN ARAŞTIRMALARI: TÜRKLER 40.000 YILDIR ANADOLU'DA

Atatürk’ün, “Anadolu en aşağı 7000 yıllık Türk beşiğidir” düşüncesi ve bu düşünce doğrultuda ortaya atılan Türk Tarih Tezi 21. yüzyılda –bugün- yapılan “gen araştırmalarıyla” doğrulanmaktadır.
Genetik bilimindeki başdöndürücü gelişmeler, sadece geleceğe değil geçmişe de ışık tutmaktadır. DNA moleküllerinin dizlişi toplumsal köken araştırmalarında büyük kolaylıkalr sağlamaktadır. Bugün, Natonal Geographic dergisinin yürüttüğü “Genografi” projesi kapsamında dünyanın gen haritasının çıkarılmasına çalışılmaktadır. Tarih, ekeoloji ve entroploji bilimlerinin günümüzdeki en büyük yardımcılarından biri “genetik” bilimidir. Ancak Türkiye bu konuda dünyanın birhayli gerisinde kalmıştır.
Dünyadaki Bu genetik araştırmalaraı yakından takip eden az sayıdaki bilim insanlarından biri Timuçin Binder’dir. Kaliforniya Üniversitesi’nde Antropoliji eğitimi alan ve İTÜ İnsan ve Toplum Bilimi Bölümü’nde öğretim üyeliği yapan Antropolog Timuçin Binder, gen araştırmalarının “Anadolu Türklerinin büyük bir bölümünün 40 bin yıldır bu toraklarda yaşadıklarını” gösterdiğini belirtmiştir.
Gen araştırmalarına göre 1071 ve sonrasında Orta Asya’dan Anadolu’ya gelenlerin oranının yüde 10/15 arasında olduğunu belirten Timuçin Binder, 10 Aralık 2007’de Sabah gazetesine verdiği demeçte şu değerlendirmeleri yapmıştır:
“Türkiye’de yaşayan insanların büyük bölümünün 40 bin yıl önce de bu topraklarda yaşamış olmaları… Yani Türkler 1071 yılında Anadolu’ya gelmedi. Hatta 40 bin yıldır buradan kıpırdamamışlar. Bu topraklara aitler. Orta Asya’dan geldiği söylenenler buralı aslında.
Orta Asya’dan Anadolu’ya göç oldu ama, gelenlerin sayısı çok az! Gen araştırmaları bugün Türkiye’de yaşayan insanların ne kadarının Orta Asya kökenli olduğunu ortaya çıkarıyor. Buna göre Türkiye’nin genetik yapısı Tarih Öncesi dönemde bugünkü şeklini alıyor. Orta Asya’dan göç edenlerin sayısı yüzde 10/15 civarında. Dolyaısıyla gelenler nüfüs yapısını da değiştirmemişler. Hiç de ‘Orta Asya’dan Anadolu’ya bir kısrak başı gibi uzanan’ bir durum söz konusu değil. (1071) Orta Asya göçü bir efsane. Zaten gelen az sayıdaki insanın geni de çok daha kalablaık toplulukların (Anadolu’ya daha önce gelen Türklerin) içinde kaybolmuş. Ayrıca (1071ve sonrasında) gelenlerin Türk mü, İranlı mı veya Afgan mı olduğunu da bilmek zor.”
40 bin yıldır Anadolu’da yaşayan ve Anadolu’nun “dip kültürünü” meydana getiren insanların “bizim atalarıumız” olduğunu belirten Binder, Anadolu’ya sonradan gelen Türklerin, Anadolu’daki insanlarla (Ön Türklerle) kaynaşıp karıştıklarını da şöyle ifade etmiştir:
“Anadolu’da, Orta Asya’dan göç etmeyen yüzde 85/90’ın anlatılmayan öyküsü ve öyküleri var. Orta Asya göçünden önce Anadolu’da yaşayanların bizimle ilgisi yokmuş gibi başka topluluklar olarak gösteriliyor. Bizim atalarımız olarak gösterilmiyor. Onlar vardı, nacak biz gelince gittiler gibi anlatılıyor. Ama bu raştırmalar bunun öyle olmadığını gösteriyor. Onlar bizim atalarımız.”
Antropolog Timuçin Binder’in, “gen araştırmalarına” dayanarak 2007 yılında aktardığıu bu bilgiler, “Hititlerin Türklüğü” tartışmasından çok daha “radikal” ve çok daha “önemli” başka tartışmaları gündeme getirmektedir. Gen araştırmaları, MÖ 2000’lerde Anadolu’da yaşayan Hitilerden çok önce (MÖ.38.000’lerde) bu topraklarda Türklerin yaşadığını ortaya çıkarmaktadır. Nitekim gerçekten de arkeolojik ve filolojik bulgulgular, Hitit öncesi Anadolu’da yaşayan Hattilerin, Hint-Avrupai dil kullanmayan Asyenik bir kavim olduğunu göstererek, bu gen araştırmalarını desteklemektedir.

ÖN TÜRKLERİN ANA VATANLARI ANADOLU VE CİVARIDIR

MÖ. 3.. hatta 4.Binlerde Doğu Anadolu’da Türklerin yaşadığını belirten bilim insanlarından biri de Osman Nedim Tuna’dır. Tuna: 40 yıllık araştırmaları sonunda: “Türklerin en az MÖ. 3500’lerde Türkiye’nin doğu bölgesinde bulunduğu tespit edilmiştir.” demektedir.
Sümerlerle Türkler arasındaki ilişki konusunda 40 yıl çalışan Osman Nedim Tuna’ya göre MÖ. 3500’lerde Anadolu’da Türkler yaşıyordu. Tuna şöyle demektedir: “Şu halde Türkler daha MÖ. en az 3500’lerde bugünkü Türkiye’nin doğusunda oturuyorlardı…”
Güney Anadolu’da İslahiye yöresi’nde Gedikli’de bulunan ve M.Ö.3000 sanlarına ait olduğu tespit edilen, yüzeyi 20x21 m, derinliği 2.50/3m. olan, Ateş Evi’nde, 159 toprak kül kabı ve yanık kemikler bulunuştur. Yapılan analizler sonunda bu buluntuların Türklere ait olduğu ve Türk kültürüne ait izler taşıdığı belirlenmiştir.
Selahi Diker, 35 yıllık araştırmalar sonunda kaleme aldığı “Anadolu’da On Bin Yıl, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” adlı çalışmasında, Anadolu’nun çok eski çağlardan beri “Türklerin ana yurdu” olduğunu ileri sürmektedir: “…(Anadolu) Türk kültür tarihini on bin yıl öncesine götürebiliriz. (….) Türkler bundan 8300 yıl öncesinde Anadolu’da yaşamıştır.”

ANADOLU'DA ÖN TÜRKLERE AİT KAYA RESİMLERİ VE YAZITLARI

Ön Türk araştırmacısı Kazım Mirşan’a göre Türkler, MÖ.15.000’lerde Anadolu’ya gelmişlerdir.
“Bugün, Türkiye’de Orta Asya, Yenisey, Aral, Balkaş, Pamir, Kazakistan, Kırgızistan, Tamgalı Say, Talas, Issıq Kölü, Başkurtistan v.s mevcut onbinlerce pigtogram (mağara resmi), petroglif (yazıelemanlı kaya resmi- tamga) ve yüzlerce yazıtın aynısı ya da yakın benzeri geniş bir coğrafyaya dağılmış olarak Anadolu’da da mevcuttur. Bunlar Türklerin Anadolu’da -17.000 öncesine varan varlığının kanıtlarıdır.
Sadece Doğu Anadolu yaylasında, tarihleri MÖ. 15.000, 1000 olarak tesbit edilen tam 45.000 kaya üstü yazıtı ve mağara resmi mevcuttur. Kazım Mirşan tüm bu kaya resimleri ve yazıtlarına eserlerinde yer vermiştir.”
Kazım Mirşan’ın, Batı merkezli tarihin kölesi bilim insanlarına bir türlü kabul ettiremediği bu kanıtlar, (kaya üstü yazıları ve mağara resimleri) Anadolu’yu Orta Asya’ya bağlamakta ve Türklerin MÖ. 15.000’lerde Anadolu’da yaşadıklarını göstermektedir.
“Yazıt, tamga ve mağara resimlerindeki bu ayniyet ve yakın benzerlik ‘en azından’ Orta Asya Türk yurdu ile Anadolu insanı arasındaki bağın açık göstergeleridir.”
Özellikle Doğu Anadolu yüksek yaylasındaki 40 bin civarındaki kaya resmi arasında Kazakistan’daki Kara-Tau sembol ve şekillerine benzer resimlern bulunması bu resimleri yapanların ortak kökenli olduklarını göstermektedir.
Anadolu’daki Ön Türk yazıtlarının belli başlıları şunlardır:
1. Van-Hakkari, Tir-i Sin Yaylası Yazıtları
2. Gavaruh Vadisi
3. Hırkanis Suyu Mezar Vadisi
4. Pagan Köyü
5. Başet Dağı
6. Put (Yedi Salkım Köyü)
7. Cudi Dağı
8. Varagöz Yaylası
9. Çilgiri Yazıtı
10. Van Ahtamar Yazıtı
11. Erzurum Cunni Mağarası
12. Oy-Onul Trabzon Mağara Yazıtları
13. Sinop Tersane Kapıüstü Yazıtı
14. İstanbul Fikirtepe Toprak Kabı
15. Kemerburgaz Mağarası Toprak Kabı
16. Erenköy UW-ON Yazıtı
17. Ödemiş Damgaları
18. Side Hamam Yazıtı
19. Midas (At-Esiç Öz) Yazıtı
Prof. Dr. Hamit Zübeyr Koşay tarfından bulunan Erzurum Cunni mağarasındaki resimleri Divan-ı Lügat-it Türk ve Cami’ül Tevarih’teki Anadolu Türkmen aşiretlerinin damgalarıyla karşılaştıran Kazım Mirşan çok önemli benzerlikler keşfetmiştir.
Cunni mağarasına kazınmış olan yazılar, Ön Türklerin Doğu Anadolu yaylasından Anadolu içlerine doğru ilerlediklerini göstermektedir.
Cunni mağarasında iki ayrı çeşit Ön Türkçe yazıt bulunmuştur. İlk gurupta OQ İSİLİS, ON İSİLİS ve OQ ANILIS sözcükleri okunmuştur.
İsilis: etiliş, ediliş; Oq: ok olma, yok olma; Anılıs: angılış, anlayış, anlamlarındadır.
Cunni mağarasındaki yazılar, yaklaşık olarak MÖ 3000’lere tarihlendirilmiştir. Kazım Mirşan’a göre buradaki ISUB ÖG Alfabesi (Tarihteki ilk Türk alfabelerinden biri) Ön Mısır’a gitmiş ve Mısır Hiyerogliflerinin temelinde yer almıştır.
Kazım Mirşan’ın ısrarla üzerinde durduğu eski Anadolu topluluğu Friglerdir. Yazıları henüz tam olarak çöülemeyen Batı Anadolu’nun “tarımcı” toplumu Frgilerin “Türk kökenli” olduğunu idda eden Kazım Mirşan, Batılı bilim insanlarının temel yanılgısının, Frig yazıtlarını Hint-Avrupai dil kurallarıyla çözme ısrarı olduğunu belirtmiş ve kendisinin bu yazıtları Ön-Türkçe olarak okuduğunu ileri sürmektedir.

SAHİ, FİRİGLERİN KÖKENİ NEYDİ?

Frig yazıtlarını okumak için 2008 yılında Eskişehir'e gelen Fransız Milli Bilimsel Araştırma Merkezi üyesi Prof. Dr. Drew-Bear, araştırma ve incelemelerinden sonra, "Türkiye’de Frig esintileri var. Frig Vadisi’nde yetişen Türkler, Friglerin torunları" açıklamasını yapmıştır.1969’dan beri Grekçe ve Latince taşları okuyan Prof. Dr. Thomas Drew-Bear, Anadolu’daki yazıtları okumakla ve yayımlamakla görevli olan Prof. Bear, araşatırma ve incelemelerinden sonra şunları söylemiştir:
"Frig yerlileri bir dağ tanrıçası olan Kibele’ye tapıyorlardı. Roma’da bile Frig halkının özellikleri görülüyor. Frigler, Anadolu’da oldukları için çok gelişmiş bir medeniyete sahipti. Frig alfabesinin Fenikelilerden geldiği anlaşılıyor. Ancak Frigler söz konusu alfabeyi geliştirdi. Friglerin kendilerin özgü dilleri vardı. En eski Frig belgeleri MÖ 7 ve 8. yüzyıllara ait kaya anıtlarıdır. Midas şehrinde yazılı anıtlar ve kabartmalar var. Frig devletinin yıkılmasının ardından Frigce yazılmamaya başlandı. Ancak, MÖ 2. yüzyılın ikinci yarısında Frigce yazılara tekrar rastlıyoruz. Bu yüzyılın ardından Frigler artık kayalara değil mermer ve kalker taşlara yazdı. Yıkımın ardından Roma İmparatorluğu ile Anadolu’da barış hüküm sürmeye başladı. Halk zenginleşti. Anadolu’dan ayrılmayan Frig halkı tekrar canlandı ve dillerini konuşmaya, yazmaya başladı….
Frigler, sunakların ve mezarların üzerine yazılar yazıyordu. Mezar başlarına ölenlerin isimlerini, yaşlarını, neden öldüklerini, akrabalarının isimlerini ve ölenlerin mesleklerini yazıyorlardı. Ölenler için şiirler de yazıyorlardı. Bu şiirler Frig halkının ne kadar kültürlü olduğunun kanıtıdır. Genç ölen bir kızın mezarında ’Yazık, evlenmeden öldü. Çiçek açılmadan soldu’ yazıyor. Genç bir erkeğin mezarında da ’Kendi annesine ve babasına bakamadı’ yazıyor. Mezarlarda lanetlemeler de var. Mezarlarda ’bir kişi mezara zarar verirse tanrılar onu cezalandırsın’, ’kendi çocuklarının ölümlerini görsün’, ’evi yansın’, ’evlenemesin’, ’ne toprak, ne de deniz onu taşısın’ gibi korkunç lanetlemeler var."
Friglerin sunaklardaki yazılarda da “Adalet Tanrısı’ndan” bahsettiklerini ifade eden Drew-Bear, "Bundan Frig döneminde bu topraklarda adaletsizlik olduğu anlaşılıyor. Bu tanrı Frigya dışında bulunmaz. Frigler Adalet tanrısını iki erkek figürü olarak betimlerdi. Birinin elinde ölçü, diğerinin elinde bir tartı vardı. Ancak, kısa olmasından dolayı bazı Frig yazılarını çözemiyoruz. Uzun yazılar çıkarsa Frig alfabesinin hepsini çözebiliriz" demiştir
Frig halkının genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraştığını belirten Drew-Bear, Friglerin birçok bakımdan Anadolu Türklerine yakın olduklarını şöyle ifade etmiştir:
"Frigler tarımla uğraşıyordu. Gelişmiş bir tarım kültürü bulunuyordu. Atları, öküzleri ve katırları vardı. Kağnı kullanıyorlardı. Kadınların başları örtülüydü. Türkiye’de Frig esintileri var. Frig Vadisi’nde yetişen Türkler, Friglerin torunları. Yani Frigler hala Frigya’da yaşıyor. Frig Vadisi’ne Doğu’dan, Kuzey’den ve Afrika’dan göçler olsa da Friglerin torunları hala bu vadide."


İŞTE "TÜRKLERİN SAKLI TARİHİ"....

ATATÜRK'ÜN 1930'LU YILLARDA ORTAYA ATTIĞI VE YERLİ YABANCI YÜZLERCE BİLİM İNSANININ ARAŞTIRMALARIYLA BİÇİMLENEN TÜRK TARİH TEZİ BUGÜN (2010) DOĞRULANMAKTADIR. ANCAK, 80 YILDIR ATATÜRK'ÜN TARİH VE DİL TEZLERİYLE DALGA GEÇEN OMURGASI KIRIK AYDINLARIMIZ HALA UTANIP SIKILMADAN TÜRK TARİH TEZİNİ CİDDİYE ALMAMAKTADIRLAR.

KENDİ TARİHİNE VE KÜLTÜRÜNE DÜŞMAN BU OMURGASI KIRIKLAR, ATATÜRK'ÜN TARİH VE DİL TEZLERİNİ HALA "IRKÇILIK" OLARAK ADLANDIRMA AYMAZLIĞINI VE UTANMAZLIĞINI GÖSTEREBİLMEKTEDİRLER.

Türk Tarih Tezi hergeçen gün daha da doğrulanmaktadır. Ancak omurgası kırık aydınlarımız hala o eskiyi türküyü çığırmaktadır!
(Günümüzün bir omurgası kırık aydınının TARAF gazetesinde kaleme aldığı Türk Tarih Tezi'yle dalga geçen yazısı için bkz. http://www.taraf.com.tr/roni-margulies/makale-sanli-irkimiz-ve-kayip-kita-mu.htm)

YUKARIDAKİ YAZI: SİNAN MEYDAN'IN Ağustos ayında piyasaya çıkacak olan ATATÜRK VE TÜRKLERİN SAKLI TARİHİ adlı kitabından alıntıdır. İlk kez burada yayınlanmıştır.

Sinan MEYDAN

21 Haziran 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...an-haberiniz-var-m&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Şehit Kanlarında Boğulmak!

ddd.jpg


AÇILIM

PKK'nın tutuklu lideri bebek katilinden "görüş" almak,
Kürt devletine yeşil ışık yakmak,
PKK'nin siyasi kanadını Meclise sokmak,
PKK'lı teröristlerin ayağına mahkeme götürmek,
PKK'yla mücadele eden TSK'yı etkisizleştirmek,
Sonuçta:
Terörle mücadele yerine terörle "müzakere" etmek...
Ve:
Son iki ayda 50'den fazla şehit....


İKTİDARIN YAPAY GÜNDEMLERİ

Türkiye'nin bir numaralı önceliği TERÖR iken, AKP'nin temel politikaları:
Ergenekon,
Yargıya müdahale,
Anayasa değişikliği,
Milli varıkları satmak,
İran severlik,
Hamasseverlik,
Filistinseverlik,
Özetle:
Arapseverlik...

Türkiye'nin bir numaralı önceliği TERÖR iken, AKP Hükümeti'in başbakanı Recep Bey; "Türk'ün kaderi Arabın kaderinden ayrılmaz!.." diyerek "Şov" yapıyor.
Araplara yardım yapmak isterken İsrail tarafından öldürülen 9 vatandaşına "şehit" diye ağlayan AKP ve Başbakan Recep Bey, ayı günlerde PKK'nın öldrüdüğü "gerçek şehitlerin" cenazesine bile gitmiyor!

UTANMAZLIK

Dahası Recep Bey, son iki ayda 50'den fazla şehit veren bir ülkenin başbakanı olarak, halkın içine çıkmaktan, ekranlarda boy göstermekten, dahası "AKP İktidarının başarılarını" anlatmaktan UTANMIYOR?

Utanmak bir yana AKP'liler adeta Türk Milletinin "aklıyla dalga geçiyorlar. TBMM Başkanı AKP'li Mehmet Ali Şahin, PKK saldırısı sonrasında aynen şöyle bir açıklama yapabiliyor: " Bugün verdiğimiz 8 (10) şehidimizle ilgili ben Genelkurmaydan tatmin edici bir açıklama bekliyorum. Bu şehit babasının hislerine tercüman olacak, tatmin edecek açıklama bekliyorum. Kamuoyu da bekliyor.''
Sanki bu ülkeyi, TSK yönetiyormuş, ülkenin yönetiminden AKP sorumlu değilmiş gibi, UTANMADAN, SIKILMADAN, HALKIN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKA BAKA, AKP'NİN APTAL POLİTİKALARININ, İÇİ BOŞ AÇILIMLARININ ÜLKEYİ BU NOKTAYA GETİRDİĞİNİ GİZLEMEK İÇİN KIVIRIYOR VE BÜTÜN SORUMLULUĞU, CANINI DİŞİNE TAKARAK PKK'YLA MÜCADELE EDEN TSK'YA YIKMAK İSTİYOR... ÜSTELİK "GÖREVE ÇAĞIRDIĞI" O TSK'NIN EN ÜST RÜTBELİ SUBAYLARININ ERGENEKON, BALYOZ SORUŞTURMALARI KAPSAMINDA "TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMAK" SUÇUNDAN YARGILANDIIKLARINI UNUTUYOR! AYLARDIR MENSUBU OLDUĞU AKP'NİN TSK'YI YIPRATMAK İÇİN NELER YAPTIĞINI UNUTUYOR! DAHA DOĞRUSU BU GERÇEKLERİ HALKA UNUTTURMAK İSTİYOR... AMA NAFİLE! TÜRK MİLLETİ AKP'Lİ ŞARK KURNAZI ŞAHİN'İN ZANNETTİĞİ KADAR APTAL DEĞİLDİR... İKİ AYDA 50 ŞEHİTİN SORUMLUSUNUN KİM OLDUĞUNU ÇOK İYİ BİLİR!

Bugün, 19 Haziran 2010 (Şemdinli'de 10 şehit daha verdik) tarihi itibariyle AKP ve Recep Bey'e düşen hiç zaman kaybetmeden İSTİFA ETMEKTİR!..

"İnsanlık onuru" bunu gerektirmektedir...

Aksi halde, AKP ve Recep Bey'in, şehit kanlarında ve şehit analarının göz yaşlarında boğulması kaçınılmazdır!

NOT: YALAKA MEDYA, son zamanlarda PKK saldırılarının artmasını, hükümetin "basiretsiz", "beceriksiz" ve "yanlış" politikalarına bağlamak yerine, bütün bu terör eylemlerini "hükümetin açılım politikasından rahatsızlığa" ve "hükümetin dış politikadaki açılmlarına duyulan tepkiye" bağlamaktadır. Yani, YALAKA MEDYAYA göre PKK saldırılarının nedeni -sözüm ona- AKP'nin başarılı politikalarından rahatsızlık duyulmasıymış: Bkz. Habertürk'te Yiğit Bulut'un analizleri...

Sinan MEYDAN

20 Haziran 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...-kanlarnda-boulmak&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Ne Mutlu Arabım Diyene!

ddd.jpg


Başbakan Recep Bey, Türk-Arap İşbirliği Forumu’nda (10 Haziran 2010) Türkler ile Araplar’ın sadece aynı coğrafya ve iklimi paylaşmadığını, ortak kültür ve medeniyetin hissiyatını da taşıdıklarını söyledi. Recep Bey, Türk-Arap kardeşliğini anlatmak için de Mehmet Akif’in dizelerini kullandı: “Türk Arapsız yaşayamaz; kim ki yaşar der, delidir/Arabın Türk, hem sağ gözüdür, hem sağ elidir.”
Ne?
"Türkiye'nin ekseni mi kayıyor..." dediniz?
Ne eksen kayması canım! Ekseni kayan asıl sizsiniz!
Siz:
AKP, iktidara geldiğinde Recep Bey'in "Ben değiştim!" söylemine inananlar,
Siz:
AKP, iktidara gelirken Türkiye'yi AB'ye sokacağını düşünerek AKP'yi destekleyenler,
Siz:
AKP, iktidara gelirken, "Sivil anayasa yapacağım, ülkeyi demokratikleştireceğim" söylemine alkış tutanlar,
Siz:
AKP, iktidara gelirken,açılımlarla terörün biteceğini düşünenler,
Siz:
AKP, iktidara gelirken, işsizliğin biteceğini, yolsuzluğun sona ereceğini düşünenler,
Siz,
AKP, iktidara gelince Türkiye'nin daha Müslüman bir ülke olacağını düşünenler,

Asıl ekseni kayan sizsiniz!

AKP'nin ve Recep Bey'in "EKSENİ" hep aynı:

Eskiden de şeriatçıydılar, şimdi de öyle!
Eskiden de Arap yandaşıydılar, şimdi de öyle!

Türkiye'nin ekseni 1950'lerden beri hep KAYIKTIR zaten; ABD'ye doğru bir kayıklıktır bu! Bugün ki göstermelik ABD-İsrail karşıtlığına aldanmayın sakın; çünkü AKP'nin ve Recep Bey'in Arapseverliği de özünde ABD eksenli bir yaklaşımdır. Şöyle ki, bugün Ortadoğu'da gördüğünüz bütün Arap ülkeleri ABD'nin dümen suyunda hareket eden devletlerdir. Başta da Recep Bey'in içtiği su ayrı gitmeyen Suudi krallığı...

Kayan, Türkiye'nin EKSENİ değil, Türkiye'nn REJİMİDİR!

Türkiye, "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!" anlayışından "NE MUTLU ARABIM DİYENE!" anlayışına gelmiş, birileri hala EKSEN KAYMASINDAN söz ediyor!

Bu ne derin uykudur Allah'ım!

NOT: Recep Bey, tarihi de tarihi kişilikleri de işine geldiği gibi çarpıtıyor: Türk Arap İşbirliği Forumu'nda Mehmet Akif'in bir şiirinden alıntı yapan Recep Bey'e biz de aynı Mehmet Akif'in şu sözlerini hatırlatalım:
"Mısır'da Arapların arasında on bir yıl kaldım.Fakat on bir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana hâlisane bir fikrimi söyleyeyim mi: İNSANLIK DA TÜRKİYE`DE, MİLLİYETÇİLİK DE TÜRKİYE'DE, MÜSLÜMANLIK DA TÜRKİYE`DE, HÜRRİYETÇİLİK DE TÜRKİYE'DE.. ALLAH benim ömrümden alıp MUSTAFA KEMAL'e versin!.." Mehmet Akif ERSOY.

Recep Bey, Akif'in bu sözlerini bilmiyor mu acaba?


Sinan MEYDAN

12 Haziran 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...mutlu-arabm-diyene&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

KURTULUŞ SAVAŞI'NDA İNGİLİZLERLE SAVAŞMADIK YALANI VE GERÇEKLER

ddd.jpg


O SÖZDE PROFLARA KÜÇÜK BİR TARİH DERSİ
Bugün 30 Ağustos. Türk ulusunun Atatürk'ün Başkomutanlığı'nda emperyalizmi Anadolu yaylasına gömdüğü en kutsal zaferin yıldönünü. Bu anlamlı günde, bu zaferin, emperyalizmin pençesindeki bütün mazlum milletlere yol göstericiliğinin üzerinde durulması gerekirken, tv ekranlarında ve gazete köşelerinde sözde proflar, hiç utanıp sıkılmadan, bu zaferin önemini azaltmak için adeta bin dereden su getirmekle meşguller! "30 Ağustos Zaferi'nin o kadar da önemli olamdığından" tutun da "Kurtuluş Savaşı'nda İngilizlerle savaşılmadığına" kadar bir dizi YALANLA kamuoyunu kandıran bu sözde proflara küçük bir tarih dersi daha verelim hazır yeri gelmişken.
Cumhuriyet Tarihi yalancıların en büyük yalanlarından biri “Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizlerle savaşmadık, onlar 1921’de zaten resmen tarafsızlıklarını ilan etmişlerdi!” yalanıdır. Ömer Kürkçüoğlu, Cemil Koçak, İdris Küçükömer, Kadir Mısıroğlu, Yalçın Küçük, Fikret Başkaya, Abdurrahman Dilipak ve Mehmet Altan gibi tarihçi, yazar ve akademisyenlerin bu iddiasının aslında hiçbir “bilimsel temeli” yoktur. Tarihsel gerçekleri, belge ve bilgileri gördükçe bu iddianın kocaman bir "yalan" olduğu ortaya çıkmaktadır.
“Düzenin Yabancılaşması” kitabıyla tanıdığımız İdris Küçükömer, “Sivil Toplum Yazıları”nda, “Kurtuluş Savaşı Yunanlılara karşı kazanılmıştır. Kurtuluş Savaşı bir Türk-Yunan savaşıdır!” tezini ortaya atmıştır. Yine aynı dönemlerde “deliliği tescilli” Şeriatçı yazar Kadir Mısıroğlu Kurtuluş Savaşı’ndan ‘Türk-Yunan muharebesi!” olarak bahsetmiştir. Daha sonra, “Modern Türk Tarihini tersten yazdım, her olayın tersini kanıtlamaya çalıştım ve sanırım başarılı oldum!” diyen “tez hastası” Yalçın Küçük bağıra çağıra aynı tezi gündeme getirmiştir. Küçük’e göre “Kurtuluş Savaşı tarihi baştan sona yanlıştır!” Hatta o kadar yanlıştır ki, mesela Birinci İnönü Zaferi diye bir savaş hiç olmamıştır! Antiemperyalizmden bahsetmek mümkün değildir! En fazla bahsedilebilecek Yunanlılarla yapılan savaş olabilir! Türk-Yunan Savaşı tezleri daha sonraki dönemlerde Fikret Başkaya gibi “Solcular” ve Abdurrahman Dilipak gibi “Şeriatçı” yazarlar tarafından da yinelenmiştir.
GÜNÜMÜZÜN ALİ KEMALLERİ VE MEHMET ALTAN
“Kurtuluş Savaşı’nda İngilizlerle savaşılmamıştır” tezi günümüzün Ali Kemalleri’nce sıkça dile getirilmektedir. Okudukları birkaç “Cumhuriyet Tarihi yalanına” sarılan günümüzün Ali Kemal-leri, köşelerinde çalakalem “İngilizlerle savaşmadık ki…” diye çığlık atmaktadırlar. İşte günümüzün en ateşli Ali Kemallerinden biri olan Mehmet Altan’ın 30 Ağustos 2009 tarihinde Star gazetesindeki köşesinde yayınladığı “30 Ağustos ve İngiltere” adlı yazısından bir bölüm:
“….İngiltere, 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz’dan çok önce, 14 Nisan 1921’de, Türk-Savaşı’nda kesin tarafsızlığını belirten notasını Yunan hükümetine bildirdi. Bunu İngiliz Parlamento tutanaklarında da görüyoruz. Örneğin, 13 Nisan 1921’de Avam Kamarası’nda Sir C., İngiltere’nin Türk Milliyetçi Kuvvetleri’yle savaş halinde olup olmadığını Başbakan’a sormuş. Hükümet adına cevap veren Mr. Harmsworth, bir barış antlaşması onaylanıncaya kadar teknik yönden ortada savaş halinin bulunduğunu fakat mevcut Türk-Yunan çatışması karşısında İngiliz tutumunun tarafsızlık olduğunu söylemiştir. Keza... Lordlar Kamarası’nın 21 Nisan 1921 tarihli oturumunda, Lord Lamington, Londra Konferansı’nın hemen ardından Yunanlıların Türklere karşı saldırıya geçmesini, Müslümanların ‘İngiltere’nin teşvikiyle yapıldığı’ biçiminde yorumlamalarına hükümetin ne dediğini sorar... Dışişleri Bakanı adına cevap veren Earl of Crawford, Müttefiklerin “sıkı tarafsızlık” uyguladıklarını vurgular. İngiltere ne Yunanlılara, ne de Türklere silah vermektedir. İstanbul’daki Müttefik askeri makamları da, Anadolu’da denetimleri altındaki demiryollarından yararlanılmasını durdurmuştur. General Harington, İzmit Yarımadası’ndaki Yunan Tümeni üzerindeki kumanda yetkisini bırakmıştır... Yunan kuvvetleri nezdindeki İngiliz irtibat subaylarına da artık tavsiyelerde bulunmamaları ve hiç bir biçimde müdahale etmemeleri yolunda talimat verilmiştir. Kısacası... Öncesi ve sonrasıyla, Büyük Taarruz, düvel-i muazzama karşı yapılan bir savaştan ziyade sadece Yunanlılara karşı yapılan bir savaştır.”
2. Cumhuriyetçi Prof. Mehmet Altan’ın İngilizlerin “tarafsızlık politikasının” tamamen iç kamuoyuna yönelik “göstermelik” bir politika olduğunu görememesi ve Büyük Taarruz öncesinde İngilizlerin Mustafa Kemal’e ve Milli Harekete karşı aldıkları önlemleri, yaptıkları planları bilmemesi ya büyük bit “cahilliktir”, ya da büyük bir “hainliktir”. Ben, Prof. Altan’ın “cahil” olduğunu düşünmüyorum…
Oysa ki, Türk Milli Kuvvetleriyle savaştıklarını bizzat İngilizler itiraf etmişlerdir. Örneğin, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri, Amiral de Robeck, 1919 Haziranında Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği bir raporda bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:
“Biz halen Türkiye ile savaşmaktayız. Barış Antlaşması’nın (Sevr) bütün Türkleri bir araya getirdiğini görerek yeni bir savaşa devam edecek miyiz?”
Büyük Taarruz sonrasında bir gazetecinin Mustafa Kemal’e sorduğu, “İngiltere’yle savaşacak mıyız?” sorusuna Mustafa Kemal, şu cevabı vermiştir:
“İngiltere ile barış imzaladık mı ki, bu sorunun yeri olsun! Yüz kez savaş durumundayız, bin kez savaş durumundayız…”
KURTULUŞ SAVAŞI'NDA İNGİLİZ POLİTİKALARI
I. Dünya Savaşı’nı kazanan İngiltere, bu savaşta 750 bin civarında kayıp vermiştir. Dahası savaş sonrasında İngiliz kontrolü altındaki İrlanda da, Mısır da, Afganistan da ve Hindistan da geniş çaplı ayaklanmalar çıkmış, bağımsızlık isyanları patlak vermiştir. Ayrıca, İngiliz kamuoyu da artık savaş istememektedir: I. Dünya Savaşı, “ekonomik” ve “askeri” bakımdan İngiliz insanını fazlasıyla yıpratmıştır. Ancak, Güneş Batmayan İngiliz İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’nın galip ülkesi olarak, hem sömürgelerdeki isyanları bastırmak, hem de yeni sömürgeler elde etmek için politikalar üretmeye başlamıştır. Bu politikaların en başında, Osmanlı’nın Anadolu coğrafyasını parçalamak ve özellikle Boğazlara ve Güneydeki Musul, Kerkük gibi “petrol” bölgelerine el koymak gelmektedir. Savaş yorgunu İngiltere, Anadolu’yu parçalama işinde Yunanistan’dan yararlanmaya karar vermiştir. Türk düşmanı Lloyd George ve Hükümeti, Yunanistan’a her türlü “maddi” ve “manevi” desteği vererek, “diri” Yunan ordusunu 15 Mayıs 1919’da Anadolu üzerine göndermiştir. İngiltere parlamento tutanakları incelenecek olursa (Salahi Sonyel ve Erol Ulubelen bu tutanakları yayınlamışlardır). Başta İngiltere Başbakanı Lloyd George olmak üzere İngiliz yetkililerin Türkiye’yi parçalamak ve Milli Hareketi yok etmek için hangi planları yaptıkları, Yunanistan’ı maddi ve manevi bakımdan nasıl destekledikleri görülecektir.
İngiltere, ayrıca Fransa, İtalya ve Ermenistan’ı da Anadolu’nun paylaşım planlarına dahil etmiştir. Dolayısıyla “Türk-Yunan Savaşı” diye küçümsenmek istenen Kurtuluş Savaşı, Doğan Avcıoğlu’nun da belirttiği gibi, aslında bir “Türk-İngiliz Savaşı”dır.
Dahası, İngiltere; Fransa ve İtalya ile birlikte Anadolu’nun birçok bölgesini bizzat işgal etmiştir.
Evet! Kurtuluş Savaşı’ndaki siyasi ve askeri gelişmelere paralel, İngiltere zaman içinde “farklı politikalar” izlemiştir. Örneğin, 1921 yılına kadar Yunanistan’ı açıkça destekleyen İngiltere, Anadolu’da Türk ordusuna açıkça kurşun sıkmaktan çekinmeyen İngiltere, Mustafa Kemal’in düzenli ordularının İnönü Savaşlarını kazanmalarından sonra göstermelik bir “tarafsızlık” politikası uygulamaya başlamıştır. Bu süreçte İngiliz yetkilileri, bir taraftan Padişah Vahdettin’i ve Sadrazam Damat Ferit’i kullanarak Milli Hareketi yok etmenin hesaplarını yaparken, diğer taraftan Milli Hareketin önderi Mustafa Kemal’e “barış teklifleri” yaparak, biraz yumuşattıkları Sevr Antlaşması’nı TBMM’ye kabul ettirmenin yollarını aramışlardır. Bu da yetmemiş, TBMM’deki Rauf Bey, Kazım Karabekir gibi bazı muhalif milletvekillerini kullanıp, Milli Hareketin önderi Mustafa Kemal’i Meclis içinden yapılacak bir “darbe” ile devirmeyi planlamışlardır. Türk orduları Büyük Taarruz’u kazanıp Yunan’ı denize dökmelerine karşın İngiltere hala Anadolu’yu boşaltmaya yanaşmamaktadır. İzmit’te ve Çanakkale’deki İngiliz birlikleri takviye edilmiş, 1922 Eylülünde İngiliz Dışişleri, General Harrington’a gerekirse Türk ordularıyla savaşma yetkisi vermiştir
İNGİLİZLERLE SAVAŞMADIK MI? YALANINIZ BATSIN
Şimdi gelelim en büyük Cumhuriyet Tarihi yalanlarından biri olan, “İngilizlerle savaşmadık! Türk orduları İngiliz ordularıyla karşı karşıya gelmedi! İngilizler bize tek bir kurşun bile sıkmadı!..” yalanına….Sağ olsunlar! “Yobazlık” ve “liboşluk” adeta genlerine işlemiş kimi akademisyen, yazar-çizer tayfası, bu yalanı öyle sık ve öyle inanarak dile getirdiler ki, bu yalan zaman içinde adeta bir “şehir efsanesi” halini alarak yayılmıştır… Türk Kurtuluş Savaşı’nı küçültmek isteyen art niyetli çevrelerin beslediği bu şehir efsanesini yıkmanın zamanı geldi artık! Ne demişler! “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar!”
İşte “satılmış” tarihçilerin, araştırmacıların ve gazetecilerin, “Bize bir tek kurşun bile atmadılar!..” dedikleri İngiliz ordularının Türk ordularıyla Anadolu’da Kurtuluş Savaşı yıllarında (1919-19122) yaptıkları belli başlı savaşlar ve çatışmalar: (14 ayrı silahlı çatışma ve savaş)
1. I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yapılan “gizli”, “açık” paylaşım antlaşmaları doğrultusunda Anadolu’yu işgal eden İngilizler, 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e çıkarak Anadolu içlerine ilerlemelerini bizzat kararlaştırmışlar ve bu Yunan çıkarması İngiliz subaylarının gözetimi ve denetimi altında gerçekleştirilmiştir. Nitekim, İzmir’in Yunanistan tarafından işgal edilmesi kararını, İngiliz Amirali Calthorpe, 14 Mayıs 1919 tarihinde öğleden sonra İzmir valisine ve Türk komutanına tebliğ etmiştir. Ancak Yunan işgallerinin İngilizlerin tahmin ettiğinden çok daha “kanlı” bir şekilde gerçekleştirilmesi Anadolu’da işgallere karşı bir halk hareketinin başlamasına yol açmıştır. Bu durumda, adeta “sömürgeciliğin kitabını yazmış olan İngiltere”, Türkleri daha fazla “kışkırtmamak” gerektiğini düşünerek “daha temkinli” davranmaya karar vermiştir. Özellikle 1919 yılı sonbaharında İngilizler Anadolu’daki milliyetçilere karşı da daha “ılımlı” davranmaya başlamışlardır. Nitekim, Mustafa Kemal’in Ali Galip Olayı’ndan ustaca yararlanarak Damat Ferit Hükümeti’ni düşürmesine ve milliyetçilere daha yakın Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin kurulmasına İngilizler karşı çıkmamışlardır. Dahası Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin Mustafa Kemal’le temas kurarak Amasya Görüşmeleri’ni yapması ve bu görüşmeler sonrasında İstanbul’da Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin toplanması için seçimlerin yapılmasına da İngilizler müdahale etmemişlerdir. Ayrıca İstanbul’da milliyetçilere yakın Mersinli Cemal Paşa’nın Harbiye Bakanı olmasına da ses çıkarmamışlardır. İngilizlerin bütün bu “ılımlı” adımlarının nedeni Milli Hareketi güç kullanmadan etkisiz kılmaktır. İngilizler, “Biz Türklerin düşmanı değiliz, bu nedenle Milli Harekete de gerek yoktur!” demek istemişlerdir. Nitekim, bu İngiliz oyunundan etkilenen kimi milliyetçiler, (Ki bunlar arasında Kazım Karabekir de vardır). Sivas Kongresi’ne gerek olmadığını ve Temsil Heyeti’nin dağıtılması gerektiğini savunmuşlardır. Erzurum Kongresi günlerinde İngiliz subaylarından Yarbay Rawlinson, Mustafa Kemal’le ve bazı milliyetçilerle görüşerek Milli Hareketi “barışçı” yolarla etkisiz hale getirmeye çalışmıştır. Kazım Karabekir’le de görüşen Rawlinson, ona, İngilizlerin Türkiye’nin toprak bütünlüğünden yana olduklarını, Mustafa Kemal’in barış koşullarının kabul etmesi gerektiğini, İngiltere’deki güçlü partilerin Türkiye’nin bağımsızlığını savunduklarını, dahası İngiltere’nin Türkiye’nin ekonomik kalkınması için de elinden geleni yapacağını belirtmiştir. Rawlinson’un bu “bol keseden” vaatlerinden etkilenen Kazım Karabekir Paşa, “İngilizler Türkiye’yi kazanırlarsa, birkaç Türk subay ve ulemadan oluşan bir kurulun, İngilizlerin 100.000 kişisinin söz dinletemediği yerlerde (İngiliz sömürgelerinde) dirlik ve düzeni koruyabileceğini ve Türk ulusunun her ferdinin İngiliz dostluğundan yana olduğunu” söylemiştir. Karabekir, Rawlinson’la yaptığı görüşmede İtilaf devletleriyle, özellikle de İngiliz İmparatorluğu’yla dostça ilişkiler kurmak niyetinde olduklarını belirtmiştir. Mustafa Kemal, 8 Ocak 1920’de Kazım Karabekir’e gönderdiği kapalı tel yazısında, bu tür açıklamalarından dolayı Kazım Karabekir Paşa’yı, üstü kapalı “uyararak”, Rawlinson’un, eğer İngiliz Hükümeti’nin resmi görevlisiyse Ankara’ya gelerek Temsil Heyeti ile görüşmesi gerektiğini belirtmiştir.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, bu “İngiliz oyunlarını” fark etmiştir. Bu doğrultuda Anadolu’daki sivil ve askeri yönetim üzerindeki etkisini artırmış, Kuvayı Milliye Hareketi’ni yurt geneline yaymış, özellikle İngilizlerin bulunduğu Batı Anadolu ve Boğazlar bölgesindeki Kuvayı Milliye güçlerini Ali Fuat Paşa ile daha da güçlendirerek İzmit’i ve İstanbul’u tehdit etmeye başlamıştır. Nitekim Mart ayını sonlarında Milli Kuvvetler, Kilikya’dan İzmit’e kadar uzanan bölgede egemenlik kurmuşlardır. İşte, Mustafa Kemal’in kontrolündeki ve Ali Fuat Paşa’nın başında bulunduğu Milli Kuvvetlerin Boğazları tehdit etmeye başlaması üzerine tedirgin olan İngilizler, Milli Kuvvetlere “yumuşak davranma stratejisini” bir kenara bırakarak silaha sarılmışlardır. O günlerde İngiltere’nin İstanbul’daki temsilcisi Londra’ya gönderdiği bir raporda, “İzmit’i terk edersek, İstanbul milliyetçilerin eline düşer… Mustafa Kemal’in askerleri Gebze’ye kadar geldi . Haydarpaşa ve Üsküdar’ı Kemalistlerin basmasından korkuyoruz” demiştir. İngiltere’yi silaha sarılmaya iten tek neden, Milli Kuvvetlerin, İzmit yakınlarına gelip Boğazları tehdit etmeleri değildir, ayrıca İngiltere’nin barış görüşmelerinden de istediği sonucu alamaması, Mustafa Kemal’in masa başında da İngilizlere güçlük çıkarması, İngilizlerin saldırganlaşmasında etkilidir. İngilizleri o günlerdeki Maraş olaylarını da bahane ederek Milli Harekete karşı askeri güçle saldırıya geçmeye karar vermişlerdir. Londra Konferansı görüşmeleri sırasında, 5 Mart 1920’de Lloyd George’un yaptığı şu açıklama, İngiltere’nin yeni politikasını gözler önüne sermektedir:
“Yunan askerleriyle birlikte Türkiye’de 160.000 askerimiz var. Türklerin ise 80.000. Fransız, İngiliz ve Yunanlılardan meydana gelen her iki asker, bir Türk askerini yenemez ise bu konferansı durdurup Türklerin bütün isteklerini kabul edelim!” demiş ve barış şartlarının kuvvet yoluyla savunulacağını belirterek sözlerine şöyle devam etmiştir: “Mustafa Kemal Paşa adi bir çeteci değildir. Türk Hükümeti’nin atadığı Erzurum valisidir. Bu Türk valisi bizim müttefikimize (Maraş’ta Fransızlara) saldırsın, biz hiçbir harekette bulunmayalım. Bu olamaz. Hemen en enerjik tedbirleri almalıyız. İlk iş olarak Mustafa Kemal Paşa’nın atılmasını istemeli, sonra Müttefik Kuvvetlerle İstanbul’u işgal etmeliyiz.”
Lloyd George, 1920 yılı içinde her fırsatta Milli Harekete karşı “şiddet” ve “güç” kullanmaya çalışmıştır. Örneğin, 23 Ağustos 1920 tarihinde de İtalyan Başbakanı’nı Türkler üzerine silahlı birlikler göndermeye ikna etmeye uğraşmıştır. “İstanbul’daki Türkler artık o eski yumuşak Türkler değil, Çanakkale’de gemilerin hiçbir rolü olmuyor. Mustafa Kemal hemen hemen bitmiştir. Elinde hiçbir savaş malzemesi yok. Buna rağmen Türkler bilinemez” diyerek Türklere yönelik saldırılara ağırlık verilmesini istemiştir.
Milli Hareket’e yönelik “şiddet” kullanmaya karar veren İngilizler, 16 Mart 1920’de silah zoruyla İstanbul’u resmen işgal etmişler ve İstanbul Hükümeti’ni sıkıştırmaya başlamışlardır. Harbiye Bakanı Fevzi Paşa’nın ifadesiyle, “Hükümet nota bombardımanına tutulur…” 17 Şubat 31 Mart arasında Babıali’ye 5 nota verilmiştir. Baskılara dayanamayan Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin istifa etmesinden sonra kurulan Salih Paşa Hükümeti de fazla dayanamayarak istifa etmiştir. 5 Nisan 1920’de İngiliz isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirecek olan Damat Ferit Paşa Hükümeti kurmuştur.
Böylece, Saray, tam anlamıyla İngilizlerin kontrolüne girmiştir. İngilizler, Padişah Vahdettin’i ve Sadrazam Damat Ferit’i kullanarak Milli hareketi ezmek için her yola başvurmuşlardır. Önce Anadolu’daki Mustafa Kemal’i ve milliyetçileri “dinsiz” ve “zındık” ilan eden bir fetva almışlar, (11 Nisan 1920) daha sonra bu fetvayı kendi uçaklarıyla dağıtmışlar, sonra iç isyanları çıkarmışlar, daha sonra da Padişah’tan Mustafa Kemal üzerine bir ordu gönderilmesini istemişlerdir. (7 Nisan 1920). İngilizler, bu orduyu kendi askeri güçleriyle destekleyeceklerini belirtmişlerdir. Ordunun savaş araç gereçleri, İstanbul’da İngiliz kontrolü altındaki depolardan karşılanmıştır. Böylece Padişah Vahdettin, milliyetçileri ortadan kaldırmak için Kuvayı İnzibatiye denilen Hilafet Ordusu’nu görevlendirmiştir. Hilafet Ordusu, Nisan sonu ve Mayıs başında İzmit ve civarına yığınak yapmaya başlamıştır. Taze kuvvetlerle güçlendirilen İngiliz birlikleri de Halifelik Ordusu’nun İzmit ve gerisindeki ordugahlara yerleştirilmiştir. Bu sırada İngilizlerin maddi ve manevi olarak destekledikleri ve Milli Harekete karşı başka bir oluşum da Cemiyet-i Ahmediye’dir. Bu cemiyeti, silah ve mühimmat bakımından da destekleyen İngilizler Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’yle de görüşerek millicilere karşı bir fetva almak istemişlerdir. Cemiyet-i Ahmediye, Anzavur İsyanı’nın patlak vermesinde etkili olmuştur.
İngilizler, Milliyetçilere yönelik bu saldırı hazırlıkları dışında Anadolu’daki, Yunan ordusunu da alarma geçirerek “hazır” olmalarını istemişlerdir. 17 Mayıs 1920’de, İtilaf devletleri, İngiltere’nin Hyte kasabasında yaptıkları toplantıda, Yunan ordularının Batı Anadolu’yu işgale başlamasını, ancak bunun ilk aşamada Bursa ile sınırlı kalmasını kararlaştırmışlardır. Bu sırada ABD Senatosu da Batı Anadolu’nun Yunanistan’a verilmesini uygun gören bir karar almıştır.
Halifelik Ordusu, Kuvayi Milliye karşısında bir varlık gösteremeyerek geriye İzmit’e çekilmek zorunda kalmıştır. 14 Haziran 1920’de Ali Fuat Paşa’nın kontrolündeki Milli Kuvvetler, İzmit’e doğru saldırıya geçmişler ve İzmit’te bekleyen İngiliz birlikleriyle Türk Milli Kuvvetleri sıcak çatışmaya girmişlerdir. Batı Cephesi Kuvayı Milliye Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa bu çatışmayı şöyle anlatmaktadır:
“İngilizler, İzmit etrafında, Hasanpaşa, Solaklar, Tepe Köy, Ağa Köyü hattının bazı yerlerine siperler kazarak buralara Halife Kolordusu’ndan 1, 2 ve 3. alayları yerleştirmişler ve bunların cenah ve gerilerine de iki üç İngiliz taburu koymuşlardı. İzmit Limanı’nda bulunan birkaç parça İngiliz Savaş gemisi de söz konusu savunma mevkinin sağ kanadını ateşleriyle koruyabilecek bir durum almıştı.”
“14 Haziran sabahının erken saatlerinde önceden kararlaştırdığım plan gereğince her taraftan yapılan baskın saldırıları Halife Kolordusu’nun birlikleri üzerinde beklediğimiz etkiyi yapmış, piyadelerinin hemen hepsi direnme göstermeksizin tüfek ve makineli tüfekleriyle bizim tarafımıza geçmişlerdi. Yalnız topçuları Kumla Çiftliği civarında mevzi alarak üzerimize ateş açmak cüretinde bulunmuştu. Fakat topçumuzun şiddetli ateşi karşısında ateş keserek İzmit şehrinin girişine sığınmışlardı. Öğleye kadar Hacı İbrahim, Solaklar, Tepeköy, Akköy hattı tarafımızdan işgal olunmuş, Halife birliklerini bizimle savaşa sokmak amacıyla üzerimize ateş açmış olan bazı İngiliz birlikleri, İzmit içerisine kadar sürülmüştü.”
Bu durumda bir İngiliz subayı, elinde beyaz bayrak Ali Fuat Paşa’nın karargahına gelmiş ve ateşin kesilmesini istemiştir. Eğer hareket durdurulmazsa savaş durumu yaratacakları tehdidini savurmuştur. Ali Fuat Paşa ise İngiliz subayından İzmit’in boşaltılmasını istemiştir. Görüşme sona erdikten bir süre sonra İngiliz uçakları Türk birliklerinin üzerine bomba yağdırmaya başlamıştır.
Yine Ali Fuat Paşa’ya kulak verelim:
“İngiliz uçaklarının bu saldırısı üzerine 14/15 Haziran gecesi baskın hareketi ile İzmit’in işgaline karar vermiştim. Ne yazık ki bu baskın İzmit’in kuzeyini inatla savunmakta olan Ermeni çetelerinin direnmesine rastlamış ve bu nedenle bir sonuç vermemişti. 15 Haziran’da İngilizlerin İzmit’i boşaltacakları söylentisi dolaşmışsa da gerçekleşmemişti. Aynı gün İzmit’in kuzeyine karşı tekrarlanan saldırı hareketimiz şehrin kenarlarına kadar ilerlemişti. 16/17 Haziran’da İngilizlerin karadan ve denizden İzmit’i savunmaya başlamaları üzerine hareketimizin biçimi ve niteliği değişmiş, esasen bu saldırılardan beklediğimiz sonuçlar da sağlanmış olduğundan, hareketimizi durdurmuş, birliklerimizin eski mevkilerine dönmeleri kararını vermiştim.”
Ali Fuat Paşa, anılarında, İngilizlerle bir kere daha sıcak çatışmaya girildiğini şöyle anlatmaktadır:
“Kütahya’nın Milli kuvvetlerimiz tarafından işgalinden sonra İngilizler evvela çekilmiş, fakat sonra eski yerlerine dönmek istemişlerdi. Milli Kuvvetler Kumandanı ise geri dönüşlerine izin verilmeyeceğini bildirmesi üzerine iki taraf arasında bir müsademe olmuş, mateessüf iki taraf da kayıplar vermişti.” Söz konusu çatışma 24 Eylül 1920’de gerçekleşmiştir.
2. Ali Fuat Paşa’nın emrindeki Milli kuvvetlerin 15 Haziran 1920’de İzmit’teki İngiliz birliklerine yönelik yaptığı saldırının intikamını almak isteyen İngilizler, 22 Haziran 1920’de Yunan birliklerini harekete geçirmişlerdir. “Yunan birlikleri kısa bir sürede, Bandırma, Bursa ve İzmit bölgesini işgal ederek İngiltere hesabına Boğazları güvenlik altına alırlar. İngilizler, Anzavur Paşa kuvvetleri ile Süleyman Şefik ve Suphi Paşaların Halifelik Ordusu’nun başaramadığı bu işi Venizelos’un Yunan Ordusu’na yaptırmak kararındadırlar.”
Doğan Avcıoğlu’nun dediği gibi, “Aslında 22 Haziran 1920 Yunan ilerlemesi tamamen İngiltere’nin kontrolünde bir saldırıdır. Saldırı planları İngiliz kurmayları ile birlikte hazırlanmıştır. Olayların iç yüzünü bilme bakımından geniş olanaklara sahip bulunan Prof. A.Toynbee, saldırı planlarının İngilizlerle birlikte hazırlandığını yazmaktadır.”
İngilizler, 22 Haziran 1920 Yunan saldırında Yunan ordusuna sadece saldırı planlarını hazırlayarak destek olmamışlar aynı zamanda bu saldırıyı Yunan ordusuyla birlikte yürütmüşlerdir. Mudanya-Gemlik gibi Marmara Denizi sahil kasabaları Yunan-İngiliz ortak hareketiyle işgal edilmiştir. 22 Haziran’da Akhisar, 23 Haziran’da Kırkağaç, Soma ve Salihli, 25 Haziran’da da Akşehir işgal edilmiştir. İngiliz destekli Yunan birlikleri, 30 Haziran’da Balıkesir’i, 2 Temmuz’da Kırmesti (M. Kemal Paşa)’yı ve Karacabey’i işgal etmişlerdir.
İngilizler, 6 Temmuz 1920’de Gemlik’i işgal etmiştir. Burada İngiliz birlikleriyle Türk birlikleri çatışmaya girmiştir.
İngiliz ordusunda görevli Prof. A. Toynbee’nin, Gemlik’in işgaliyle ilgili yazdıkları, İngiliz-Yunan ortak hareketini olanca açıklığıyla gözler önüne sermektedir:
“Milliciler çekilmişlerdi. Gemlik, Yunan birlikleriyle işbirliği yapan İngiliz donanması tarafından işgal edilmişti. Halen Yunan zulmünün hüküm sürdüğü bölgedeki Yunan Genel Komutanlığı Tümen Karargahı binalarını daha önce biz (İngilizler) kullanıyorduk. Duvarlarda İngilizce yazılmış uyarı yazıları hala okunabilir durumdaydı…”
Gemlik, İngiliz-Yunan ortak planlarıyla, İngiliz-Yunan deniz ve karar birliklerince ortaklaşa işgal edilmiştir.
3. 25 Haziran 1920’de, Yunan saldırıları sırasında İngilizler, bir kısım Türk kuvvetini cepheden uzak tutmak için Marmara’nın Güney kıyılarını gözlemişler ve Mudanya’ya asker çıkarmışlardır. Buradaki Türk kuvvetleri de İngilizleri ateşle karşılamış, bazı kayıplar verdirmiş, fakat daha sonra kasabının dışındaki mevzilerine çekilmek zorunda kalmışlardır. 6 Temmuz 1920’de bir İngiliz deniz filosu, Mudanya’yı üç saat kadar topa tuttuktan sonra işgal etmiştir. Bu İngiliz saldırısı sırasında 25 Türk askeri şehit olmuştur. Bu İngiliz saldırısının da etkisiyle 8 Temmuz’da Bursa Yunanlılarca işgal edilmiştir. Bursa’nın işgalinde İngilizlerin nasıl bir tavır takındıklarını görmek için, Amiral de Robeck’in, 25 Haziran 1920’de yayınladığı şu ültimatoma göz atmak yeterlidir: “Herhangi bir yerdeki İngilizlere ve öteki Müttefiklere karşı bir harekata girişildiği veya düşmanca bir eylemde bulunulduğu takdirde Bursa kentini donanmanın ağır silahlarıyla bombardımana tutmakta veya uçaklarla saldırıya geçmekte tereddüt göster-meyeceğim.” Bursa Vali Vekili Albay Bekir Sami, bu İngiliz tehdidine şu karşılığı vermiştir: “Mudanya’yı 24 saat içinde terk etmediğiniz takdirde milliyetçilerin direnişi sonunda dökülecek kanın sorumluluğu size ait olacaktır.”
4. 20 Temmuz 1920’de iki İngiliz zırhlısının katıldığı bir İngiliz-Yunan karma birliği de Tekirdağ’ı, Edirne’yi ve bütün Doğu Trakya’yı işgal etmiştir. Tekirdağ’a yapılan Yunan çıkarması, İngiliz ve Yunan filolarının korumasında yapılmıştır. İşgale ateşle karşılık veren Türk topu, İngiliz ve Yunan savaş gemilerince ortaklaşa tahrip edilmiştir.
5. 21 Haziran 1920’de, 150 kişilik bir Türk kuvveti, Çamlıca tepelerinde İngiliz mevzilerine saldırmıştır. İngilizler saldırıyı makineli tüfek ve top ateşiyle püskürtmüşlerdir.
6. 5 Temmuz 1920’de Boğaziçi’nin Asya kıyılarındaki Türk çeteleri İngiliz kuvvetlerine saldırmışlardır. Çatışma bütün gün boyunca devam etmiştir. Bu çatışma sırasında İngiliz gemileri sahili ve Beykoz’u topa tutmuşlardır. Beykoz’a yönelik saldırıya bir İngiliz birliği ve bir İngiliz torpidosu katılmıştır. ABD Yüksek Komiseri Amiral Bristol bu Türk-İngiliz çatışmasını, “Boğaziçi’nin Asya kıyısında Türk kuvvetleri İngiliz kuvvetlerine saldırdı… Çatışma bütün gün sürdü. İngilizler, karadaki kuvvetlerine yardım için, sahil ve Beykoz’u gemilerinden bombardıman ettirdi.” diyerek rapor etmiştir.
7. 10 Temmuz 1920’de İngilizler, Kuvayı Milliye’ye karadan ve havadan hücum etmişlerdir. Bu saldırıda önemli bir başarı elde edemedilerse de, Ali Fuat Paşa’nın verdiği bilgiye göre, bu saldırı, çevredeki Ermeni ve Rum çetelerinin saldırılarını artırmalarına neden olmuştur.
8. 11 Temmuz 1920’de Yunanlılar bir İngiliz savaş gemisinin korumasında Karamürsel’e 400 asker çıkarmışlardır. 1 Temmuz 1920 tarihli İkdam gazetesi, İngilizlerin Karamürsel’de yaptıkları vahşilikleri, “Medeni Adamlar! İngilizlerin Karamürsel’de insanlık dışı hareketleri…” başlığıyla okuyucusuna duyurmuştur.
9. 12 Temmuz 1920’de İznik Yunan ve İngiliz kuvvetlerince işgal edilmiştir. İznik, daha önce de 19 Mayıs 1919’da İngilizlerce işgal edilmişti.
21 Temmuz 1920’de, Lloyd George Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada, “Türkiye tamamıyla parçalanmalıdır. Bundan üzüntü duymak için hiçbir sebep yoktur. İngiltere Hükümeti en uygun hareket ederek Yunan birliklerinin istihdamını görüyor. Bu birlikler büyük şevk ile dövüştü. Görevi on günde tamamladı. Fransızların yardımını da elde ettik.” demiştir.
10. 5 Eylül 1919’da bir İngiliz taburuyla bir Fransız taburu ve iki batarya Hatay Dörtyol’un Gürlevik mevkiinde Kara Hasan ve çetesiyle çarpışmış, çarpışmada bir hayli kayıp veren İngiliz ve Fransız birlikleri Dörtyol’a çekilmişlerdir.11. 27 Eylül 1919’da Merzifon’daki İngiliz birliği Samsun’a çekilirken, kendisini izleyen bir Kuvayı Milliyle birliğiyle çarpışmıştır.
12. Adana’da da Milli kuvvetlerle İngilizler arasında sıcak çatışmaların yaşandığını bizzat İngiliz raporlarından öğrenmekteyiz. Örneğin, 22 Kasım 1920 tarihli İngiliz Genel Rapor’unda,”Mustafa Kemal’in ordusu Adana’da İngilizlerle çarpışmakta ve Cezayir’de İngilizleri tehdit etmektedir” denilmiştir.
13. DERBENT ZAFERİ: 31 Ağustos 1922: İngiltere, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar, hatta daha sonraki dönemlerde hep Musul’la ilgilenmiştir. Bölgedeki zengin petrol kaynaklarından dolayı Musul’u ele geçirmek isteyen İngilizler Anadolu’da ilk olarak (3 Kasım 1918’de) burayı işgal etmişlerdir. İngilizler, sadece bölgeyi işgal edip kontrol altından tutmakla kalmamışlar, aynı zamanda türlü entrikalar da çevirmişlerdir. Örneğin İngilizler, Irak’taki Kürtleri doğrudan doğruya korumaları altına almış ve bir ara Hindistan’a sürdükleri Süleymaniye’de çok iyi tanınan Şeyh Mahmud’u kazanmaya çalışmışlardır. Mustafa Kemal ise Misak-ı Milli sınırları içinde görülen Musulu’u İngilizlere kaptırmamak için elinden gelen her yola başvurmuştur. Bu yoların için de “savaş” da vardır. Mustafa Kemal, Musul’u İngilizlerden almak için, Antep’te Kuvayı Milliye Komutanlığı yapmış olan Milis Yarbayı Özdemir Bey’i Revandız bölgesine göndermiştir. Özdemir Bey’in görevi, Irak Kralı Faysal’ın, Misak-ı Milli sınırları içindeki bölgeyi işgalini önlemek ve Musul’u İngilizlerden geri almaktır.
Revandız’da bir kısım aşiretlerin desteğini sağlayan Özdemir Bey, karşısında İngilizleri bulmuştur. Özdemir Bey’i etkisiz hale getirmek isteyen İngilizler Revandız’ı havadan bombalamaya başlamışlardır. Özdemir Bey’in kontrolündeki kuvvetler; Türk-Kürt birlikleri, 1922 Haziranından 1922 Eylülüne kadar, 4 ay boyunca, İngilizlerle birçok defa karşı karşıya gelmiş, kanlı çatışmalar olmuştur. Özdemir Bey, 30 Ağustos 1922’de, Büyük Taarruz kazanıldıktan bir gün sonra, 31 Ağustos'ra İngilizlere karşı Derbent Savaşı’nı vermiş ve İngilizleri bozguna uğratmıştır. 18 Eylül 1922’de Revandız-Erbil yolun üzerindeki Musul’la bağlantıyı sağlayan Şaklava ilçesini işgal etmiştir.
Özdemir Bey’in Derbent Zaferi’yle Süleymaniye tehdit altında kalmıştır. Buranın da Türklerce ele geçirileceğini düşünen İngilizler, İngiliz mandası altında Süleymaniye merkezli bağımsız bir Kürt devleti ilan etmişlerdir. Şeyh Mahmud’u da Kürt Hükümeti’nin başkanı yapmışlardır. Ancak, İngilizlerin tam olarak kontrol edemedikleri Şeyh Mahmut, Özdemir Bey’le temas kurarak birlikte Süleymaniye üzerine yürüme önerisinde bulunmuştur. Özdemir Bey de bu öneriyi Türk Genelkurmayı’na bildirmiştir. Ancak, İngilizlerle, Büyük Taarruz sonrasında İzmit ve Çanakkale civarında beliren savaş tehlikesi ve bir süre sonra da Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanması ve İngilizlerin İstanbul’u boşaltmayı kabul etmeleri gibi gelişmeleri dikkate alan Genelkurmay, Süleymaniye üzerine yürünmesini doğru bulmamıştır.
Türkiye’nin bu tavrına karşın İngilizler bölgedeki saldırılarına devem etmişler; Kasım-Aralık 1922 ve Ocak 1923’te bölgede üç önemli saldırıda bulunmuşlar ama püskürtülmüşlerdir.
14. Büyük Taarruz sonrasında Türk ordularının Çanakkale ve Boğazlara yaklaşmaları üzerine İngiliz parlamentosunda alınan karar doğrultusunda Çanakkale’deki İngiliz birlikleri takviye edilmiş ve General Harrington’a gerekirse Türk ordularıyla savaşma yetkisi verilmiştir. Bu doğrultuda İngilizler, 15 Eylül- 30 Ekim 1922 tarihleri arasında savaş hazırlıklarına girişmişler, Çanakkale’ye takviye kuvvetler, uçaklar ve savaş gemileri göndermişler, seferberlik ilan etmek için ön karar almışlar, dahası İngiltere’ye bağlı Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika Birliği’ne, ayrıca Romanya, Yugoslavya ve Bulgaristan’a “asker göndermeleri” için çağrıda bulunmuşlardır. Yunan donanmasından da yararlanmak istemişlerdir.
İNGİLİZLER TEK KURŞUN ATMADI MI DEDİNİZ? O ZAMAN AŞAĞIDAKİ FOTOĞRAFA BAKIN!
"Kurtuluş Savaşı'nda İngilizler Tek Kurşun Atmadı!" diyen Cumhuriyet Tarihi Yalancılarına ve bu yalancıların yalanlarına inanmış olanlara bir belge sunmak istiyorum.
İzmit'te işgalci İngilizler çok sayıda Müslüman Türk'ü vahşice kurşuna dizmiştir. Aşağıda İngilizler tarafından kurşuna dizilen bir Müslüman Türk görülmektedir. Fotoğrafın sağ tarafında görüldüğü kadarıyla bir İngiliz ve bir Türk yetkili idama gözlemcilik yapmaktadır. Bu foğoğrafın arkasında İngilizce aynen şu cümle yazılıdır: "Execution of a Kemalist Turk at İzmid" yani (İzmit'te bir Kemalist Türk'ün idamı"

ing.jpg


Not: Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal'in yanında yeralan Milliyetçileri, İngilizler "Kemalist" diye adlandırmışlardır. Bu nedenle Kemalist olmak her şeyden önce idamı bile göze alarak "Ya İstiklal Ya Ölüm" diyebilmektir.
GENERAL HARRİNGTON'UN GİZLİ RAPORU'NDA TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI VE İNGİLTERE
Kurtuluş Savaşı'nın aslında bir Türk-Yunan savaşından öte bir Türk-İngiliz savaşı olduğunu bizzat İngiliz yetkililer itiraf etmiştir. Örneğin, Kurtuluş Svaşı yıllarında İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı olan General Harrington, Londra'ya gönderdiği bir "gizli raporda" İngilizlerin Yunanlarıları nasıl desteklediklerinden, Türklerle nasıl savaştıklarına ve Büyük Taarruz sonrasında bile savaş hazırlıkları yaptıklarına kadar birçok gerçeği itiraf etmiştir. O günlerde İstanbul’daki Türk gizli teşkilâtı tarafından başarılı bir plânla çalınıp Ankara’daki Genelkurmayımıza gönderilmiş olan bu rapor İngiltere Harbiye Nezareti’nin eline geçmeden 1923 yılında “Ayın Tarihi” dergisinde yayımlanmıştır. Raporda, bilinenler yanında pekçok da bilinmeyen olaylar ve plânlar vardır. Olay, zamanında İngiltere için büyük bir skandal olarak nitelenmiştir. Hazırlanan bu rapordan, İstanbul’da İngiliz Gizli Servisi arasına sokulan bir Türk casusu tarafından Felah ve M.M. gruplarımız haberdar edilmiştir. Şifreye tahvil edilen rapor, Gizli PERE Merkezi tarafından Ankara’ya yazılmıştır. “Ayın Tarihi” resmî bir yayın olduğu ve satışa verilmediği için rapor, 68 yıl sonra ilk kez 1991 yılında Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi'nin 22. sayısında kamuoyuna sunulmuştur.
İşte "Kurtuluş Savaşı emperyalizme karşı verilmedi! Kurtuluş Savaşı'nda sadece Yunanlılarla savaşıldı! İngilizlerle savaşılmadı! İngilizler düşmanımız bile değildi!" diyen Cumhuriyet tarihi yalancılarını utandıracak o rapor.
"İstanbul, 2 Ekim 1923
İngiliz Umumî Karargâhı

Londra Harbiye Nezaretine Devletmeâp!
İngiliz kıtalarının Türkiye’de 1920 Kasımından 1923 Ekimine kadar olan faaliyeti hakkında işbu raporumu takdim etmekle kesb-i şeref eylerim.

Bu devir, yakın-şark gibi müşkül bir meselenin ilgi çekici birçok safhalarını içine almaktadır. Bu safhaların bazısında vaziyet pek emniyetsizdi; hattâ muhase mat başlayacak gibi görülüyordu.

İngiliz kıtalarının bu müşkül ve buhranlı devri başarı ile geçirdikleri için kendimi mutlu sayıyorum. Bununla beraber başlangıcını 1920 yılının meş’um bir safhasını teşkil eden bu devrin ilk devresini burada özetleyeceğim.

(...)

O vakit Müttefikler arasında kararlaştırılmış bir anlaşma gereğince İngiliz ve dört Hint taburu miktarına indirilmişti. Bundan başka Yunan Ordusu’nun İzmit’teki 11. Tümeni ve Cezayir Bahrisefit Alayı’nın 204. Taburu emrim altındaydı. Fransız kuvvetleri altı, İtalyan kuvvetlen bir taburdan kuruluydu.

General Paraskevupulos, Bursa’nın ve Doğu Trakya’nın Yunan Ordusu tarafından işgaliyle sonuçlanan harekâtı icra eylemişti.

Türk Ordusu’na gelince: Türk Milli Ordusu o zaman henüz doğuyordu.

Ordu, faal ve vatansever reislerin idaresinde muharip kuvvetlerden teşekkül ediyordu. Başlarında Mustafa Kemal Paşa bulunuyordu. Oysa bu kuvvetler hiçbir zaman ciddiye alınmıyordu.

Şurası da kaydedilmelidir ki gerek Ankara‘da, gerek İstanbul’da Sovyetlerin tesirleri o zamandan beri hissedilmeye başlanmıştı. O zaman Müttefik kıtalarının emniyetine zararlı bazı şahısların tevzifini emretmek zaruretinde bulundum. Bunlar arasında, Bursa’ya sevk edilen Bolşevik propagandacıları da vardı.

1920 kışı ve 1921 baharı sıralarında İstanbul’da vaziyete hâkim olmaya başladık. Fakat Türk Millî Ordusu kuvvetçe çoğaldıkça ve teşkilât itibariyle düzeldikçe Ankara’da Yunan Ordusu’nu Anadolu’dan kovmaya ve Müttefikleri İstanbul’u tahliyeye mecbur etmeyi hedef tufan bir kuvvet teşkil edilmekte olduğunu artık görüyordum.

(...)

Türklerin bir muvaffakiyet kazanmaya çalıştıkları söylendi.

– Türklerin bu harekâtı (Büyük Taarruz) ne dereceye kadar evvelden karar altına almış oldukları şüphelidir.

Yunan Ordusu’nun güney grubu yarıldı, artık müdafaaya muktedir olamadı ve tarihin en büyük çöküntülerinden biri olarak Anadolu’dan denize döküldü. Bununla beraber Yunan Ordusu’nun kuzey grubundan bir kısmına, Trakya’ya salimen geçmeye muvaffak olduğu için, takdirname vermek gerekir.

Türkler, tabii olarak basanlarından cesaret alarak dikkatlerini, Anadolu’daki Müttefik kıtaları üzerinde topladılar.

O zaman bu kuvvetler münhasıran İngilizlere aitti. Emrim altında yalnız Çanakkale’de Küban Alayı’nın bir taburu ve İzmit Yarımadası’nda iki tabur bulunuyordu. Müttefiklerin birlik ve beraberliğini göstermek için Çanakkale’ye ve İzmit’e Fransız ve İtalyan müfrezeleri göndermelerini İtalyan ve Fransız komiserlerinden rica ettim. Bu dileğim hemen kabul edildi. Ben de evvelkine benzer bir tebliğ çıkardım. Fransız ve İtalyan hükümetleri ise bu tebliği uygun görmediler. Ve Anadolu’daki müfrezelere geri çekilmek emri verdiler.

İstanbul’un hakikî müdafaası Boğaziçi’nin 10 mil doğusunda Maltepe Dudullu müdafaa hattından ibaretti ve Müttefik kıtaları tarafından hazırlanmıştı.

Fransız ve İtalyan hükümetlerinin, kıtalarından hiçbirisinin Boğaz’ın Asya sahilinde kullanılamaması hususundaki kararları durumu pek zorlaştırdı. Çünkü emrim altındaki İngiliz kuvvetleri gerek Çanakkale’nin, gerek İzmit Yarımadası’nın müdafaasına -bilhassa ciddî bir taarruz karşısında- kâfi değildi. O sıralarda Türklerin bu iki noktaya karşı kuvvet topladıktan anlaşılmıştı.

Çanakkale’deki mevki, mahallinde mevcut kuvvetlerle takviye ettim. Evvelce Çatalca’ya gönderilmiş olan kuvvetleri de geri aldım. Bununla beraber İngiliz kuvvetleri yine de yetersizdi. Hatta diyebilirim ki tehlike önümüze çıktığı zaman karşı koyacak kuvvetlerim yoktu. Onun için takviye kıtalarının gelmesine kadar mevkilerimizi muhafaza konusunda lâzım olan vasıtaların tedariki büyük gayretleri gerektiriyordu.

9 Eylül’de Çanakkale Müdafaası’nın tanzimini Albay Satel Gourt’a tevdi ettim; vaziyet vehamet peyda ediyordu. Bu albayın emrinde yalnız bir piyade taburu, bir süvari bölüğü ve bir sahra top bataryası bulunuyordu.

Az bir müddet içinde Malta’dan iki taburluk bir takviye aldı. Bu küçük kuvvetin faal ve muktedir komutanının idaresiyle ve tel örgüleri vücuda getirmek üzere hizmet eden İngiliz donanması erlerinin yardımıyla yaptığı is her türlü sitayişe lâyıktır. Bu kuvvet pek üstün kuvvetler tarafından tehdit ediliyordu. O küçük kuvvetin takviyesi için Çanakkale’ye İskoçya muhafız efradından, diğer taburlardan, 17 ve 19. sahra top bataryalarından, 5. ağır top bataryasında ve Ruayal Garison Artiyeri’den mürekkep olan mevcut kuvvetlen gönderdim. Her saat geçtikçe mevkiimizin daha ziyade sağlamlaştığını hissederek müteselli oluyordum.

26 Eylül’de 28. Tümeni teşkil etmek ve mütemadiyen gelen takviye kıtalarını tesellüm ve yerleştirmek üzere General Marden’i Çanakkale’ye gönderdim. General Marden kuvvetlerini derhal ileri sürerek kuzeye doğru arazi işgal etti ve Nara Burnu’nu setretti ki bunun çok faydası olmuştur. 0 sıralarda Müttefiklerin notası verilmiş ve Mudanya Konferansı belirmeye başlamıştı. Ben, hiçbir çarpışmaya meydan verilmemesi arzusundaydım ve bu arzu şevkiyle lâzım gelen emirleri verdim.

Fakat Türklerin hareket hattı az kaldı durumu değiştiriyordu. Türklerin maksadı İngiliz kuvvetlerini kendi mevkilerinde hareketsiz bulundurmaktı. Süvari cüz-i tamlarından mürekkep olan askerlerinin vaziyeti ciddî telâkki etmedikleri ve bize önem vermedikleri anlaşılıyordu. Sonradan bu süvari kuvvetleri piyade kuvvetleri tarafından değiştirildi. Bu kuvvetlerin, karşısındakilere çarpışmaya davet etmek emrini almış olduktan aşikârdı.

Vaziyet fevkalâde buhranlı bir hal aldı. İngiltere kıtalarının her subayı, her eri Mudanya Konferansı’na hâdisesiz varmak hususundaki arzumun husule gelmesine elinden gelen gayreti sarf etti. Emrim altında bulunan General Marden tahriklere karşı sabır ve tahammülün son derecesini de geçtiğimizi ve çarpışmaların başlamasına ramak kaldığını bana iki defa telgrafla bildirdi.

Ben de kendisine, uygun göreceği her tedbirin alınmasını münasip gördüğümü bildirdim. Bir sabah, çarpışmaların başladığı hakkındaki haberi bekliyordum.

General Marden’in ve onun emrindeki subayların bu zor durum içinde görevlerini nasıl yaptıklarını takdir edecek kelime bulamıyorum. İngiliz kıtalarının soğukkanlılığını, tahammülünü ve itaatini tasvir ve takdir etmek üzere ciltlerle yazı yazmak lâzım. Bu durumu İngiltere Hükûmeti’ne bildirdim. Aynı zamanda askerlerini tarafsız bölge dışına çekmek üzere Türk Ordusu Komutanı’na bir nota göndermek selâhiyetini aldım.

Adı geçen notada, Türk askerleri çekilmediği takdirde ateş açılacağını bildirdim. Fakat Mudanya Konferansı görüşmeleri başlamak üzere bulunduğu için bu notanın gönderilmesine lüzum kalmamıştı. Bu notanın gönderilmemesi barışın menfaatine ve benimle beraber hükümetimin de arzusuna uygun olduğu fikrindeyim.

Bununla beraber Çanakkale’den çoluk çocuk ve ihtiyarların çekilmelerini emrettim. Bundan sonra İngiltere Hükümetiyle ve Estern Kumpanyasi’yle temasa geçerek İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan kabloyu Asya sahilinden Avrupa sahiline naklettirdim.

Bu tedbir pek faydalı oldu. Çünkü kablonun naklinden 48 saat sonra Anadolu sahilindeki telgraf tesisleri Kemalistler tarafından tahrip edildi.

Mudanya Konferansı 3 Ekim 1922 ‘de başladı ve 11 Ekim 1922”de imza edilen protokolla sona erdi.

Konferansın devamı müddetince mütemadiyen piyade ve topçu kıtaları geliyordu. Donanma da mühim surette takviye edilmişti. Ehemmiyetli bir uçak kuvveti de hazırlanmakta idi.

Bu konferansın teferruatiyle meşgul olmayacağım. Askerî olan bu konferansın Müttefik generalleriyle İsmet Paşa arasında, Yunan Ordusu’nun Trakya’dan çekilmesi lâzım gelen hattın tayiniyle meşgul olacağı malûmdu.

O vakit ben, konferans şayet kesintiye uğrarsa askeri tedbirlerimi tamamlamak üzere Ayrondok zırhlısiyle İstanbul’a döndüm. Ertesi günü Kariofort zırhlısiyle Mudanya’ya döndüğüm zaman, adıgeçen zırhlı üzerinde vuku bulan toplantımızda arkadaşlarım, durumun barışa doğru yöneldiğini ve bazı askıdaki meseleler hakkında anlaşma hâsıl olursa İsmet Paşa ‘nın protokolü imza edeceğini bana bildirdiler.

Bununla beraber ben pek ümitli değildim. Çünkü, Çanakkale ve Boğaz içinde İngiliz kıtalarının güvenliğini sağlamak ve Doğu Trakya ‘ya geçecek Türk jandarma kuvvetinin muayyen bir miktarda olması noktalarında ısrar etmek hususunda hükümetimden katı emirler almıştım. Uzun bir tartışmadan sonra bir anlaşmaya vardım ve protokol 11 Ekim ‘de imza edildi.

Yunan Murahhas Heyeti, hükümetinden talimat almadığı için imza edememişti. Mamafih biraz sonra beklediği talimat geldi. General Mazarakis ‘in başkanlığındaki Yunan delegasyonunun bulunduğu müşkül mevkii kaydetmek isterim.

Yunan heyetinin o ihtilâçtı dakikalara hakikî askerlere yakışır bir surette karşıladığım Müttefik generalleri takdir etmişlerdir. Arkadaşlarım General Charpi ve General Monbelli’nin bu konferans müzakereleri müddetince bana yaptıkları yardımdan ve o buhranlı dakikada Paris ‘e giden Lord Curzon’un ve İngiliz Hükümeti’nin yardımlarından bahsetmek isterim.

Halbuki Mudanya’ya gelince İsmet Paşa’ya siyasî murahhasların da refakat ettiğini ve Paşa’nın, Müttefik generallerini, hükümetlerinden aldıkları talimat dışında siyasî meselelerin müzakeresine sürüklemek istediğini anladım.

Türklerin bu teşebbüsüne ısrarlı şekilde muhalefet ettim. Birçok uzun ve zahmetli müzakerelerden sonra 9 Ekim’de İsmet Paşa’ya, yetkimiz dahilinde bulunan meseleler hakkındaki görüşlerimizin asgarisini belirten bir protokol projesini takdim ettik

ismet Paşa, hükümetiyle istişare etmek üzere ertesi günü öğleye kadar müsaade istedi.

İsmet Paşa’nın müzakereleri idare tarzına da takdirlerimi beyan etmek isterim, ismet Paşa başlangıçta ihtiyatkârlık göstermişse de sonradan şüpheleri zail olunca münasebetlerimiz tamamiyle dostane bir şekil almıştır.

20 Ekim’de toplanacağını tahmin ettiğim Lozan Konferansı müzakerelerinin başlamasına kadar vaziyetin sakin kalacağı ümidiyle Mudanya’dan geri döndüm. Fakat bu düşüncelerimde aldandım. Az sonra da yeni ve zor bir devre karşısında bulundum. Refet Paşa Doğu Trakya Valiliği’ne gitmek üzere İstanbul’a geldi.

Refet Paşa, Doğu Trakya’nın tahliyesi meselesini düzenlemek üzere Müttefik generalleriyle birçok görüşmelerde bulundu. Bu görüşmelerin birinde bizi “Sultan hükümetinin kaldırıldığım” ve kendisinin “Büyük Millet Meclisi Hükümeti namına İstanbul’un idaresini eline aldığını” tebliğ etti.

Bu vaka bana bir ihtilâl devresi geçirdiğimizi hatırlattığı için hayretimi mucip olmuştur.

Yeni idarenin tesisi, İstanbul’da yabana vaziyeti için fevkalâde gayrimüsait birtakim icraata da zemin hazırladı. T.B.M.M. Hükümeti’nin nokta-i nazarı işgali hiçbir surette tanımamak merkezinde idi. Yalnız, kontrol hakkı olmayarak İşgal Kuvvetlerinin mevcudiyeti kabul ediliyordu. Bu vaziyet, Müttefik generalleriyle Refet Paşa arasında zincirleme bir mülakat doğuruyordu. Ancak, büyük müşkülattan ve büyük sabır ve tahammülden sonra İstanbul’da bir çarpışma olmadan 30 Kasım 1922 tarihinde Lozan Konferansı müzakerelerinin başlamasına imkân hâsıl oldu.

Bu devre, geçirdiğimiz devrelerin hepsinden daha müşkül bir devre idi. Müttefik komiserleri; Refet Paşa tarafından Büyük Millet Meclisi Hükümeti namına hemen her gün, meselâ gümrük resminin artırılması, inzibat işlerinin Türk polisi tarafından görülmesi, karma mahkemelerin lağvı, Düyun-i Umumiye’den bazı memurların azli, yabancılar için mutlaka lâzım bazı eşyanın ithalinin yasaklanması vesaire gibi yeni nizam ve hükümlerden dolayı endişe etmekteydiler.

Bu meseleler hakkında Müttefik komiserleri ve generalleri arasında birçok görüşmeler oldu. Bu görüşmelerde Müttefiklerin müttehit bir cephe göstermelerine karar verilmişti. Müttefik generalleri de, Refet Paşa ile görüşüp bu müşkülleri ortadan kaldıracak bir tedbir bulmaya çalışmaları hususunda talimat aldılar.

Ben, şahsen, sıkıyönetim ilânından evvel her tedbire başvurmak düşüncesindeydim. Çünkü bu, ne surette gelişeceğinin tahmini mümkün olmayan ciddî harekât icrasını gerektirecekti. Diğer taraftan İtalya ve Fransa hükümetlerinin imdadına, ne dereceye kadar takviye kıtaları göndermeye amade olduklarına iyice vâkıf değildim. Bundan başka, düşman taarruzunun en büyük darbesine İngilizlerin maruz kalacakları ve İstanbul’da müttefik bir faaliyeti Çanakkale’de ve İzmit’te İngiliz kıtalarına bir taarruz sebebi teşkil edeceği muhakkaktı.

Bunun üzerine İstanbul’da sıkıyönetim ilân pek ciddî harekâtın başlangıcı demek olacağını ve İstanbul’la İzmit’teki kıtalarımın, en başta gelen maksadımı teşkil eden Boğazların müdafaasına mahsus ihtiyat kuvvetlerini teşkil ettiklerini komiserlere izah ettim. Binaenaleyh, İstanbul’u müdafaa etmek mevkiinde değildim.

Eğer Müttefik kıtaları tarafından bir yardıma mazhar olmasaydım -o zaman vaktinde takviye kıtaları gelmesi imkânsızdı- Gelibolu’ya çekilmeye mecbur olacaktım ki o takdirde bütün Hristiyan ahali bir paniğe uğrayacaktı. Olacakları evvelden keşif ve tahmin etmek de mümkün değildi. O zaman İstanbul’da 350 bin kadar Hristiyan nüfus vardı. Bundan başka, o vakitler İstanbul’da büyük bir asabiyet vardı. Hristiyanların da bizim himayemize güvendikleri nazara alınmalıdır.

Diğer taraftan sıkıyönetim ilâm, aynı zamanda şehrin bütün idaresini üzerimize almamızı gerektirecekti. Biz ise idare için lâzım olan kadroyu bulmaktan âcizdik. 0 zaman, İngiliz Komiseri’yle ilk defa ihtilâfta bulunduğumdan fena halde endişe ettim.

Mamafih sonraki vukuat, Refet Paşa ile tatbik kabiliyeti olan bir anlaşma zemini bulmak hususunda mesai sarfi için müsaade istemekle doğru bir mülâhazada bulunduğumu ispat etmiştir. Esasen konferansın başlamasına da az kalmıştı. Bundan dolayı 20 Kasım 7922’de Lozan Konferansı müzakerelerine başlandığı hakkındaki haberi büyük bir memnunlukla telâkki ettim.
(...)

Türk askerlerinin gizlice İstanbul’a sızması olayı hakkında da raporunda şunları yazmaktadır:

“Konferansın ilk günlerinde müşküllerimiz devam ediyordu. Mamafih Türk makamlariyle yavaş yavaş bir anlaşmaya varıldı ve hâdiseler azaldı. Fakat aynı zamanda birçok Türk askerlerinin İstanbul’a girmekte oldukları müşahede ediliyor ve gerek İstanbul’da gerek Doğu Trakya’da çatışmanın başlaması takdirinde Müttefiklere karşı faaliyete geçilmek üzere teşkilât yapıldığı açıkça görünüyordu, istihbarat hizmetlerimizin mükemmeliyeti sayesinde bu teşkilât ve hazırlıklardan tamamiyle malûmatlardım.

Şurasını da aynı zamanda kayıt ve itiraf etmekliğim lâzım geliyor ki Mudanya Konferansı’nın çizdiği hudut hattı Türkler tarafından tecavüz edilmemiştir. Bu hudut hattı, yerinde Müttefik ve Türk zabitleri tarafından tespit edilmiştir.

0 zaman bizim aleyhimize yöneltilmesi mümkün Türk kuvvetleri tahminen 40 bini Çanakkale’de, 50 bini İzmit’te, 30 bini merkez ihtiyatları 20 bini İstanbul’da ve 20 bini Doğu Trakya’da olmak üzere 160 bin kişilik bir kuvvetti.

Hükümetimin talimatı gayet sarihti. Hükümetimin bana bu derece itimadından dolayı minnettarım. Benim almış olduğum emirlere nazaran en birinci hedef ve maksadım Boğazlardaki işgalin muhafazası olacaktı. Yani:

1- Her fedakârlıkla Gelibolu ‘yu elde bulundurmak,

2- Kıtalarımı tehlikeye düşünmeksizin Çanakkele’yi mümkün olduğu kadar fazla müddet muhafaza etmek,

3- Ciddî bir taarruz tehdidi karşısında mecbur kaldıkça İzmit Yarımadası’nı tahliye etmek,

4- Mecbur oldukça İstanbul’u boşaltmak.

Şurası da nazar-ı dikkate alınmalıdır ki İzmit’teki ve İstanbul’daki kıtalar, Çanakkale’deki kıtaların ihtiyatım teşkil ediyordu.

Yukarıdaki maddelere dayanan plânlarım, İngiliz deniz ve hava kuvvetleri dikkat nazarına alındıktan sonra düzenlenmiştir, İstanbul’un mecburi tahliyesi takdirinde en ziyade güvendiğim İngiliz donanmasıydı. Eğer İzmit Yarımadası’ndan çekilmek mecburiyeti hâsıl olsaydı, gemilerimizi İstanbul Limanı’nda barındıramıyacak olan büyük topları, Boğaz ‘m Anadolu yakasından Rumeli yakasına geçirtmek Türkler için birkaç günlük bir meseleydi. Binaenaleyh İstanbul’u, donanmanın çekilmesine mecburiyet hâsıl olmadan tahliye etmek icap ediyordu. Bu noktalar dikkat nazarına alınarak uygun tedbirler alınmıştı.

Bütün bu müddet içinde Müttefiklerin birlik halinde olmalarına kani oldum. Şurasını da itiraf ederim ki arkadaşlarımın askerî meselelerdeki görüşleri tamamiyle benimkilerin aynı idi. Fakat, arkadaşlarımın mensup oldukları hükümetlerin görüşleri benimkinden farklı idi. Çünkü onlarca matlup olan, belki de kendi tebealarının fazlalığından dolayı İstanbul’un -Halbuki bence Boğazların- muhafazası idi.

İstanbul’da oturan yabancılar aşağıdaki gibi taksim edilmişti: 6 bin Fransız, 15 bin İtalyan, 3 bin İngiliz.

Barış müzakerelerinin devamı müddetime en birinci emelim, kıtalarım Çanakkale ve İzmit Yarımadası’ndaki cepheleri muhafaza etmek ve bandıramızın İstanbul’da dalgalanması ve böylece sulha varmaktı. Bu emelimin tahakkuk etmesinden pek müftehir bulunuyorum. Çünkü bu emelimin tahakkuku imkânsız göründüğü Zaman da olmuştur.

Müzakereler ciddî bir inkıtaa uğrarsa Türklerin taarruza geçecekleri aşikârdı. Maksatları İngilizleri Anadolu’dan tardetmek ve İstanbul’u işgal etmekti. Türkler, biz aynı zamanda Çanakkale ve İzmit Yarımadası’nda meşgul olacağımız için bu teşebbüslerinde muvaffak olacaklarını ümit ediyorlardı.

Bu düşünceler üzerine Müttefiklerle müştereken lâzım gelen plânları tanzim ettim. Eğer Türkler bize İstanbul’da taarruz etseydi Müttefik kıtaları Fransız, İtalyan ve İngiliz tebealarının ve ondan sonra da İngiliz kıtalarını temin ve himaye edecek bir mevki tutacaklardı.

Fransız kıtaları, Fransız tebeası İstanbul’u tahliye edinceye kadar İstanbul cihetini muhafaza edecekler ve ondan sonra Bakırköy’e çekileceklerdi. Mamafih bunun icrası pek müşküldü. Böyle bir halden çekindiğimizden de büyük bir memnunluk duyarım. Çünkü İstanbul’da mevcut gizli ve tehlikeli teşkilâttan başka böyle bir harekete teşebbüs panik yaratacaktı.

Hristiyan ahalinin mevkii ise şüphesiz pek ciddileşecekti Tabii, Lozan’da şubatta bir anlaşmaya varılamadığından dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Çünkü yakın bir zamanda hava düzelecek ve zemin, bir taarruz hareketini kolaylaştıracak surette kuruyacaktı.

İsmet Paşa ile, Lozan’dan Ankara’ya dönerken görüşmek fırsatını ele geçirdim. Bu görüşmemde müşarünileyhin hakikaten uygun bir hal çaresini samimiyetle arzu ettiği intibaını hâsıl ettim. Lozan ‘da ahvalin bir barış neticesine pek ziyade yaklaştığı dikkate alınarak askıdaki meseleler hakkında yeni tehlikeler ihtimali başgöstermeksizin ve aradan uzun bir zaman geçmeksizin bir hal çaresi bulunması ümitlen vardı.

Bu düşüncelerle Lozan Konferansı ‘nın tekrar 20 Nisan‘da açılmasını emniyetle karşıladık ve takip ettik. Fakat aradan birkaç hafta geçtikten sonra tamirat meselesi yüzünden Türklerle Yunanlılar arasında ciddî zorluklar çıktığım gördük. Her iki taraf kendi görüşlerinde ısrar ediyordu.

istihbaratımıza nazaran Yunan Ordusu Meric’i geçerek Doğu Trakya’yı tekrar işgal etmek üzere ciddî ve faaliyetli hazırlıklar yapıyordu. Aynı zamanda Türklerin de öyle bir Yunan hareketine karşı mukabele etmek üzere gizlice hazırlıklarda bulundukları malûmdu, bundan başka Türklerin İstanbul’da Müttefik kıtalarının salâhiyetine karşı durmak için gizli teşkilâtları olduğundan da haberli idik.”


Harington bundan sonra Türk-Yunan anlaşmasına ve Türk Ordusu’nun içinde bulunduğu zayıflama ve zor şartlara temas etmektedir. Ankara çevrelerince bu kısımlar tercüme edilirken, hakikate uymadığını belirtmek maksadıyla parantez içinde nida işaretleri konmuştur. Biz de bu nida işaretlerini aynen muhafaza ettik. Şimdi tekrar Harington’un raporuna dönüyoruz:


“Bu devre içinde Türklerin, ordularını silâh üstünde tutmak için karşılaştıkları Zorlukları ve bu zorluk yüzünden birkaç sınıfı terhis etmek mecburiyetinde kaldıklarını haber aldık(!).

O sırada tamirat meselesinde Türk-Yunan anlaşması oldu. işte bu devre de, geçirdiğimiz devrelerin en müşküllerindendi. Eğer Yunanlılar İstanbul’a doğru hareket etseydiler, Müttefik kıtalarının İstanbul’daki mevkileri fevkalâde müşkül bir hal alacaktı. Böyle bir hal karşısındaki vaziyetten kurtulduğuma memnunum. Ben, Türk-Yunan anlaşmasının husuli ile sulha doğru olan son engelin de ortadan kalktığını ümit ediyordum.

Bununla beraber biraz sonra vaziyetin böyle olmadığının farkına vardık. Çünkü kuponlar, şirketlerin imtiyazları ve İstanbul’un tahliyesi meseleleri müşkülât ibraz ediyordu. Hattâ, Lozan Konferansı’nın tekrar kesilmesi ihtimali bile belirmişti.

Şurası da kaydedilmelidir ki Ankara Hükümeti ısrar ve inat ederken Türk Ordusu daha ziyade zayıflamakla ve kıymeti azalmakta idi(!). Askerler yorgunluk belirtileri gösteriyordu (!). Bu sebeple kısmen terhis başlamıştı. Askerler içinde de içecek, yiyecek ve elbise bakımından da bazı hoşnutsuzluklar başlamıştı. 0 derecede ki 1923 Haziranı ortalarında Türk Ordusu’nun, altı ay evvel haiz olduğu kıymetin yüzde ellisinden fazlasını muhafaza edemediğine kani oldum(!). 0 zaman İngiltere Hükümetini durumdan haberdar ettim: Şayet Türklere karşı sebat göstermek lâzım geliyorsa, Müttefiklerin takviye kıtaları göndermeleri şartiyle, İstanbul’daki Müttefik kıtalarının siyasetlerini yürütmeye kâfi olduğunu bildirdim. Türklerin, ahvali son derecesine kadar götüremeyeceklerine inanıyordum. Az zaman sonra Türklerin bu yoldaki niyetlerine vâkıf olmak fırsatını buldum.

Trakya’da bir Yunan ileri hareketine karşı durmak maksadiyle teşkil edilen Türk Ordusu için Anadolu’dan Doğu Trakya’ya harp mühimmatı, top, mitralyöz vesaire gönderildiğini aylarca evvel haber almıştım.

Bu, Mudanya Anlaşrnası’na tamamiyle aykırıydı. Bu anlaşma, Doğu Trakya’da ancak 8 bin Türk jandarmasının vücudunu kabul ediyordu. Yunan Ordusu’ndan gelen tehlike yok olunca Türklerin Doğu Trakya’dan Anadolu’ya efrat, hayvanat ve toplar geçirmek istediklerini haber aldım.

Bu istihbaratımı hava raporları ile de tahkik ve teyit ettirdikten sonra Ümit Vapuru’nun tevkifini Donanma Kumandanı’ndan talep ettim. Ümit Vapuru Silivri’den Anadolu’ya toplar vesaire geçirecekti.

Ümit Vapuru Spilandid harp gemisi tarafindan İstanbul Limanı’na getirildi. Vapurda aşağıdaki mühimmat bulunmuştur:

500 efrat, 400 at, 4 adet sahra topu, 14 adet cebel topu…

Sahra toplarının kamaları ve cebel topları alındıktan sonra vapur serbest bırakılmıştır. Buna hiçbir muhalefet gösterilmemiştir. Türklerin bu topların Trakya’da mevcudiyetlerini mazur göstermek yolundaki bütün mesaileri nafile yere sarf edilmiştir.’’

Görüldüğü gibi İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington bazı Yunan birliklerininin komutasının kendisinde olduğunu, İngilizlerin Yunan hareketini çok yakından izleyip bu harekata umut bağladıklarını, ancak Türklerin Mustafa Kemal'in önderliğinde B. Taarruz'da Yunan'ı İzmir'den denize dökerek tarihin en büyük zaferlerinden birini kazandıklarını, Yunan'ın bozguna uğratılmasından sonra Türklerin İstanbul ve Boğazları İngilzilerin elinden almak için taarruz planları yaptığı, İngilizlerin de buna engel olmak için bütün hazırlıkları yaptığı, İngilizlerin Türk taarruzundan bir hayli çekindiği gibi birçok gerçeği "itiraf" etmiştir.
İNGİLİZLERİN BÜYÜK TAARRUZ SONRASINDA (1922) TÜRKİYE İLE SAVAŞI GÖZE ALAMAMALARININ NEDENLERİ
Peki, ama Yunanistan bozguna uğradıktan sonra İngiltere Türkiye’yle savaşı neden göze alamadı? Cumhuriyet Tarihi yalancılarına göre bu durumun nedeni “İngiltere’nin zaten Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’yi desteklemesidir!” Bu “deli saçması” iddianın aksine “gerçek” çok daha başkadır! İngiltere’nin, 1922 sonlarında Türkiye’yle savaşı göze alamamasının belli başlı nedenleri şunlardır:
1. I. Dünya Savaşı’nda 700 binden fazla kayıp veren İngilizlerin 1922 sonlarında Anadolu’da yeni bir savaşı sürdürecek kadar “askeri”, “maddi” ve “moral” gücü yoktur. Nitekim, İngiltere bu nedenle Kurtuluş Savaşı’nda bütün ümitlerini Yunanistan’a bağlamıştır.
2. İngiliz kamuoyu, hem I. Dünya Savaşı’nın yıpratıcı etkilerinden dolayı, hem de Yunanistan’ın Anadolu’da yaptığı “kıyım “ve “katliamlardan” dolayı artık savaş istememektedir. Bunun bilincinde olan İngiliz siyasetçiler, Türkiye ile yeni bir savaşı göze alamamışlardır.
3. Yunan ordusunu bozguna uğratan Mustafa Kemal’in düzenli ordularının “kararlı” ve zafer kazanmanın verdiği “gururlu” tavrı da İngilizlerin yeni bir savaşı göze alamamalarında etkili olmuştur. Özellikle, 31 Ağustos 1922’de Irak’ta, Albay Özdemir Bey komutasındaki Türk birliklerinin İngilizleri Derbent Savaşı’nda bozguna uğratmaları, İngilizlerin geri adım atmalarında etkili olmuştur.
4. Kurtuluş Savaşı sırasında, İrlanda, Mısır, Afganistan, Hindistan ve Irak’ta çıkan “İngiliz karşıtı” isyanlar ve “bağımsızlık hareketleri” ve Mustafa Kemal’in özellikle Hindistan’daki ve Irak’taki isyan ve bağımsızlık hareketlerini “gizli açık” desteklemesi, İngiltere’yi kaygılandırmıştır. Özellikle, İstanbul’un işgalinden sonra İslam dünyasında artan “İngiliz karşıtı” ve Türkiye “yanlısı” hareketler, İngilizleri düşündürmüştür! İstanbul’un işgaline bu derece büyük bir tepki duyan İslam dünyasının, Türklerin Yunan zaferinden sonra, Türklere saldıracak, onlarla savaşacak İngilizlere çok büyük bir tepki göstereceklerinden korkmuşlardır.
5. İngilizlerin, 1922’de Türklerle savaşı göze alamamalarının en önemli nedenlerinden biri de Mustafa Kemal’in daha 1920’de İtalyanlarla, 1921’de ise Ankara Antlaşması’yla Fransızlarla anlaşarak, İngilizleri yalnız bırakmasıdır. Uluslararası alanda yalnız kalan İngilizler de şanslarını çok fazla zorlamamışlardır.

Özetle, “Kurtuluş Savaşı’nda Türk ordularının İngilizlerle savaşmadığı, İngilizlerin Türklere kurşun sıkmadıkları…” iddiası koskoca bir Cumhuriyet Tarihi yalanıdır. 1922’de Yunanlıların bozguna uğratılmasından sonra İngilizlerin Türklerle savaşmamalarının nedeni ise –görüldüğü gibi- o sıradaki iç ve dış koşullardır.
EMPERYALİST İŞGALİN GÖRSEL KANITLARI
Türk Kurtuluş Savaşı'nın bırakın sadece "Türk-Yunan savaşı olduğuNU ve bu savaşta İngilizlerle savaşılmadığı" yalnını işin bir de Fransız, Ermeni, İtalyan ve hatta ABD boyutu vardır. Bilindiği gibi Kurtuluş Savaşı sırasındaki asıl ciddi çatışmalar Urfa-Antep ve Maraş'ta Fransızlarla yapılmıştır. Yerel liderler ve Atatürk'ün "kod" adı taşıyan komutanları bölgede Fransızlarla ve Fransız ünifrması giymiş Ermeni kuvvetlerine karşı çok kanlı savaşlar yapmak zorunda kalmıştır.
Kurrtuluş Savaşı, İngiliz-Fransız-Yunan ve Ermeni kuvvetlerin karşı kazanılmıştır. Ancak İtalyan ve ABD de işgalciler arasında yer almıştır. İtalya 1921'den sonra çekilmiş ancak ABD Başkanı Wilson başından beri işgalcilere gizli açık destek vermiştir. Amerika Büyük Ermenistan için bir hayli çaba harcamıştır. Nitekim işgalin başından beri Amerikan temsilcileri Amerikan bayraklarıyla işgalciler arasında yer almıştır. Ancak bu gerçek genelde gözardı edilmiştir. Aşağıdaki fotoğraf İzmir işgal edildiğinde çekilmiştir. Fotoğrafta, İngiliz, Fransız, İtalyan bayrağı yanında bir de ABD bayrağı görülmektedir. Buna benzer çok sayıda belge fotoğraf vardır. Bu fotoğraflar da emperyalist işgalin görsel kantılarıdır.

ib.jpg


Meraklısına not: Bu yazının kaynaklarına dipnotlarına ve bu konuda daha geniş bilgiye CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI. C.I adlı kİtabından ulaşabilirsiniz...
Sinan MEYDAN
9 Haziran 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...le-savamadkq-yalan&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

SİZ DE UYUYANLARDAN MISINIZ? "Dünyayı Kimler Yönetiyor?"

ddd.jpg


CIA, FORD, ROCKEFELLER ve TAVİSTOCK
CIA'nın yaklaşık 50 yıldır uyguladığı en etkili toplumsal kontrol yöntemlerinden biri kamuoyunu değişik yapay uyarıcılarla ve şişme gündemlerle uyutmak ve kamoyunda beyin yıkama teknikleriyle istediği algıyı yaratmaktır. II.Dünya Savaşı sonrasında başlayıp bugüne kadar devam eden bu "algı mühendisliği", ABD ve ABD çıkarlarının gönüllü hizmetkarı durumundaki yerli işbirlikçilerin işini kolaylaştıran en önemli silahtır.
CIA'nın beyin yıkama ve algı mühendisliği gibi psiko-sosyo-kültürel savaş araçları "uyutma projesi" içinde yer alır. CIA, bu uyutma projesi için "insan hakları" ve "yardım kuruluşlarına" gizli fonlar aktarmıştır. "Eski Bir CIA yetkilisi, etkin ve prestijli vakıfların CIA'ya fon aktararak gençlik grupları, işçi sendiklaları, üniversiteler, yayınevleri vb kuruluşlara sayısız gizli operasyonlar düzenlettiğini, bunlara 1950'lerden itibaren 'İnsan Hakları Gruplarının ilave edildiğini açıklamıştır. " (Erol Bilbilik, İşgal Örgütleri, CIA, NATO, AB, 2.bs, Asya Şafak Yay, İst, 2008, s.9)
CIA, kontrol etmek istediği ülkelerde operasyon yapabilmek için Soğuk Savaş döneminin en önemli emperyalist kültürel projelerinden Ford Vakfı'nı ve Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü'nü kurmuştur.

e.jpg


Ford Vakfı, ABD ve CIA'nın Avrupa'daki bütün gizli operasyonlarında görev almıştır. Vakfın temel amacı antiemperyalist ve ulusal sol hareketleri etkisiz kılmaktır. Guatemala'da Demokrat Arbenz ve İran'da Musatlık hükümetini deviren, Küba, Dominik Cumhuriyeti ve Nikaragua'da açık insan hakları ihlalleri gerçekleştiren CIA'nın Ford Vakfı'dır.
CIA, toplum mühendisliğine soyunarak dünyayı ABD istekleri doğrultuusnda biçimlendirmek amacıyla ise Tavıstock İnsan İlişkileri Enstitüsü'nü kurmuştur. Enstitü, 1921'de Londra'da kurulmuştur. I ve II. Dünya Savaşı yıllarında Psikolojik Savaş Örgütü olarak çalışan Tavıstock Grubu, Rocefeller Vakfı'nın yaptığı büyük bağışlarla 1946 yılında görev alanını genişleterek yeniden yapılandırılmıştır. Rocefeller, Tavistock'a daha geniş çaplı psikolojik savaş araştırmaları yapma ve uygulama görevleri vermiştir. (Age, s.17).
Tavistock Enstitüsü'nün ilham kaynağı ünlü psikanalist Sigmond Freud'un "İNSAN DAVRANIŞLARININ KONTROLU" konusundaki araştırmaları olmuştur. Enstitü, insan davranışlarını kontrol ederek, toplumları ABD çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek amacıyla kurulmuştur.

f.jpg


Sigmond Freud

Tavistock Ensitüsü'nün ABD çıkarları doğrultusunda beyin yıkama tekniklerini John Colaman, "The Tavistock Instıtıte of Human Relations" adlı kitabında olanca açıklığıyla gözler önüne sermiştir.

te.jpg


John Colaman'ın,"The Tavistock Instıtıte of Human Relations" adlı kitabı

tc.jpg


Dr John Coleman'ın CIA,Tavistock faaliyet şeması: İşte Dünyayı kimler yönetiyor? sorusunun yanıtı
Tavistock, KİTLESEL BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİNİ ilk defa 1950'de Kore Savaşı'nda denemiştir.
"Geliştirilen, kalabalıkların kontrol metotları gizli ve halkın tepkisini çekmeyecek şekilde ABD halkı üzerinde denenmiş ve onların psikolojik tavırları tespit edilmiştir." (Age, s.18). Örneğin, 1933'de Tavistock Direktörlüğü'ne getirilen Alman Mülteci Kurt Lewin, ajanlarını düşmanalar arasına sızdırarak Harward Ünversitesi'nde geliştirilen propaganda ve beyin yıkama kampanyaları ile Amerikan halkını ABD'nin, Almanya'ya karşı savaşa girmesi için hazırlamaya çalışmıştır. (Age, s.18).

kl.jpg


Alman Mülteci Kurt Lewin
1950'lerden sonra tüm CIA Programları TAVİSTOCK'un rehberliğinde oluşturulmuştur.
Roosevelt ve Churchill'in hava saldırılarının tümü Tavistock laburatuvarlarında kitlesel terörden elde edilen deneyimlere göre gerçekleştirilmiştir. (Age, s.18).
TAVİSTOCK'un önecelikli hedefi "halkın psikolojik gücünü kırmaktır." Bu amaçla Dünya Düzeni Diktatörlerine muhalefeti engellemek, aile bağını zayıflatarak, aile, din, onur, milliyetçilik ve seksüel davranışları çökertmek için teknikler geliştirmek Tavistock bilim adamlarınca yıllarca üzerinde çalışılan konulardır. (Age, s.18).
Tavistock Programları, kontrol edilecek toplumdaki "kişilerin kimlik ve ırksal mensubiyetlerinin çökertilmesine göre dizayn edilmiştir." (Age, s.19).
Tavistock stratejilerinden biri de "uyuştucu haplar" kullanılması ve "sesksüel davranışların çarpıtılmasıdır". Bu amaçla 1960'ların LSD aykırı kültürü ve öğrenci devrimi için CIA 25 milyon dolar para harcamıştır.(Age, s.19).
Bugün Tavistock, ABD'deki vakıflar ağını 6 milyar dolarlık bir bütçe ile faaliyette bulundurmaktadır. ABD'nin dünya düzeni üzerindeki kontrolünü artırmaya yönelik programlar üreten 10 büyük vakıf ve bu fakıflara bağlı olan 400 kuruluş, 3000 araştırma ve düşünce kuruluşu, Tavistock'un doğrudan kontrolu altındadır.(Age, s.20)
Tavistock Enstitisü ile kol kola çalışan Rockefeller Vakfı, aklınıza hayalinize gelmeyecek projelerle dünyayı kontrol etmenin hesaplarını yapmaktadır. Örneğin, Vakıf, dünya tarımını kopntrol etmek için projeler geliştirmiş ve uygulamıştır. Vakfın Direktörü Kenneth Wernimont bu projeleri Meksika ve Güney Amerika'da uygulamıştır. Programın hedefinde bağımsız çiftçiler vardır. Çiftçilerin yok edilmesi, bağımlı hale getirilmesi, üretimin bitirilmesi anlamına gelmektedir. Bu şekilde dünya ABD'ye muhtaç hale getirilmek istenmektedir.(Age,s.21).Bu tarım projelerinin uygulandığı ülkelerden biri de 1950-1970 yılları arasında Türkiye'dir.(Bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.2, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2012, s. 123-133).
Tavistock'un en önemli programlarından biri BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİ'dir.Tavistock Enstitiüsü, sürekli ve kitlesel Beyin Yıkama yapmaktadır. İnsanların gerilim, korku ve endişe seli karşısında bırakılarak beyinlerinin sinirsel durumlarının değiştirilmesi amaçlanmaktadır.Nitekim Tavistock'un çalışmalarıyla, Küba Füze Krizi, bibiri peşi sıra dünyanın değişik yerlerinde siyasi liderlerin öldürülmesi, ve tvlerde hergün defalarca yayınlanan kanlı ve vahşi Vietnam Savaşı görüntüleri ile sarsılan ve bunalan 1960'lar Amerikan ve dünya gençliği zihinlerini sürekli meşgul eden milliyetçilik, sosyal sorumluluk, kamu yararı, etik değerler dünyasından uzaklaştırılarak, bireyselliği öne çıkaran Rocak müzik, uyuşturucular, holiganizm ve çarpık seks dünyasında teselli bulur hale getirilmiştir.

sek.jpg


Yıkanan Beyin
Özetle, CIA; Tavistock Enstitüsü, Ford Vakfı, Rokefeller Vakfı gibi kuruluşlarla hedef toplumları MIŞIL MIŞIL UYUTMUŞTUR, uyutmaktadır. Bu uyutmanın nasıl gerçekleştirildiği konusundaki ayrıntıları öğrenmek için "Mass Psychology: The Revolution Will Be Internalized" (Kitle Psikolojisi: Devrim içselleştirmiş Olacak) adlı sayfaya bkz.
NASIL UYUTULUYORUZ?
Uyutulucak toplum, öncelikle CIA uzmanlarınca siyasi, sosyal, kültürel ve psikolojik incelemelere tabi tutulur, daha sonra elde edilen veriler doğrultusunda o topluma uygun bir "uyutma paketi" hazırlanır ve bu uyutma paketi söz konusu toplumu istenilen yönde biçimlendirmek için yavaş yavaş uygulamaya konulur....
Uyutma paketi uygulamaya konulurken de çok dikkatli hareket edilir, söz konusu toplumdaki en güzide kişiler ve kurumlar seçilerek devreye sokulur... Zaman zaman bu kişi ve kurumlar bile "neye ve kime" hizmet ettiklerinden habersiz ABD ve CIA'nın gönüllü neferleri olarak toplumun uyutulması projesinde yer alırlar. Uyutma Paketi daha çok medya iletişim araçlarıyla uygulanmaktadır.

Dr. Emery, Tavistock Enstitüsü'nün projeleri doğrultusunda toplumsal UYUTMANIN üç sahfada gereçekleştiğini belirtmiştir:
1. Sahfa: Moral değerlerini yitirme (Demoralisation)
2. Safha: Zihni Bölünme (Segmentation) Bu sahfada birey, zihninde yerleşik olan ulus devlet görüşünden, birey olma içgüdüsünden kopup cemaat görüşüne geçer.
3. Sahfa: Zihni Ayrışma (Disassocation) Bu safhada birey, fantezilerle, gerçekleri birbirine karıştırıp bir anlamda "robatlaşmış bir birey" haline gelir. (Dr. Emery, "Gelecek 30 Yıl Konsept, Metot ve Antipati", Tavistock Magazine (Human Relations), ABD, 1967.)

2.jpg


TAVİSTOCK'UN TÜRKİYE'DEKİ AKTÖRLERİ
CIA'nın, Tavistock Enstitüsü aracılığıyla "uyutma paketi" uyguladığı ülkelerden biri de 1946'dan beri ABD'nin stratejik ortağı olan Türkiye Cumhuriyeti'dir... Türkiye Paketi, 1946'da hazırlanmış, Bu sırada çok sayıda ABD'li uzaman Türkiye'ye gelip Türk toplumunu, siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik bakımlardan derin incelemelere tabi tutmuştur. Bu incelemeler sonunda ABD'li uzmanlarca raporlar hazırlanmıştır. Bu raporlardan en önemlisi Atatürk'ün ekonomi modelini yok etmeyi amaçlayan Trunborg Raporu'dur. (Bkz. Sinan Meydan, AKL-I KEMAL,"Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.3, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 277 vd.) Türkiye'de bu ve benzeri raporlar doğrultusunda uyutma paketinin 1950'lerden sonra ilk uygulamaları yapılmış, 1980'lerden itibaren ise tam anlamıyla uygulanmaya başlanmıştır. Turgut Özal dönemi uyutma paketinin en iyi uygulandığı dönemlerden biridir. (Serbest Piyasa Ekonomisi adı altında devletin ekonomik varlıklarının satılmaya başlanması, dışa açılma adı altında yozlaşmanın başlaması, tüketim toplumu yaratılması, kısa yoldan köşe dönmecilik, rüşvetin yaygınlaşması vb. değerlerin aşındırılması, demokrasi ve STK adı altında cemaatçiliğin yükselişi vb.) Nitekim o dönemde kurulan ilk özel tv'inin adının Magic Box star 1 (Sihir/büyü kutusu) olması tesadüf değildir!

Bugün Türkiye'deki "uyutma paketinin" belli başlı aktörlerinin kimler ve hangi kurumlar olduğunu da siz düşünün, siz araştırın artık! Yanıtı bulmanız pek zaman almayacaktır!
"Yok böyle bir şey?" mi dediniz?
O zaman inanın bana siz de CIA' ve TAVİSTOCK'un uyuttuklarındansınız? Uyanın artık!

Sinan MEYDAN - 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...uyuyanlardan-msnz-&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Bir Tez, Bir Kaç Tarih Profesörü ve Atatürk'ü Savunmanın Onuru

ddd.jpg


Aşağıdaki yazıyı 2007 Ocak ayında İstanbul Üniversitesi'nde yaşadığım olaydan hemen sonra yazdım. Aynen sizlerle paylaşıyorum...

Türkiye'nin 2007'de geldiği noktayı görmek bakımından ibret verici gerçek bir öykü...
ÜNİVERSİTE’DEN DARÜLFÜNÜNA

TÜRKİYE 2007: ATATÜRK’Ü SAVUNUP SAİD-İ NURSİ’Yİ ELEŞTİRDİĞİM İÇİN TEZİM NASIL REDDEDİLDİ:

Yaklaşık on yıldır, Atatürk ve Yakın dönem Cumhuriyet Tarihi üzerinde çalışan ve bugüne kadar Atatürk ve Cumhuriyet Tarihi konulu 7 adet kitabı yayınlanmış olan bir araştırmacı yazarım.
1997 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nden mezun olduktan sonra aynı üniversitenin Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Anabilim Dalında Yüksek Lisans yapmaya başladım. Atatürk’ün "din anlayışını" ortaya koyan tez çalışmam tez hocam Prof Cezmi Eraslan tarafından “sakıncalı” bulunarak jüriye girmeden reddedildi. Ben o zaman hocamı zor durumda bırakmamak için hocamın kararına saygı duyarak, sessiz kaldım ve tabii ki tez veremediğim için okuldan atıldım.
Fakat ben hazırladığım teze güveniyordum. Üzerinde daha üniversite yıllarında çalışmaya başlamıştım ve o güne kadar Türkiye’de Atatürk ve din konusunda bilinmeyen pek çok belge ve bulguya yer verdiğim “sakıncalı” tezimi kitap olarak bastırmaya karar verdim ve çalışmam “Bir Ömrün Öteki Hikayesi, Atatürk, Modernizm Din ve Allah,” adı altında 2002 yılında Toplumsal Dönüşüm Yayınlarından çıktı. Çalışmamda özetle, Atatürk’ün samimi bir inanan olduğu, hurafeye ve bağnazlığa karşı mücadele ettiği belgelerle anlatılıyor, ayrıca Atatürk’ün “dinsiz” olduğunu iddia eden "Atatürk düşmanlarının" yalanları yine belgelerle çürütülüyordu. Kitap kamuoyunda çok büyük bir ilgiyle karşılandı ve yeni baskılar yaptı. Yurt içinden ve yurt dışından kitap konusunda pek çok mektup, telefon ve elektronik posta aldım. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk gibi birçok akademisyen kitabıma atıflarda bulundu. Atatürk’e “dinsiz” denilerek en çok saldırılan bir dönemde Atatürk’ün, ona "dinsiz" diyen yalancı yobazlardan çok daha samimi bir din anlayışı olduğunu ortaya koymam, gerçek Atatürkçüleri mutlu ederken Atatürk düşmanı gerici zihniyeti çok rahatsız etmişti.
Aradan 4-5 yıl geçti. 2005 yılında çıkan üniversite affı kapsamında Yüksek Lisansımı tamamlamak için yeniden üniversiteye başvurdum. Başvurum kabul edildi ve yeni bir tez hazırlamak için yine eski tez hocam Prof. Dr. Cezmi Eraslan’a gittim. Bu sefer Atatürk’ün Tarih ve Antropoloji Çalışmaları Üzerinde çalışmak istediğimi söyledim. Hocam tez konusunu uygun buldu ve ben zaten daha önceden başladığım araştırmaları derinleştirdim ve hocamla görüşerek onun da yönlendirmeleriyle 2006 yılı sonunda tezimi tamamladım.

İşte ne olduysa 19.01.2007 tarihinde tezimi savunmak için girdiğim beş kişilik jüride oldu.

Söz konusu jüride, tez danışman hocam Prof. Dr. Cezmi Eraslan, Prof. Dr. Ali Arslan, Doç. Dr. Halil Bal, Yard. Doç. Arzu Terzi (İstanbul Üniversitesi) ve Prof. Dr. Süleyman Beyoğlu (Marmara Ü.) yer aldı.
İşte beni şaşırtan ve ülkem adına üzen garip olaylar bu jüride yaşandı.

Ben jürinin “Atatürk’ün Tarih ve Antropoloji Çalışmaları” konulu tezimi değerlendireceğini düşünürken birden bire Atatürk konulu piyasadaki kitaplarımın masanın üzerinde yığılı olduğunu gördüm. İlk sözü alan Prof.Dr. Ali Arslan, “Önce senin yazdığın şu kitapları değerlendirelim, eleştirelim, Sonra teze geçeriz...” dedi. Ben de kendisine sevinerek “Çok iyi olur, böylece ben de eksiklerimi anlar, ona göre düzeltirim...” yanıtını verdim ve Ali Arslan’ı dinlemeye başladım.

BİR CUMHURİYET TARİHİ PROFESÖRÜ'NÜN (!) HEZEYANLARI

Prof. Dr. Ali Arslan’ın ilk eleştirdiği kitabım, yukarıda kısaca yayınlanış öyküsünü anlattığım “Bir Ömrün Öteki Hikayesi, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah” adlı kitaptı. Ben merakla eleştiri ve değerlendirmeleri beklerken Arslan daha önceden sayfa aralarına koyduğu kağıtları çıkarak konuşmaya başladı.
Ali Arslan, söz konusu kitabımın 36. sayfasını açarak şu cümleleri okudu: “Küçük Mustafa’ya bir Arap dadı bakıyordu. Arap dadı Mustafa’nın beşiğini sallarken, bir taraftan da kulağına Bizans, Slav ve Türk melodilerini fısıldıyordu. Bu türküler ömrü boyunca Mustafa’nın hafızasından silinmeyecekti.” Cümle bitince bana dönerek, aşağılayan bir yüz ifadesiyle “Hani bunların kaynağı, bu ne biçim uslup...” dedi. Ben hemen kendisine “Hocam dipnota bakın kaynak yazıyor. Lord. Kinross’un Atatürk kitabı olacak...” karşılığını verdim. Kendisi, öfkeyle dipnota bakınca gerçekten, L. Kinross, s.22 yazdığını görünce bu sefer de “ L. Kinross ajanın biridir, neden onu kaynak olarak kullandın?” dedi. Ben de kendisine “Hocam L. Kinross’un yazdığı Atatürk kitabı yabancı Atatürk kitapları içinde en kapsamlı ve en çok kullanılanıdır” diyerek kendimi savunma yoluna gidince Ali Arslan bu sefer de Arap dadı neden Mustafa’ nın kulağına Bizans, Slav, Türk melodileri fısıldıyor da Arap melodileri fısıldamıyor?” diye sordu. Ben de kendisine. “Bilmiyorum, ama ne fark eder ki dedim” Ayrıca şöyle devam ettim: “Selanik Osmanlı İmparatorluğu’nun en karışık kentlerinden biri, Türkler, Rumlar ve Yahudilerin iç içe yaşadıkları bir şehirdi. Bu nedenle dadının bu melodileri fısıldaması gayet normal” dedim. Bu sırada odadaki diğer jüri üyelerinin bu sohbete müdahale etmeden dinlemeleri dikkatimi çekmişti. Bu sırada yanımda oturan Yard. Doç Arzu Terzi, bana hitaben, “sanki oradaymış gibi yazmış...” dedi alaylı bir ifadeyle. Bunun üzerine ben, “Bu üslubu bilerek seçtiğimi, böylece okuyucunun kitabı daha kolay okuyacağını” söyledim. Ali Arslan buna da itiraz etti.
Ben Atatürk konusunda bazı bilinmeyenlerin olduğunu anlatabilmek için ve bu sohbetin anlamsızlığını ortaya koymak için, “Atatürk’ün ailesinin Selanik’te oturduğu ev kiraydı.” dedim. Bunun üzerine Arzu Hanım, “Konumuz bu değil, Atatürk’ün kulağına fısıldanan melodiler...” dedi. Daha sonra Ali Arslan ikinci eleştiri noktasına geçti. Kitabımın 34. sayfasından başlayan Ali Rıza Efendi bölümünü açtı ve birkaç cümle okudu: “Mustafa Kemal’in babası Ali Rıza Efendi’nin dedeleri Konya Karaman ya da Aydın Söke’den göçürülerek önce Vidin, daha sonra da Serez’e gelmişler. III.Selim’in Nizam-ı Cedid düzenlemeleri döneminde, 1827 Osmanlı Rus Savaşı’nın yenilgisiyle meydan gelen otorite boşluğundan yararlanarak Selanik’e yerleşmişlerdi.…Ayrıca Mustafa Kemal’in dedesinin adındaki “Kırmızı” lakabı genellikle Alevi- Bektaşi geleneğine özgüydü....” Arslan bu cümleleri öfkeli bir ses tonuyla okuyarak, altın bulmuş gibi jüri üyelerinin gözlerine baktı. Bu sırada ben dayanamadım ve “Bu okuduklarınızın tamamı doğru demim. Atatürk’ün baba soyu Konya Karamanlıydı ve Alevi Bektaşi İslam anlayışından etkilenmişti. Hepsinin kaynağı vardır.“ Bu sırada Ali Arslan “İlerleyen sayfalarda annesi namaz kılardı...” diyorsun diyerek beni sıkıştırmak istedi ben bir cumhuriyet tarihi Profesörünün Atatürk’ü tanımamasına üzülerek şöyle dedim. “Anne soyu sünniydi. Anne Zübeyde Hanım beş vakit namaz kılardı. Kaynakları kitapta var.” dedim.
Prof. Dr. Ali Arslan öfkelenmişti. O ana kadar tüm eleştirilerini yanıtlamam hem onu hem de diğer jüri üyelerini rahatsız etmişti. Prof. Dr. Ali Arslan, kitabımın 131. sayfasından itibaren anlatılan “Atatürk Üzerindeki Namık Kemal Etkisi” adlı bölümü açarak, bazı cümleler okudu ve “Namık Kemal İslamcıydı, Türkçü değil...” dedi. Ben şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Kendisine dönerek şöyle dedim: “Hocam ben kitabımda Namık Kemal’in Alevi- Bektaşi İslam anlayışının Atatürk’ü etkilediğini söylüyorum zaten, ama Namık Kemal’in bir vatan şairi olduğu da yadsınamaz. Atatürk ve arkadaşları anılarında Harp Okulu yatakhanesinde Namık Kemal’in vatan konulu şiirlerini okuduklarını belirtiyorlar.” dedim. Bunun üzerine Ali Arslan: “Yalan bunlar, yalan...” dedi. Bu sırada odadaki diğer jüri üyelerinden ses çıkmaması ve benim haksız, Prof. Dr. Ali Arslan’ın haklı olduğunu ima edercesine bana bakmaları beni hayretler içinde bıraktı

Beni asıl şaşırtan tez hocam PROF CEZMİ ERASLAN’IN BÜTÜN BUNLARI SESİZCE VE BENİ SUÇLARCASINA DİNLEMESİYDİ.
Düşünebiliyor musunuz? Koskoca bire Cumhuriyet Tarihi profesörü Namık Kemal’in Türkçü değil, İslamcı olduğunu ve Atatürk’ün Namık Kemal’in Türkçü fikirlerinden etkilenmediğini söylüyordu. Ve bu sözleri diğer akademisyenler ses çıkarmadan dinliyor, bakışlarından beni haksız buldukları anlaşılıyordu.
Ben de öfkelenmiştim. Sıradan bir öğrenci değildim. Yıllardır Atatürk üzerine çalışmış 7 adet kitap yazmıştım ve yazdığım kitaplar birçok bilim insanından övgü almıştı. Ama şimdi Atatürk’ü tanımadıklarını anladığım birkaç profesörle karşı karşıyaydım.

SAİD-I NURSİ'Yİ ATATÜRK'E TERCİH EDEN BİR CUMHURİYET TARİHİ PROFESÖRÜ (!)

Prof. Ali Arslan, eleştirilerine devam etti. Şimdi sırada Saidi Nursi konusu vardı. Ben kitabımda “Acımasız İftiralar” başlığı altında Atatürk’e “deccal” ve “süfyan” diyen Saidi Nursi’yi eleştirmiştim. Prof. Dr. Ali Arslan bu eleştirilerime çok öfkelenmişti. Adeta bağırarak kitabımdaki şu satırları okudu:
“Said-i Nursi’ye göre Atatürk, “TEK GÖZLÜ DECCAL’DIR.SÜFYAN’DIR.” Peki tek gözlü deccal nedir? Deccal, ahir zamanda gelecek ve Hz. Muhammed’în peygamberliğini inkar edip İslamiyeti yıkmaya çalışacak ve dünyayı fesada verecek olan çok şerli ve mutlak küfür yolunda olan, dehşetli bir şahıs olarak bilinmektedir.Yine Said-i Nursi’ye göre Atatürk, “Nefret-i ammeye layık adam; İslam’ın en büyük fitneyi diniylerinden biridir.” Yani halkın nefretine layık adamdır. İslam dinini yıkmaya çalışanların en büyüyüdür. Ayrıca Said-i Nursi, cifir hesabını kullanarak Atatürk’e saldırmıştır.”
Prof. Arslan, bu satırları okuduktan sonra öfkeyle ve yüksekçe bir ses tonuyla bana “bunlar yalan!..” dedi. Said-i Nursi Atatürk’e “deccal ve süfyan” dememiştir. Ben Risalei Nurlara baktım böyle bir şey yok.”dedi ve benim bu bilgileri Neda Armener’in “İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar, s. 34’den almamı eleştirerek, Saidi Nursi’nin yazdıklarına baksaydın böyle bir şey olmadığını görürdün” dedi. Ben kendisinin sözünü keserek: “Hocam dedim. Ben Saidi Nursi'nin risalelerine ve diğer yazdıklarına baktım ve Atatürk’e deccal süfyan dediğini gözlerimle gördüm, ama Neda Armaner benden önce bu gerçeği fark ettiği için onu kaynak olarak kullandım. Bunu bilimsel ahlak gereği yaptım. Yoksa Neda Armaner’in adını anmadan doğrudan Nursi’nin yazdıklarını da kaynak olarak kullanabilirdim” dedim ve devamla. “Haklısınız ana kaynağı da belirtmem gerekirdi.Yeni baskıda doğrudan Saidi Nursi’yi kaynak olarak kullanırım...” dedim. Ali Arslan sözümü keserek. “Yok öyle bir şey. Saidi Nursi, Atatürk’e deccal dememiştir.” deyince ben ısrarla “Hayır, demiştir. İsterseniz bakalım.” dedim. Bu sırada Ali Arslan kitabımdaki şu cümleleri okudu: “Said-i Nursi’ye göre Nur risalelerini övmek Kur’anı övmek gibidir. Çünkü risaleler Kuranın “tereşşuh” etmiş, (süzülmüş, daha özlü hale gelmiş şeklidir.)Risale-i Nur’u Allah imzaladığı gibi peygamber de imzalamıştır.” Ali Arslan, bunların da yalan olduğunu ve Said-i Nursi’ye ait olmadığını söyleyerek, Saidi Nursi’nin, benim kitapta belirttiğim gibi, risalei nurlarını Kuranla bir tutmadığını belirtince ben kendisine: “Saidi Nursi, kuşlardan bile vahiy aldığını söylemektedir ve Risalei Nurlarını Kuranla bir tutmaktadır. Bunu size kanıtlarım dedim.” Ali Arslan buna da şiddetle karşı çıktı ve garip bir şekilde bu sefer de, daha biraz önce “Saidi Nursi Atatürk’e deccal ve sufyan dememiştir...“diyerek kestirip atmasına rağmen şimdi sufyan sözünün anlamını açıklamaya başladı. Prof Ali Arslan’a göre sufyan sözü, o kadar da kötü bir söz değildir, hatta olumlu anlamda kullanılan bir sözüdür. Ben buna da şiddetle itiraz edince, sözüm ona başta oturarak jüriyi yöneten tez danışman hocam Prof. Dr. Cezmi Eraslan adeta gözlerinden ateş saçarak bana bağırmaya başladı: “SUS, HOCANI DİNLE. HERŞEYE CEVAP VERME…”

YER: İÜ. BİR MECZUBU SAVUNMAK SERBEST ATATÜRK'Ü SAVUNMAK YASAK

Ben artık aşağı yukarı olup biteni anlamış, bir komployla karşı karşıya olduğumu fark etmiştim. Hocamın dediği gibi artık fazla itiraz etmeden bana yöneltilen ithamları dinlemeye başladım. Ama içimden ülkem adına üzülüyordum. Karşımda bir cumhuriyet tarihi profesörü, üstelik Atatürk’ün Darülfünündan üniversiteye çevirdiği bir üniversitede, bir meczubu savunurken ben ona karşı Atatürk’ü korumaya ve savunmaya çalışıyordum. Üstelik geride kalan iki profesör, bir doçent ve bir yardımcı doçent bu sahnelere sessiz kalıyor, bir cumhuriyet tarihi profesörünün Atatürk düşmanı bir meczubu savunmasını onaylarken, benim Atatürk’ü savunama tepki duyuyorlar ve bana “sus konuşma, cevap verme” diye bağırıyorlardı.
Ben Said-i Nursi’nin Atatürk’e "deccal ve süfyan" dediğinden adım gibi emindim. Çünkü Nursi'nin yazdıklarını incelemiş ve bu bilgiyi görmüştüm; ama buna rağmen bir oda dolusu -sözüm ona cumhuriyet tarihi profesörü- bu gerçeği inkar ederek, beni suçluyorlardı.

5.ŞUA VE DİĞERLERİ

İşte, onların yalan söylediklerini ortaya koyan kanıt: Said-i Nursi’nin Şuaları, 5. Şua, Redoks, s.417’de Said-i Nursi Atatürk için şunları söylemektedir: “Süfyan ve bir İslam deccalının, Mustafa Kemal olduğu…anlaşılıyor”
Said-i Nursi’nin Mustafa Kemal’e deccal dediğini söyleyen yalnız ben değilim. Bir çok Nursi araştırmacısı da Nursi'nin Atatürk’ü deccal ve süfyan olarak gördüğünü belirtmektedir. “Saidi Kürdiye göre Mustafa Kemal bir süfyanın ta kendisidir yerde ve gökte lanetlenmiştir.Allah’ın yarattığı mahlukatı içinde en çok zulum yapan kimsedir.” (Hayrettin Gümüşel, Beklenen Mehdi, s.143) Said-i Nursi'nin Atatürk’e hakaretleri için bkz. Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak,s.94 vd.)
İ.Ü, Cumhuriyet Tarihi Bölümü'nden Prof. Dr. Ali Arslan’ın sufyan tanımı da baştan aşağı yanlıştır. Saidi Nursi’yi temize çıkarmak için sufyana olumlu anlamlar yükleyen Ali Arslan, benim bu konuyu iyi bildiğim gerçeğini unutarak aslında büyük bir yanlış yapmıştır.Ali Arslan’ın düşündüğünün tam tersi olarak sufyan Hz.Ali’den rivayet edildiğine göre, çocukları ve kadınların karınlarındaki bebekleri bile öldüren bir canavardır. Kötülerin en kötüsüdür.
"Saidi Nursi Atatürk’e deccal dememiştir" diyen Ali Arslan ve onun bu düşüncesini benimseyen diğer jüri üyeleri bana karşı ve daha da önemlisi Atatürk’e karşı bir komplo içinde idiler!
Koskoca İstanbul Üniversitesi Cumhuriyet Tarihi profesörleri Atatürk’ün yerine bir meczubu savunacak duruma nasıl gelmişlerdi.?
O odadaki akademisyenlerden biri bile Saidi Nursi’yi eleştirmedi. Hepsi benim haksız olduğumda hemfikirdi.

ATATÜRK'ÜN DİNSİZ OLDUĞUNU KANITLAMAYA ÇALIŞAN BİR TARİH PROFESÖRÜ

Prof Ali Arslan’ın eleştirileri devam ediyordu. Şimdi de bana yine çok garip bir soru sordu. “Atatürk, dindar mıydı?” dedi. Ben bu soruya fena halde bozuldum, ama belli etmedim. Bir cumhuriyet tarihi profesörü Atatürk’ün dindar olup olmamasıyla değil, yapıp ettikleriyle ilgilenmeliydi diye düşünüyordum, ama kendimden emin şu cevabı verdim: “Evet dindardı; ama dini bazıları gibi şov aracı yapmazdı” dedim. Ve sonra konuya hakim olmanın da cesaretiyle biraz yüksek bir sele bu konudaki bazı kanıtları ortaya koydum. “Ramazan aylarında ince saz heyetini Çanakyaya çıkarmaz, hatta bazen oruç tutar, hatta her yıl gizlice Çanakkale şehitlerine mevlüt okuturdu, bazen Kuran okutup dinlerdi, özel notlarında Tanrı birdir diye yazmıştır.” dedim. Bunların kaynaklarını da söyledim. Ali Arslan çok öfkelenerek, Atatürk’ün "dinsiz" olduğunu kanıtlamak istercesine bir örnek verdi. Ben, bu örneğin benim kitabımda da olduğunu belirterek, bu konuya açıklık getirdim. Ama tahmin edileceği gibi peşin fikirli jüri bana değil, sayın Arslan’a inandı.
O ana kadar Prof. Dr. Ali Arslan’ın eleştiri noktaları aslında bir bakıma beni sevindirmişti; çünkü bula bula bunları bulması, eserimin ne kadar sağlam olduğunu gösteriyordu.

MENDERES'E SAHİP ÇIKAN ATATÜRK'E KİN KUSAN BİR TARİH PROFESÖRÜ

Ali Arslan’ın pes etmeye niyeti yoktu. Bu sefer de kitabımda geçen, “Adnan Menderes döneminde yeniden Arapça ezana geçildi.” cümlesini eleştirdi ve bu kararı Menderes’in değil meclisin aldığını söyledi. Ben de kendisine hak verdim. Ama Menderes döneminde cumhuriyet aydınlanmasından geri dönüşün başladığını da ekledim. Arslan buna da itiraz etti Ben de kendisine katılarak: “Haklısınız, kitabımı okursanız ilk geri dönüş adımlarının İnönü döneminde atıldığını ve Menderes döneminde katmerli adımların atıldığını" söyledim.

Prof Ali Arslan, içerik yönünden eserimle başa çıkamayınca, şekil yönüyle uğraşmaya başladı. Ve kullandığım kaynakların birinci el kaynak olmadığını söyledi. Ben kendisine genelde birinci el kaynak kullandığımı ama bazı durumlarda da ikinci el kaynakların da kullanılabileceği yanıtını verdim. Bu kaynak konusu, diğer jüri üyelerini de hareketlendirdi. O ana kadar açık vermeyerek tüm sorulara yanıt vermem onları da üzmüştü, bu kaynak konusundan bana saldırabileceklerini düşünerek, söze karıştılar, başta tez hocam sayın Prof. Dr. Cezmi Eraslan olmak üzere tüm jüri üyeleri söz birliği etmişcesine benim kaynak kullanmayı bilemediğimi, bilimden anlamadığımı haykırıyordu. Doğrusu şaşkındım ve ne yapacağımı bilemiyordum.

KARABEKİR'E SAHİP ÇIKAN ATATÜRK'E SALDIRAN BİR TARİH PROFESÖRÜ

Prof. Dr. Ali Arslan, şimdi de son çıkan kitabım “Nutuk’un Deşifresi’ni” eline aldı. Önce kitabın kapağındaki jenerik yazısını eleştirdi. Yazıda: “Bu bir sırlar ve şifreler kitabı değildir.” Yazıyordu. Arslan, kitabının adının Nutuk’un Deşifresi olduğunu ve bu yazıyla bu başlığın çeliştiğini söyledi. Ben kendisine "deşifre" sözünün "çözümleme" anlamına geldiğini söyleyerek, bu yazıyı, okuyucuyu bu kitabın son zamanlarda çıkan sırlar ve şifreler kitaplarından biri olmadığı konusunda uyarmak için koyduğumu söyledim.
Ali Arslan aynı kitapta “Karabekir’in Atatürk’e Yönelttiği Eleştiriler” başlığı altında yazılanları eleştirmeye başladı. Ben bu bölümde Karabekir’in tutarsızlıklarını ortaya koymuştum. Anlaşılan bu durum Ali Arslan’ı kızdırmıştı. Çünkü ona göre Atatürk’e saldıranları eleştirmemek gerekiyordu. Ali Araslan, kullandığım kaynağı, (Uğur Mumcu’nun, Karabekir Anlatıyor) adlı eserini eleştirdi ve neden İstiklal Harbimizin Esaslarını kullanmadığımı söyledi. Ben kendisine bu kitabın, (kendi kitabım) Karabekir Atatürk ilişkisini anlatan bir kitap olmadığını sadece kısaca bu konuya değinildiğini bu nedenle Uğur Mumcu’nun kitabını kullandığımı, ama İstiklal Harbimizin Esaslarını kullansam da bir şey değişmeyeceğini söyledim. Tutarsızlıkların orda da olduğunu belirttim. Ali Arslan bu açıklamalarımı da kabul etmedi.

ABDÜLMECİT EFENDİ'Yİ ELEŞTİRİLMEZ ZANNEDEN BİR TARİH PROFESÖRÜ

Daha sonra da kitabımda son halife Abdülmecit Efendi’yi eleştirmeme bozuldu. “Abdülmecit Efendi Kurtuluş Savaşı’na destek olmuştur, onu nasıl eleştirisin?” diye bağırıyor, diğer jüri üyeleri de özellikle Prof.Dr. Süleyman Beyoğlu, “Evet yardım etmiştir...” diyerek başıyla Prof Ali Arslan’ı onaylıyordu. Ben.”Abdülmecit’e yönelik eleştirilerimin Atatürk’ün Nutuk’taki ifadelerine dayalı olduğunu belirttim” Ama şartlanmış jüriyi ikna etmem mümkün değildi.
Son halifeyi eleştirdiğim için büyük bir yanlış yapmıştım!!!. İşte o gün o jüride bulunan akademisyenlerin zihniyeti buydu. Atatürk’ün yurt dışına sürgün ettiği adamı eleştirdiğim için İstanbul Üniversitesi'nde akademisyenlerce suçlanıyordum; son halifeyi savunup Atatürk’ü eleştirseydim takdir toplayacağım kesindi.

ATATÜRK'ÜN KURDUĞU ÜNİVERİSTE'DE NUTUK'A SALDIRAN CUMHURİYET TARİHİ PROFESÖRLERİ (!)

Daha sonra sıra geldi Nutuk’a…
Ali Arslan, ve diğer jüri üyeleri, Nutuk’u eleştirmek gerektiğinden, Nutuk’un sadece bir "anı" olduğundan bahsederek, Nutuk’u çok daha fazla önemseyen beni eleştirmeye başladılar. Çünkü ben Nutuk’un devrim tarihimizin en önemli kaynağı olduğunu ve Atatürk’ün tüm olayları belgelerle kanıtladığı için Nutuk’un aynı zamanda bilimsel bir yapıt olduğunu söylüyordum. Bu düşüncelerim başta Ali Arslan ve Cezmi Erslan olmak üzere tüm jüriyi adeta çileden çıkarmıştı. Israrla Nutuk’u eleştirmekten ve ısrarla Nutuk’un bilimsel bir çalıma olmadığından bahsediyorlar, hatta alaycı bir şekilde Nutuk’un bazı bölümlerini Atatürk’ün yazmadığı iddia ediyorlardı. Hatta Ali Arslan Nutuk’taki bazı anlatımların belgelerle uyuşmadığını söyledi. İki yıldır Nutuk üzerinde çalışan biri olarak kulaklarıma inanamıyordum. Nutuk’u satır satır incelemiştim ve hazırlık sürecinin nasıl olduğunu çok iyi biliyordum. Atatürk’ün nasıl günlerce uyumadan hatta bir keresine kalp krizi geçirerek, üç ay çalışarak Nutuk’u hazırladığını biliyordum. Ama şimdi karşımdaki akademisyenler Nutuk’u hazırlayan Atatürk’ü ağır bir dille eleştiriyorlardı.
Bu sırada Tez danışman hocam Prof Cezmi Ersalan’ın Nutuk üzerine yazdığı makale aklıma geldi. Makalenin başından sonuna kadar Nutuk’u ve Atatürk’ü eleştirdiğini hatırlayınca her şeyi daha iyi anlamaya başlamıştım.
Bu sırada Prof Ali Arslan, benim, Nutuk üzerine son çıkan Eric Jan Zürhrer’in kitabını okumadığımı iddia edince ben: “Okudum ama görüşlerine katılmıyorum. “ dedim ve kıyamet koptu. Çünkü jürideki herkes Zührer’in fikirlerine sonuna kadar katılıyordu. Peki kimdi bu E. J. Zührer? Yurtdışında yaşayan yabancı bir cumhuriyet tarihi profesörü. En önemli özelliği Atatürk’ün cumhuriyet tarihindeki rolünü azaltmak olan bir akademisyen. Doğal olarak Nutuk’u da alabildiğince eleştiriyordu. Kanımca amacı, Atatürksüz ya da Atatürk'ün etkisi iyice azaltılmış bir cumhuriyet tarihi oluşturmaktır. Okul yıllarında onun kitaplarını Ali ve Cezmi hocaların sıkça tavsiye ettiklerini hatırlıyorum.

ATATÜRK KARŞITI BİR CUMHURİYET TARİHİ PROFESÖRÜ (!)

Bir, bir buçuk saattir daha tezim hakkında tek kelime bile konuşmamıştık.
Nihayet teze geçildi. Tezim, ATATÜRK'ÜN TARİH VE ANTROPOLJİ ÇALIŞMALARI adını taşıyordu. ( Bu tez Ağustos 2010'da ATATÜRK VE TÜRKLERİN SAKLI TARİHİ adıyla kitap olarak yayınlanacaktır)
İlk sözü alan Ali Arslan, “Konu bütünlüğü yok, içerik uygun değil. Burada Hititlerin ve Sümerlerin Türklüğüne yönelik kanıtlar sıralanmış oysaki bizim Atatürk’ün tarih ve Antropoloji çalışmalarını ve değerlendirmelerini görmemiz gerekirdi. Ayrıca önsözde Hititlerin ve Sümerlerin Türklüğü tezinin bugünkü durumu incelenecektir deniyor ama ben kaynakçada 1939 sonrasında bu konuda yapılan bir çalışmaya rastlamadım. Çok fazla ayrıntıya girilmiş. Belgeler sıralanmış, hatta bir şiir bile var.” dedi. Bu sırada Doç. Dr. Halil Bal araya girdi. Alaycı bir yüz ifadesiyle, “Hititlerin ucu kıvrık ayakkabılarıyla Türklerin ayakkabıları bile kıyaslanmış” dedi. Ben şaşkındım. Koskoca doçent, antropoloji araştırmalarında bu tarz benzerliklerin çok önemli olduğunu bilmiyordu.Olacak şey değil!
Bu sırada, Doç Arzu Terzi, (Kendisi Osmanlı Tarihçisidir.) Tezin adının uygun olmadığını söyledi. Atatürk’ün değil, Atatürk Dönemindeki Tarih ve Antropoloji Çalışmaları olması gerekir dedi. Ben kendisine, bu çalışmaları Atatürk’ün başlatıp yönlendirdiğini söyleyerek adın doğru olduğunu ayrıca İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünün bu adı ve tezin içeriğini uygun bulduğunu söyledim ve tezin içeriğinin Hititlerin, Sümerlerin Türklüğüne yönelik kanıtlar ve Mu uygarlığıyla ilgili araştırmalar olduğunu belirttim ve bu konularda tezin içinde, son dönem kaynaklarına dayanılarak, bir çok bilgi ve değerlendirmenin olduğunu söyledim. Fakat Ali Arslan buna itiraz ederek 1939’dan sonra bu konuda yapılan araştırmalara yer vermediğimi söyledi. Bense Begmurat Gerey, Muazzez İlmiye Çığ gibi 2000’lerde yapılan araştırmalardan yararlandığımı hatta 1988’de Hakkari’de bulunan Hakkari taşlarına bile tezimde yer verdiğimi söylüyordum. Ve bu taşların Türklerin Anayurdunun Anadolu olabileceği tezini gündeme getirdiğini belirtiyordum. Ama tezi okumadığı, ya da çok yüzeysel olarak okuduğu anlaşılan jüri üyelerini ikna edemiyordum.
Bu bir komploydu, karar önceden verilmişti. Tezimin iki hafta gecikmeyle değerlendirilmeye sokulması şüphelerimi büsbütün arttırmıştı.
Ben Atatürk’ün tarih ve antropoloji çalışmalarının ırkçı Batıya karşı bir mücadele olduğunu, Atatürk’ün bu çalışmalara zannedildiğinden çok daha fazla önem verdiğini ve bu çalışmaların bilimsel temellerinin bulunduğunun bugün anlaşılmakta olduğunu, Sümerlerin Türk olabilme ihtimallerinin her geçen gün yükseldiğini söylememe rağmen şartlanmış ve kararını önceden vermiş jüriyi etkileyemiyordum.
Beni asıl şaşırtan Türkiye’de ilk kez gündeme getirdiğim ve ayrıntılı olarak değerlendirdiğim ve Atatürk’ün düşünce zenginliklerine ışık tutan Atatürk’ün Kayıp Kıta Mu konusundaki araştırmaları hakkında bana doğru dürüst bir soru sorulmamasıydı. Jüri acaba neden bu konuyu merak etmiyor ve bu konuyu ilk kez gün ışığına çıkaran genç bir araştırmacıya en azından “aferin, ,iyi yapmışsın “demekten çekiniyordu.
Zannedersem bu sorunun yanıtı Ali Arslan’ın şu son sözlerinde gizliydi:
Prof. Dr. Ali Arslan, tezimde geçen, “Yüksek bir edebi değeri olan Nutuk bile Atatürk’ün bir bilim insanı olduğunu kanıtlayacak güçtedir” cümlesini okuyarak şöyle dedi: “Atatürk bilim insanı falan değildir. Sen her şeyi Atatürk yapmış sanıyorsun!”
İşte mesele buydu? Tez mez bahane!
Ben kitaplarımda ve tezimde Atatürk’ün düşünce zenginliklerine yer vererek genç nesillerin onun bilime ve kültüre verdiği önemden etkilenmelerini sağlamaya çalışıyorum. Cephede bile okuyan, yabancı büyük elçiliklerden kitap sipariş eden, 5000’den fazla kitap okuyan, tarih ve dil tezleri geliştiren çok sayıda kitap ve yazı yazan Atatürk’e “bilim insanı” dediğim için suçlu oluyorum.
Gerisini siz düşünün….
Tezim üzerinde sadece on beş yirmi dakika konuşuldu. Daha doğrusu sadece Prof Ali Arslan ve biraz da Doç Halil Bal konuştu. Yard. Doç Arzu Terzi Osmanlı tarihçisi olduğu için Prof. Süleyman Beyoğlu da Ali ve Cezmi hocalara katıldığı için konuşmadı kanımca...

"BENİ YILDIRAMAZSINIZ!" DEMİŞTİM AMA!

Bir,buçuk saat sonra odadan çıktım. Jüri kararını verecekti. Birkaç dakika sonra odaya çağrıldım. Jüri üyeleri hepsi birden yağa kalkarak ve garip bir şekilde önlerine bakarak “Tezin reddedildi!..” dediler.
Benim son sözlerim şunlardı. “Beni yıldırdığınızı zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Daha hırslı çalışacağım ve genç nesilleri aydınlatmaya devam edeceğim, tüm amacım budur. Umarım vicdanınız rahattır.”

MECZUBU DEĞİL ATATÜRK AYDINLANMASINI SAVUNDUM

Ben o gün de bu günde kendimle gurur duyuyorum; çünkü meczubu savunan profesörlerle adeta kavga ederek Atatürk’ü ve cumhuriyet aydınlanmasını savundum. Üstelik bunu yaparken tezimin reddedileceğini de biliyordum. Çünkü bu kara zihniyetin benim gibilerin önünü kesmek için her şeyi yapacaklarının farkındaydım. Ama yine söylüyorum, o 19 ocak günü o odada meczuba karşı Atatürk’ümüzü savundum ve kendi adıma çok gururluyum; ama ülkem adına o günden sonra çok karamsarım.

NURCU PROFESÖR

Not: Jüride bulunan tez danışman hocam Prof. Dr. Cezmi Eraslan hakkında daha önce basına yansıyan “Nurcu profesör (Milliyet 2000)" iddialarına inanmak istememiştim. Kendisini 10 yıldır tanırım. Prof Ali Arslan gibi kendisini çok iyi saklamasını bilen biridir. Hatta bir ara gerçekten Nurcularla hiçbir ilgisinin olmadığını düşünüyordum. Ama son yaşadığım olaydan sonra internette yaptığım basit bir araştırmayla Prof. Dr. Cezmi Ersalan’ın geçmişte Rısalei Nur Sempozyumlarına katılarak bildiri bile sunduğunu gördüm. Cezmi Ersalan bildirisinde Saidi Nursi’den "Kurtuluş Savaşı’na destek olan bir kahraman" olarak bahsediyordu. Bunun gerçek olmadığını ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımda orjinal belgeleriyle ortaya koydum..

SONRA NELER OLDU?

Prof Ali Arslan: İstanbul Üniversitesi Türkiye Cumhuriyeti Kürsüsü'nde Atatürksüz bir Cumhuriyet Tarihi anlatmaya devam ediyor...

Prof Dr. Cezmi Eraslan: Said-i Nursi sempatisinden ve Atatürk eleştirilerinden dolayı AKP tarafından ödüllendirilerek ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ BAŞKANLIĞI'NA getirildi.(Her halde Atatürk araştırılmasın diye yapıldı bu atama....)

Sinan Meydan: Atatürk, Ön Türk Tarihi ve Yakın Tarih üzerine yazdığı 14 kitap dışında yeni çalışmalarına devam ediyor... Bıkıp usanmadan Atatürk aydınlanmasını genç kuşaklara anlatmaya çabalıyor....

Sinan MEYDAN

7 Haziran 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ue-savunmann-onuru&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK DÜŞMANLIĞININ KÖKLERİ

ddd.jpg


Ne acıdır ki Türkiye’de Atatürk’ün ölümünden hemen sonra gizliden gizliye bir Atatürk düşmanlığı yapılmaya başlanmıştır. Bir kısım iç ve dış “Türkiye düşmanları”, tahrike açık cahil yobazlar, eski düzenin devamından yana devrim karşıtları ve hatta Atatürk’ün bazı silah arkadaşları Atatürk’ün ölümünden hemen sonra harekete geçerek adeta Atatürk’ü ikinci kez öldürmenin hesaplarını yapmaya başlamışlardır.
Atatürk düşmanlığı yapanlar, Atatürk düşmanlarının temel kaynakları ve Atatürk düşmanlığının belli başlı nedenleri şunlardır:

1.Dinci kesim:
a) Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının sorumlusu olarak Atatürk’ü görenler ve Atatürk’ün saltanatı ve halifeliği kaldırıp cumhuriyeti ilan etmesine tepki duyanlar.

b) Atatürk’ün eskimiş Osmanlı toplumsal düzeni yerine çağdaş ve laik bir toplumsal düzen kurmasına; Atatürk devrimlerine tepki duyanlar.

2. Marksist-Kominist Kesim:
a) Atatürk’ün eski Osmanlı düzeninin yerine kominist bir düzen kurmamasına tepki duyanlar

b) Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında ve sonrasında Kominist yapılanmaya izin vermemesine, hatta Kominizmle mücadele etmesine tepki duyanlar. Bu kesimde çoğunlukla Kominist Mustafa Suphi’yi Mustafa Kemal’in öldürttüğü inancı yaygındır.

3. Bölücü Kesim:
a) Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürt unsurlardan da yararlandığını, hatta bu sırada, “ilerde Kürtlere devlet kurma sözü verdiğini” ileri sürerek Kurtuluş Savaşı sonrasında Atatürk’ün bu sözünü tutmadığını düşünenler

b) Atatürk’ün 1930’larda Türk milliyetçiliğini ön plana çıkararak Kürtleri yok saydığını iddia edenler.

c) Atatürk’ün 1925’deki Şeyh Sait İsyanı’nı ve 1930’lardaki Kürt İsyanlarını aşırı şiddet kullanarak bastırdığını, bu sırada Kürtlere eziyet edildiğini düşünenler.

4.Atatürk’ün bazı silah arkadaşları:
a) Kurtuluş Savaşı sonrasında Atatürk’ün “fazlaca ön plana” çıkmasından rahatsızlık duyan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy gibi Kurtuluş Savaşı’nda bir şekilde yer almış kişilerin Atatürk’e yönelik ağır eleştirileri…

b) Atatürk’ün ölümünden sonra, İkinci Adam İsmet İnönü’nün Atatürk'ün devrimci anlayışına aykırı bazı uygulamaları: Örneğin Atatürk'ün "tam bağımsızlık" ilkesinden taviz verip ABD ve Avrupa ile "bağımlılık" anlaşmaları imzalaması, Atatürk'ün çok önem verdiği Tarih ve Dil Tezleri projelerine gereken önemi vermemesi, bu projelerin önce Greko-Latin tezine sonra Türk-İslam Sentezi'nde evirlmesine göz yumması...

Birkaç Özel Adam…
“Atatürk düşmanlığının” doğuşunda özellikle Dr.Rıza Nur, Kazım Karabekir ve Said-i Nursi’nin çok özel bir yeri vardır.

1. Dr. Rıza Nur: Kurtuluş Savaşı’nda I.TBMM’de milletvekili olan, daha sonra İsmet Paşa’nın başkanlığındaki Lozan heyetinde yer alan Dr. Rıza Nur, 1927’de Atatürk’ün Nutuk’ta kendisini eleştirmesine tepki duyarak, yazdığı eserlerde, özellikle “Hayat ve Hatıratım” adlı 1000 sayfalık eserde, Atatürk’ü küçük göstermeye çalışarak, Atatürk’e ağır hakaretlerde bulunmuştur. Sonraları “ruh hastası” olduğu anlaşılan Rıza Nur’un yalan ve iftiraları uzun süre Atatürk düşmanlarının bir numaralı kaynağı olmuştur.

2.Kazım Karabekir: Kurtuluş Savaş’ında Doğu Cephesi’ndeki katkılarından dolayı tanınan Karabekir, savaş sonrasında Atatürk’ün fazlaca ön plana çıkmasını içine sindiremeyerek ve Atatürk’ün Nutuk’ta ona yönelik ağır eleştirilerine kızarak kaleme sarılacak ve özellikle “İstiklal Harbimiz” adlı eserinde Atatürk’ü ipe sapa gelmez şekilde eleştirecektir. “Atatürk, dinsiz ve namussuz olmamızı istiyordu!” “Atatürk Kuran’ı Türkçeleştirerek Kuran’ın ilahi mesajını etkisizleştirmek istiyordu!” gibi akıl dışı eleştirileri uzun süre sorgulanmadan kabul görmüştür. Karabekir, söz konusu eleştirilerinde “Atatürk Kurtuluş Savaşı’na karşıydı; Kurtuluş Savaşı’nı ben başlattım ve yürüttüm!” diyecek kadar ileri gitmiştir. Karabekir’in Atatürk’e yönelik “temelsiz eleştirileri” uzun yıllar boyunca Atatürk düşmanlarının en önemli refaransı olmuştur.

3.Said-i Nursi: Asıl Adı Said-i Kürdi olan ve doğduğu “Nurs Köyünden” dolayı Nursi adını alan Said-i Nursi, (Bu şekilde Kuran’daki Nur süresinde benden bahsediliyor diyecekti!) bir İslam alimidir. Meşrutiyet yıllarında “Osmanlı nasıl kurtulur?” sorusuna yanıt arayan din adamlarından biriydi. Çok sayıda dinsel içerikli esere imza atan Nursi, Meşrutiyet yıllarında Padişahçı-dinci Volkan Gazetesi’nin kurucularından biriydi. Said-i Nursi, İngilizler için çalışan bir Nakşibendi’di olan ve zamanına göre çağdaş İslamcı yazılarıyla tanınan Derviş Vahdeti’yle birlikte Volkan Gazetesi dışında bir de İttihad-i Muhammed-i Cemiyeti’ni kurmuştu. Said-i Nursi ve Derviş Vahdeti Volkan’daki yazılarıyla softaları ve alaylı askerleri kışkırtmışlar ve 1909 yılında Meşrutiyet rejimine karşı “gerici” 31 Mart İsyanı’nın patlak vermesinde etkili olmuşlardı.(Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İş Bankası Yay, İst 2007, s.60)

İşte Meşrutiyet yıllarının “kışkırtıcılarından” Said-i Nursi, Kurtuluş Savaşı yıllarında da Mustafa Kemal’in din temelli olmayan “çağdaş bir devlet kuracağını” anlayarak Kurtuluş Hareketi’ne uzak kalmayı tercih etmiştir. Ayrıca Atatürk’ün de, “fazlaca tutucu” görüşlerinden dolayı Nursi’yi istemediği açıktır.

Said-i Nursi, laik ve çağdaş bir devlet kurarak şeriat devletine son veren Atatürk’e çok ağır ifadelerle saldırmıştır. Nursi’ye göre Atatürk “ahir zamanda gelecek olan deccaldir, süfyandır.” Nurculara göre de “Cumhuriyet kefere düzendir.”

Özellikle 1980’lerden sonra Fethullah Gülen önderliğinde büyük bir hızla büyüyen NURCU HAREKET, Said-i Nursi’nin kitaplarını refarans olarak almıştır. Nursi’nin risalelerini okuyan genç nesillerin Atatürk’e düşman olmaları gecikmemiştir.

Atatürk düşmanlığının yakın tarihli aktörleri sözüm ona bazı “aydınlardır.” Sağda ve solda konuşlanan (konuşlandırılan) bu aydınlar(!) meydanı da boş bularak Atatürk düşmanlığını körüklemişlerdir.

Bu aydınların özellikle “dini kullanan kesimde” (dinci kesim), sürekli yeni bir devrimden söz eden Marksist- Leninist kesimde, Kürt bölücülüğü yapan kesimde ve 80’lerden sonra İkinci Cumhuriyetçi diye adlandırılan kesimde konuşlandıkları görülmektedir.

İdris Küçükömer, İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Kadir Mısırlıoğlu, Mustafa Müftüoğlu, Abdurrahman Dilipak, Hasan Hüseyin Ceylan, Mehmet Altan bu aydınlar arasında gösterilebilir.

Tabii, özellikle 1950′den sonraki "karşı devrimci" siyasileri de unutmamak gerekir…

Atatürk düşmanlığında, bu aydınlardan özellikle İdris Küçükömer, Fikret Başkaya gibi sol ve Kürtçü aydınlarla, Kadir Mısırlıoğlu ve Abdurrahman Dilipak gibi “dinci” (dini kullanan) aydınlar çok önemli bir rol oynamışlardır. Örneğin, Fikret Başkaya’nın “Paradigma’nın İflası” Kadir Mısırlıoğlu’nun “Lozan Zafer mi Hezimet mi” adlı çalışması ve Abdurrahman Dilipak’ın “bizi nasıl katlettiler” cümleleriyle süslü, kaynaksız kitapları, Atatürk düşmanlarının en çok başvurduğu kaynaklardandır.

Fakat her şeye rağmen 1980’den sonra laik ve çağdaş cumhuriyetten yana gerçek bilim insanlarının arşiv çalışmaları sonucunda Atatürk hakkındaki pek çok gerçek belgelerle gün ışığına çıkmıştır. Böylece Atatürk istismarcıları, yavaş yavaş ortadan kaybolmuştur.

1990’lardan sonra Atatürk’e yönelik olumsuz yargılar, ağır eleştiriler içeren kitapların sayısında büyük azalma görülmüştür. Gerçekler gün ışığına çıktıkça “aydın yalanları” azalmıştır.

Son Aktör: Mustafa Armağan
Bu durum özellikle Atatürk düşmanı yobaz kesimi ve Türkiye düşmanı dış çevreleri rahatsız etmiştir. Bu nedenle olsa gerek son yıllarda yeni bir aktör ortaya çıkarılmıştır. İşte o yeni aktör İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu Mustafa Armağan’dır.

Mustafa Armağan “Atatürk düşmanı” dinci kesimin “yeni aktörü” olarak 1990’larda sahne almıştır.(ya da aldırılmıştır.) (Armağın’ın bu durumun farkında olup olmadığını bilmiyorum!)

Peki ama İslamcı Timaş Yayınları’ndan yayınlanan kitapları büyük ilgiyle karşılanan, Nurcu Zaman Gazetesi’nde yazdığı tarihsel içerikli makaleler gündem oluşturan Mustafa Armağan kimdir?

Biraz araştırılınca Armağan’ın adeta yeni bir Kadir Mısırlıoğlu ya da Abdurrahman Dilipak olduğu kolayca anlaşılacaktır.

Armağan’ın çok satan kitaplarında ve gündem yaratan makalelerindeki temel görüş, Atatürk’ün sözüm ona eksikleri, yanlışları ve olumsuz özelikleridir. Mustafa Armağan, Atatürk ve cumhuriyet tarihini inceden inceye eleştirirken yine o eski “dinci numarasına” başvurarak bazı Osmanlı padişahlarını yücelterek Osmanlı’yı “dikensiz gül bahçesi” gibi göstererek Atatürk’ü ve cumhuriyeti gözden düşürmeye çalışmaktadır.

“Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı”, “Efsaneler ve Gerçekler” gibi kitaplarında hep Osmanlı’nın pozitif yönlerini ön plana çıkarma, buna karşın cumhuriyetin negatif yönlerini vurgulama gayreti vardır. Armağan bunu yaparken “tabu yıkıcısı rolüne” soyunarak bu konularda zaten kafaları karışık olan insanları etkilemektedir. İkinci Cumhuriyetçilerin ve Kartelci –İslamcı medyanın da desteğiyle Armağan, “Atatürk düşmanı” çevrelerin dört elle sarıldıkları bir yazar haline gelmiştir.

Bir Yobaz Yalanı: “Atatürk İngiltere’nin Anadolu Valisi Olmak İstedi!”

İşte bu Armağan, son bombasını Fethullahçı Zaman Gazetesi’nde, 27 Kasım 2007’de patlattı ve “Atatürk, Anadolu Topraklarında İngiliz İdaresinde Bir Vali Olarak Çalışmayı Teklif Etti!” diye bir açıklama yaptı.

Tabii yine yer yerinden oynayacak, irticacı Atatürk düşmanları o küpürü kesip saklayacak ve belki de çok yakında birileri bu gazete küpüründeki açıklamayı “belge” olarak kullanıp “Atatürk İngiliz Yanlısıydı!” diye kitap yazacak…!

Vah memleketim vah!….

Peki ama “Atatürk’ün İngiliz Valisi Olmak İstediğini” iddia eden Mustafa Armağan’ın bu önemli iddiasının kaynağı nedir?

Çok güçlü bir kaynak beklerken bir de ne görelim: Büyük tarihçimizin kaynağı G. WARD PRİCE’NİN “EXTRA SPECİAL CORRESPONDET” (Çok Özel Yaşamlar) , 1957, s.104. adlı bir kitapmış… Daha da ilginci, büyük tarihçimiz bir anıda geçen bu açıklamayı orijinal kaynağından değil Gotthard Jeaschke’nin çok bilinen “Kurtuluş Savaşı İle İngiliz Belgeleri”, TTK, Ankara 1991, s.98 adlı kitabından almış ve bunu “büyük bir buluş gibi” kamuoyuna çok yeni bir bilgi diye sunmuş.

Armağan, Zaman Gazetesi’ndeki açıklamasında şöyle diyor:

“Atatürk, 14 Kasım 1918’de Britanya resmi makamlarına Anadolu topraklarında İngiliz İdaresinde bir vali olarak çalışmayı teklif etti. Bu bilgi İngiliz Daily Mail gazetesinin muhabiri G.W.Price’nin hatıralarını yazdığı “Çok Özel Yazışmalar” adlı kitapta yer alıyor.”

Armağan, Fethullahçı ZAMAN gazetesinde “Kim Kahraman Kim Hain” başlığıyla yazdığı yazıda Atatürk’ün bu beyanatıyla “vatan haini” olarak görülebileceğini ima etti. (Vatan, 28 Kasım 2007, s.28)

Cürete bakın! Atatürk vatan haini imiş!
Gülsek mi ağlasak mı!…
Ülkemin düştüğü hale bakın!
Amaç: Son Direnç Noktasını da Kırmak…

Bir tarihçi olarak ben Armağan’ın bu açıklamasının tarihi bakımdan hiçbir şey ifade etmediğini biliyorum ve az sonra bunu kanıtlayacağım; ama sıradan vatandaş için bu açıklamalar tehlikelidir. Çünkü vatandaş, okuduğuna inanma gibi bir yanlışın içindedir. Armağan’ın Atatürk konusundaki bu açıklamasını okuyan sıradan vatandaş da “acaba” sorusunu sorabilir. Hatta, bu açıklamaya inanarak “Atatürk de İngilizciymiş” diyerek güvendiği son dalın da kırıldığını hissedebilir.

Peki ama Armağan’ın bu yalanı kime yarar sağlar.

Hemen söyleyelim: Atatürk ve Türkiye düşmanlarına yarar sağlar…

Bu zor günlerde, ulusal birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyacımız olan bu günlerde Mustafa Armağan Atatürk’ü halkın gözünden düşürerek kime nasıl bir hizmet yapmaya çalışmaktadır?…

Artık uyanma zamanı gelmiştir.

Artık birilerince görevlendirilen, ya da birilerine alet olan “aydın tayfasına” bazı sorular sormanın zamanı gelmiştir. Artık onlara “Yalanını da al git” demenin zamanı gelmiştir.

Peki ama Mustafa Armağan, neden durup dururken “Atatürk İngiliz valisi olmak istiyordu” diye deli saçması bir açıklama yapmıştır?

Aslında Armağan, durup dururken bu açıklamayı yapmamıştır. Kendince tam zamanında yapmıştır. Çünkü birincisi, son zamanlarda Türkiye halkı “gericiliğe” ve “bölücülüğe” karşı Atatürk etrafında kenetlenmeye başlamıştır. Bu “ulusal bağlaşmayı bozmak gerekiyordu”. İkincisi, iki gündür (26-27 Ekim 2007) Vatan Gazetesi, İngiliz arşivlerinde ortaya çıkan belgeler ışığında, manşetten “Vahdettin’in nasıl bir vatan haini olduğuna ilişkin” bir yazı dizisine yer veriyordu. Yıllardır “Vahdettin’i aklamaya çalışan” Armağan, bu yazı dizisine bozularak basit önerme mantığıyla “Atatürk de İngilizciydi!” diyerek, İngilizci Vahdettin’i bir kere daha aklamak istemiştir. Çünkü ortaya çıkan yeni belgelerde Vahdettin’in sıkça İngiliz yetkililerine mektuplar yazarak para yardımı istediği ortaya çıkmıştır. Armağan, Vahdettin’in sıkıştığını görünce adeta imdada yetişerek, “Atatürk de İngilizciydi” gibi saçma sapan bir açıklama yapmıştır. Kanıt olarak da tarihçiler için ancak doğruluğu kanıtlandıktan sonra ikinci el kaynak olarak kullanılabilecek bir anıya başvurmuştur. Ayrıca gazeteci ve tarihçi görünümündeki İngiliz ajanlarının Atatürk’e geçmişte de iftiralar attıkları bilinmektedir.Örneğin İngiliz ajan-tarihçi H.J.Armstrong bunlardan biridir. Armstrong "Bozkurt" adlı kitabında Atatürk hakkında akıl almaz iftiralara yer vermiştir.Ama daha sonra Armstrong’un Atatürk ve Türkiye düşmanı bir ajan olduğu anlaşılmışı.

Armağan, böyle bir açıklama yapmak için kullandığı kaynağın çok yetersiz olduğunun farkındadır; ama "misyounu gereği" konuyu değiştirmek için apar topar böyle bir açıklama yapmak zorunda kalmıştır.

Ama bu sefer kelimenin tam anlamıyla "çuvallamıştır."

Armağan’ın bir İngiliz gazetecinin anısına dayanarak “Atatürk İngiltere’nin Anadolu Valisi Olmak İstedi!” şeklindeki açıklamasını “yalanlayan kanıtları” da önümüzdeki günlerde ortaya koyacağım..

Not: (Atatürk İngiliz Valisi Olmak İstiyordu Yalanı adlı yazıyı okuyunuz).


Sinan MEYDAN

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...duemanlnn-koekleri&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

DİKTATÖR OLSA DEVRİMİ TARTIŞMAZDI!

ddd.jpg


(Sinan Meydan Ceviz Kabuğu Programı'nda)
Gerçek ‘insani yön’
Can Dündar’ın “Mustafa” filmindeki ’insani yön’ çarpıtmalarını, Atatürk’ün kütüphanecisinin oğlu Mustafa Kemal Ulusu ve tarihçi yazar Sinan Meydan birer birer çürüttü.
ÖMÜR BOYU CUMHURBAŞKANLIĞI TEKLİFİNE ÇOK KIZAN ATATÜRK: "Bunu duymamış olayım"
Usta Gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun ART ekranlarında canlı olarak yayınlanan Ceviz Kabuğu programında, Mustafa Kemal’in gerçek özel yaşamı, son günlerin moda deyimiyle insani yönü, bizzat kendi sözleri ve O’na yakın kişilerin anıları ile ortaya kondu. Atatürk’ün kütüphanecisinin oğlu Mustafa Kemal Ulusu ve Atatürk hakkında pek çok kitabı bulunan Tarihçi-Yazar Sinan Meydan Ceviz Kabuğu’na stüdyo konuğu oldular

Mustafa Kemal’le diktatör yaftasını yapıştırmaya çalışanlara da cevap Ceviz Kabuğu’nda geldi. Mustafa Kemal Ulusu, O’na halife olması teklif edildiği ama buna karşı çıktığını söyledi. “Atatürk’ün Yanı Başında” adlı kitapta babasının Atatürk anılarını derleyen Ulusu, Atatürk’e atılmak istenen her iftiraya bu anılardan ve Atatürk’ün kendi sözlerinden örneklerle cevap verdi:

Diktatör olsa yapacağı devrimi tartışmaya açar mıydı?
“Mussolini ve Hitler’e benzetenler vardı ama, O neredeyse nefret ederdi onlardan. Mussolini’ye ’tenekeci’derdi... Babamın anılarında şöyle bir şey yer alıyor; ” Kalabalık bir sofradayız. Atatürk o gün çok keyifli... Orada arkadaşlar biraz da imalı bir şekilde, “Paşam sizi kaydı hayat (ömür boyu) şartiyle Reis-i Cumhur yapmamız lazım’diye bazı şeyler söylediler. Atatürk birden durdu... Sertleşerek, ’Reca ederim beyler, reca ederim! Bana böyle bir şey hiç söylememiş olun, ben de duymamış olayım. Yoksa beni Kral Faruk’a mı benzetmek istiyorsunuz? Bir daha hiçbirinizin ağzından böyle bir söz katiyen işitmek istemiyorum.” Sinan Meydan da bu konuda Meclis zabıtlarındaki bir kayda dayanarak açıklık getirdi: “Meclis zabıt kayıtlarında şapka kanunu çıkarılacakken yapılan görüşmeler var. Orada görüyoruz ki bu görüşmelerde şapka kanununa muhalefet eden, istemeyen milletvekilleri var ve bu konuyu tartışıyorlar. Bu nasıl diktatörlük ki, devrim yapacaksınız ama devrimin tartışılmasına müsaade edeceksiniz. Bunu anlamakta zorluk çekiyorum bir tarihçi olarak.”

Yabancı tarihçilere itibar etmezdi
Ulusu, Mustafa Kemal’in yabancı tarihçilerin Türkiye için yazdığı kitaplara asla itibar etmediğini açıkladı. Sinan Meydan bu konuda Atatürk’ün bizzat kendisinin yaptığı tarih çalışmaları olduğunu ancak O’nun bilim insanlığı kişiliğinin ve yaptığı çalışmalarının Türkiye’deki pek çok akademisyen tarafından ciddiye alınmadığını söyledi. Hulki Cevizoğlu, Mustafa filminde yer alan bir sahnede “savaşta bir şarapnel parçası sol gözüne geldi. Bunun sıkıntısını hayat boyu çekti” şeklindeki anlatının eksik ve yanlışlığını Atatürk için nasıl bir karalama yapılmaya çalışılmasını eleştirdi.

Dedikodu ile bitirmeye çalışıyorlar
Cevizoğlu, “Bu bazı tarikat yurtlarında O’nu aşağılamak, küçümsemek için kullanılan ’cam göz’ diye kullanılan bazı sözlere benziyor. Hem Atatürk’ün gözü hiç görmese ne olur? Bu lafı buraya kadar getirip bırakıyorsunuz ama hani bunun devamı? Dedikodu maliyeti olmayan çok güçlü bir silah. Atom bombasından çok daha güçlü. Günlük hayatta kullanılıyor, savaşlarda kullanılıyor. Bir yere yatırım yapmıyorsunuz ama çok etkili. Dedikodu yalan olsa bile ona inanma eğilimi oluyor.
Mustafa Kemal’le ilgili dedikodulara da inanıyorlar. Yalan üzerinden para kazanıyor insanlar. Satış rekorları, gişe rekorları kırıyor. Türkiye’nin en önemli değerini, madenini dedikoduyla yıkmaya çalışıyorlar” dedi. Sinan Meydan ise Atatürk’ün gözünden yaralanmasını ve bunun kimileri tarafından nasıl kullanıldığını şöyle anlattı: “Atatürk’ün yaşadığı bu olay Trablusgarp’ta oluyor. Çanakkale’de bu olay nerdedir? Bilimsel olarak ciddiye alınmayan birtakım kaynaklar kullanılmış. Bunun kaynağı Saidi Nursidir. Siz onu kaynak olarak kullanamazsınız... Atatürk’ün dediği gibi tarih yazanlar yapanlara sadık kalmalıdır. Atatürk konusunda kalınmadı ve kafalar karıştı...bu filmi izlediğimde tüylerim diken diken oldu. O’na bunları söylemek yapmak en basit deyimiyle günahtır.”

İhtilaller genellikle gece olur
Atatürk’ün çok içtiği iddialarına ise, Cevizoğlu Atatürk’ün kendi açıklamalarıyla yanıt verdi: ” Atatürk bu konuda açıklama yapmış ve şunları söylemiştir: ’Bana ülkeyi içki masasından idare ediyor diyenleri duyuyorum. Beyler! Siz de çok iyi biliyor ve görüyorsunuz ki, bu sofra sadece içki içilen bir sofra değildir. Burada tüm memleket meseleleri yetkili kişi ve dostlarla görüşülür... Tartışılır... Bu masada ben memleketin nabzını tutarım... Bütün ihtilal ve inkılâpları geceleri olur. O yüzden ben gece oturur, uyumam. Başvekilim istirahat etsin, uyusun ve sabah da dinç ve zinde olarak vazifesi başında bulunsun. Ben de onlardan sonra yatar ve uyurum.

Ülke yönetenler takım tutmamalı
Atatürk hangi takımı tutuyor sorusu da Ceviz Kabuğu’nda yanıt buldu. Atatürk’ün bu soruya verdiği cevap bu konudaki merakı gidermekle kalmayıp bugünkü siyasi ve askeri yöneticilere ayaküstü bir ders veriyor. Atatürk “Ben takım tutmuyorum. Benim gibi ülke yönetmekle sorumlu kişilerin takım tutması doğru olmaz. Tutsa da bunu açıklaması doğru olmaz... Ben eğer bir taraf desteklenecekse milli takımı desteklerim” diyor.

Altemur Kılıç, Dündar’ı evine çağırdı
Gel sana Atatürk’ü anlatalım dedik ama...
Gazetemiz Yazarı Altemur Kılıç, Can Dündar’ın “Mustafa” filmini hazırladığını öğrendiğinde kendisini bildiklerini anlatmak için evine çağırdığını ancak Dündar’ın gelmediğini açıkladı. Kılıç, “Ona gel bildiklerimizi anlatalım dedik ama gelmedi. Eşimle birlikte üç defa tekrar ettik bu daveti. Bizden başka Turgut Özakman var, Atatürk’ün manevi kızı Ülkü var, İnönü’nün kızı Özden var...” dedi. Filmi, Türkiye’de bütün değerlerin hırpalandığı bir dönemde yaşanan aksi bir tesadüf olarak değerlendiren Altemur Kılıç, şunları söyledi: “O, o kadar büyük bir adam ki özel yaşamı kimseyi alakadar etmez. Etse de ona bir zarar veremez. Dünya Atatürk’ü büyük bir değer olarak kabul etmişken bizim bunları tartışmamız bir paradoks değil mi?”

Siyasi vasiyeti
Mustafa Kemal Ulusu, babasının Atatürk’ün siyasi mirasını Altemur Kılıç’ın babası Kılıç Ali’ye bıraktığını söylediğini belirtti. Ulusu’nun babasının anılarında yer alan bu konu hakkında Altemur Kılıç bilgisi olmadığını, babasının da kendisine böyle bir şey söylemediğini açıkladı. Ulusu da bu açıklama üzerine “Babamın anılarında bunun babanızda olabileceği belirtiliyor ama kesin olduğu belirtilmiyor” dedi.

Ata cuma namazında
Altemur Kılıç, Atatürk’ün dindarlığı ile ilgili de önemli bir açıklama yaptı: “Atatürk hastalandığında babama ” annene söyle bana bir Yasin okusun demiş. Hastayken böyle bir şey isteyen insana dinsiz denir mi?” Mustafa Kemal’e dini konularda yapılan eleştirilerin yersiz olduğu konusunda tek açıklama Altemur Kılıç’tan gelmedi. Mustafa Kemal Ulusu, Yüksel Aytuğ’un da köşesinde yayınladığı Atatürk’ün okul karnesinde en yüksek notunun 50 üzerinden 45’le din dersi olduğunu söyledi. Sinan Meydan da Atatürk’ün Edirne’de görevdeyken Selimiye Camiinde cuma namazlarını kıldığını söyledi. Meydan Atatürk’ün namaz sureleri konusunda da çalışmalar yaptığını ve “Kuran okumak istediğimde Yasin suresini okurum” dediğini belirtti. Meydan şu açıklamaları yaptı: ”Atatürk’ün içinde bulunduğu tarih çalışmaları sırasında Hz. Peygamber’i eleştiren bir tez hazırlanıyor. Hazırlanan tez içerisindeki eleştiriler çok sert bir şekilde ifade edilmiş. Mustafa Kemal; ‘Hz. Peygamber’e bu eleştirileri yapan kendini ve haddini bilmezler, bizlerin tarih çalışmaları içerisinde yer alamaz’ diyor ve bu kişileri tez çalışmasının dışarısına çıkartarak sofrasından da kovuyor. Ayrıca Mustafa Kemal, pek çok kere cuma namazı kılmıştır. Edirne’de görevliyken cuma namazları için Selimiye Camii’ne gidermiş. Bunların tarihlerini belgeleyerek daha önce kitaplarıma koymuştum. Yine Mustafa Kemal’in namaz sureleri üzerine çalışmaları vardır. Bir listede yapacaklarını sıralamış ve en başına da ‘Allah birdir ve tektir’diye yazmış. Mustafa Kemal’in din ile ilgili yaptığı çalışmalar, dinin bozulmasını, yozlaşmasını engellemek üzere yapılan çalışmalardır. Atatürk’ün bu konuda söylediği bir başka lafsa şudur; ‘Ben Kur-an okurken en çok Yasin suresini okurum’. Dinsiz olmakla itham ettikleri Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak onu ziyarete geldiği zaman kesinlikle sofrada rakı içmezdi. Fevzi Çakmak’ın dindar bir insan olduğunu bilir, ona büyük bir şekilde saygı gösterirdi.

En büyük komutan Hz. Muhammed
Dinsiz olmakla suçladıkları Atatürk; ‘En büyük komutan Hz. Muhammed’dir’ demiştir. Ayrıca; ’Hz. Muhammed Allah’ın en büyük kuludur. Onun izinden milyonlarca insan gitmektedir. Senin, benim adım unutulur. Ama onun adı sonsuza kadar unutulmayacaktır’cümlesi de M. Kemal’e aittir.” Canlı yayına telefonla bağlanan Emekli Müftü İhsan Özkes, Atatürk’ün dindarlığı hakkında söylenenlerin “dindar değildi” demenin günah olduğunu söyledi. ” Dünya kurulduğundan beri en büyük iftiralar Allah’a atılmıştır” diyen Özkes, “Allah’ın demediğini” dedi” demek, dediğini “demedi” demek iftiradır. Atatürk’e de bu iftiralar atılıyor... Onu sıradanlaştırmak mühim bir hatadır... Bununla birlikte ilahlaştırmak da doğru değildir “ şeklinde konuştu.

VAHDETTİN’İN ATATÜRK’E EMRİ:
Silahları topla direnenleri durdur
Vahdettin’in Mustafa Kemal’e kurtuluş mücadelesi verdiği konusunda filmde yer alan ve Atatürk’ü küçümsemek isteyenlerin de sıkça kullandığı bir yanlış bilgi Ceviz Kabuğu’nda açıklığa kavuşturuldu. Sinan Meydan, Atatürk’ün notlarında bu konuda, “Vahdettin’in böyle bir şeyi yapmaya ne kudreti ne de niyeti vardı” şeklinde bir açıklama olduğunu kaydetti ve Vahdettin’in Mustafa Kemal ve Arkadaşları Kurtuluş Mücadelesi verirken vatanı İngilizlere nasıl teslim etmeye çalıştığını şöyle anlattı: “Atatürk Vahdettin’in sözlerini şöyle yazmış notlarında: ’Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin! Bu güne kadar yaptıkların tarih kitaplarına girdi. Ancak bundan sonra yapacaklarını yazacaktır asıl tarih.’Mustafa Kemal Paşa saraydan çıktığında istediğini almıştır ve sevincinden dudaklarını ısırmaktadır. Geçenlerde bir programda Murat Bardakçı ısrarla Mustafa Kemal’i Vahdettin’in Anadolu’ya gönderdiğini ispatlamaya çalıştı. Bunun ispatlanacak nesi var ki? Bu doğru... Evet, gönderdi ama kilit soru ’niye gönderdi?’Bunun arkasında yatan gerçek neden ne? Belgelerde deniyor ki; orada Rumlarla Türkler arasında bir çatışma var ve bundan İngilizler rahatsız. Vahdettin’den bu durumu bitirmesi için birini göndermesi isteniyor. Mustafa Kemal seçilip gönderiliyor. Onun görev belgesinde istenenler de ’silahları topla, dağıtılmamış orduları dağıt, direnen Türkleri durdur’şeklinde.”

İngilizlere ’ülkeyi teslim alın’ diye yalvardılar
Mondros Mütarekesi döneminde Ahmet İzzet Paşa kabinesi var... Ahmet İzzet Paşa “Mütarekeyi bu haliyle kabul edelim” diyor. Vahdettin 24 Kasım 1918’de Daily Mail’a şunları söylemiştir: “İngiliz milletine karşı duyduğum sevgi ve hayranlık duygularımı babam Abdülaziz’den aldım. Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım.” General Milne raporunda Vahdettin için “Vahdettin İngilizlerin rehberliğini istiyor” diye yazıyor. 16 Aralık 1919’da Vahdettin adına İngiliz karargahına gelen Sami Bey, mümkün olan en kısa zamanda İngilizlerin yönetime el koyması için yalvarır ama onlar reddeder o süreçte. 30 Mart 1919’da Sadrazam Damat Ferit aracılığıyla İngiltere’den manda talep eder. Bu öneriyi Damat Ferit, Carltrop’a sunar. Sömürgecilikte 200 yılı aşmış bir İngiltere bunun arkasında başka bir şey mi var diye şaşkına döner.”

Sinan MEYDAN

17/11/2008 02:21

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...a-devrimi-tartmazd&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

MUSTAFA KEMAL DE EYLEMCİ BİR ÖĞRENCİYDİ

ddd.jpg


Son zamanlardaki öğrenci eylemleri ve “eylemci öğrencilere” gösterilen tepkiler, bana Atatürk’ü, Atatürk’ün öğrenciliğini hatırlattı.

O da Bir Eylemciydi

Hükümetten memnun olmayan, hükümeti “protesto” eden eylemci öğrencilere, polisin sert yaklaşımı; işkence, dayak, darp, hakaret, tutuklama vs. ve Başbakanın eylemci örencileri “ideolojik hareket eden örgüt mensupları” olarak adlandırması ve eylemci öğrencilere yönelik aşırı güç kullanan polisi “haklı bulması”, bana bu ülkenin kurucusu Atatürk’ün de bir zamanlar, “eylemci bir öğrenci” olduğu gerçeğini hatırlattı. Evet, evet, yanlış okumadınız, Atatürk de eylemci bir öğrenciydi!
Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı Devleti’nde, içerden II. Abdülhamit’in göz açtırmayan istibdadı (baskısı), dışardan ise emperyalizmin nefes aldırmayan kuşatması altında, 19. yüzyılın sonlarında eğitim-öğretim görmüştü. Osmanlı’da Tanzimat modernleşmesinin bir sonucu olarak “mektep”, “medrese” ayrımının yoğun olarak hissedildiği, dahası “mektebin” de kendi içinde “eski tarz eğitim veren” ve “modern eğitim veren” diye ikiye ayrıldığı bir dönemde okuyan, araştıran, anlayan ve sorgulayan bir öğrenci olmak, doğal olarak “eylemci öğrenci” olmak anlamına geliyordu.

Bu ortamda, yaşadığı dönemin çelişkilerine, geri kalmışlığına, baskıcı düzenine isyan eden Mustafa Kemal de “eylemci” bir öğrenciydi.

Şöyle ki:

İlkokulda , bağdaş kurarak yerde oturmaya isyan eden!

Yine ilkokulda Arapça güzel yazı derslerindeki “ezberci eğitime” başkaldıran!

Lisede (İdadide) “vatan, millet, bağımsızlık” gibi duygularla okulu bırakıp gönüllü olarak askere yazılmak isteyen!

Yüksek okulda (Akademide), gizli gizli “yasak kitaplar” okuyan, “vatan ve hürriyet” kavramlarını içselleştiren, bu kavramları arkadaşlarına da öğretmek için okulda gizli konferanslar veren ve gizlice bir gazete çıkaran!

Mezun olduktan sonra, “ülkeyi içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak için” yapılması gerekenleri “gizli toplantılarla” arkadaşlarına anlatmaya devam eden!

Bütün bu “emperyalizm, padişah ve yönetim karşıtı” çalışmalarından, dolayı tutuklanıp “hapis yatan” Mustafa Kemal, neresinden bakılırsa bakılsın asla “itaatkar” ve “bozuk düzenden yana”, “sadece dersleriyle ilgilenen” bir öğrenci değildi. O, ülkesinin içinde bulunduğu çelişkilere, bağnazlığa, emperyalizmin her türlü baskısına, yönetimin acizliğine ve özgürlükleri kısıtlayıcı istibdat düzenine sonuna kadar baş kaldıran gerçek bir eylemci öğrenciydi.

Şemdi gelin, Mustafa Kemal Atatürk’ün öğrencilik hayatına şöyle bir göz atalım:

İlkokul

Fatma Molla Kadın Mahalle Mektebi’nde yerde bağdaş kurarak oturmaktan sıkılan küçük Mustafa, günün birinde Arapça güzel yazı dersinde kalkıp ayakta durdu. Hüsnü Hat hocası Çopur Hafız Emin Efendi oturmasını emredince, “dizlerinin tutulduğunu” söyleyerek, hocasını dinlemedi. Diğer çocuklar olup bitenleri büyük bir şaşkınlıkla izliyorlardı: Önce loş sınıf derin bir sessizliğe gömüldü ve sonra hayatında belki de ilk kez, küçük bir çocuğun tepkisi karşısında ne yapacağını şaşıran Çopur Hafız Efendi, birden bire sessizliği bozdu.

“Ne! bana karşı mı geliyorsun?’ diye bağırdı.

“Evet, karşı geliyorum” diye cevap verdi küçük Mustafa.

Bunun üzerine öteki çocuklar da cesaretlenerek ayağa kalkıp;

“Biz de hepimiz size karşı geliyoruz!” dediler. Hoca, çocuklarla anlaşmak zorunda kaldı.

Mustafa, yaklaşık bir buçuk ay sonra bu Mahalle Mektebinden alındı ve o döneme göre çağdaş eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na gönderildi.

***

Yaşıtları sokakta aşık atar, birdirbir ve kör ebe gibi oyunlar oynarken, o çoğu kez arkadaşlarını büyük bir ağırbaşlılıkla uzaktan seyreder, aralarına hiç karışmazdı. Bir gün birkaç arkadaşı birdirbir oynuyordu. Onu da oyuna katılmaya çağırdılar. Kambura yatmayı kabul etmedi. “Ben eğilmem, ayakta dururken üzerimden atlayın” diye diretti. Daha çok küçükken bile asla boyun eğmeyen bir yaradılışı vardı.

***

Babası Ali Rıza Efendi’nin zamansız ölümü üzerine dul kalan Zübeyde Hanım, oğlunu ve kızını yanına alarak Langaza’daki ağabeyinin çiftliğine gitti. Mustafa, büyüdükçe zekası olgunlaşmaya başlıyor, yeni şeyler öğrenmek arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Okula gitmesi gerekiyordu. Ancak, dayısının çiftliğinin bulunduğu o köyde öğretmen olarak sadece bir Müslüman hoca ile bir Rum papaz vardı. Zübeyde Hanım, Mustafa’yı sırasıyla ikisine de gönderdi; fakat Mustafa kendisine yabancı olan Rumca’yı sevmedi. Hıristiyan çocuklarla bir türlü anlaşamadı. Bunun üzerine hocaya gönderildi, ama hocayı da beğenmedi ve “ben medresede okumam” diye diretti. Öğretmensiz kalan Mustafa’ya bir komşu kadın ders vermek istediyse de O, buna da tepki gösterdi.

Zübeyde Hanım, bu köyde Mustafa’nın eğitiminin aksadığını görünce O’nu yeniden Selanik’e, halası Emine Hanım’ın yanına gönderdi.

***

Mustafa Selanik’te 1894’te Mülkiye Rüştiyesi’ne devam etmeye başladı; ama burada da fazla kalmadı. Yine başı bir hocasıyla derde girdi. Bu okuldaki öğrencilik yılları, Arapça hocası Kaymak Hafız’dan yediği dayaklarla noktalanıyordu. Mustafa Kemal, Kaymak Hafız’dan yediği bu dayakları ömrü boyunca unutamayacaktı. Bu dayaklar, Arapçadan nefret etmesine neden olacaktı. Mustafa, Mülkiye Rüştiyesi’ndeyken Kaymak Hafız’dan yediği dayakları sonradan anılarında şöyle anlatacaktı:

“Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün sınıfımızda ders verirken diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük validem zaten bu mektepte okumama aleyhtardı. Beni derhal mektepten çıkardı.”

Mustafa, daha sonra bu okuldan ayrılıp Selanik Askeri Rüştiye’ne başladı. Annesinden habersiz askeri rüştiye sınavlarını kazanarak bu okula girdi. Burada matematik öğretmeni tarafından kendisine Kemal adı verildi.

Lise

Mustafa Kemal, lise öğrenimini Manastır’da, Manastır Askeri İdadisi’nde tamamladı. Manastır’da bulunduğu yıllar, Mustafa Kemal’in gerçeklerle yüzleşmesini sağladı. Mustafa Kemal, Manastır’da Osmanlı azınlıklarının bağımsızlık arayışlarına tanık oldu. Osmanlıcılık düşüncesi artık iflas etmişti. Batılı sömürgeci devletlerin desteğini alan Osmanlı azınlıkları, bir taraftan bağımsızlık hesapları yaparken, diğer taraftan tüm güçleriyle Osmanlı Devleti’ni parçalamaya, Avrupa’daki Türk varlığına son vermeye çalışıyorlardı. Ayrılıkçı hareketler öğlesine büyümüştü ki, Müslüman Araplar bile İmparatorluktan kopmanın yollarını arıyorlardı. Öyle ki, o dönemde Mustafa Kemal’in arkadaşlarından Mısırlı Aziz bile bu bağımsızlık rüzgarlarından etkilenmişti.

Türk-Yunan Savaşı’nın yaklaştığı o günlerde Manastır tam bir seferberlik içindeydi. Sokaklarda büyük bir karmaşa vardı. Erkekler davul zurna sesleri arasında askere çağrılıyor, sokaklarda öğrenciler ellerinde bayraklarla yürüyüş yapıyorlardı. Yakın dağlardaki Türk çeteleri Rumlarla mücadele ediyordu. İşte tam o günlerde Mustafa Kemal kendisinin de bir şeyler yapması gerektiğini düşünerek, bir gece bir arkadaşıyla okuldan kaçarak, gönüllü olarak askere yazılmaya gitti; fakat, öğrenci olduğu anlaşılınca okula geri gönderildi; çok öfkeliydi.

Manastır’da yine bir gün bir arkadaşıyla okuldan kaçtı. Katılacağı bir kıta arıyordu. Ancak yine yakalandı. Kendisine “Nereye gidiyorsunuz” diye sorulunca:

“Cepheye,.... Yunanlılarla çarpışmaya!...” cevabın verdi.

Manastır yılları, Mustafa Kemal’in Türklük duygularını kamçılamış, gönlündeki vatanseverlik ateşinin alevlenmesine yol açmıştı…

Mustafa Kemal, Manastır’da öğrenciyken “akıl ve bilime” önem vermeye, “akıl dışı” şeylere ise tepki duymaya başlamıştı . Yaşadığı olaylar, bu süreci daha da hızlandırıyordu.

Örneğin, bir keresinde Manastır’da tanıştığı arkadaşı Ömer Naci’yle, Selanik tren istasyonuna giderek askerlerin cepheye hareketlerini izliyorlardı. O akşam istasyondaki kalabalığın arasında uzun bol cübbeleri ve sivri külahları ile bir derviş grubu gördüler. Dervişler, çaldıkları davul zurna ve neylerin tiz sesleri arasında kendilerinden geçmiş gibi görünüyorlardı. Çevresindekiler de onların bu coşkusuna uyarak isteri nöbetine tutulmuşçasına bağırıp, çağırıyor, düşüp bayılıyorlardı. Mustafa, bu sahneyi soğuk bir tiksintiyle seyretti. Ömer Naci’ye utancından yüzünün kızardığını söyledi. İçinde, bu çeşit yobazlıklara büyük bir tepki duymuştu.

Üniversite (Akademi)

Mustafa Kemal 13 Mart 1899’da İstanbul Pangaltı’ndaki Harp Okulu’na, 1283 apolet numarasıyla kaydoldu. Harp Okulu’nun öğrenci sayısı 900 civarındaydı. Mustafa Kemal altı kısma ayrılan birinci sınıfların birinci kısmındaydı.

Karanlık Gecelerin Parlak Işıkları: Yasaklı Kitaplar

Mustafa Kemal Harp Okulu’nun ikinci ve üçüncü sınıflarında vaktinin önemli bir bölümünü kuramsal ve düşünsel konulara, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sorunlara, ülke yönetimindeki aksaklıklara ayırıyordu. Harp Okulu’nda, Osmanlı yönetimi tarafından yasaklanan bazı kitapları okumak gibi tehlikeli işlere kalkışıyordu.

Mustafa Kemal ve Ali Fuat, Namık Kemal’in eserlerini okul idaresinin aldığı bütün önlemlere rağmen geceleri gizlice yatakhanede okuyorlardı.

Mustafa Kemal bir gece Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”ni teksirle çoğaltarak, bir kopyasını da Ali Fuat’a verdi ve “Fuat kardeşim, bunu ezberleyelim.” diye de ilave etti. Ardından da alçak bir sesle, fakat yüksek bir heyecanla Ali Fuat’ın kulağına Namık Kemal’in şu dizelerini okudu:

“Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın

Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.”

Yine bir gün Mustafa Kemal bazı arkadaşlarıyla, yenilgiyle sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı’nı konuşuyordu. Birden üzüntüyle, Namık Kemal’in;

“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini

Yokmuş kurtaracak bahtı kara maderini” dizelerini okudu.

Mustafa Kemal yıllar sonra 1919 yılının 24 Aralığında Kırşehir’de kendisini dinleyen kalabalığa, bu dizeleri şu şekilde değiştirerek okuyacaktı:

“Vatanın bağrına düşman dayasa hançerini

Elbet bulunur kurtaracak bahtı kara maderini”

O günlerde düşman İzmir’e çoktan çıkmış, vatanın bağrına hançerini dayamıştı fakat onu kurtaracak kişi de bulunmuştu. O kişi, daha Harp Okulu’ndayken bu şiiri belleğine kaydeden Mustafa Kemal’di…

Mustafa Kemal “kitaplar üzerinde mütemadiyen kafa patlatan ezberciler gibi” çalışmazdı Bilhassa merak ettiği konuların anlatıldığı derslerle ilgilenir, Matematik ve Edebiyata fazlaca düşkünlüğü her halinden belli olurdu. En çok okuduğu isimler arasında Tevfik Fikret başta gelirdi. Onun özellikle “Sis” manzumesini beğenirdi. Ayrıca Abdülhak Hamit’i okumaktan da zevk duyardı.

Siyasal ve teorik konularda her geçen gün daha çok bilgi sahibi oluyordu. Türk ve dünya tarihi konusunda yerli ve yabancı çok sayıda kitap okuyor, okuduklarını arkadaşlarıyla paylaşıyor, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi durum hakkında derin analizler yapıyordu. Sonradan anılarında Harp Akademisi’nin ilk dönemleri hakkında şu bilgilere yer verecekti:

“Erkan-ı Harp sınıflarına geçtik. Mutad olan derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak ben de ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler peyda oldu. Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık. Pek çok vatansever yazar ve şairi o yıllarda tandık. Kendimi bildim bileli Türklüğüm ile gurur duydum. Şair Mehmet Emin (Yurdakul)’in ilk defa Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenciyken okuduğum, ‘Ben bir Türk’ün dinim cinsim uludur’ mısralarıyla başlayan şiirinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun göz yaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç kaynağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım..”

En fazla ilgilendiği konuların başında dönemin felsefesi ve fikri akımları gelmekteydi. Avrupa’da yeni yeni tartışılmaya başlayan ve Osmanlıya da sızan akımlar hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. Örneğin, Darvin’in Evrim Teorisi ile ilgileniyor, Papazlar dini yayınını takip ediyordu.

Mustafa Kemal’i üçüncü sınıfta en çok uğraştıran bu hürriyet sorunuydu. Ona göre ancak hürriyet sağlandıktan sonra yönetimdeki olumsuzlukları gidermek mümkün olabilirdi. Ancak Hürriyet bir amaç değil araçtı. Ona göre yönetimi düzeltmek için kesinlikle örgütlenmek gerekiyordu. Örgütü, ülke içinde ancak genç subaylar kurabilirdi.

Mustafa Kemal üçüncü sınıftayken kalabalık üçüncü sınıftan ancak pek az kişinin Harp Akademisi’ne girebileceğini görüyordu. Geri kalanların ise atandıkları kıtalara dağılacaklarını düşünüyordu. Bu nedenle bu kişilerden güven duyduklarına daha o günlerde gittikleri yerlerde örgütlenmeleri için öğütlerde bulunuyordu. Bir gün arkadaşı Ali Fuat’a:“Fuat!” dedi. “Biliyorum bu arkadaşlar erkanıharp olamayacaklar, fakat bizlere göre daha avantajlı durumda oldukları da bir gerçek. Çünkü bizden önce ordu saflarına katılacaklar. Eğer Rumeli’ye giderlerse, erkanıharp çıktığımız zaman bizim için bir zemin ve ortam hazırlamış olacaklardır.”

Mustafa Kemal, nihayet üçüncü sınıfın da sonuna geldi. Üçüncü sınıfı 1901-1902 eğitim, öğretim yılında bitirdi. 459 arkadaşı arasından, üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulu’nu 8 nci olarak bitirdi.

Üçüncü sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şöyleydi:

“Sınıf-ı Salise Terbiyesi (41), İstihkamat-ı Hafife (40), Fenn-i Esliha ( 45), Hıfzı’s-Sıhha-yı Askeri (45), Coğrafya-yı Askeri ( 42), Devlet-i Aliyye Ordu Teşkilatı (43), Talim Nazariyatı (44), Malumat ve Terbiye-yi Askeri ( 41), Lisan-ı Fransevi (43), İstikşafat-ı Askeriyye (17), İstihkam İşkali (18), Talim Ameliyatı (19), Tabiye Tatbikatı (18), Alman veya Rus Lisanı (36)

Akademide Bir Hatip

Mustafa Kemal Harp Akademisi’nde hem askeri stratejiler bakımından hem de düşünsel bakımdan kendini yetiştiriyordu; sadece kendini yetiştirmekle de kalmıyor, okuduğu kitaplardan ve gazetelerden edindiği bilgileri arkadaşlarıyla paylaşmanın yollarını arıyordu. Girişimci bir yapıya sahip olmasının da etkisiyle pek çok arkadaşını vatan, hürriyet ve bağımsızlık gibi konularda aydınlatıyordu. Örneğin, Harp Akademisi’ndeki arkadaşlarına değişik konularda konferans niteliğinde konuşmalar yapıyordu. Daha çok gençti, ama, felsefi, sosyal ve kültürel konularda neredeyse bir düşünce adamı kadar, bilgi birikime sahipti.

Harp Akademisi’nde her Cuma akşamı öğrenciler bir sınıfta toplanırdı. Kapılar kapandıktan sonra Mustafa Kemal, üzerine sımsıkı oturan şık üniformasıyla, elinde bazı kağıtlarla, hızlı adımlarla kürsüye çıkar, tıpkı bir hoca gibi Paris’ten gelen Türkçe ve Fransızca gazetelerinden öğrendiklerini arkadaşlarına aktarırdı. O zamana kadar “Padişahım çok yaşa!” demekten başka bir şey bilmeyen bir çok arkadaşı için Mustafa Kemal’in anlattıkları çok dikkat çekiciydi.

İşte Mustafa Kemal’in Harp Aakdemisi’ndeki “gizli” Cuma konuşmalarından bazıları:

“Altı yüz yıl kadar önce Anadolu’da doğan Osmanlı İmparatorluğu, 350 yılda Viyana kapılarına kadar ilerledi. İmparatorluğu güçlendiren manevi faktörler zayıfladığı için yavaş yavaş Viyana, Budapeşte, Belgrat elden çıktı. Artık bir avuç Rumeli toprağına sığındık. Şimdi de elimizde kalan küçük toprak parçasını Ruslar ve Avusturyalılar almak istemekteler. Rusların bütün emelleri kendi ırklarından saydıkları Bulgarlar ve Sırplara Balkanları peşkeş çekmektir. “.

“Tarihte inkılaplar önce aydın kişilerin kafasında fikir halinde doğmuş, zamanla toplumu sarmıştır. Bakınız dünkü vilayetimiz Yunanistan’ın bir milli şairi vardır. Bu şair şiirleriyle Bulgarları mütemadiyen kurtuluş hareketine, miskinlikten kurtulmaya çağırmıştır. Milletine, tarihine aşık olan bu sanatkar kısa zamanda kiliseye hakim olmuş, şiirleri halk arasında dilden dile dolaşmaya başlamış, yüzyıllardır bizlerin çobanı olduğumuz Bulgarlar onun gösterdiği yolda istiklallerine kavuşmuşlardır. Belki de bir süre sonra bizden başka yurt topraklarını isteyecekler ve alacaklardır.

Sırpların da iki gözü görmeyen bir milli şairleri vardır. O da aynı yoldan yürüyerek milletine milli duyguları, istiklal fikrini aşılamıştır. Şiirlerinde Miloş Kaploviç’lerden, Sultan Murat’tan bahsederek toplumun hafızasına milliyet fikrini aşılamıştır. Onun bir şiirinde Sultan Murat’ın şu sözleri vardır: Hıristiyanlara zulüm etmeyiniz....Zülüm ve istibdat saltanat ve hakimiyeti parçalar

O şiirlerinde istiklal fikrini işler ve bunu savunurken, gerçekleri de gizlememek gerektiğini göstermiştir.

Yunanlıların da böyle bir milli şairleri vardır. O da yıllar boyu Eski Yunan medeniyetini şiirleriyle anlatırken ulusuna güç kazandırmak, hürriyet için birlik ve beraberlik şartını telkin etmek istemiştir.

Bütün milletlerin böylesine çırpınan, milletini uyandırmak isteyen milli şairleri, aydınları vardır.

Başka milletlerin şairleri, münevverleri (aydınları) böyle çalışıp, milletlerini uyandırırken, nerede bizim mütefekkirlerimiz? Bizim bir Namık Kemal’imiz var. O Türk milletinin yüz yıllardan beri beklediği sesi verdi.”

“Arkadaşlar! Bize büyük görevler düşüyor. Yarın görev alıp gittiğimiz her yerde milletimizi yetiştirmek için zabitlerimizin muallimi olacağız. Gittiğimiz yerlerde münevver gençlerle arkadaşlık ederek onları bu istikamete sevk edeceğiz. Vatanımızı ve İmparatorluğu büyük tehlikelerin beklediğini hatırdan çıkarmamak durumundayız. “

“Arkadaşlarım, sizlere üzülerek ifade etmek zorundayım ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun temelleri Avrupa yakasında iyice sarsılmıştır. Rumeli’de Sırp, Yunan ve Bulgar komitacılarını besleyen Ruslar dedelerimizin kanları pahasına aldıkları bu Türk yurdunu bizden koparmak gayretindedirler. Bu bölgede orduların başında bulunan kumandanlar acz içindedirler. Avrupalıların Kızıl Sultan adını verdikleri Padişah Abdülhamit ise orduya bakmamaktadır. Aylardan beri maaş alamayan zabitlerin bulunduğunu öğrendim. Orduda talim ve terbiye yoktur. Donanma Haliç’te çürümektedir. Bu asırda böyle hükümdarı bulunan bir devleti kolay yaşatmazlar.”

“Nerede Fatih, Yıldırım, Kanuni, Üçüncü Selim gibi kumandanlar? Son devir Osmanlı Padişahları hep cahil ve zavallı kimseler… Kendileri cahil oldukları için de memlekete düzen verebilecek, millete hizmet edebilecek vezirlere asla tahammül edememişler, memleketi bu hale sürüklemişlerdir. Abdülmecit, Mustafa Reşit Paşa’dan; Abdülaziz, Ali ve Fuat Paşalardan; Abdülhamit, Mithat Paşa’dan, Hüseyin Avni Paşa’dan daima korkmuştu. Sıkışık zamanlarda onları sadarete layık görmüşler, tehlikeyi atlattıktan sonra Mahmut Nedim gibi dalkavukları, hırsız ve uğursuzları iş başına getirmişlerdir. Şunu iyi bilelim ki, Mithat Paşa sağ olsaydı, Hüseyin Avni Paşa öldürülmeseydi ne ordumuz, ne de donanmamız bu gün ki hale düşerdi. Akdeniz de ikinci durumda olan donanmamız, Karadeniz de Ruslara her halde dersini verecek, 1877-1878 Seferinde Ayastefanos’a kadar çekilmeyecektik. Türk-Yunan Savaşı’nda bu donanmayı Haliç’ten çıkamayacak hale getirmek suç değil midir? Millet Padişahından neden hesap sormamalıdır? Bir hıyanet olan bu hareketlerde bulunan bir insanı Fatihlerin, Yavuzların torunu olarak kabul etmek mümkün müdür?

Başyazar, Mustafa Kemal

Mustafa Kemal, zaman içinde Harp Akademisi’nde daha çok arkadaşını fikri bakımdan aydınlatabilmek için, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en önemli iletişim aracı gazeteden yararlanmaya karar verdi. Bazı arkadaşlarının da yardımıyla bir gazete çıkaracaktı... Gerçi bu bir okul gazetesi olacaktı; fakat her şeye rağmen çok dikkatli olmalıydı. Çünkü çok sayıda aydın, gazete çıkarıp Saraya göre “zararlı düşünceleri” yaydıkları için tutuklanıp sürgünle cezalandırılmıştı.

Mustafa Kemal’in bütün amacı, gelecekte Osmanlının kaderine hükmedecek Harp Akademisi’ndeki arkadaşlarının gerek yurt içindeki, gerekse yurt dışındaki fikir akımlarından, siyasi ve kültürel gelişmelerden daha fazla haberdar olmalarını sağlamaktı İşte Mustafa Kemal’i geceler boyu uykusuz bırakan, okulda bir gazete çıkarma düşüncesi de bu amaca yönelikti.

Özellikle İsmail Hakkı, Ömer Naci ve Ali Fuat gazetede yer alacak yazıları okunaklı bir el yazısı ile çoğaltarak Mustafa Kemal’e yardımcı oluyorlardı. Gazetecilik işinin lideri ve örgütleyicisi Mustafa Kemal’di. Bu nedenle en büyük yük onun omuzlarındaydı…

Harp Akademisi’nde birinci sınıfın yanındaki küçük dershanede veteriner öğrencileri ders görürlerdi. Sayıları kurmay subay adayı öğrencilere göre oldukça azdı. fakat içlerinde oldukça çağdaş fikirli gençler vardı. Mustafa Kemal ve arkadaşları gazeteyi bu derslikte hazırlıyorlardı.

Hazırlanan gazeteler son derece gizli bir şekilde okulda elden ele dolaştırılıyordu.

Gazetede yayınlanacak yazıları genellikle Mustafa Kemal yazıyordu. Mustafa Kemal yazılarında daha çok Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sıkıntılar, emperyalist devletlerin Osmanlı Devleti’ni parçalamak için oynadıkları oyunlar, Batı medeniyeti ve Batı’da ortaya çıkan felsefi ve bilimsel gelişmeler, Hürriyet, meşrutiyet, kadın hakları, milli irade ve Türk milliyetçiliği gibi konulardan bahsediyordu.

Bu gazeteler Harp Akademisi’nde gizlice elden ele dolaşıyordu…

Mustafa Kemal’in yönlendiriciliği altında gerçekleşen okul gazetesi çalışmaları okuldaki bir “jurnalci” tarafından Okullar Nazırı Zülüflü İsmail Paşa’ya duyurulmuştu. İsmail Paşa, Sultan Abdülhamit’in korkunç hafiyelerinden biriydi. Birkaç gün sonra Harp Akademisi Nazırı Ali Rıza Paşa Saray’a çağrılarak azarlandı, kendisine ağır sözler söylendi, Padişaha sadakatsizlikle suçlanıyordu. Neye uğradığını şaşıran Ali Rıza Paşa :

“Yalandır, iftiradır, aslı yoktur. Öğrencilerimizin sevgili padişahımıza sadakati tamdır.” diyerek, yemin üstüne yemin ederek ancak yakasını kurtarabilmişti.

Aradan iki hafta geçti…

Yine bir gün Mustafa Kemal ve birkaç arkadaşı gazete yazılarından birini yazmak için Harp Akademisi’nin veteriner dershanelerinden birine girip, kapıyı kapadılar. Kapı arkasına da birkaç nöbetçi yerleştirdiler.

Yarım saat kadar sonra, nöbetçiler aniden koridorun başında okul müdürü Ali Rıza Paşa’yı gördüler. Nöbetçilerden biri telaşla içeriye girip, “Ali Rıza Paşa geliyor, çabuk toparlanın!” diye arkadaşlarına seslendi; fakat artık çok geçti .

Kısa süre sonra Ali Rıza Paşa içeriye girdi. Ali Rıza Paşa, yanında bulunan emir subaylarına sınıfta bulunan herkesin tutuklanmasını emretti. Düşünceli bir şekilde, iki elini arkasında birleştiren Paşa, kapıya doğru yöneldi. Tam kapıdan çıkarken;

“Yalnız izinlerini kaldırmakla iktifa olunabilir! “ dedi.

Paşa, daha sonra da, “Hiçbir ceza tatbikine luzüm yoktur!” diyerek, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ceza almalarını önleyecekti
Ali Rıza Paşa, belki ideal bir Harp Okulu müdürü değildi. Belki çok değerli ya da yetenekli bir asker de değildi; fakat şunu itiraf etmek gerekir ki, son derece namuslu ve vicdani kaygıları olan bir insandı. Eğer o gün isteseydi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının geleceklerine engel olabilirdi. Paşa, o gün her şeyin farkındaydı; ama masanın üzerinde, pencereden sızan ışığın altında duran gazete yazılarını gömemezlikten gelmişti.

Ali Fuat, bir gün sonra Mustafa Kemal’i bularak, “geçmiş olsun! “ dileğinde bulundu. Mustafa Kemal, arkadaşının kolunu kavrayarak üzgün, fakat kararlı bir şekilde şunları söyledi:

“Bu gazetecilik işine artık ara vermek zorundayız. Ali Rıza Paşa’dan kurtulduk; ama Zülüflü İsmail Paşa’dan kurtulmamıza imkan yok…Ocağımıza incir ağacı diker Allah korusun!... İlerde eğer bir fırsat bulursak yeniden başlarız; fakat pes etmek de yok. Daha çok okuyacağız, daha çok aydınlanacağız… Vatanımız için ve hürriyet için kafa yoracağız!… “

Mustafa Kemal, 1904 Aralık ayında Harp Akademisi’nden 5.likle mezun oldu.

Sirkeci’de Gizli Toplantılar

Mustafa Kemal, Harp Akademisi’ni bitirdiğinde 24 yaşındaydı. Kurmay stajını Makedonya’da yapmak istiyordu. Şimdi heyecanlı bir bekleyiş içindeydi…

Okul biter bitmez birkaç arkadaşıyla birlikte Sirkeci’de bir ev kiraladı. Mustafa Kemal’le birlikte evde iki arkadaşı daha kalacaktı…

Mustafa Kemal bu evde de arkadaşlarını bilinçlendirmeye ve örgütlemeye devam ediyordu.


Bir gün arkadaşlarının gözlerinin içine bakarak şunları söylemişti:

“Siz yalnızca toprak kayıpları ile meşgulsünüz. ama bunun .mühim sebeplerine de bakmak lazımdır. Tarihimizdeki vahim hataları iyi tespit etmek ona göre vaziyet almak lüzumu vardır. İktisadi vaziyetimizi askeri vaziyetimizden ve siyasi vaziyetimizden ayrı bir vaziyetmiş gibi görmek vahim bir hatadır.”

“Avrupa devletlerinin iç vaziyetimize müdahaleleri ve o vasıta ile yürüttükleri siyaset bizi imparatorluğun kaybı tehlikesiyle karşı karşıya getirmektedir. İktisadi vaziyetimizin perişanlığını görmemek kabil midir?”

“Türklerin yaşadığı Doğu vilayetlerimizden Selanik ve Balkan cihetine kadar halk iktisadi vaziyetin bozukluğunun azabını çekmektedir. Ancak mütegallibe denilen zümre ile çok az sayıdaki bir zümre ve saray çevresi hayatın imkanlarından faydalanmaktadırlar. Başımızda kapitülasyon denilen bir iktisadi bela vardır. Peki bununla neler olmuştur? Avrupa zenginleşti. Avrupa milletleri fabrikalarını yaptılar.Fakat kapitülasyonların getirdiği iktisadi vaziyet bizi bunları yapmaktan men etti.

Avrupa devletlerinin hakim oldukları topraklardaki öteki milletlerin fertleri de Avrupa milletlerinin fertleri için istihsal yapmaktadırlar. Bu günkü mevcut topraklarımız içindeki öteki milletler Avrupa’nın kendi emelleri ile tatbik edecekleri siyaset ile kendi vaziyetlerini tayin etmek siyasetini güdeceklerdir. Buna bağlı olarak da Osmanlı azınlıkları bağımsızlık için var güçleriyle mücadele edeceklerdir.”

Sirkeci’deki o evde kalanlardan biri de Fethi adlı bir gençti. Fethi aslında bir jurnalciydi Saray, mezun olduktan sonra da “aykırı öğrenci” Mustafa Kemal”i takip ettirmişti. Mustafa Kemal yakalandığında Sirkeci’deki o evde yaptığı konuşmalar cümlesi cümlesine önüne konulduğunda, II. Abdülhamit’in jurnal ağının ne boyutta olduğunu anlamıştı.

Bekirağa Mahkumu

Mustafa Kemal’in, tutuklanma gerekçesi olarak pek çok neden ileri sürülüyordu: Okulda gazete çıkarmak ve zararlı fikirleri yaymak, Ramazanın 15’inde Hırka-i Şerif’i ziyaret edecek olan Abdülhamit’in arabasına bomba atmak, Sirkeci’ de ki evde gizli toplantılar yapmak, gizli bir örgüt kurmak, Harp Akademisi’nde öğrenciyken, menfaat temin etmek amacıyla arkadaşları arasında bir yardım sandığı kurarak ihtiyacı olan öğrencilere faizle para vermek gibi eylemlerle suçlanıyordu.

Sarayda, uzun süre Askeri Okullar Nazırı Zülüflü İsmail Paşa, Kabasakal Mehmet Paşa ve Mabeyn Başkatibi Tahsin Bey tarafından sorguya çekildi.

Suçlamayı kanıtlayacak hiçbir belge yoktu. İyice abartılmış bir takım varsayımlar üzerine kurulmuş bir sürü soruyla muhatap olan Mustafa Kemal, tutuklanıp Bekirağa Bölüğü (zindanına) atıldı.

Mustafa Kemal’in tutuklu kaldığı Bekirağa Bölüğü, İstibdata kafa tutan hürriyet savaşçılarıyla doluydu. Çok sayıda öğrenci, buradaki berbat hücrelerde haklarında verilecek sürgün ya da hapis kararlarını bekliyorlardı.

Mustafa Kemal, mücadelesinde yalnız değildi. Abdülhamit’in tüm baskılarına ve kurduğu jurnal ağına aldırış etmeksizin istibdat savaşçılığına soyunan çok sayıda Harp Akademisi öğrencisi vardı; fakat Mustafa Kemal’in kader birliği ettiği arkadaşlarından üstün bir tarafı vardı: O, sadece baskı rejimine karşı yapılacak bir ihtilal fikrinin peşinde koşmakla kalmıyor, daha sonra neler yapılması gerektiğini de düşünüyordu.

Bekirağa Bölüğü, Beyazıt’ta, Harbiye Nezareti’nin Süleymaniye tarafındaki iki katlı bir binada faaliyet gösteriyordu. Resmi adı, “İstanbul Muhafızlığı Dairesi”ydi.

1870-1922 yılları arasında tutukevi olarak kullanılan Bekirağa Bölüğü, adını zalimliğiyle ünlü Binbaşı Bekir Ağa’dan almıştı.II. Abdülhamit döneminde Bekirağa’nın soğuk taş duvarlarında mahkumların acıya bulanmış çığlıkları yankılanırdı. Mahkumlar çok çeşitli işkencelere maruz kalırdı. Bazen falakaya yatırılır, bazen birbirlerine dövdürülür, bazen de domuz topu yapılırdı. Domuz topunda bacaklar enseye kadar çevrilip bağlanır, böylece mahküm tostoparlak olur, ardından da dayak yerdi. Bu şekilde dövülen mahkumlar çoğu kez baygınlık geçirir. Bayılan mahkumun kafasına bir kova su dökülür, ayıldıktan sonra dayağa devam edilirdi. Bekirağa’da uzun süre tutuklu kalan mahkumlar, gün boyu bit ayıklamakla uğraşırlardı.

“Mustafa Kemal’in Bekirağa’daki hücresi gün yüzü görmeyen, çok soğuk, loş ve küçük bir yerdi. İçeride derin bir karanlık vardı… İçeriye, sadece hava deliğinden parlak beyaz bir ışık sızıyordu…

Duvar dibinde yayları bozuk eski bir ranza... Üzerinde küflenmeye yüz tutmuş saman bir yatak… Dört bir yanı saran keskin bir nem ve küf kokusu!...

Sarı Paşa, adeta kafese konulmuş bir aslan gibiydi... İçecek tütünü, okuyacak kitabı yoktu... Hiç olmadığı kadar sıkıntılı ve düşünceliydi… Mavi gözleri kızarmıştı… Göz kapakları yorgun gözlerinin üstüne düşmüştü... Karnı açtı. En çok özlem duyduğu şey dumanı üzerinde bir sigaraydı...

Geceleri çok soğuktu ve birkaç gecedir böbreklerinde dayanılmaz acılar hissediyordu....

Sabahları bir inzibat çavuşunun ayak sesleri yankılanıyordu soğuk taş duvarlarla çevrili koridorda…İnzibat çavuşu, kapıyı gıcırtılarla aralayıp elindeki tepsiyi bırakıyor ve hiçbir şey söylemeden çekip gidiyordu. Tepsi de yarım tayın ve birkaç zeytin vardı, .

Kapının önünde hep bir inzibat teğmeni bulunuyordu. Arada bir Mustafa Kemal’i göz ucuyla süzen teğmen, onunla konuşmaktan çekinir gibiydi… İçeride, mahpushane kokan gardiyan sesi ve ara sıra açılıp kapanan çelik kapılardan çıkan sinir bozucu metalik sesler yankılanıyordu: ama Bekirağa’da genelde büyük bir sessizlik hakimdi.

Mustafa Kemal, dağınık sarı saçlarıyla ve yorgun gözleriyle başı önünde küçük hücresinde volta atarken en çok diğer arkadaşlarını merak ediyordu. Günlerdir onlardan hiçbir haber alamamıştı. Ara sıra tüm yorgunluğuna ve bitkinliğine rağmen bıyık altından kendi kendine gülüyordu. Daha birkaç gün öncesine kadar her şey ne kadar da güzeldi. Harp Akademisi’ni iyi derece ile bitirmiş, ilk görev yerini büyük bir heyecanla bekliyordu. Ne de büyük hayalleri vardı!...İstibdata karşı mücadele edecekti... Cepheden cepheye koşacak, vatanı için tüm gücüyle vuruşacaktı. Oysaki şimdi birkaç adımlık soğuk bir hücrede günleri, geceleri tüketiyordu.

Bir ara yüzünde masum bir gülümsemeyle: “Vatan ve hürriyet mücadelesine girdin mi bunlara da katlanacaksın!” diye düşündü. Hafif aralık dudaklarından bir Rumeli türküsünün ilk ezgileri dökülürken, yavaş adımlarla hücreyi arşınlamaya devam ediyordu…

Gün ağaralı birkaç saat olmuştu… Dışarıda lapa lapa bir kar yağıyordu, ince taneli... İstanbul bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı... Bekirağa’nın taş duvarlarla çevrili hücreleri her zamankinden daha soğuk, her zamankinden daha boğucu, her zamankinden daha sessizdi.. Derken gittikçe yakınlaşan ayak sesleri ve Mustafa Kemal’in artık iyice alıştığı o sinir bozucu kapı gıcırtısı duyuldu… İnzibat çavuşu, üzerinde yarım tayin ve birkaç zeytin bulunan tepsiyi içeriye uzattı. Mustafa Kemal, tepsiyi alırken, çavuş Mustafa Kemal’in kolunu kavrayarak ona doğru eğildi ve sessizce: “Size sayılı sigara verme emri aldık...Daha fazla ısrar etmeyiniz...Yapamayız...Emirlere uygun değildir!” dedi ve ardından hafifçe tebessüm edip göz kırptı ..

Mustafa Kemal şaşırmıştı!...

Birkaç dakika sonra yine o sinir bozucu kapı gıcırtısı eşliğinde çavuş hızlı adımlarla uzaklaştı.

Mustafa Kemal günlerdir belki de ilk kez sevinmişti. Bu sözlerden büyük bir ümide kapıldı. Köşede duran saman yatağın kenarına ilişti. Elindeki sigarayı parmakları arasında hafif hafif yuvarlayarak birkaç dakika yumuşattıktan sonra yaktı. Her nefesten sonra dumanı üzerindeki sigaraya bakıyordu. Burnundan salıverdiği yoğun duman küçük hücrenin tavanını kaplamıştı.

Aradan haftalar geçti...

Acaba kaç hafta geçmişti aradan? Nereden bilsin saymamıştı ki? Derken bir akşamüstü hücrenin kapısı gıcırtılarla ardına kadar açıldı. Mustafa Kemal, köşedeki saman yatağın üzerine uzanmış yatıyordu. Teğmen yumuşak bir sesle, hafif tebessüm ederek:

“Buyurunuz!” diyerek eliyle Mustafa Kemal’e yol gösterdi. İşte tam o anda Mustafa Kemal’in derin mavi gözlerinde yayılan ışık karanlık hücreyi aydınlattı.

Mavi gözlü adam çok sevinmişti!... Kendini özgürlüğe kanat çırpan bir kuş gibi hissediyordu…

Rütubetli soğuk taş koridorlardan geçilip, üst katlara tırmanıldı. Birkaç dakika sonra Mustafa Kemal kendini İsmail Hakkı Paşa’nın karşısında buldu.

İsmail Hakkı Paşa, altın çerçeveli gözlüklerinin üzerinden Mustafa Kemal’i baştan aşağı süzdü. Madalyalarla süslü şaşalı üniformasıyla, yüzünün her iki yanından sarkıp çenesinde birleşen ak düşmüş sakalıyla tam eski tip bir Osmanlı memuruydu.

Mustafa Kemal iki inzibat arasında sessizce bekliyordu. Yorgun ve perişan görünüyordu. Üzerindeki üniforma kirlenmiş, sarı saçları uzamış, elmacık kemikleri iyice belirgin hale gelmiş, yanakları çökmüş ve mavi gözleri iki derin çukura yuvarlanmış gibiydi; ama yine de her şeye rağmen dimdik ayakta duruyordu Yüz hatları çelik gibi sertti.

İsmail Hakkı Paşa, müşfik bir tavırla oturmasını istedi. Mustafa Kemal karşıdaki sandalyelerden birinin kenarına ilişti ve derin mavi gözlerini Paşanın gözlerine kilitledi

İsmail Hakkı Paşa, bir taraftan önündeki masanın üzerinde duran dosyanın içindeki kağıtları karıştırırken diğer taraftan Mustafa Kemal’e şunları söyledi:

“Sizi serbest bırakıyoruz…Askerlik görevinize devam edeceksiniz…Fakat zannedersem tayininiz uzak yerlere yapılacaktır… Birkaç gün içinde nezarete giderek tayin emrinizi alırsınız. İstanbul’da fazla kalmasanız iyi olur!... “

Paşa, daha sonra oturduğu sandalyeden yavaşça kalkarak Mustafa Kemal’in yanına gelip alçak bir sesle şöyle dedi:

“Mektepteki hocalarınızdan bazıları, özellikle okul müdürü Rıza Paşa sizin için çok ısrar ettiler!...”

Mustafa Kemal, durumu anladığını ifade edercesine başını salladı.

Şimdi kafasını kurcalayan soru şuydu: Gerçekten sürgün mü edilecekti? Yoksa diğer birçok arkadaşı gibi Makedonya da bir yere mi tayin edilecekti?

Mustafa Kemal, topuklarını askerce birbirine vurarak İsmail Hakkı Paşa’nın odasından ayrıldı.


Bekirağa’dan ayrılırken geriye dönüp, şöyle bir daha baktı… Mustafa Kemal o soğuk taş hücrede geçirdiği günleri hiç unutmayacaktı…

Ve yıllar sonra Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından, işgalcilerin buraya hapsettikleri ittihatçıları ziyaret etmek için uğrayacaktı Bekirağa’ya.. O günlerde Anadolu’ya geçip Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeyi düşünüyordu ve bu fikrini gizlice Bekirağa’daki güvendiği bazı tutuklu İttihatçılarla paylaşıyordu...”

Okulda gazete çıkararak, gizli toplantılar yapmak, Padişaha karşı gelmek, suçlarından dolayı tutuklanıp hapis yatan Mustafa Kemal askerlik hayatına sürgün edilerek başladı: Görev yeri Şam’daki 5. Orduydu.

Mustafa Kemal, bu sürgün kararını öğrendiğinde arkadaşı Ali Fuat’ın gözlerinin içine bakarak: “Pekala biz de bu çöle gider, yeni bir devlet kurarız” dedi.

(Sinan Meydan, SARI PAŞAM, “Mustafa Kemal, II. Abdülhamit ve İttihatçılar”, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010.)

Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku

Mustafa Kemal Atatürk öğrenen, anlayan, analiz eden, sorgulayan bir öğrenciydi. Sorguladığı içinde “protest ve eylemci”ydi: Okulda gizli konferanslar vermesi, yasak kitaplar okuması, gizli bir gazete çıkarıp, gizli toplantılar düzenlemesi bu gerçeğin en açık kanıtları olsa gerek.

Mustafa Kemal, öğrenciliğinde, içerde mevcut yönetime, II.Abdülhamit’in istibdadına; dışarıda ise Osmanlı Devleti’ni çepeçevre kuşatan Batı (Avrupa) emperyalizmine baş kaldırmıştı.

Bugünün eylemci öğrencileri ise, içerde mevcut yönetime; Başbakan Tayyip Erdoğan’ın baskısına; dışarıda ise Türkiye Cumhuriyeti’ni çepeçevre kuşatan Batı (ABD) emperyalizmine başkaldırmaktadır.

Geçliğe Hitabe ve Bursa Nutku, Atatürk’ün gerektiğinde, “protesto eden”, gerektiğinde “eylem yapan”, gerektiğinde “direnen” bir gençlik istediğinin somut kanıtlarıdır.

Bu nedenle, “eylemci, protestocu” gençleri karga tulumba tutuklayıp, sille tokat dövmeden önce, cesaretiniz varsa Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okullardan kaldırın, Bursa Nutku’nu yasaklayın… (Not: Bursa Nutku yoktur! Sonradan uydurulmuş” demek, kocaman bir cumhuriyet tarihi yalanıdır.)

Sinan MEYDAN

10 Aralık 2010

Harp Akademisi Yıllarında Öğrenci Mustafa Kemal. (Oturan ortada)

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...mci-bir-oerenciydi&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

KURTULUŞ SAVAŞINI ÇARPITMAK

ddd.jpg


Emperyalizme boyun eğdiren Türk Kurtuluş Savaşı’nın üzerinden daha yüz yıl bile geçmeden birileri, maalesef, bu büyük mücadeleyi ötesinden berisinden çekiştirerek “çarpıtmayı” başarmıştır. Ülkemizin “kadim şeriatçıları” ve “dönme liberalleri”, tarihi “ters yüz” ederek, yüzyılın başında Türkiye’de yaşanan “büyük direniş ve değişimi” ve bu direniş ve değişimin baş aktörü Mustafa Kemal Atatürk’ü tarihin çöplüğüne atmak için gizliaçık çok büyük bir mücadele vermektedirler.
Bu “karşı devrimcilerin” en çok saldırdıkları konulardan biri Kurtuluş Savaşı’dır. Bu çevreler, Kurtuluş Savaşı’nda düşmanın çok zayıf olduğu, İngilizlerle savaşılmadığı ve bu savaşı Padişahın başlattığı gibi birçok iddia ortaya atmışlardır!.. Hiçbir belgesi ve kanıtı olmayan bu “kurmaca” iddialar, hayali tanıkların anlatımlarıyla süslenerek ve “resmi tarihe alternatif” diye parlatılarak kamuoyuna sunulmuştur.

Bu aslında bir psikolojik savaş yöntemi olan, beyin yıkamadır. Peki ama, neden bu toplumun yakın geçmişindeki en büyük mücadele, Batı emperyalizmini dize getiren ve dünyadaki tüm mazlum uluslara örnek olan bir bağımsızlık savaşı küçümsenmek, hatta unutturulmak istenmektedir?

Bu sorulara yanıt vermek için Türk Kurtuluş Savaşı’nın niteliklerine göz atmak gerekir:

Türk Kurtuluş Savaşı, yok edilmek istenen, tarihten silinmek istenen bir ulusun, Türk ulusunun yeniden sahne almasını sağlamıştır.

Türk Kurtuluş Savaşı sonrasında, bu savaşın önderi Mustafa Kemal Atatürk, bağımsız, çağdaş ve laik bir ulus devlet kurmuştur.
Türk Kurtuluş Savaşı, sadece bir kurtuluş savaşı değildir; Türk Kurtuluş Savaşı bir milletin her şeyiyle yeniden uyanışıdır.
İşte “Kurtuluş Savaşı’na ve bu savaşın lideri Mustafa Kemal’e düşmanlığı” bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Türk Kurtuluş Savaşı’nı ve Mustafa Kemal’in bu savaştaki “olağanüstü” rolünü küçümsemenin arkaplanında “Türkiye’nin bağımsızlığına ve çağdaşlaşmasına düşmanlık” vardır. Bağımsız ve çağdaş Türkiye’den kimlerin rahatsız olduğunu bilmeyen yoktur herhalde…

Kurtuluş Savaşı’nı ve Mustafa Kemal’in bu savaştaki rolünü küçümseyenlerin, Türkiye Cumhuriyetini küçümsedikleri asla unutulmamalıdır.

Sinan MEYDAN

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ulu-savan-carptmak&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Karşı Devrim Devam Ederse Türkiye'yi Bekleyen 30 Gerçek

ddd.jpg


1. Hilafet Geri Gelecek, Fethullah Halife Olacak.
2. Başkanlık Sitemine Geçilecek: Tayyip Sultan Olacak

3. Normal Liseler Kapatılıp Bütün Liseler İmamhatibe Çevrilecek
4. Demokrasinin Yerini Teokrasi, Halk Egemenliğinin Yerini Şeyhler, Şıhlar Alacak.
5. Hastaneler Ve Okullar Yabancılara Satılacak.
6. Tarımsal Üretim Duracak, Hertürlü Ürün İthal Edilecek.
7. Misyonerlik Serbest Bırakılacak.
8. Başı Açık Kamusal Alanlara Girilmeyecek.
9. İsteyen Babalar Kız Çocuklarını Okutmayıp 14 Yaşında Başlık Parası Karşılığı İstediği Kişiyle Evlendirebiliecek.
10. Güney Doğu Anadolu'da Bir Kürt Devleti Kurulacak.
11. İçki Tamamen Yasaklanacak.
12. Dini Nikah Zorunlu Olacak.
13. Atatürk Devrimleri Anayasadan Çıkarılacak, İstiklal Marşı Okunmayacak, Andımız Kaldırılacak.
14. Yakın Tarih Yeniden Yazılacak: Vahdettin Kurtuluş Savaşı Kahramanı Yapılacak. Atatürk İsyancı Diye Anlatılacak.
15. Alavilik Yasaklanacak.
16 Anayasaya Devletin Resmi Dini Kavramı Yeniden Girecek.
17. Bütün Atatürkçüler Fizan'a Sürülecek.
18. Kadınların Çılaşmalarına Kısıtlama Getirilecek: Üç Çocuk Yapmayan Kadınların Hakları Kısıtlanacak.
19. Said-i Nursi'nin Risalaleri Okullarda Yardımcı Ders Kitabı Olarak Okutulacak.
20. Sendikalar Kapatılacak.
21. Türk Silahlı Kuvvetlerine Son Verilecek.
22. Türkiye'nin Güvenliğini Abd'nin Başkanı Olduğu Çokuluslu NATO Gücü Sağlayacak.
23. Fethullahcılar Ayrıcalıklı Sınıf Olacak.
24. CHP Kapatılacak. Baykal Ömür Boyu Hapse Mahkum Olacak
25. Milli Bayramlar Kutlanmayacak.
26. Kuran'ın Türkçe Tesfir ve Tercümleri Yasaklanacak.
27 Latin Harflerinden Arap Harflerine Geçilecek.
28 Tübitak'ın Başına Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni Atanacak.
29 Okullardan Beden Eğitimi Dersleri Kaldırılacak, Yerine Tespih Çekme Dersleri Konulacak.
30. Atatürk Heykelleri Kaldırılacak. Heykel Kaidelerinin Yerine Lale Ekilecek...

İşte Demokratik Türkiye!
Evet biraz abarttm... Türk bağımsızlık savaşından ve arkasından gerçekleştirilen çağdaş devrimden bu kadar kolay geri adım atılması imkansız dediğinizi duyar gibiyim. Çok haklısınız. Ancak dikkatli olmazsak "vatanımız" ve "dinimizi" yobaza-liboşa bırakırsak bu tablo er geç karşımıza çıkacaktır....

Sinan MEYDAN, 15 mayıs 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...bekleyen-30-gercek&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Üst