Sürgünü Unutmadık..(14 Kasım 1944)

Bige-tuğ Tulken

Halkla İlişkiler
Katılım
10 Haz 2008
Mesajlar
890
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Her yer benim vatanım..
Ahıska Türkleri ve Sürgün

14 Kasım 1944 yılı milletimize göre yapılan en zalim sürgün oldu.

Şimdi bize diyorlar ki Ahıska Türkleri Osmanlı zamanında zorla Müslüman edilmiş Hıristiyanlardır. Ne sebeple bizi sürdüler? Niye Gürcü Müslümanları olan Acaralılar sürgün edildiler? Biz Acaralılar ile yan yana yaşıyorduk. 1. fotoğrafta (Foto1) benim babam (solda) ile Acara’nın Hulo köyünde yaşamış Kâzım Dede. Kâzım Dede 1980 yılında Acara’dan Özbekistan’ın Namangan şehrine akrabalarını ziyarete geldi, geride bu fotoğraf kaldı. 1982 yılında Kazım Dede vefat etti. Kazım Dede ve kardeşi Ali Dede; benim dedem Dursun Ağa’nın öz amcaoğullarıydılar.

Burada bir soru işareti: Niye biz sürgün edildik de Acaralılar kaçtı? Çünkü onları Gürcü sayıyorlardı. Biz aksine kendimize hiçbir zaman Türk’ten başka bir şey dememiştik. Demek sürgünün asil sebebi bizim Türk olmamız.

Ben 1988 yılında Ahıska’ya misafir olarak ziyarete gittim. Beni, akrabalarım Tiflis’te karşıladılar. Tiflis’ten Batum’a oradan da Hula’ya arabayla 180 km. gittik. Akrabalarım beni iyi karşıladılar. O gün benim şerefime Hulo’da akrabalar Otarı Cimşeradze evinde ötürüş (parti gibi eğlence) yaptılar. Partiye gelen misafirler hep bir ağızdan; benim onlardan hiç farkım olmadığını söylediler; ama içimden yanıyordum ki niye benimle Türkçe konuşamıyorlar; çünkü Türkçe konuşmak Acaralılara yasaktı. Birçok örf ve adet yavaş yavaş yasaklanmıştı. Sünnet, Türk kültürüne göre düğün, Türkçe adlar vb. O yüzden yeni neslin adları Otari, Nodari, Georgi gibidir; ancak biraz yaşlılar, Kâzım Dede’nin büyük oğlu İskender, Otari’nin annesi Hanife kalmıştı. İskender’in kardeşi Nodar’a haç bile taktırmışlardı. Ben demek istiyorum ki; bizim şennik hiçbir vakit satılmadı, satılmaz da…

Yeğenim Otarı CİMĞERADZE ile 1988 yılı mart ayında Hulo’dan Ahıska’ya gitmek için yola çıktık. Batum’da İskender Meshi’nin evinde bir gece kaldıktan sonra yola çıktık. Önce Kobilet’e oradan da trenle Tiflis’e, Tiflis’den otobüsle Ahıska’ya (Gürcüce Ahalshe) merkeze geldik. Oradan taksiyle 32 km. sonra Adigön’e geldik. Taksi şoförü Ermeni KGB’ye (Eski Sovyetler İstihbarat Teşkilatı) benden şüphelenmiş, haber vermişti. Benim anladığım kadarıyla ve Otari’nin anlatmasına göre taksi şoförü orada ajanlık yapıyormuş. Benim evraklarım doğru olduğu için hiç problem çıkarmadan Adigön KGB bölümünden ayrıldım. Sonra başka bir araba kiralayarak zorla köyümüz Ğortuban’a çıktık; çünkü yollar yapılmamış. Orada yaşayan halk oranın kurallarını iyi bilmiyor yalnızca bizden kalan evlerde yaşıyor, Gürcistan ve Moskova’nın yardımıyla geçiniyorlar. Yerli ahaliden biri bana söyledi ki: Sizden kalan zenginliklerle buradakiler, iki sene çalışmadan geçindiler; ama oradaki halkın çoğu biliyordu ki bu toprakların sahipleri kesinlikle geri dönecekler, buna hazır olmaları gerektiğini biliyorlardı. Gürcü hükûmeti ve Moskova biliyordu ki o toprakların şartlarını orada yüzyıllarca yaşayan Ahıska Türkleri de biliyor. Ben beş yaşımda sürgün olmuştum. Yol boyunca düşündüm ki sürgündeki evler, o evler benim hafızamda kalmış mı? Yok mu?

Bildiğim kadarıyla kırk dört yıl içinde hiçbir şey yapmamışlar, yalnızca yaşamışlar. Ben Ğortuban’a geldiğimde ilk olarak bizim pınara baktım. Her şey bir anda aklıma geldi. Evimiz, eve giren merdiven, tarlamız, bahçemiz… Gözümün önüne bir eski hikâye geldi. İvan, saldan (asker), elimden atan taşım, Rusların, Almanların vahşiliğini gösterdiği gibi. Kendi balımızı alamadığım, köyler Apiyet, Zeduban, Laşe, Kortoh, Muhe, Çela, Çeçla hepsi aklıma geldi.

Mezarlığımıza bakmamışlar bile, içinde hayvanlar geziyordu. Belli ki bizim millete karşı açık düşmanlık sürmüşler buralarda. Bakın bu sürgünden önceki fotoğraflara (Foto 3); nasıl kültür sahibiyiz. Altmış beş sene önce çekilmiş fotoğraflara bakın.

Bizim aile (Foto 3); ağabeyim Şeref 1929 doğumlu, 1990 yılında hayata göz yumdu. Oturan; babam Ahmet 1985 yılında vefat etti. Yanında anam Zeycan, 1990 yılında vefat etti. Ablam Hanımzade, Özbekistan’ın Namangan şehrinde iki oğulları, gelinleri ve beş torunuyla yaşıyor. Öbür kızları, oğulları Azerbaycan ve Amerika’da yaşıyorlar. Ablam Hanımzade ailesiyle Namangan’da yaşıyor. Babamın yanında ise ben ve amca oğlum. Bizim anaların, ablaların dokudukları nakışlı çoraplar hepsi aklımda, hafızamda saklıdır.
Bu fotoğrafta (Foto 2) dört kardeşler, amcam Mahmut, babam Ahmet, amcalarım Mamad ve Süleyman, yukarıda eniştemiz Zafer ve biz çocuklar.

Sürgün olayları hep benim hafızamda kaldı. Kamyonlara yüklenen yükler, evimizin önünde silahla faşist gibi duran Rus askeri, kendi balımızı almağa giderken askerin benim elimden fırlattığı taş. Nasıl oldu ki kırk yedi bin erkeği omuz omuza savaşta kaybeden Ahıska Türkleri birden bire düşman oldu. Cevap yalnızca o da olsa bizim Türk olduğumuz.

Ben 1957 yılında orta mektepi madalyalarla bitirdikten sonra istediğim üniversiteye serbestçe girebilirdim; ama pasaportumda Türk yazdığı için itibarlı üniversitelere almadılar. Ondan sonraki hayatımda yine aynı sebeple büyük işlere açık şekilde almadılar. 1985 yılında Sovyetler Birliği güçlü eleştirilere cevaben bir seferberlik başlattı ve beni Namangan’da en çökmüş teşkilata genel müdür olarak atadılar. Zannettiler ki bu teşkilatı gereğince yönetemem; ama beni Allah utandırmadı ve şerefle görevimi yerine getirdim. Fergana hâdiselerinden sonra benim istediklerim olmadı. O yüzden istifa ettim ve Kazakistan’a göç ettim. Sonra sandım ki Özbekistan cumhurbaşkanı bizim milletten özür diler ve Ahıskalılara mahsus kanun kabul eder; ama amelde benimle beraber çalışan eski şehir Komünist Partisi Başkanı bile “Siz en iyisi buralardan gidin. ” dedi. Benim cevabım: “Gidecek olursam sana sormam. ”oldu. Telefonda çok tehditler oldu. Ben anladım ki Özbekistan’da fazla yaşamak bizim için iyi olmaz.

24 Nisan 2003 yılında Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te Brodvey Caddesinde tam Özbekistan İstihbarat Teşkilatı karşısında radyo kanallarından biri Özbek dilinde yayınlanan haberde o günün facia günü olduğunu Ermenilerin Türkler tarafından soykırıma uğradıklarını açıkça yayınlıyorlardı. Ben hemen Özbekistan radyo kampanyasının genel müdürünün yanına girdim ve ondan sordum: “Siz hangi esasa göre böyle haberi yayınlıyorsunuz?” Genel müdür biraz telaşlandı; şöyle söyledi: “Böyle şeyler bizim kanımıza Moskova tarafından yıllarca sızdırılmıştır ve yakın zamanda da silinmez. ” Bu açıkça gösteriyor ki Özbekistan Türkiye’ye karşı düşmanca davranıyor; çünkü Özbekistan Rusya’ya bağlı kalarak çok şeyden geri kaldı. Özbekler ne yapacaklarını bilmiyorlar. Yalnızca şehrin her köşesine hiç kimseden aşağı olmadıklarını yazıyorlar. Özbekler kendileri de iyi bilmiyor, bunlar hep çaresizlikten oluyor. Ruslar pazarlarda köyden gelen sebze ve meyve satıcılarından Rusça konuşmalarını talep ediyorlar. Bunlar hepsi benim sinirime dokunuyor, o yüzden ben Özbekistan’dan göç etmek mecburiyetinde kaldım.

Reşit AHMEDOV

(Raşit AHMETOV, 1939 yılı Gürcistan doğumlu olup 1944 yılında Özbekistan’a sürgün edilmiş Ahıska Türklerinden biridir.)
 
Üst