Tarih Boyunca Kıbrıs -1-

Kartal Gözü

Dost Üyeler
Katılım
6 Eki 2008
Mesajlar
1,388
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Tarih Boyunca Kıbrıs


4000 Yıl Önce Kıbrıs






Kıbrıs adının bazı kaynaklarda Finike kökenli olduğu belirtilmektedir. Finike dilinde "kubru", "kıyı" anlamına gelmektedir. Finikelilerce bu adın kullanılması, Kıbrıs'ın Anadolu'ya "karşı bir kıyı" olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer kaynaklarda bakır anlamına gelen "zabar" kelimesinden çıktığını, bununda Akatça dilinde Cypr olarak okunduğuna değinilmektedir.

Türkiye'nin 40 mil yakınında Doğu Akdeniz'de bulunan ada tarih boyunca Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının sıkıştırılmaları ile doğmuştur. yapılan araştırmalara göre Kıbrıs adası Türkiye'ye her yıl 2,5 cm yaklaşmaktadır.

Kıbrıs Adası

M.Ö. 1450 yılında Eski Mısırlıların egemenliği altına giren Kıbrıs, daha sonra da Hititler tarafından fethedilmiştir. M.Ö 350 yılında ise Perslerin adaya hakim oldukları görülmektedir. Finike ve Asurlularda adanın sahipleri arasında yerlerini almıştır. M.Ö. 58 de de Romalılar adayı ele geçirmiş, imparatorluğun M.S.395 yılında ikiye bölünmesinden sonrada Doğu Roma İmparatorluğunun hakimiyeti altında kalmıştır. M.S. 632 yılında adaya islam fethi Suriye'den başlamıştır. Ancak Araplar, adada tam bir egemenlik kuramadılar. Haçlı seferleri arasında ada 1191'de, İngiliz kıralı Aslan Yürekli Richard'ın denetimi altına girdi. Ancak kral adayı önce Templer Şovalyelerine sonra da Guy de Lusignan'a bıraktı.

Lusignanlar adayı 1489'a kadar ellerinde tuttular ve Katolik dinini yaygınlaştırdılar. Bu arada Cenevizliler de adayı kısmen ellerinde tutuyordu. Memlüklerin bu dönem içinde adanın bazı bölümlerinde etkili olduklarını ve adada islam eserleri bıraktıklarını görüyoruz. Daha sonra, 1432'den başlayarak Venedik etkisi yayılmaktadır. Ada Venedik korsanlarının denetiminde kalınca Osmanlı İmparatorluğu durumdan rahatsız olur. II.Sultan Selim adanın fethinin zorunlu olduğunu düşünerek ilk çıkarmayı 1 Temmuz 1570'de başlatır. Tam bir sene sonra 1 temmuz 1571 de ada Osmanlı İmparatorluğu'na katılır.

Kıbrıs'da Osmanlı Egemenliği

Venediklilerin elinde olan Kıbrıs'da katolik dini hakimdi. Ortadokslar Katoliklerin büyük baskıları altında eziliyordu. Türklerin adayı almalarına en çok onlar sevinmişti. Ada tarih boyunca çok fazla el değiştirden dolayı çok karışık bir toplum yapısına sahipti. Adanın Mısırlılar, Hititler, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Ptolemiler, Romalılar, Araplar, Bizanslılar, Lusinyenler, Cenevizliler, Venedikliler ile süren serüveni, Türklerle son buluyordu. 1571 Fethinden sonra adada Türk varlığı yerleşmeye başlıyordu. Ada artık Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olduğundan dolayı, yükselme döneminin sağladığı düzenden en üst düzeyde faydalanabiliyordu. Buda mevcut halkın belli bir düzende yaşamasını sağlayabiliyordu. İlk etapta 30.000 Anadolu insanı düzenli bir biçimde adaya yerleştrildi. Birbirleini tamamlayacak meslek gurupları özenle gönderiliyordu. Bir zamanlar korsan adası olarak adlandırılan Kıbrıs adası, artık hem kültürel hemde ekonomik alanda daha düzenli bir yapıya sahip olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu'nun "Vakıflar" yönetimi Kıbrıs'ta yerleştirilmişti. Osmanlı yönetiminde adada su yolları, hanlar, köprüler, camiler, çeşmeler ve yeni yollar yapıldı.Bunların bir kısmı hala ayaktadır.

İngiliz Yönetiminde Kıbrıs

Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın ikinci yarısında (1878), İngiltere’den Rusya’ya karşı destek sağlamak amacı ile, adanın mülk olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda kalması koşulu ile “ yalnızca idaresini ” İngiltere’ye kiraladı. İngiliz idaresi 1878’de başladığında Kıbrıs’ta hakim olan iki halk vardı; Türkler ve Rumlar. Diğer karışık guruplar çok az sayılardaydılar. Din olarak da Müslümanlar ve Ortadokslar çoğunluğu oluşturuyordu. Türk nüfusu adadaki toplam nüfusun yüzde (%44)’ü idi. Vakıflar idaresi’nin mülkü olan arazilerle birlikte, Türklerin adada sahip olduğu pay (%50)’nin üzerindeydi. Ancak İngiliz yönetimi sistemli bir biçimde hem Osmanlı İmparatorluğu döneminde hem de Türkiye Cumhuriyeti döneminde adadaki Türk nüfusunun göçünü özendirmiştir. Öte yandan, I. Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu ve İngiltere’nin düşman konumunda bulunmaları, Kıbrıs’taki Türklerin üzerinde büyük baskıların doğmasına yol açtı. 1878’den itibaren Türklerin (Ortodoks) ve İngiliz baskısı altında bulunmaları, Türk nüfusunun Anadolu’ya ve Londra başta olmak üzere diğer bölgelere göçmelerine yol açtı. Adada Türk kimliğinin silinmesi konusunda sistematik bir çaba söz konusuydu.

-Türk kimliği yok edilmeğe çalışılırken İngiliz ve Rum kimliği öne çıkarıldı.
-Türkler üzerinde kültürel baskı uygulandı. Eğitim ve din alanlarında bunu görüyoruz.
-Ekonomik olarak Türklerin olanakları kısıtlandı. Özellikle (vakıf) malları, hileli bir biçimde İngiliz ve Rum özel şahıslarla, kiliselere getirildi

Osmanlı İmparatorluğu I.Dünya Savaşı’nda Almanya ile beraber olunca, İngiltere, adayı ilhak etmek için 1878’den beri yürüttüğü politikayı uygulama fırsatını buldu. İlk olarak 1917’de, bir “krallık emri” yayınlandı. Bu emirname ile Osmanlı vatandaşlarını İngiliz vatandaşlığına geçebilecekleri “iznini” çıkardı.

Bu tutum, adada Türklerin bir bölümünün Anadolu’ya ve İngiltere’ye göç etmesine yol açtı. Savaş sırasında Osmanlı taabiyetinde oldukları için zaten büyük baskı altındaydılar. Lozan Antlaşması ile de 1923’de Kıbrıs adası İngiltere’ye resmen bırakıldı(madde 20). Bu maddeye göre adadaki Türk halkına Türk veya İngiliz vatandaşlıklarından birini seçmeleri öneriliyordu. Türk vatandaşlığı seçmeye başlayanlar Türkiye’ye göç etmeye başladılar.

Bu göç yıllarca sürdü. Bu nedenlerdir ki bugün (2000), Türkiye’de 235000, İngiltere’de 120000, Avusturalya’da 40000, Amerika ve Kanada da 17000 Kıbrıs’lı Türk bulunmaktadır.

İngiliz idaresi döneminde Türkler ekonomik, siyasal, kültürel olarak ezilen taraf olmuştur. Buna karşılık Rumlar ve Ortodoks kilisesi , İngiltere’nin hoşgörüsü ile sürekli gelişmiştir. 1878’de İkinci Dünya Savaşına kadar geçen dönemde.

- Osmanlı İmparatorluğunun Kıbrıs Türklerine gereken desteği vermemesi,
- Türkiye Cumhuriyetinin bu dönemde yeterli aktif rol almaması,

Kıbrıs Türklerinin, İngilizlerin, Rumların ve Ortadoks kilisesinin baskısı altında kalmalarına neden oldu.

Buna karşın adadaki Türkler, özellikle Rumlara karşı direnç göstermişler ve kendi kimliklerini korumaya çalışmışlardır. Siyasal, ekonomik ve kültürel alandaki bu direnişin, 19. YY'ın sonlarında yeşermeye başladığını görüyoruz.

Özellikle Rumların adayı özellikle, Yunanistan ile birleştirme girişimleri karşısında Türkler ada üzerindeki haklarını korumak konusunda dış destek almamalarına karşın çaba göstermişlerdir.

Atatürk devrimlerinin Ankara da ilk uygulamaya konulduğunda Anadolu dan önce Kıbrıs Türkleri bu alanda öncülük yapmışlardır. Bu konu çok ilginçtir; Kıbrıs Türklerine, Türkiye Cumhuriyetinden bir telkin gelmemesine karşın, tamamen kendi insiyatiflerini kullanmışlardır.

Kıbrıs'ta Türklerin Rumlarla ve İngilizlerle Çatışmaları

Kıbrıs 1878’de İngiliz yönetimi altına girmeden önce de adada özellikle, Rumların Ortodoks kilisesi aracılığı ile Türklere (ve Müslümanlara) karşı sistemli bir hareketinin bulunduğunu görüyoruz. Ancak 1878’de adaya İngiliz yönetimi geldikten sonra Rumlar Ortodoks kilisesini, adada Rum hakimiyetini sağlamak için çok daha rahat kullanmaya başlamışlardır.

Bilindiği üzere Yunanistan, başta İngiltere olmak üzere büyük avrupa ülkelerinin kukla yöneticilerinin denetiminde idi. İngilizler adaya gelince Yunanistan üzerindeki bu etki ve denetimleri, Kıbrıs adası ile “bütünleştirilerek” yürütülmeye başlanmıştır.

Güney Ege adalarının, Girit’in ve Kıbrıs’ın stratejik deniz ticaret yolları üzerinde bulunması, Süveyş Kanalının açılmasından sonra dahada önemli olmuştur. Kıbrıs Doğu Akdeniz de, Orta Doğu Petrol bölgesine yakınlığı dolayısıyla da, yüz yılın başından itibaren, bölgedeki stratejik önemini korudu.

İngilizlerin bu politika çerçevesinde kendi denetimleri altındaki Atina yönetimleri ile Kıbrıs adasında izledikleri politikayı değiştirmeleri çok doğaldı. Özellikle Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra, Kıbrıs ile Anadolu arasındaki ekonomik, siyasal ve kültürel bağları koparmaya çalışmak istemeleri, bölgesel politikalarının doğal bir sonucu idi.

I. Dünya Savaşında Kıbrıs'ı Osmanlı İmparatorluğuna karşı virüs olarak kullandılar. II. Dünya savaşında, Almanlar tarafından işgal edilen Ege adaları ve Yunanistan’a karşı yine Kıbrıs kullanıldı.

Bütün bu gelişmeler olurken Kıbrıs’taki Rumlar ve Ortodoks kilisesi, adada Türk varlığını (ve Müslümanlığı ) zayıflatmak için “doğal bir ortam bulmuşlardı. Bu ortamı kullandılar. Lozan’ da Kıbrıs’a ilişkin verilmiş olan kararlar da Rumların işine yarıyordu.

-Hem Türk nüfusunun azaltılması bakımından,
-Hem de Türklerin ekonomik durumlarını zayıflatılması bakımından bu gelişmeleri kullandılar.

1878’de nüfus ve ekonomik olarak hakim unsur olan Türkler, bu tarihten sonra zemin kaybetmeye başlamalarına rağmen direnç göstermişlerdir.

Rumların adayı Yunanistan ile birleştirme çabaları ( enosis ) 19. yüzyıla kadar gider. Bu hareketin öncülüğünü, hep Ortodoks kilisesi yapmıştır.

Kıbrıs Türkleri, adanın Anadolu’ya yakınlığı dolayısıyla, dışardan yardım gelmese bile, kendi girişimleri ile destek sağlamışlardır. Zaten denizin karşı yakasında (Anadolu’da) çok sayıda Kıbrıs’lı Türkün yaşamakta oluşu, bu ilişkiyi doğal olarak sağladı. Akrabaları, bölünmüş aileler, gönüllü destek verebiliyorlardı.

Kıbrıs’ta ilk Türk gazetesi 1889’da yayınlandı(saded gazetesi ). Türklerin İngiliz yönetimi ile olan ilişkilerinde de, Türk-Rum sorunları konuların başında geliyordu. Türk arazilerinin sistematik bir biçimde Rumlar ve İngilizler tarafından ele geçirilmekte oluşu, büyük sorunlar yaratıyordu.

19. yüzyılın sonlarında Türkler, Rumların baskısını İngiliz idaresine sürekli şikayet etmeğe başladılar (1985). Türkler Rumlarla eşitlik istiyorlardı; Rum baskısından yakınıyorlardı. Türkler bu tarihte (1985’te), Rum baskısına karşı mitingler düzenlediler. Rumların “enosis” taleplerinden büyük rahatsızlık duyuyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları nedeni ile güç durumda kaldığı yıllarda ( 1911’i izleyen yıllar ), Rumlar adada Türkler üzerindeki baskılarını artırdılar. 1911 yılında büyük bir miting düzenlediler.

1912’de Rumların Türklere saldırdığını görüyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun Trablusgarp’ta İtalya’ya yenilgisi, bunda önemli rol oynadı.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Paris Konferansı dolayısıyla, Rumlar hem enosis girişimlerini, hem de Türkler üzerindeki baskı ve saldırılarını yaygınlaştırdılar. Yenilen Osmanlı İmparatorluğu parçalanırken Rumlar da, bir İngiliz sömürgesi konumunda olan Kıbrıs’ta Türklerin varlığını ortadan kaldırmak istiyorlardı.

Rumların bu girişimlerine karşı ada Türkleri 10-12 Aralık 1918’de Lefkoşa Ulusal Türk Kongresi’ni topladılar. Ulusal Kongre’ye 190 delege katıldı.Kongre’de adanın Yunanistan ile birleşmesine karşı çıkma kararı alındı. Adanın tekrar Osmanlı İmparatorluğu’na verilmesi isteniyordu.

Kıbrıs Türklerinin Siyasal örgütlenmesinde, 1924 yılında Kıbrıs Türk Cemaat-ı İslamiyesi önemli bir adımdır. Osmanlı yerine Türk Cemaatı ifadesi, yeni bir siyasal kimliği ortaya koyuyordu. Çünkü artık Anadolu’da, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.

Adadaki bu girişim, Kıbrıs Türklerinin, Türkiye Cumhuriyeti eşgüdümünde bir değişime , gönüllü olarak girdiklerini gösterir.

Zaten 1919-1922 arasında Anadolu’daki ulusal kurtuluş savaşı sırasında da Kıbrıs Türkleri Anadolu’da destek girişimlerinde bulunmak için çaba göstermişlerdir. Anadolu’ya yardım etme çabası içinde bulunan Kıbrıs Türklerinin birçoğu da İngiliz yönetimi tarafından tutuklanmışlardır.

Kıbrıs’taki Türk gazetecileri, Anadolu devrimine yoğun destek veren yayınlar yaptılar, gönüllü kuruluşlar ise para toplamak için etkinlikler yaptılar. Anadolu’daki Türk-Yunan Savaşı, adanın bir İngiliz sömürge yönetiminde bulunmasına karşın, Türk-Rum çatışmaları biçiminde adaya yansımıştır.


Lozan sonrasında Kıbrıs Türkleri ve Bir Benzerlik

Lozan antlaşması ile Kıbrıs’ın İngilizlere bırakılması adada Türklerin durumunu kötüleştirdi. Daha önce de belirtildiği gibi Türkleri adadan ayrılmaya zorlayan maddeler Lozan antlaşmasına konuldu. Rum ve İngiliz baskısı ile çok sayıda Türk’ün adadan ayrıldığını görüyoruz. Adada kalanlar ise İngilizler ve Rumlar karşısında direnmişlerdir.

Bu arada, Lozan’daki “Musul Meselesi” ile 10-11 Aralık 1999 Helsinki Doruğu’ndaki kararlar arasında ilginç benzerlikler ve paralellikler bulunmaktatır.

Lozan da Türkiye ve İngiltere’nin Musul konusunda anlaşamamaları, Lozan antlaşmasının üçüncü maddesine bir ekleme yapılmasına yol açtı. “Türkiye ve Irak (İngiltere) arasındaki sınır, antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra 9 ay içinde, Türkiye ve İngiltere arasında görüşmeler yolu ile çözülecektir. Antlaşma sağlanamaması durumunda konu Milletler Cemiyeti’ne götürülecek ve orada çözüme kavuşturulacaktır”.

Bu ekleme, 10-11 Aralık 1999’da Helsinki Doruğunda Türkiye’nin “koşullu adaylığına” getirilen “koşulları” asımsatmaktadır. Türkiye’nin önüne konan koşullarda dolaylı olarak;”Türk-Yunan sınır anlaşmazlıkları (Ege)2004 yılına kadar görüşmeler yoluyla çözülemediği taktirde Uluslararası konumlarda (Lahey Yüksek Adalet Divanı) çözülecek” denmektedir.

Bu ifadedeki koşul Kıbrıs içinde şu şekilde yorumlanabilir; Türkiye’nin önüne, “Kıbrıs uyuşmazlığı çözülmese de Kıbrıs’ın (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) AB’ye alınacağı” ifade ediliyor. Eğer Kıbrıs (GKRY) Kıbrıs adasının bütününü temsilen AB’ye alınabiliyor ise, KKTC (ve Türkiye) ile Kıbrıs’ta sınır uyuşmazlığı AB’nin bir “iç sorunu olarak”, AB tarafından çözüme götürülecek anlamına gelir.

Avrupa Birliğinin Kıbrıs’a ilişkin politikası ise, Ankara’daki yetkililerin (S. Demirel, M Yılmaz, B. Ecevit) tarafından da 1990-1999 tarihleri arasında defalarca kamuoyu önünde açıkladıkları gibi tek yanlıdır. Buna yalnız Türk yetkililer değil BM Genel sekreteri de net bir şekilde ortaya koymuştur; AB, Kıbrıs(GKRY) cumhuriyetinin tam üyelik başvurusunu görüşeceğini açıkladıktan sonra BM Genel sekreteri Peres de Cuellar, “AB’nin bu tutumu bütün parametreleri değiştiriyor ve uyuşmazlığı daha da çözümsüz duruma sokuyor” demiştir.

İnsiyatifin AB’nin “ denetimine geçirilmesinden “ BM genel sekreteri ile rahatsızlık duyuyordu. Yunanistan AB içinde bulunduğundan ve AB’nin de o güne kadar olan Kıbrıs politikası Türkiye karşıtı olduğundan, Türkiye üzerindeki tek canlı baskının daha da artacağı korkusu BM genel sekreterini bile korkutmuştu.

Tekrar düne dönelim;Kıbrıs’ta Lozan’a karşın önemli bir Türk nüfusu kalmıştı. 1571’den beri adayı yurt olarak benimsemiş insanlardı. Lozan’daki olumsuz sonuçlara karşın adadaki varlıklarını sürdürmekte kararlıydılar. Yavaş yavaş siyasal örgütlenme gereği duyuyorlardı. Anadolu’daki Kemalist devrim ve cumhuriyetin gelişmekte oluşu, Lozan’daki olumsuz kararlara rağmen Kıbrıs Türklerini cesaretlendirmişti. Yunanistan’ın Anadolu’daki yeni Türk Cumhuriyeti ile bir paralellik kurma ümidi doğmuştu. Ama İngiliz sömürgesi altında yaşamaktaydılar.

1930 yılında yapılan yerel seçimlerde birlikte hareket ettiler 1931 yılında Kıbrıs Türkleri Ulusal Kongresi’ni topladılar.

Aynı yıl (1931), Rumların enosis için yeniden hareketlenmeye başladığını görüyoruz.

1942 yılında Dr. Fazıl Küçük’ün Halkın Sesi gazetesini hayatına sokması İngiliz sömürge yönetimine ve Rumlara karşı yeni bir ivme kazanmasına yol açtı. Yine aynı yıl (1942 ) KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Grubu) oluşturuldu. Bu örgüt etrafında bir dayanışma sağlandı.

KATAK, hem İngiliz sömürgeciliğine, hem Rumların Enosis taleplerine karşı direniyordu. Amaç, Kıbrıs’ta Türk varlığını sürdürmek ve Türk halkının haklarını savunmaktı.

İkinci Dünya Savaşı boyunca Kıbrıs adası, İngiltere’nin bir askeri üssü olarak kullanıldı. Savaş dolayısıyla ilgi bu alana çekildi. Almanlar, Ege adalarına ve Yunanistan’a kadar geldikleri için Türkler üzerinde ki baskı hafiflemişti. Türkler içerde girişimlerini sürdürüyorlardı.1944 Yılında Dr.Fazıl Küçük’ün öncülüğünde Milli Parti kuruldu. Bu parti adını daha sonra Kıbrıs Türktür Partisi olarak değiştirdi.

Yine bu yıllarda Türkler, işçi örgütlenmelerine gittiler. Amele Birliği (İşçi Sendikası) kuruldu. Adı 1943 de Yapıcı ve Amele Birliği olarak değiştirildi. 1945’de Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri teşkilatı kuruldu. Tarım sektöründekilerde Türk Çiftçi Birliği’ni kurdular.

Bu yıllarda Kıbrıs Türkleri arasında örgütlenme eyleminin arttığını görüyoruz. Ayrı ayrı kurulan örgütler 1949 da, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu adı altında toplandılar.

Bu kurum uzun yıllar, Kıbrıs Türk Halkı’nın ayakta kalıp direnç göstermesinde çok önemli görevler üstlenmiştir.


İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Artan Enosis Girişimleri ve Yanıt

Savaş sonrasında İngiltere ve Yunanistan Kazanan taraftaydılar. Bu durum Rumlar ve Atina açısından bir rahatlama sağlamıştı. 1947 yılında Ege Türk kara sularının yanı başında bulunan (12) ada, İtalyanlardan alınıp Yunanistan’a verilmişti. ABD’den yardım beklentileri içinde bulunan Türkiye, bu karara tepki göstermemişti. Ayrıca sürmekte olan Sovyetler Birliği tehdidi Türkiye’nin pazarlık gücünü zayıflatmıştı. ABD desteği isteniyordu.

Bu koşullar Kıbrıs’ta Rumlar’ın Enosis konusunda girişimlerini arttırmalarına yol açtı. İşin ilginç yanı, hem Ortodoks kilisesi, hem de Rumların Komünist AKEL Partisi, Enosis konusunda birbirleriyle yarış içindeydiler.

1950’de Kıbrıs’da Rumlar’ın kendi içinde düzenledikleri “Plebisit” te, Enosis’e % 96 destek çıktı. Bu konuda kilise ve komünistler tam bir iş birliği içindeydiler. Ruslar arasında Enosis havası eserken Makaryos, kiliseye baş piskopos seçildi. 1955 yılında da, bir Rum terör örgütü olan EOKA kuruldu. Artık bir asker olan Grivas’ın başkanlığında ki EOKA yer altı örgütü, silahlı eylemlerine başlayacaktı. Bu eylemlerde en önemli hedef ise Kıbrıs Türkleri idi. Kuruluş amaçlarında da belirtildiği gibi EOKA, adayı Türklerden temizlemek ve (Enosis)’i gerçekleştirmek için kurulmuştu.

1950’li yıllarda ki yeni Rum girişimleri Türklerin adada ki durumunu daha da zorlaştırmıştı. Türkiye’de ki kuruluşlar, gençlik örgütleri başta olmak üzere, Kıbrıs Türklerine destek vermeye başladılar.

Rumların Enosis girişimleri karşısında Türkiye’nin sessiz kalması beklenemezdi. 1947’de (12) adalar konusunda düşülen hatanın, yinelenmesi isteniyordu.

Türkiye’de de Kıbrıs Türklerine destek veren yaygın mitingler başlamıştı. Bu eylemlerde, gençlik örgütleri öndeydi.

Rumların Türklere karşı artan baskısı ve Enosis girişimleri Kıbrıs Türkleri'nin de silahla karşı koyabilecek bir örgüt kurmalarını zorunlu kılıyordu.

1957 yılında Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısever’in öncülüğünde Tek Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruluyordu. TMT, Rumların ve EOKA’nın silahlı saldırılarına karşı Ada Türklerinin ”korunmaları” amacı ile kurulmuştu. Saldıran değil savunmada kalan bir örgüttü.

Rumların “Enosis” tezlerine ve girişimlerine karşılık Kıbrıs Türkleri “taksim” tezini ortaya koymuşlardı. Adada artık, Rumların arasında ki Yunanistan’a karşılık Ada Türklerinin arkasında Türkiye kendisini göstermeye başlamıştı.


Sömürgelerinden Çekilen İmparatorluk ve Ortada Duran Kıbrıs

1950’li yıllar Dünyanın yeniden biçimlendiği yıllardı. Bu biçimlenme içinde İngiliz İmparatorluğu çoktan geri çekilme hareketini başlatmıştı. İki bloklu dünyada batının önderliğini, kesin bir biçimde ABD üstlenmişti.

İngiltere eski İmparatorluk topraklarını gerçek sahiplerine, yerel halklara bırakırken sıra, kaçınılmaz olarak Kıbrıs’a da gelecekti. Ancak Kıbrıs’ta “iki halk” vardı; Türkler ve Rumlar. İki halk arasında daha 19YY’dan başlamış olan sorunlar yaşanıyordu.

Doğu Akdeniz’de ki koskoca Kıbrıs Adası Türkiye’nin yanı başındaydı. 1571’den beri yerleşik ve köklü bir Türk toplumu oluşmuştu. Rumlar da ikinci ada halkını oluşturuyorlardı ve uzun yıllardan beri, Ortodoks Kilisesi’nin önderliğinde “Enosis” amacını güdüyorlardı.Enosis tezine karşılık, Kıbrıs Türkleri’nin yanında Türkiye’de ağırlığını koymaya başlamıştı.

Adada, hem iki halk arasında sorunlar yaşanıyor, hem de, iki NATO üyesi ülke, Türkiye ve Yunanistan karşı karşıya geliyordu.

Ancak İngiltere, hem adayı İngiliz Milletler Topluluğu içinde tutarak burada ki etkisini sürdürmek, hem de askeri üstleri kendine mal ederek korumak istiyordu. Göstermelik bir “muhtariyet” şemsiyesi altında böyle bir statünün hazırlığı içindeydi.

1947-1958 döneminde bu amacı gerçekleştirmek için çeşitli formüller oluşturulmuştu. Lord Winster Planı (1947), Jackson Planı (1948), I.Mac Millan Planı (1955), Harding Planı(1955), Rad Cliffe Planı (1956), II. Mac Millan Planı (1958), Spaak Planı (1958) bunlar arasındaydı.

İngiliz yönetimi boyunca, baskılarla adadan ayrılan Türk nüfus sonucu Rumlar çoğunluk durumundaydılar. Rum çoğunluğa göre, yapılacak bir “Plebisit”, kesin olarak “Enosis” sonucunu doğuracaktı. Sorun Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında aşılması çok zor bir duruma gelmişti Rumlar Enosis peşindeydi. Türkiye bunu kabul edemezdi, İngiltere ise adada ki stratejik çıkarlarını korumak istiyordu. Üç tarafı ve adada ki iki halkı tatmin edecek ortak bir çözüm çok zordu.

Üç ülke arasında ilk konferans 1955 ‘de Londra’da yapıldı.Türkiye, her iki halkın ayrı ayrı self-determinasyonunu (kendi geleceğini belirleme hakkını) savunurken, Yunanistan bütün ada için ortak bir self-determinasyon görüşünde ısrarlıydı. Yunan tezi, Rum çoğunluğu dolayısıyla, Enosis’e açılan bir kapı oluyordu. Londra’da bir sonuç alınamadı.
 
Son düzenleme:

Kartal Gözü

Dost Üyeler
Katılım
6 Eki 2008
Mesajlar
1,388
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cevap: Tarih Boyunca Kıbrıs -2-

1960 ve Sonrası



1960 öncesi yıllarda Kıbrıs Türk halkının kendi selfdeterminasyon hakkını ısrarla savunması ”enosis” yolunu kapatmıştı. Yunanistan’ın Enosis’e götürülen yolları açmaya çalışması Türkiye ve Yunanistan’ı karşı karşıya getirmişti. İki ülke de NATO üyesiydi ve soğuk savaşın tırmandığı yıllar yaşanıyordu.

ABD, İngiltere’nin yanında devreye girdi. Artık yeni bir formül aranıyordu. Bu formül şu öğeleri içermeliydi.

- Ada üzerinde Türkiye ve Yunanistan arasında denge sağlanmalıydı.
- İngiltere’nin stratejik çıkarları korunmalı idi.
- Ada Batı Blok’unun (Türkiye-Yunanistan-İngiltere) denetimi dışına çıkmamalıydı.
- Adadaki Türk ve Rum halklarının güvenceleri, Türkiye ve Yunanistan tarafından sağlanmalıydı.

Kıbrıs’ta tarihsel bağlarla ana Vatanlarına bağlı iki halkın (Türk ve Rum halkının) bulunması, İmparatorluğu tasfiye yoluna giren İngiltere’nin bir bakıma “kendi hükümranlık (garantörlük) haklarını Türkiye ve Yunanistan’a devretmesi (paylaşması)” zorunluluğunu ortaya çıkarıyordu.

- Bu konuda en sağlıklı değerlendirmeyi, bölgeyi çok iyi tanıyan İngiliz araştırmacı ve tarihçi Dr. Andrew Mango yapmıştır. Kendi ifadesi ile; Kıbrıs’ta bir Türk devletinin bulunması, İngiltere’nin geri çekildiği topraklarındaki Türk Halkı'nın ve varlığının korunması içindir” demektedir. Dr. Mango Türkiye uzerine de 40 yıldan fazla bir zaman araştırma yapmış ve Türkiye ile ilgili onlarca kitap yazmıştır.

Andrew Mango

Dr. Mango’nun vardığı bu sonuç, 1960’lara yaklaşırken henüz açık olarak “telaffuz” edilmiyor ama “real politik ” olarak el yordamı ile hissedebiliyordu.

İngiltere İmparatorluk topraklarını terk ederken, bu toprakları “gerçek sahiplerine” devredilmesi sıkıntıları, 1950’li yılların sonlarında Kıbrıs’ta hemde iç çatışmalarla birlikte kanlı bir biçimde yaşanmaktaydı.

1) Zürih ve Londra Konferansları ve Kıbrıs Cumhuriyeti

Dünya’da başka bir örneği olmayan, kendine özgü bir cumhuriyeti oluşturmak için 1958’de Zürih Antlaşması, 1959’da Londra Antlaşması imzalandı. Tükiye, Yunanistan, İngiltere , Kıbrıs Türk Toplumu ve Kıbrıs Rum Toplumu bu konferansın taraftarı idi. ABD'de fiilen bulunmasada, 6.taraf olarak kararlarda etkili oldu. Bu antlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş oluyordu.

Bu özel cumhuriyette Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin ada üzerinde “egemenliği ve garantörlüğü” vardı. Türk ve Yunan askerleri bir “alay” ölçeğinde de olsa, adada sürekli bulunacaktı. İngiltere’nin ise büyük askeri üsleri vardı ve bu İngiliz askeri bölgeleri “İngiliz toprağı” olarak kabul edilmişti.

Cumhuriyet dış bağlantılarında “bağımsız değildi”. Türkiye’nin ve Yunanistan’ın, birlikte içinde olduğu herhangi bir birliğe, örneğin AET(AB)’ye giremezdi.

İç yönetimde “ortak” ve “bağımsız” işler birbirinden ayrılmıştı. Ortak Meclis yanında Cemaat Meclisleri ayrı ayrı olacaktı. Ortak meclis’te 50 üyenin (35)’i Rum, (15)’i Türk olacak ancak iki Toplum (Halk), kendi iç işlerini, kendi Cemaat Meclisleri kanalı ile yürütecekti. 10 üyeli Bakanlar Kurulu’nda 7 Rum, 3 Türk Bakan bulunacaktı. Cemaat Meclisleri vergi koyma, harcamaları yürütme hakkına sahiptiler. Eğitim ve Kültür işlerini de üstleneceklerdi. 5 Büyük şehirde Türkler ve Rumlar “bağımsız” belediyelerini oluşturacaklardı. Adli işler bile ayrılmıştı. Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacaktı. Türk yardımcının, kararları “veto hakkı” vardı. Zayıf bir ortak savunma gücünde 60-40, memurlarda 70-30 oranlarında Türk ve Rum bulunacaktı. Cumhuriyet’in Anayasa Mahkemesi başkan ve yardımcısı 3. ülkeden oluşacaktı. Başkan Prof. Ernest Forsthoff (Alman) , yardımcısı ise Dr. Christian Heinze(Alman) idi.

Görüldüğü gibi bu Cumhuriyet bağımsız değildi, üniter değldi. Hatta federal olarak bile tanımlanamaz. Kendine özgü bu Cumhuriyette yaratılan Konfederasyon arasında bir çizgi oluşturuyordu. Enosis ve taksim yolu kapatılıyordu. Mevcut yapının temel özelliklerine baktığımız zaman şunu görüyoruz ;

a.) Rumlar Türklerin, Türkler de Rumların üzerinde bir “baskı ve üstünlük” sağlanamayacaktı. Bunlar, Anayasanın güvencesi altında idi. Anayasa mahkemesi başkan ve yardımcısı da, 3. ülke vatandaşlarından( Alman ) oluşuyordu.

b.) “Cumhuriyet” dış ilişkilerinde “bağımsız değildi”. Türkiye ve Yunanistan’ı birlikte içinde bulunmadıkları bir birliğe topluluğa katılamazdı.

c.) Türk ve Rum toplumları kendi iç işlerini bağımsız olarak yürüteceklerdi. Vergiden harcamaya, polisten eğitime kadar ayrılmıştı.

d.) Türk Cumhurbaşkanı yardımcısının “veto hakkı” vardı.

e.) Savunma, üç ülkenin güvencesi altında idi. Cumhuriyet sınırları içinde Türkiye’nin ve Yunanistan’ın birlikleri (alay) bulunacaktı.

f.) Zürih ve Londra Antlaşmalarının ve anayasanın işlerliği konusunda Türkiye,Yunanistan ve İngiltere’nin “garantörlük” hakları konulmuştu. Örneğin Türkiye, anlaşmalarının “ihlal” edildiği kanısına varırsa, tek başına “mudahale etmek” hakkına sahipti.

Başlıcaları yukarıda belirtilen hükümler de gösteriyor ki bu cumhuriyet ne üniter ne de bağımsız bir cumhuriyetti. Üç devletin ve iki halkın egemenliği “paylaştığını” görüyoruz.

İngiliz idaresi (egemenliği) altında bulunan Kıbrıs adası, Dr. Andrew Mango’nun da belirttiği gibi, İngilizlerin çekilmesi sonucu “Türkiye’nin ve Yunanistan’ın egemenliği de kabul edilerek, iki halka yerel özerklik sağlanan bir konuma” getirilmişti.

1878’de İngiliz yönetimleri hem de Rumlar tarafından baskı altında tutulan ve ezilen Kıbrıs Türkleri bu anlaşmalarla ilk defa kendi yaşama ve gelişme ortamını sağlayarak “dengeli” bir yapıya kavuşuyorlardı. Ve en önemlisi, Londra ve Zürih Antlaşmaları ile Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki hakları uluslar arası antlaşmalarla kabul edilmiş oluyordu.

Politik, mali, ekonomik, askeri ve kültürel güvenceler getiriliyordu. Kıbrıs Türk halkı anlaşmadan memnundu. Türkiye de hem Kıbrıs Türklerinin güvence altına alınmış olmasından, hem de Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin haklarının kabul edilmiş olmasından memnundu.

Bu antlaşmalarla, Kıbrıs adası üzerinde Türkiye ve Yunanistan arasında “denge” sağlanıyordu.Kıbrıs Türk halkını o güne kadar ezen, onların yaşama haklarını ortadan kaldıran saldırılar artık olmayacaktı. Enosis yolu da kapanmış oluyordu.

Antlaşmalardan İngiltere de memnundu; üst bölgeleri bazı tesisler İngiliz toprağı sayılmıştı. Öte yanda İngiliz yönetiminin de baş ağrıları ve kanlı iç çatışmalar sona erecekti.

Cumhuriyetin başkanı Başpiskopos Makarios, başkan yardımcısı ( muavini) ise Dr. Fazıl Küçük oldu.

Başpiskopos Makarios (Mihail Hristodulu Muskos 1913 - 1977) Dr. Fazıl Küçük (1906-1984)

2) Kilise ve Enosis'in Antlaşmalada ki Memnuniyetsizliği

Rumlar yıllardır Enosis peşindeydiler. EOKA, adayı “Türklerden temizlemek ve Enosisi gerçekleştirmek için” kurulmuştu. Ortodoks kilisesi ise hem Türk düşmanlığının hem de Enosisin yıllardır öncülüğünü yapıyordu.

Kıbrıs’ı Helenleştirmek amacını yıllardır sürdüren Başpiskopos Makarios ise antlaşmaları, istemeye, istemeye imzalamıştı. O günlerdeki uluslar ası soğuk savaş konjonktürü içinde “imzalamak zorunda kalmıştı.” Bu tutumunu hem Londra'da gösterdi, hem de Londra’dan Kıbrıs’a döndükten sonra yaptığı açıklamalarla ortaya koydu.

Zürih ve Londra antlaşmaları imzalanırken taraflar genellikle işerin bu kadar çabuk bozulacağını beklemiyorlardı. Ancak Başpiskopos Makarios ve Rumların çoğunluğu, yeni Cumhuriyeti nasıl Rumların egemenlik kuracağı bir yapıya dönüştüreceklerinin hesaplarını yapıyorlardı. Yapılan açıklamalardan ilk sinyaller ortaya çıkmaya başlamıştı bile.

Yeni cumhuriyetin kendine özgü yapısı, “iki tarafında cumhuriyeti yaşatmak için iyi niyetle hareket etmelerini “ gerektiriyordu. Sorunlar Türk tarafından değil Rum tarafından geldi. Türkler ve Rumlar arasındaki “ adil ve dengeli yapılanmayı” Rum tarafı bir türlü kabullenemiyordu. Bakanlar kurulunda, belediyelerde diğer konularda, Rumların üstünlüğü gösterme çabası içindeydi. Rumlar yönetimlerde sürekli olarak Rum çıkarlarını öne çıkarıyorlardı. Kurulan düzeni işlemez hale getirdi.

Haksız kararlarda Türklerin veto haklarını kullanmalarını fiilen engellemeye başladılar. Anayasa ve yasalar sürekli olarak Rumlar tarafından çiğneniyordu. Vergilerde memur tayininde, polis idaresinde Rumlar mahkemesi başkanı Alman Prof. E. Forsthoff ve yardımcısı Dr. Christian Heinze de şikayetçiydi.

Belediyeler konusunda Rum çoğunluklu Bakanlar Kurulu yasalara aykırı karar aldı. Anayasa mahkemesi bu kararları iptal etti. Rumlar anayasa mahkemesinin kararlarına uymayacaklarını açıkladılar. Rumlar tarafsız anayasa mahkemesini tanımıyorlardı.

1960-1963 döneminde bulunan Makarios ve diğer Rum liderler kurulan cumhuriyeti tamamen işlemez hale getirmişlerdi. EOKA ‘da cumhuriyeti ortadan kaldırmak için yer altı bağlantılarını arttırmıştı. 1963 yılında Makarios 13 maddelik anayasa değişikliliği istedi. Oysa Anayasa, uluslar arası antlaşmalarla güvence altına alınmış, tarafların çıkarları dengelenmişti. Rum tarafının istediği bu değişiklikler, cumhuriyetin özel statüsünü ortadan kaldırıyor, mutlak bir Rum egemenliğinin getiriyordu. 1962’de Türklere karşı şiddetini arttırmaya başlayan Rum silahlı saldırılarına Makarios’un bu talepleri eklenince büyük bir kriz patladı. Anayasa ve yasalar Rumlar tarafından fiilen uygulanmıyor, Rum çoğunluğunun istediği yönde kararlar alınıp yasal olmayan yollarla uygulamaya konuluyordu. Anayasa , yasalar ve cumhuriyet fiilen ortadan kalkmıştı.

3) Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Ortadan Kaldırılması

1963 yılında Rumlar Türklere ateşli silahlarla saldırmaya başladılar. Adanın değişik bölgelerinde saldırılar sürdü. Türk milletvekilleri, kamu yöneticileri silah zoru ile görevlerinden uzaklaştırıldılar. Radyo Rumlar tarafından işgal edildi.

Rumlar toplu ve düzenli bir biçimde saldırıya geçmişlerdi. Bu eylemler, önceden hazırlanmış bir plan dahilinde (akritas planı) yürütülüyordu. Planın amacı, adada Türkleri ortadan kaldırmak ve Kıbrıs’tan kaçmaya zorlamaktı. EOKA ve Ortodoks kilisesi kadar geniş bir Rum kesimi de Türklere karşı yapılan bu saldırının içindeydi.

Başpiskopos Makarios iki halka dayalı ve Türklerle Rumlar arasında denge sağlayan yapılanmayı baştan beri içine sindirememiş ve kurulan düzeni ortadan kaldırmış ve kurulan düzeni ortadan kaldırmak için kararlılık göstermişti. Makarios’un 1960-1963 arasında kamu oyuna yaptığı açıklamalarda da bu durum net bir biçimde görülür. Zaten daha sonraki dönemde, cumhuriyeti ortadan kaldırıp adanın Yunanistan’la birleşmesini sağlamak için 1963 yılında Akritas Planı’nın hazırlandığı kesin olarak ortaya çıkıyordu. Bu eylem Planı, Rum kaynakları tarafından da doğrulanmıştı.

1963 yılının sonlarında Rumlar saldırılarını iyice arttırmışlardı. Gizli olarak silahlanmış Rumlar birçok bölgede Türklere saldırıyorlardı. Türkiye garantör ülke olarak İngiltere ve Yunanistan’a çözüm için baş vurdu. Ocak 1964’te Londra da toplantı, bir sonuç alınamadan dağıldı.

Kıbrıs Cumhuriyeti fiilen son bulmuştu. Çünkü Cumhuriyeti oluşturan bütün yasal ve anayasal kurumlar ortadan kaldırılmıştı. Rum yönetimi silah zoru ile bu kurumları ya ortadan kaldırmış yada işlemez duruma sokmuştu.

1 Ocak 1964’te Makarios 1960 Antlaşmalarını tek yanlı olarak feshettiğini açıkladı. Artık her şey bitmişti.

BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964’te aldığı bir kararla BM Barış Gücü Kıbrıs’ta devreye sokuluyordu. Ancak barış gücünün adaya gelişi, eski yasal düzeyi sağlayamadı. Ada fiilen Rum yönetiminin işgali altındaydı. Atina’ya göre ise, Rumların Türklere saldırısı ve bütün cumhuriyet kurumlarını ortadan kaldırmaları "bir iç mesele" idi ve dışarıdan müdahaleye gerek yoktu. Çünkü Rumlar her şeye hakimdiler.Bu arada BM güvenlik konseyi büyük bir siyasal hata yapmıştı. Cumhuriyeti bütün kurumları ile ortadan kaldırma Rum tarafını ( ve Makarios’u) Cumhuriyet’in “meşru yönetimi imişcesine” kabul etmişti. Bu “kabul”, Kıbrıs’ta günümüze kadar sürecek olan yanlışlıkları ve uyumsuzlukları “başlatan” bir köşe taşı olacaktı. Oysa Rum tarafı, aynen Türk tarafı gibi, ortaklarından sadece bir tanesi idi. Cumhuriyeti oluşturan ortaklardan sadece birisi olan Rumlar, kağıt üzerinde Cumhuriyet’in meşru yönetimi olarak kabul edilmiş oluyordu.

Bu tarihi hata, “bilinçli bir biçimde “ işlenmişti. BM Güvenlik Konseyi’nde bu bilinçli hata işlenirken, Ankara’daki hükümet,
-Hem direnç gösterememişti
-Hem de bu bilinçli hataların ileride yol açacağı büyük sorunları görememişti.

Ankara’daki hükümet “zaaf göstererek” hem Türkiye’nin ulusal çıkarını koruyamamış hem de Kıbrıs Türk Halkı’nı, 1974’e kadar sürecek olan acılı günlerle karşı karşıya bırakmıştı.

Adada Cumhuriyet ortadan kalkarken Kıbrıs, fiilen Rumların hakim olduğu bir ada durumuna gelmişti. Türkler küçük bölgelere sıkışıp kalmışlardı. Türkiye ile ulaşım bağıntıları yoktu. Bu çok zor koşullar altında bile Kıbrıs Türkleri, kendi bağımsız yönetimlerini, Kıbrıs Türk Yönetimini kuruyorlardı. Ellerindeki sınırlı olanaklarla Rumlara karşı direniyorlardı. Ve BM’de yeni bir Kıbrıs dosyası açılacak, bugün bile sürmekte olan maraton başlayacaktı.

4) Belirsizlik, Haksızlık ve Acılı Yıllar (1964-1974)

103 köye yayılmış, büyük kentlerde etrafları tel örgülerle çevrilmiş yokluklar ve ızdırap dönemi başlıyordu. Rum saldırıları da, her fırsatta sürüyordu. Rumlar Sürekli silahları gibi Yunanistan’dan da adaya asker ve silah geliyordu. Adada İngiliz askerleri (üsler) vardı ve bunlar Türkleri koruyamıyordu. Ortadan kaldırılan anayasaya göre başkan yardımcısı olan DR. Fazıl Küçük Türkiye’den yardım istiyordu. Anayasa mahkemesi başkanı Prof. Forsthoff bir açıklama yaparak Rum tarafını, “anayasayı işlemez duruma soktuğunu belirterek “ suçladı.

Çok sayıda ölü, yaralı ve kayıp Türk vardı. Adada tam bir kaos yaşanıyordu. Yaşananlar dünya basınında da çıkıyordu. Türkiye'de ise büyük heyecan vardı. Rumların Türklere saldırmaları ve anayasayı ortadan kaldırmaları büyük tepki doğurmuştu. Büyük gösteriler yapılıyor, gazeteler manşetlerini bu haberle dolduruyordu. Kıbrıs’taki Türk alayı da “mahsur” durumdaydı. Çok kritik günler yaşanıyordu.

1964’te BM barış gücü askerleri adaya geldi. Bunların Rum saldırılarını engellemekten çok Rum tarafına “ büyük gelir sağladığını” görüyoruz. Barış gücü daha çok ara bölgelerde ve iki tarafa ayırtan Yeşil Hat üzerinde görev yapıyordu. Etkili bir askeri güç olmaktan çok, üniformalı turistler konumundaydılar. Esas olarak Rum tarafına “ muhatap” oluyorlardı.

BM, iki taraf arasındaki sorunları çözmek üzere, birde gözlemci atamıştı.Türklere silahlı saldırılar yanında tam bir ekonomik ambargo uygulanmaktaydı. Açlık tehlikesi baş göstermişti. İlaç ve gerekli maddeler bulunamıyordu. Türkler tam bir sefaletin içine itilmişlerdi. Türkler bölge bölge direnişe başlamışlardı. Bunların en önemlisi Erenköy bölgesinde oluştu. Burada küçük bir Türk kantonu kurulmuştu. Türkiye’den de gönüllü destek geliyordu. Daha çok Türkiye’deki Kıbrıslı Türklerden oluşan gençler,Rum baskısına rağmen, Anadolu dan bu bölgeye gizlice geliyorlardı.

Grivas 10 000 kişilik bir ordu zırhlı birlikler ile bazı Türk bölgelerine saldırdı. Türkiye’de jet uçaklarını göndererek buna karşılık verdi. Yunanistan dan sonra Türkiye de artık “işin içindeydi”. Türkiye’nin bu sınırlı müdahalesi bile Rumları biraz sindirdi.

1964 yılında şiddetlenen ve 1974’te sürecek olan olaylardan 1964 bir köşe taşıdır. (10) yıllık esaret dönemine belirleyen öğelerin çoğu bu yıl ortaya konmuştur.

1964’te neler oldu?

-Rumlar adada fiili bir denetim sağladı, çünkü silahlıydılar ve Türklerden çok fazlaydılar. Ayrıca hazırlıkları vardı.

-Ankara hükümeti pasif kaldı. Fiili olarak Türk jetlerinin “ sınırlı hareketi” ve Erenköy’e destek göze batan gelişmelerdi.

-Yunanistan adaya çok sayıda silah ve asker soktu. Yunan jetleri de Türklere saldırdı.

-Türkiye de sivil örgütler büyük eylemler yaptılar. Ancak bunlar , hükümete yansımadı.

-Amerika ve İngiltere aktif olarak devredeydiler.

-Makarios, Sovyetler Birliğini ve Bağıntısız Ülkelerin kendi taraflarına çektiler.

-Rumlar Türklere hem saldırdılar, hem de Türklere ambargo getirdiler. İstedikleri oluyordu. Bunun için bu gidişi durduracak bir “dış müdahaleye karşı çıktılar.

-İnönü Hükümeti, diplomatik girişimlerden yarar sağlayamadı, Kıbrıs Türkleri ezildiler saldırılara uğradılar. Oysa Türkiye garantör ülkeydi.

-BM’de ABD ve İngiltere ikili ilişkilerde NATO’da çok sayıda görüşmeler yapıldı. Türklerin durumunu düzeltecek ve Rumları durduracak bir sonuç alınamadı.

-Batı Dünyası genellikle kayıtsız kaldı. Ortaya çıkan tepkiler, olayların boyutunun altındaydı. Rumların saldırgan tutumlarına karşın BM ve batı 10 Mart 1964’te yaptığı hatayı sürdürdü. Kıbrıs cumhuriyetini işgal eden iki taraftan birini, “meşru yönetim” olarak kabul etti. Zaten bu haksız ve yanlış tutum, Rumların saldırganlığına da özendi.

-Makarios ile Atina ve EOKA arasında, bazen görüş ayrılıkları olmasına rağmen esas amaçları olam “Enosis”te" birleşiyorlardı. Makarios “adayı Helenleştirmekten” söz ederken, bazen, Yunanistanla birleşmek amacından biraz ayrılıyordu. Aradaki fark, birinde iki Helen devleti, diğerinde ise tek bir devlet anlayışı bulunması idi. Rumların hedefi çok açıktı. 1963 yılında hazırlanan Akritas planı doğrultusunda , Türkleri Kıbrıs’tan kaçırarak Enosise vermek istiyorlardı. Bu amaç içinde ;

-Uluslar arası anlaşmaları hiçe sayıyorlar,
-Türklere karşı sürekli olarak insanlık dışı eylemlerde bulunuyorlardı.

Batı, gereken sonuç alıcı tepkiyi vermiyor, Ankara hükümetleri de “ pasif” bir politikayı benimsiyordu.
Ve bu arada olan , Kıbrıs Türklerine oluyordu. 1967-1974 döneminde, Atina da, batının ihbar etmediği Albaylar Cuntası bulunmasına rağmen, Ankara sonuç alıcı gereken hamleleri yapamamıştı.

Bunu yapması için EOKA’cı ne Nikos Samson’un , işi kısa yoldan halletmek için büyük bir çılgınlık girişiminde bulunması gerekmişti. Bu çılgınlığın arkasında ise; Atina'da ki albaylar Cuntası vardı.
Zayıflayan konumlarını güçlendirmek için Makarios’un “sabırlı ve dengeli bir biçimde yürüttüğü, adayı Helenleştirme politikasını bozdular ve işi kestirmeden çözmek istediler. Bu ise, hem kendilerinin hem de adada ki Rum denetiminin sonunu hazırlayan bir serüven oldu.

5) Türkiye Hazırlanma Gereği Duyuyor

1963 olaylarından başlayarak Makarios’un ve Rum amaçlarının Enosis olduğunun 63’ü izleyen yıllarda iyiden iyiye açığa çıkması Kıbrıs Türklerinin çaresizliği Türkiye’nin “müdahale olanaklarının” sınırlı oluşu, Türkiye’de hem orduyu, hem de hükümetleri “hazırlanmaya götürdü.” Türkiye Enosis’e izin vermeyecek ve Kıbrıs Türklerinin adadaki varoluşlarının sürmesini sağlayacaktı. Ufuktaki büyük tehlike açık çık görülmeye başlamıştı. Türkiye Kıbrıs’ın bir Yunan ( veya Rum) adası olmasına izin veremezdi.

Tırmanmakta olan Rum saldırılarının “ durdurulması” için “fiili müdahale “ olasılığı giderek artıyordu. Sonunda Enosise set çekmek için askeri müdahale hazırlıkları başladı. Ordu çıkarma gemileri yapımını sürdürüyordu. Zürih ve Londra Antlaşmalarına göre Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile birlikte “ Kıbrıs üzerinde garantörlük hakkı olan bir ülkeydi. Üstelik Kıbrıs Anadolu’ya 40 mil yakınlarında doğu Akdeniz ‘e olağanüstü bir stratejik konuma sahipti”. Bölgenin en büyük ölçekli bölgesi olan Türkiye “ulusal çıkar alanına” sahip çıkmak zorundaydı.

Ege adaları zaten kaybedilmişti. İmroz ve Bozcaada dışındaki Tüm adalarda Yunan bayrağı dalgalanıyordu. Kaş’ın birkaç mil yakınında Meis bile bunlardan birisiydi. On iki ada ise bir hediye olarak 1947’de Yunanistan’ın cebine konmuştu.Türkiye yanı başındaki koskoca Kıbrıs adasının da Yunanistan’a Rumlara kaptıramazdı. Batı’da Ege yavaş yavaş Yunanistan tarafından tamamen kapatılmıştı. Türkiye hiç olmazsa güneyden, Akdeniz’den “nefes” almak istiyordu. Enosis, Türkiye’nin güney çıkışın da kapatılması demekti.

Türkiye geçen yüzyıldan beri süren “megali idea” ya dur demek gereksinimini duyuyordu. Yunanistan ile sürekli sorun yaşanmıştı ve yaşanıyordu da. Atina’nın içten içe yürüttüğü Türkiye karşıtı, 1963 olaylarından başlayarak fiili bir baskıya dönmüştü.

Bütün bu değerlendirmeler Türkiye’nin “Kıbrıs işini sıkı tutması” sonucunu doğuruyordu. Ordu bu konuda hükümetlerin bir adım önünde bulunuyordu.

Öte yandan Dr. Andrew Mango’nun da belirttiği gibi İngiltere Kıbrıs’ın idari ve siyasi yönetiminden, sömürgesinden geri çekilmişti. Kıbrıs’taki Türk varlığının siyasal, askeri, sosyal ve kültürel olarak korunması Türkiye’nin en doğal hakkı idi. Üstelik Zürih ve Londra Antlaşmalarından kaynaklanan garantörlük hakları vardı.

BM; ABD ve Avrupa ise, daha çok, öz evlatları olarak gördükleri Rumlara meylediyorlardı. Bu haksızlığa karşı durabilecek tek ülke ise Türkiye idi. Türkiye Girit’te; adalarda, B. Trakya’da yaşadığı haksızlıkları bir daha yaşamak istemiyordu.

Kıbrıs Türkleri konusunda yavaş yavaş bilinçlenen Türk kamuoyunda Ankara’daki siyasetleri etkiliyordu. Sivil toplum örgütleri büyük bir ” refleks” gösteriyorlardı. Kıbrıs Türklerine karşı yapılan saldırılar ve Enosis çabaları Kıbrıs sorununu “ulusal bir sorun” yapmıştı. Ordunun duyarlılığı yanında, meclis ve hükümetler de Kıbrıs sorununa duyarsız kalamazlardı.

Bütün bunlar, Türkiye’nin yaklaşan tehlike karşısında “hazırlık yapmasını” zorunlu kıldı. Türkiye artık Yunanistan’ın Ege’den sonra Doğu Akdeniz’e de genişlemesini sürdürmesine evet demeyecekti.Kıbrıs üzerinde, Türkiye ve Yunanistan arasında 1960’da kurulan “denge” Türkiye aleyhine bozulmamalı idi.
 

Kartal Gözü

Dost Üyeler
Katılım
6 Eki 2008
Mesajlar
1,388
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cevap: Tarih Boyunca Kıbrıs -1-

1974 Öncesi Durum Nasıldı ?

1974 öncesi yıllarda Makarios ve Rumlar artık 1964’te elde ettikleri fiili avantajları sonuçlandırmaya başlamışlardı. Türkleri, Kıbrıs Cumhuriyet’ini kuran iki ortaktan biri olarak değil, Rum yönetiminde yaşamaya mahkum bir “azınlık” olarak değerlendiriyorlardı. En fazla “sınırlı yerel otonomi” verebileceklerini söylüyorlardı. Eğer Türkler bunu kabul etmiyorlarsa, adayı terk etmekte serbesttiler. Adayı bir Rum adası olarak görmeye kendilerini alıştırmışlardı. Yunanistan’dan aldıkları silahlar dışında, Çekoslavakya başta olmak üzere bazı ülkelerden önemli silahlar almışlardı. Çok avantajlı bir konumdaydılar.

- Cumhuriyet 1963’te tamamen ortadan kalkmış olmasına rağmen Rum yönetimi “meşru yönetim” olarak tanınıyordu.

- Türkler adada küçük yerleşimler halinde dağınık durumdaydılar. Bazı bölgeler Türklerin denetiminde bulunmasına karşın ekonomik ambargo vardı ve çok zor koşullar içinde yaşıyorlardı. Türklerin dirençlerinin yavaş, yavaş tükeneceği inancı Rumlara hakimdi.

- Barışın görüşmeler yolu ile ve eski anayasal statüye döndürülerek sağlanmasını, “sürekli sabote edebiliyorlardı, Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklerini oyalayabiliyorlardı.”

- Türklerin içinde kaldığı bu haksızlığa dış dünyadan bir baskıda gelmiyordu.

Türkiye’de Ecevit başkan olmuştu. Türkiye’nin Batı ilişkilerinde, sosyal demokrat Ecevit’in bakış açısı farklı idi. Ortağı Erbakan ise, farklı nedenlerle Batı’ya soğuk bakan bir siyasal partinin lideri idi.Türkiye’deki bu değişim rüzgarı Ankara’nın Kıbrıs politikasına da yansıyacaktı.

Türkiye’de zaten 1963’ten beri, adadaki durumla ilgili olarak büyük bir rahatsızlık birikimi olmuştu. Rumlar adadaki Türk toplumunu ezmek ve baskı altında tutarak Türkiye’nin dış politikasına, “belirgin bir zaaf psikolojisinin” hissedilmesine neden olmuşlardı. Kuşkusuz Atina, Makarios’la aralarındaki bazı sorunlara karşı adaya büyük askeri destek sağlamıştı. Makarios’un ve Atina’nın uluslararası ilişkilerindeki konumları çok farklı olmasına karşın, adanın Rum denetimi altına girmesi, Kıbrıs ile Yunanistan arasında bütünleşme çabalarının yürütülmesi açısından ”ortak bir çizgi” vardı.
Diğer yandan;
“Makarios “bağlantısızlar” gurubu içindeydi. Moskova, Belgrat, Havana gibi merkezlere yakındı.

-Atina’daki Albaylar Cuntası ile Moskova çok soğuk, buna karşılık ABD ile ılımlı ilişkilere sahipti. Batı Avrupa Atina’ya mesafeli idi. B.Avrupa Albaylara soğuk bakmasına karşı Yunanistan’ı dışlamamıştı. Junta’yı “geçici” olara görüyorlardı. Her şeye rağmen Yunanistan, “ tarihsel ve kültürel nedenlerle” batının bir parçası olarak görülüyordu. Aynen Franco İspanyası gibi .

Kıbrıs’ta Makarios oyunu çok iyi oynuyordu. Uluslararası ilişkilerde “ hem batı hem de bağlantısız ülkelerle” sıcak ilişki içindeydi. Moskova da Makarios’a yakındı. Batı Sovyetler birliği ve bağlantısızlar, üçü de Makarios’un yakın bulduğu “ guruplardı.

-Batı’nın Hellenizme bakış açısı,
-Adanın NATO dışında oluşu ve “bağlantısızlar” içinde bulunuşu
-Ortodoks dünyasının (ve hristiyan dünyasının ) Makarios’un arkasında oluşları,
Makarios’un bu “bu çelişkiler” içinde her tarafı birden idare edebilmesinin temel nedenleri idi.

Ayrıca ABD’deki Yunan lobisi de Makarios’un arkasındaydı. Makarios işi zamana bırakmış, kendi değimi ile, Kıbrıs Türklerinin Akdeniz’in kızgın güneşi altında tere yağ gibi erimelerini bekliyordu. Acelesi yoktu. Zaman onun lehine çalışıyordu. Bu nedenle toplumlar arası görüşmelerden bir sonuç çıkması kesinlikle olanak dışı idi. Makarios eline geçirdiği fiili ve diplomatik avantajları bırakmayacakdı. ABD ve B. Avrupa Kıbrıs’ta Rumların 1963’den beri oluşturdukları fiili durumu yavaş, yavaş benimsemeye ve kabullenmeye başlamışlardı. Karşı taraf olan Türkiye ise bu dönem içinde oldukça pasif bir politika izlemişti. Makarios ve Rum yönetimi bu avantajlarının iyi değerlendiriyordu. BM’in misyonu “rutin” bir işlem halini almıştı.kimse elini taşın altına sokmak istemiyordu.

Bu konjonktürde “elini taşın altına sokması gereken” Ankara idi.

1969’da Rumlar arasında iç politik çatışma ve iktidar kavgası şiddetlendi. EOKA ile Makarios arasında ipler kopmuştu. Nikos Samson Grivas’ın Ocak 74’te ölümü ile Makarios’a cephe aldı. Samson bir terörist ve iktidarı ele geçirerek Enosis’i kısa yoldan sağlamak ve Atina’daki Albaylar Juntasına prestij kazandırmak istiyordu. Junta’da Samson’un arkasındaydı. Nikos Samson'un bir özelliği de aşırı bir “Türk düşmanı” olması idi. Bir çok cinayete karışmıştı.

Atina’nın kontrolün deki EOKA Nikos Samson 15 temmuz 1974’te Makarios’u devirmek için saldırıya geçti. Atina’nın tam desteğini alan Nikos Samson’un iki hedefi vardı:
-iktidarı Makarios’tan almak
-Türkleri adadan temizleyerek Enosis’i gerçekleştirmek

Ve Samson iktidarı ele geçirdi, Makarios bir İngiliz helikopteri ile adadan kaçtı.

Makarios’un akıllıca ve ince hesaplarla başarılı bir biçimde yürüttüğü, adayı Rumlaştırma politikası, Rumlar arası çatışma sonucu yara alıyordu. Rumlar çok büyük bir hata yapmışlardı. Aralarında hem iktidar hem de Enosis kavgasına tutuşmuşlardı. Adada hem Rumlar arasında hem de Rumlarla Türkler arasında kanlı çatışmalar başlamıştı.

Müdahale Türkiye İçin Kaçınılmaz Olmuştu

Ankara artık pasif kalamazdı. TBMM karar aldı. Ecevit İngiltere ile birlikte “müdahale” yapmak için Londra’ya gitti. Londra birlikte müdahaleyi kabul etmedi ve Türkiye 20 Temmuz 1974’te deniz ve hava kuvvetleri ile müdahale etti, adaya çıktı. Bu müdahale “hakkı” idi. Garantör bir ülke olarak, 1963’te yapması gerekeni ancak 1974’te yerine getirebiliyordu.

1963’ten beri Makarios’un, ve Rumların adada yürüttükleri uygulamaları ve izledikleri politikalar Rumların hiçbir zaman 1960 Kıbrıs Cumhuriyet’ine dönmeyeceklerini Ankara'ya göstermişti.Ankara artık adada yeni bir yapılanma istiyordu ve bu yapılanma şu hedefleri gerçekleştirmeliydi;

a) Adanın Yunanistan ile birleşmesi önlenmeliydi.
b) Kıbrıs Türkleri “Türkiye’nin doğrudan güvencesi altına” alınmalı idi.
c) Adadaki Yunan ve Rum askeri birikimine karşılık “askeri bir denge” sağlanmalı idi.

Dr. Andrew Mango’nun daha önce ortaya koyduğu gerçekli yaklaşım 1963-1974 döneminde “boşluk” dışında, gerçekleşiyordu. İngiltere sömürgelerinden çekilirken sömürgeler gerçek sahibinin eline geçiyordu.

Diğer bir bakış açısı ile de; 1960’da Kıbrıs’ta Türkler ve Rumlar (Türkiye ve Yunanistan) arasında barış yolu ile kurulan denge 1974’de, Rumların ve Atina’nın ihtirasları sonuçları, bu defa silahların gölgesinde gerçekleşiyordu.

Bu yöntemle sağlanan dengenin sorumlusu ne Türkiye ne de Kıbrıs’lı Türkler idi. 1963 yılında anayasa’yı ve Kıbrıs Cumhuriyet’ini silah zoru ile ortadan kaldıran Rumlar ile bu davranışa “kapalı destek veren” Batı idi.

Türkiye bu müdahalesi ile Yunanistan’ın Ege’den Doğu Akdeniz’e uzanan genişleme politikasına da son vermiş oluyordu. Megali Idea darbe yemişti.

Ulusal Çıkarları Korumanın Bedeli

1974 müdahalesi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde bir dönüm noktasıdır. 1937’de Hatay’ın bağımsızlığı ve 1958’de Türkiye’ye katılımı Türkiye’nin bir üçüncü ülkeyi işgali değildi. Fransa’nın sömürgelerinden çekilişi ve Hatay da Türk varlığının koruması bunu gerektirmişti. Kıbrıs’ta da, farklı koşullar altında olmasına rağmen, temelde aynı durum söz konusu idi.

Kıbrıs’ta İngiltere sömürgelerini bırakırken Türkiye, buradaki Türk varlığını koruyordu. Türkiye, bir başka ülke toprağını işgal etmiyordu. Aksine Kıbrıs’ta kurulan dengenin silahla bozulması karşısında,”uluslar arası anlaşmalardan doğan garantörlük hakkını” kullanıyordu. Türkiye’nin müdahalesi “meşru ve kaçınılmazdı” Aslında geç bile kalınmıştı. 1963-1974 arasında 11 yıl boyunca ada Türkleri Rumların hukuk dışı ve silahlı baskısı altında bırakılmıştı.

Başbakan Ecevit 20 temmuz sabahı oldukça “makûl ve masum” bir açıklama ile müdahalenin gerekçelerini Türk ve Dünya Kamuoyuna açıklıyordu.

-Türkiye adada barışı ve düzeni sağlamak için,
-Kan dökülmesini önlemek amacıyla,
-Anlaşmalardan doğan hakkını kullanıyordu.

Türkiye Kıbrıs’ın tamamını denetim altına almak için değil, belirli bir bölgesini denetimi altına almak için çıkıyordu. Temelde, adada Türklerle Rumlar, Türkiye ile Yunanistan arasında bir denge kurulması ve ada Türklerinin daha fazla “zarar görmemesi “ amaçlanıyordu.

Bu politikanın iki ayağı vardı.;

-Türkiye’nin 40 mil güneyinde, içinde Türk halkının da yoğun bir biçimde bulunduğu Kıbrıs’ta adanın tamamının Rum ( ve Yunan) egemenliği altına girmesini önlüyordu.

- Kıbrıs Türklerinin yıllardır yaşadığı haksızlıklara son veriyordu.

Türkiye’nin bu denizaşırı “müdahalesi “ Dünya’da bir bomba gibi patladı. Ancak uluslararası konjonktür Türkiye’nin lehine idi.

Şöyle ki;

a) Esas amacı Enosis olan 15 Temmuz 1974 Rum (Nikos Samson) saldırısının arkasında, Atina’daki askeri yönetim (Albaylar Junta sı) vardı ve Albaylar Junta sı Batı tarafından “soğuk bakılan” bir yönetimdi. Fransa’da bulunan muhalif Karamanlis, Avrupa’nın manevi desteğini almıştı.

b) ABD’de ise “yönetim boşluğu vardı. ABD ve Washington büyük skandallarla çalkalanıyordu. Dışişleri Bakanı Kissinger’de Kıbrıs’ta 1974 öncesi gelişmelerden rahatsızlığını açık açık ortaya koyan bir kişiliğe sahipti.

ABD’nin en büyük korkusu, “Türkiye ile Yunanistan arasında bir savaşın patlak vermesi” idi. Türkiye müdahale etmese,

Adada kanlı olayların yaygınlaşacağı,
Türk- Yunan savaşı olasılığının artacağı ve bunun bütün Ege’ye yayılacağı kuşkusu hakimdi.

Washington bu defa, 1964’de Johson’un yaptığı hatayı yapmadı. Yapamadı desek daha doğru olur. Çünkü böyle bir girişim bölgedeki ABD çıkarlarına büyük zarar verebilirdi.

ABD somut olarak bir girişimde bulundu; Atina’daki Albaylar Junta sı üzerinde, “Türkiye ile savaşa girmemeleri konusunda” baskı yaptı.

c) Sovyetler Birliği de Atina’daki yönetime karşı idi.EOKA Batı’nın Nikos Samson’un Atina’nın güdümümde olduğu ise açıkça görülüyordu. Bu nedenle Moskova’da Türkiye’nin müdahalesine sessiz kaldı.

Bu uluslararası konjonktür içinde Türkiye tarihsel süreç içinde “boşluğu, gecikme ile de olsa dolduruyordu”. Türkiye uluslararası konjonktürün sağladığı avantajı iyi kullanmadı.

- Hem ulusal çıkarlarını koruyor,
- Hem de Kıbrıs’taki kaosun genişlemesini ve Enosis’in gerçekleşmesini önlüyordu.

Harekat Sonrası

Uluslar arası antlaşmalardan da doğsa Batı’ya “bağlı ve bağımlı” bir ülkenin başını kaldırarak kendi ulusal politikasını ortaya koyması büyük rahatsızlık yaratmıştı.

Üstelik Libya başta olmak üzere bazı “asi çocuklar” Türkiye’ye destek vererek bayram yapıyorlardı. Türkiye Atatürk’ün ölümüyle sona eren ulusal bağımsızlık bayrağını yeniden taşımaya mı soyunuyordu. Soğuk savaşın hassas dengeleri içinde hem ABD hem Rusya bunun rahatsızlığı içindeydiler. Türkiye kendi “inisiyatifini kullanarak ulusal çıkarlarını koruyordu ve çizgi dışına “ çıkıyordu.

Atina Albaylar Junta sının denetimi altında olsa da Batı’nın bir parçasıydı, Kıbrıs adası ise İngiliz üstlerinin bulunduğu, ancak Makarios’un fiili yönetiminde Batı, Sovyetler Birliği, bağımsızlar arasında en büyük satrancını oynadığı bir alandı.

Şimdi Türkiye kalkıp tek başına haklı olsa da, kendi bildiğini okuyor, yeni sınırlar oluşuyordu. O günün soğuk savaş koşulları içinde ABD’nin ve Sovyetler Birliği’nin “izni ve desteği olmadan” böyle bir sonuç elde etmek büyüklerin koyduğu kuralların dışına çıkmaktı ve en önemlisi ,“Türkiye kötü bir örnek olarak büyüklerin başını ağrıtacak yeni uluslar arası girişimlere yol açabilirdi.

20 Temmuz barış harekatı Türkiye içinde de büyük bir hareketlenme yarattı. İç kargaşa içindeki Türkiye’de “ulusal bilinç ve çıkarları koruyabilme sevinci” bütünlük ve birleşme, inanç ve duygusunu doğurmuştu.

Yıllardır Kıbrıs konusunu gündeminde tutan gençlik, geniş halk kesimleri ve siyasal partiler, “ulusal çıkarları korumanın coşkusu içindeydiler. Basın ve TRT halkın sokağa dökülmesine, coşkulu kutlamaların yaşanmasına ortam hazırlıyorlardı. Bunlar şövenist eylemler değildi;

-Bir ezilmişlikten kurtulmanın sevinciydi
-Ulusal kimliğe öz güvene kavuşmanın göstergesiydi.
-Yıllardır dış baskılara ve “emperyalist yaklaşımlara” boyun eğmenin bir alın yazısı olmadığını ortaya çıkaran bir durumdu.

Sağcısı,solcusu bir bütün halinde, “bu baş kaldırıyı” kutluyordu.

1964’te ABD’nin baskısı ile Kıbrıs Türklerini kaderlerine terk etmek zorunda kalan Ankara hükümetleri bu defa boyun eğmemiş ve elindeki yetkiyi kullanma “cesaretini” göstermişti.

Öte yandan dünya’da “mazlum milletlerin” çoğu, Türkiye’nin bu girişimine alkış tutuyorlardı. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin arkasındaydılar. Sadece Türkiye de değil, dünya’nın “belirli kesimlerinde de bir değişim rüzgarı yaşamaya başlanmıştı. Olay sadece Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin sorunu olmaktan çıkmış, “özgürlük isteyen toplumların, dış baskıları karşısında ezilen ülkelerin” bir umut ışığı olmuştu.

Bu ise Washington için olduğu kadar Moskova içinde “tehlikeli” bir gelişmeydi. Üstelik bu gelişmeyi, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti başlatıyordu. Bu daha da tehlikeliydi.

Ve bütün bunlar üç kıta’nın birleştiği yerde, Doğu Akdeniz de , Orta Doğu Petrol bölgesinin yanı başında oluyordu. 1974’de Washington’dan ve Moskova’dan izin almadan bu bölgede “inisiyatif kullanmak” kimsenin haddi değildi. Ancak Türkiye bu kuralı bozmuştu.

Uluslar arası konjonktür uygundu, Türkiye’nin elinde “yetki belgesi” vardı ve Türkiye hazırlanmıştı, eski eksikliklerini gidermişti.

Türkiye 1960!ta “uluslar arası” antlaşmalarda kurulan ve sonra Rumlar tarafından bozulan dengeyi, tek başın, yeniden kuruyordu. BM şemsiyesi altında hiçbir sonuç alınmadan toparlıyor ve Kıbrıs’taki Türkleri kurtarıyordu. Hatay önlerinde böyle bir şey olmamıştı. Kıbrıs’ta bu durum farklıydı. Türkiye ve ada çevresinde örülen engeller bu defa “fiilen ve güç kullanılarak ortadan kaldırıldı.

Kıbrıs uyuşmazlığının 1974’de Türkiye’nin müdahalesi ile yeni bir zemine oturtulması, uluslar arası ilişkiler açısından çok önemlidir. Yalnız Türkiye bakımından değil iki bloklu soğuk savaş dengelerinde ezilen toplumların ve ülkelerin bilinçlendirilmesi bakımından da büyük önem taşımaktadır.
Üstelik bunu, ikinci Dünya Savaşından beri “bağlı ve bağımlı bir ülke” görünümündeki Türkiye yapmıştır. ABD’den ve NATO’dan izin almadan, kendi inisiyatifi ile gerçekleştirmiştir.

1974’den bu güne kadar Kıbrıs’la ilgili olarak yayınlanan “batı kaynaklı” kitaplarda, bu konu nedense gözardı edildi.


Müdahalenin Safhaları

20 Temmuz 1974’de Türkiye müdahale edince güvenlik konseyi toplandı ve ateşkes istendi. Türkiye ateşkes talebini yerine getirdiğinde Türk kuvvetleri dar bir alana sıkışmıştı. Girne’nin Doğu ve Batı’sından Lefkoşe’ye kadar uzanan çok küçük bir üçgen içindeydiler. Bu dar alan askeri açıdan güvensizdi. Rum ve Yunan tehdidine açıktı.

Öte yandan adanın diğer yörelerinde 103 köy ve kentlere dağılmış Türk nüfusuna karşı fiilen Rum saldırısı başlamıştı.Rumlar toplu katliam yapıyorlardı. Türk alayı da saldırıya uğramıştı. Rumların topyekün saldırıya geçmeleri, zaten yaşanmakta olan iç savaşı yaygınlaştırdı.

Cenevre’de Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının katılımı ile birçok konferans toplandı. Rumlar ve Yunanistan adada Rum çoğunluğunun hakim olduğu ünitel yapılanma dışında bir çözüme yanaşmıyorlardı. Konferans çıkmaza girmişti. Bu arada Kıbrıs’ta Türklere karşı saldırılar sürüyordu. Ateşkes yüzünden harekatı durduran Türk kuvvetleri dar bir alana sıkışmışlardı.

15 Ağustos 1974’de ikinci harekat başladı. Gazi Magusa, Lefkoşe-Güzelyurt hattının kuzeyi ile Batıda Erenköy bölgesi Türk Silahlı Kuvvetlerinin eline geçti. Kuzeydeki Rumlar Güneye itilmişlerdi. Ama Güneydeki Türkler, Rum kuşatması altındaydılar.

Daha sonra yapılan anlaşmalarla Güneydeki Türkler de kuzeye Türk bölgesine geçtiler. Türkiye Kıbrıs’ın (%36) sını denetimi altında tutuyordu. Ve kuzeye yerleşen Türkler artık Türkiye’nin güvencesi altındaydılar.

15 Ağustos 1974 müdahalesinde batıdan ve Sovyetler birliğinden tepki geldi. Önce Türkiye’nin, adanın tamamını eline geçireceği kuşkusuna kapıldılar. Sonra böyle olmadığını anlayınca biraz rahatlamıştı.

Türkiye’nin güvenli bir bölge oluşturarak, Atitta Hattı diye anılan ve bu zamana kadar süre gelen “sınırı” belirlemesi Batı’da Sovyetler birliğinde rahatsızlık yaratmıştı. Burası ” büyüklerin üzerinde oyun oynadığı arka bahçeleri” iken Türkiye gelip sınır belirlemiş ve ada Türklerini bu bölgeye toplamıştı. Kuzeyin Türkiye’ye ihlakı (taksim) veya Kıbrıs’ta bağımsız bir Türk devletinin oluşması olasılığı her iki blok için de rahatsızlık yaratıyordu.

Öte yandan;
a) Dünyadaki Yunan ve Rum lobisi büyük bir karşı atağa geçmişti. Basın ve yayın organları ve televizyonlar Türkiye karşıtı yayınlar yapıyordu.

b) Atina’da Albaylar Cuntası düşmüş, Karamanlis’in başkanlığında sivil yönetim iş başına gelmişti. Atina’nın Batı ile ilişkilerinde düzelme oluşmuştu. Atina, Batı’nın tam desteğini eline geçirmişti.

c) Moskova ise kendisi ile “flört eden” Makarios’un adaya tekrar hakim olmasına, Türkiye’nin Doğu Akdeniz den elini çekmesine arzuluyordu. Türkiye ne de olsa NATO ülkesiydi.

d) Özellikle batıdaki Ortodoks (ve Hristiyan) Dünyası Türkiye’yi aforoz listesi içine almıştı.
Bütün bu çevreler, ne Türkiye’nin haklılığını, nede Kıbrıs Türklerinin 1963-1974 döneminde çektiklerini artık düşünüyorlardı.

20 Temmuz 1974’de Türkiye’ye karşı çıkmayanlar 15 Ağustos 1974 sonrasında Türkiye’yi eleştirmeye başladılar. Oysa Türkiye, 1963-1974 döneminde Türkleri yavaş yavaş yok etmeye çalışan Makarios’u 1963’te fiilen işgal ettiği yönetimin başına yeniden getirmek için Kıbrıs’a çıkmamıştı. Ama Makarios, İngilizlerin yardımı ile N. Samson’dan kurtulduğu gibi yine onların yardımı ile adaya döndü.

Bu tarihten sonra BM gözetiminde Türk ve Rum yetkililer arasında sonu gelmez görüşmeler , toplantılar başladı. Rum tarafı şu çizgi içideki yerini hep korudu.;

-Adada Rum çoğunluk olduğu için “ çoğunluğa dayalı bir yönetim biçimi “ kurulmalı idi. ,

-Türk silahlı kuvvetleri adadan çekilmeli, ada uluslar arası bir gücün denetimi altına girmeli idi.

-Rumların siyasal kimliği (egemenlik hakkı) olmasına karşın Türklerin böyle bir hakkı olamazdı. Rumlar eşitliği , bu yönü ile hiçbir zaman kabul etmediler.

Türk tarafının çizgisi ise şöyleydi;

-Kıbrıs adasında Rumlar gibi Türklerinde eşit hakları vardı.

-Rum çoğunluğunu egemen kılınacak bir yapılanmaya izin veremezdi. Türkiye şu yada bu çözüm formülü içinde kendi yönetimlerini sağlayacaklardı.

-Türk silahlı kuvvetlerinin adayı uluslar arası bir güce devretmesi ise kabul edilemezdi Türkiye’nin garantörlüğü kaldırılamazdı.

Rumlar (ve Yunanistan) kafalarında sürekli olarak, “adanın uzun dönemde Rum yönetimine gireceği bir yapılanmayı sağlayacak formüller için” çaba gösterdiler . Türk tarafı ise adadaki Türk varlığının Türkiye’nin fiili güvencesi altında kalmasını sağlayacak formüllerle yeşil ışık yaktılar.
Bu iki yaklaşım arasındaki fark siyah ile beyaz kadar büyük olduğu için bu güne kadar bir “çözüm” sağlanamadı.

Aslında “çözüm” , Türkiye’nin müdahalesi ile gelmişti ve uyuşmazlık çözülmüştü.


Amerikan Ambargosu ve Türkiye’nin Öğrendikleri

ABD’deki Yunan lobisi ve Ortodoks çevreleri(ENOSİS)’i sağlayamamanın acısını Türkiye’den çıkarmak istiyorlardı. Kongre üstünde baskı yaptılar ve 1975’te Amerikan silah ambargosu geldi. Gerekçe, ABD yapımı NATO silahlarının “müdahale”de kullanılmasıydı. Üretimin durdurulması konusunda Ecevit hükümetiyle ABD konusunda ambargo konusu ortaya çıkmıştı. Washington Ankara’ya hükümet Afyon üretimini durdurmaz ise ambargonun gelebileceğini söylemişti. Ankara buna “ hayır” dedi.

Arkasından Kıbrıs Barış harekatı geldi. Adeta iki ayrı şey birleştirilmişti. ABD en önemli NATO müttefikine 1975’te ambargo koymaya karar verdi. Oysa Yunanistan ‘da Kıbrıs’ta 1963’ten beri NATO silahlarını Türklere karşı ( uçaklar ve gemiler dahil) bol bol kullanmıştı. Ambargo tek taraflı geldi ve sadece Türkiye’ye uygulandı. Yunan lobisi Washington’u ve kongreyi istediği yola sokmuştu.

Ankara 1964’deki Johnson mektubundan sonra ABD’den ikinci darbeyi de silah ambargosu ile öğreniyordu. 1978’de kalkacaktı. Çünkü 1978’de İran büyük bir kargaşa yaşıyordu ve Amerika karşıtı bir dini rejimin geleceği belli olmuştu. Bu durumda ABD Elbrus Dağları üzerinde kurulan ve Sovyetler birliğini dinleyen “tesislerini” kullanamayacaklardı. Bu sistemi Türkiye üzerinden sağlaması gerekiyordu.

Kaderin bir cilvesi olarak “mollaların “ devrimi, ambargoyu kaldırmasına neden oluyordu.

1975-1978 Amerikan silah Ambargosu Türkiye ye yeni bir şey öğretti. TSK dışarıya bu denli bağımlı tutulamazdı. Türkiye artık, ulusal savunma sanayinin kurulması için ilk defa ciddi adımlar atıyor ve silah alımında da çeşitlilik uygulanmasına geçiliyordu. 1947’de Marshall yardımı ile başlayan ve NATO’ya giriş ile unutturulan ulusal savunma sanayi yeniden gündeme gelmişti.

Türkiye, “balık” üzerinde söylenen Çin atasözünü nihayet hatırlıyordu.Kendi balığını tutmasını öğrenecekti.

Kıbrıs barış harekatı Türkiye’ye başka bir gerçeği de göstermişti; ikinci dünya savaşı sonrası ve batı Amerika şemsiyesi altına alınan Türkiye, “Batı tarafından gerçekten benimsenmiş değildi” Batı için bir ileri karakol görevi düşünülmüştü. Oysa Türkiye, kendisini batının içinde, batı tarafından benimsenmiş bir ülke zannediyordu.

1974 sonrasında ABD’nin ve Avrupa’nın Yunanistan’ın ve Rumların tarafını tutmaları, batı medyasının Türkiye’nin haklı olduğu yönleri sistematik bir biçimde göz arda etmesi gerçekleri Türkiye’nin gözleri önüne sermişti.

Yunanistan ve Rumlar Batı’nın öz evlatları, Türkiye ise işlerine geldiğinde batı içinde gösterilen bir ülke idi. Ankara’dakiler artık dış politikasının bazı değişikliklere uğraması gereksinimini hissediyordu.

Ama Türkiye iç “kargaşaya” gömülmüştü. Sağ- sol çatışması adı altında hırpalanıyorlardı. Arkasından gelen üç yıllık askeri rejim de Amerika’ya sıkı sıkı bağlıydı.

Türkiye’nin Kıbrıs politikasına ulusal çıkarları gözetecek kararlı bir refleks göstermesini engelliyordu. Buna rağmen, 1975’de Kıbrıs’ta Türkler Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurdular. 1983’te de Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edildi.

Bu arada Yunanistan 1981’de AYT’nin (Avrupa Birliği’nin)tam üyesi olabilmişti. Artık Avrupa’nın Kıbrıs Politikası’nda da daha da etkiliydi. Bu etki , ileride, AYT’nin AB’nin Kıbrıs konusunda inisiyatifi BM’den ve ABD’den Avrupa’ya kaldırılmasında rol oynayacaktı.

KKTC’nin Kuruluşu ile Başlayan Dönem,

15 Kasım 1984’de Kıbrıs Türkleri, Kuzey Kıbrıs Türk Federasyonunu Mecliste Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet’ini ilan ederek yeni bir oluşum sağladılar. Türkiye bu devleti tanıdı. Rauf Denktaş KKTC’nin Cumhurbaşkanı oldu.

Ana yasa ile, tüm devlet kurumlarıyla işleyen bir demokrasi vardı. Kıbrıs Türkleri zaten demokrasiye çok yatkındılar, demokrasi kültürü yüksek düzeydi.

Yıllar geçtikçe KKTC’deki demokratik işleyiş, B. Avrupa’daki ülkelerden farksız duruma geldi.

Bu arada, daha 1964’deBM gözetiminde başlayan ikili görüşmeler rutin bir işlem gibi sürmekteydi. Rumların ve Türklerin pozisyonlarında değişiklik yoktu. Rumlar hala, çoğunluğun (Rumların)egemen olduğu üniter bir devlet peşindeydiler. TSK’nin çekilmesini istiyorlardı.

Türkiye ve KKTC ise Kıbrıs’ın Rum olduğu kadar Türk olmasını, Rumların sahip oldukları siyasal kimliğe Türklerinde kavuşmasını talep ediyorlardı. Bu durumda ortak bir anlaşma zemini oluşturmak olanağı ortadan kalkıyordu. Yunanistan’ın ve Rumların “Kıbrıs’ta egemen olmak amaçlı kaybolmamasındaki” temel nedene gelince; ABD ve Avrupa Yunanistan’a ve Rumlara Türkiye’ye karşı destek verdikleri için, Yunanistan ve Rumlar, önünde sonunda Türk tarafının Batı yardımı ile çökertileceğine inanıyorlardı.

Oysa ABD ve Avrupa Türkiye ve Yunanistan’ı eşit mesafede dursa, Rumlar ve Yunanistan adil ve dengeli bir anlaşma noktasına gelebilirlerdi.

1963’den beri ne ABD, nede Avrupa bunu yapmadı. Mart 1964’de BM işgalci Rum yönetiminin “meşru hükümet” olarak tanınması ile başlayan hatalar zinciri, ABD ve Avrupa tarafından sürdürüldü. Buda, Rumların ve Atina’nın , adanın tümünde egemen olma düşüncelerini korumalarına neden oldu. Kıbrıs uyuşmazlığındaki esas çıban başı budur.

Buna bağlı olarak Mart 1964’den bu güne kadar BM gümrük konseyinde Kıbrıs uyuşmazlığına ilişkin çıkan kararlar “tek yanlı” olma özelliğini sürdürdü. 1974’den sonra Türkiye ve Kıbrıs Türkleri haksız yere suçlandı.ABD ve Avrupa’nın ağırlığını taşıyan bu kararlar, Rumlar ve Yunanistan’ın anlaşma zemini oluşturmamalarında temel etken oldu.

-Rumların 1963 ve 1964’de anayasayı fiilen ortadan kaldırdıklarını ve Türkleri yerlerinden atarak silah zoru ile yönetimi ele geçirdiklerini kimse hatırlamak istemedi.

-1963-1974 döneminde Kıbrıs Türklerinin Rumlar tarafından nasıl ezildiği görülmek istenmedi.

-Hatta Zürih ve Londra anlaşmaları gözardı edildi.

-Batı adadaki Rumlara ve Türklere farklı bakıyor, Türk-Yunan ilişkilerinde de Yunanistan’ı sürekli kayırıyordu.

-Rumların ve Yunanlıların hukuk ve insanlık dışı davranışlarına göz yumuyorlardı.

Bu koşullar altında Rumların ve Yunanlıların “adil ve dengeli” bir çizgiye çekilmeleri olanak dışına çıkıyordu. ABD ve Avrupa olaya sahiplenmişti ve Rumlar lehine çözmek istiyorlardı.

1963’den bu güne kadar ortaya konan belgeleri ve fiili gelişmeleri inceleyen bir insan bu gerçeği çok açık bir biçimde görebilirdi.

DİPNOTLAR:

"ENOSİS = Yunanistan'la birleşme" çabalarının, Nikos Sampson'un Makarios'u deviren darbesiyle pratiğe sokulmuş olmasıydı. 1955'te EOKA'nın kurulmasıyla Türklere yöneltilen kıyımın son aşamasına vardığı anlaşılıyordu. Dokuz yılda binlerce Türk öldürülmüş, on binlercesi oturdukları yerlerden çıkartılıp göçmen durumuna düşürülmüştü. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'na ve anlaşmalara göre garantör devlet olan Türkiye'nin ırktaşlarını koruma girişimlerini İngiltere, Amerika ve NATO o zamana kadar hep frenlemişlerdi. Atina'daki askeri cuntanın durumunu pekiştirecek böyle bir darbenin komünizmle mücadele için yararlı olacağı düşüncesindeydiler. 150 bin Türk onların politikasına feda olsa ne çıkardı!..

Ecevit'in Londra'dan, İngiliz hükümeti tarafından adeta tersyüz geri gönderilmesi, Amerikalı diplomat Sisco'nun bazen tehdide varan, bazen de sululaşan aracılığı Batılı müttefiklerimizin bizi hiç de önemsemediklerini gösteriyordu. Sampson'un Makarios'u öldürememiş olması darbeyi etkisiz bırakmış, Rumlar bir yandan Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıs'taki Türk birliğine saldırırken, diğer yandan da birbirlerini kırmaya girişmişlerdi. İngiltere ile Amerika sadece Türk müdahalesini olabildiğince geciktirip oldu bittiyi Türkiye'ye kabul ettirecek bir ortamın belirmesi için zaman kazanmayı tasarlıyorlardı. Ne Türk hükümeti ne de Türk Silahlı Kuvvetleri bunu yutmak niyetindeydi. Hala 48 saat süre isteyip "Yeni bir Amerikan formülü" getirmeyi öneren Sisco'ya harekatın başlamış olduğu bildirildi.

Türk uçakları havadan Türkçe ve Rumca yazılı "Barış ilanları" atarken Başbakan Ecevit de basın toplantısında Rumlara mesaj yolluyordu:

"Kıbrıs'ta tedhişçiliğin ve diktatörlüğün bütün dehşetini yaşamış olan Rumlara hitap ediyorum... Bu tedhişçilerin ortaya çıkmasına sebep olmuş toplumlararası düşmanlıkları ve çekişmeleri geçmiş günlerin karanlığına gömünüz. Bu zaferi çabuklaştırmak için Türk kardeşlerinizle el ele veriniz. Onlarla birlikte yeni özgür ve mutlu bir Kıbrıs yaratınız. Biz oraya canınızı yakmaya değil, yardıma geldik. Biz oraya nefretle değil, sevgiyle geldik. Biz orada sizinle dövüşmek için değil, ızdırabınızı dindirmek için bulunuyoruz."

Yunanlıların "Atilla Harekatı" adını verdikleri "Barış Harekatı", ismine layık bir sonuca kısa zamanda ulaştı. Dördüncü gün cunta devrildi ve Yunanistan demokrasiye döndü. Rumları birbirine düşüren Sampson çekilmek zorunda kaldı. Cuntanın kararını protesto ederek istifa etmiş olan Atina'nın Ankara Elçisi Kozmodopulos, hükümeti kuran Karamanlis tarafından tekrar Ankara'ya bir dostluk mesajıyla gönderildi. Gelgelelim, kendilerini dünyaya nizam vermekle yükümlü sayanlar bu Türk cüretini bir türlü hazmedemediler. Türkiye'ye ambargo kondu. Kıbrıs Türklerine güvenceler ve haklar hep reddedildi. Bunun karşılığında Yunanistan da, ağabeylerinin silah sanayilerine para kazandırarak diyetini ödeme yolunda hiçbir katkısını eksik etmedi.

Megali Idea : Kelime anlamı ile "Büyük İdeal, büyük fikir" demektir. Bu fikre ve ilkeye göre, 1453'de Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilen İstanbul tekrar ele geçirilecek, Yunanistan, Girit, Rodos, Kıbrıs, Anadolu ve ta Büyük İskender'in uzandığı İskenderiye'ye kadar olan topraklar işgal edilerek, bir Helen İmparatorluğu olarak kabul edilen büyük Bizans İmparatorluğu kurulacaktır. Bu imparatorluğun başkenti ise eski Bizans'da olduğu gibi hala "Konstantinopolis" diye andıkları İstanbul olacaktır. Megali İdea fikri ilk kez Rigas Ferreros adlı bir Rum tarafından gündeme getirilmiştir. Rigas Ferreros, bu amaçla ilk Megali İdea haritasını 1791-1796 yılları arasında Bükreş'te hazırladı ve 1796 yılında Viyana'da yayınladı. Megali İdea'nın yaşatılması ve nesilden nesile aktarılması görevini Rum Ortodoks kilisesi ve Ortodoks mezhebinin merkezi olan İstanbul'daki Patrikhane üstlenmiştir. Kilisenin bu amaçlarını ve eylemlerini gerçekleştirmek için Osmanlı İmparatorluğunun kendisine tanıdığı geniş hoşgörüden yararlandığı inkar edilemez bir gerçektir. Örneğin 1754 yılında Padişahın yayınladığı bir fermanla, Başpiskopos, adanın ikinci politik ve nüfuzlu kişisi olma hakkını kazanmıştı. Bu tarihten itibaren Başpiskopos'a "Ulusal Lider" anlamına gelen "ETNARH" denmeye başlanmıştı.

Megali İdea çerçevesinde 1821 yılında Mora isyanı patlak vermiş ve Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasından sonra Megali İdea haritası içinde yer alan toprakların ele geçirilmesi için faaliyete başlanmıştır.

Nitekim daha sonra Girit, Rodos, 12 adalar ve diğer Ege adaları ele geçirilmiş, Anadolu'ya asker çıkarılmıştır. Ne var ki Anadolu'da Atatürk önderliğindeki Türk Halkı, Kıbrıs'ta ise Anavatan Türkiye desteğindeki Kıbrıs Türk Halkı tarafından, hedeflerine ulaşmaları engellenmiştir.1919-1922 yıllarındaki Türk Kurtuluş Savaşı'nın Yunanlıların yenilgisiyle sonuçlanması bu fikre büyük darbe vurmuştur.

Önemle vurgulanmalıdır ki, Yunanistan ve Kilise bu çabalarında başta İngiltere ve Çarlık Rusyası olmak üzere her zaman Batılı ülkeler tarafından desteklenmiştir.
 

Kartal Gözü

Dost Üyeler
Katılım
6 Eki 2008
Mesajlar
1,388
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cevap: Tarih Boyunca Kıbrıs -1-

Çalışmanın orjinali için

>>>tıklayınız<<<


emeği geçenlere teşekkür ediyorum.

saygı ile,



KIBRIS KRONOLOJİSİ

1570- Osmanlı Ordusu Lamaka'ya çıktı

1571- Kıbrıs Osmanlı devleti tarafından fethedildi ve ilk Türk cemaati adaya yerleştirildi..9 Eylül'de Lamaka 1 Ağustos'da Magosa zapt edildi.

1878- Ruslar karşısındaki yenilgide fazla ödün vermemek için, ada Britanya İmparatorluğu'na kiralandı (Osmanlı mülkiyeti devam ediyor sayılmakla birlikte, yönetim tamamen İngilizlere geçti).

1914- İngiltere adaya tamamen el koydu.

1923- Lozan Barış Antlaşması'nın 20. Maddesi gereğince, Türkiye adanın İngiltere'ye ilhakını kabul etti.

1925- Kıbrıs Crown Colony olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı.

1931- Rumların Enosis isyanı başladı.

1943- İngiltere güdümlü 'Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu' (KATAK) kuruldu, ancak gelişemedi.

1944- Doktor Fazıl Küçük, 'Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi'ni kurdu.

1950- Yunanistan hükümeti, Birleşmiş Milletler'e ulusların kendi kaderlerini tayin haklarının Kıbrıs için de uygulanması yolunda başvuruda bulundu.

1954- Yunanistan, Birleşmiş Milletler'e Self-Determinasyon için başvurdu. Türkiye karşı çıktı. Birleşmiş Milletler, Yunan talebini reddetti.

1955- Türkiye ilk kez sorunda taraf olmayı kabul etti ve 29 Aralık'ta Londra'da İngiltere ve Yunanistan'ın katıldığı toplantıda, Türkiye de temsil edildi.
Yunan terör örgütü EOKA 1 Nisan'da adada faaliyete geçti.

1956- İngiliz hükümeti, Başpiskopos Makarios'u Seyschelles Adaları'na sürdü.
Birleşmiş Milletler'de Türkiye ilk kez, 'taksim' tezini açıkladı.
İngiltere, askeri üssünün kalması koşuluyla 'Self-Determinasyon'u kabul etmeye yanaştı.

1957- NATO arabuluculuk görevini üstlenince, EOKA geçici olarak ateşkes ilan etti.
Makarios serbest bırakıldı.
15 Kasım'da Türk Mukavemet Teşkilatı kuruldu.

1958- Kıbrıs'ın İngiliz Milletler Topluluğu içinde kalmasına ama Türkiye ve Yunanistan'la da bağlara sahip olmasına dayalı 'MacMillan Planı' gündeme geldi.

1959- İngiltere Başbakanı ve üç devletin dışişleri bakanlarının katılımıyla Zürih Antlaşmaları onaylandı. Cemaat temsilcileri olarak Makarios ve Dr. Küçük de toplantıya katıldılar.

1960- Kıbrıs Anayasası imzalandı. Adaya simgesel Türk ve Yunan birlikleri yerleştirildi. Makarios cumhurbaşkanı, Fazıl Küçük Cumhurbaşkanı yardımcısı oldu.

1963- 21 Aralık'ta Noel katliamı ile EOKA, Türk cemaatine karşı 'etnik temizleme ve adadan kaçırma' politikasını doruğa çıkardı. Eylemleri 1964 Ağustos'unun ortalarına kadar sürdü. 30 Aralık'ta ise Makarios 13 maddelik anayasa değişikliği önerisini açıkladı ama Türkiye buna karşı olduğunu bildirdi.

1967- Yunanistan'da ordu yönetime el koydu ve 1974'e kadar iktidarda kaldı. Subaylar halkın desteğini elde etmek için Kıbrıs'ta EOKA'ya desteği arttırdılar. Türkler iyiden iyiye gettolara sıkıştırılmaya başlandı. Yunan ordusunun 15 bin askeri, gayri resmi olarak adaya yerleştirildi. Türklere karşı sürdürülen soykırımın kesilmesi için Türk ve Yunan başbakanları arasında düzenlenen toplantı da bir sonuç vermeyince, Türkiye askeri müdahalede bulunacağını açıkladı.
Yunanlılar üç Türk köyünden geri çekilirken arkalarında 24 ölü bıraktılar.
TBMM hükümete müdahale yetkisi verdi. Türk uçakları Kıbrıs üzerinde uçmaya başladı. Donanma ve çıkarma birlikleri harekete geçti. ABD'nin arabuluculuğuyla Yunan birliklerinin geri çekilmesi sağlanınca, Türk harekatı durduruldu.
1964'ten beri Türkiye'de bulunan Rauf Denktaş gizlice adaya gitti. Denktaş, Yunanlı tutuklandı ama Türkiye ve ABD'nin baskısıyla iade edildi.

5 Temmuz 1974- Yunanlı subayların yönettiği Ulusal Muhafız Örgütü, Cumhurbaşkanı Makarios'u devirdi ve EOKA-B önderi Nikos Sampson'u 'cumhurbaşkan' ilan etti.
Bu hareketle, Enosis'in gerçekleştirilmek istendiğini anlayan Türkiye, garanti anlaşması uyarınca İngiltere'yi ortak eyleme davet etti. İngiltere'nin katılmaması üzerine, 19 Temmuz'da Türk çıkarma gemileri denize açıldı ve 20 Temmuz'da denizden çıkarma ve havadan indirmelerle Girne bölgesi kontrole alındı. Ancak Yunan birliklerinin adada garantör olarak bulunan Türk birliğine saldırması çarpışmaları bütün ada yüzeyine yaydı. 22 Temmuz'da Birleşmiş Milletler'in çağrısına uyularak ateş kesildi. Bu girişim sonucu, Kıbrıs'ta Nikos Sampson, Yunanistan'da ise askeri cunta devrildi ve Yunanistan demokrasiye döndü.

16 Ağustos 1974- Cenevre'de sürdürülen barış görüşmelerine rağmen Yunanistan hiçbir uzlaşmaya yanaşmak niyetinde olmadığını gösterdi. Aksine köylerdeki Türkleri öldürmeye devam ettiler. Bunun üzerine Türk ordusu adanın yüzde 37'sini kontrol altına alacak kadar ilerledikten sonra ikinci harekatı sona erdirdi.

1975- 13 Şubat'ta, Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu.
Ayrıca, aynı yıl içerisinde BM gözetiminde nüfus mübadelesi gerçekleşti.

1977-79- Denktaş-Makarios (1977) ve Denktaş-Klerides (1979) ile Doruk Anlaşmaları imzalandı. Bu anlaşmalarla, Kıbrıslı Rumlar ilk kez iki kesimli, iki toplumlu federal bir çözümü benimsedi.

1982- Papandreu, Şubat 1982'de Kıbrıs'ta yaptığı konuşmada "Kıbrıs'ın Helenizmin bir parçası" olduğunu söyleyerek, Kıbrıs sorunu ile ilgili bütün tarafların katılacağı bir "uluslararası konferans" toplanması gerektiğini ekledi.
BM Genel Kurulu, Rum tarafının başvurusu üzerine Ada'daki "işgal ordusu"nun derhal çekilmesini ve mültecilerin "isteğe bağlı olarak" geri dönmelerini tavsiye eden kararını aldı. Bunun üzerine KTFD Meclisi, 17 Haziran'da radikal bir adım atarak "Kıbrıs toplumunun self-determinasyon hakkı"na ilişkin bir karar aldı.

1983- 15 Kas1983'te, KTFD Meclisi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) adında bağımsız bir devlet kurulduğunu dünyaya ilan etti. KKTC'nin kurulması, Rum tarafının, Yunanistan'ın ve Batılı devletlerin yanısıra BM Güvenlik Konseyi'nin de tepkisini çekti.
Güvenlik Konseyi, 18 Kasım'da aldığı bir kararla bağımsızlık kararını kınadı. Türkiye'ye yakın bazı devletler KKTC'yi tanımanın eşiğine gelmişlerdi ki, ABD ve İngiltere'nin baskıları ile bu kararlarından vazgeçtiler. 13 Mayıs 1984'te de BM Güvenlik Konseyi 550 sayılı kararı ile KKTC'nin ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak tanımladı.

1984-1990- KKTC'nin kurulmasından sonra toplumlararası görüşmeler yeniden başladı. KKTC kurulurken, 1977-79 Doruk Anlaşmalarına atıfta bulunularak, iki toplumlu, iki kesimli federal bir çözüme kapılar açık bırakılmıştı.
Görüşmeler sürecinde; New York'ta 17 Ocak 1985'te ve 29 Mart 1986'da BM Genel Sekreteri'nin hazırlamış olduğu 'Kıbrıs Üzerine Anlaşma Taslağı', Kıbrıs Türkleri tarafından kabul edilip, Rumlar tarafından reddedildi.

1990- BM Güvenlik Konseyi, bu tarihte 649 sayılı kararını aldı. Bu kararla BM, Ada'daki her iki tarafı da, kabul edilebilir bir çözüm bulma yolunda çaba göstermeye çağırdı. Aynı karar böyle bir çözümün iki toplumlu, iki kesimli bir anlayışa sahip olması ve çözümün siyasi olarak iki eşit toplum liderinin direkt görüşmeleri yoluyla sağlanması gerektiğini vurguladı. Kararın, Kıbrıs Sorunu'nu 1974'te değil de, 1960'lara hatta öncelerine dayandırması bir başka önemli nokta idi. 1990 Temmuz'unun ilk haftası içinde Kıbrıs Rum Yönetimi "Kıbrıs" adına AB'ye üyelik için başvurdu. BM'nin ve Türk tarafının uyarılarına rağmen topluluk 11 Eylül 1990'da bu başvurunun normal süreç içinde değerlendirilmesini kararlaştırdı.

1991- Turgut Özal, 1991'de Kıbrıs konusunda bir 'dörtlü konferans' toplanmasını önererek, o güne kadar sorunun iki toplum arasında görüşülmesi gerektiğini savunagelmiş olan Türkiye'nin bu anlayışına da değişiklik getirdi. Özal'ın önerisine göre Kıbrıs sorunu; KKTC, Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye ve Yunanistan arasında ele alınmalıydı. 28 Haziran 1991'de BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar, BM Güvenlik Konseyi'ne sunduğu raporda Türkiye'nin önerdiği Dörtlü Doruk Toplantısı'nı kabul ettiğini belirtti.

1992- 100 paragraftan oluşan BM Fikirler Dizisi, tarafların onayına sunuldu. New York'ta sürdürülen görüşmelerin ardından BM Genel Sekreteri Butros Gali, toprak düzenlemeleri ve anayasal konuların tümünü kapsayacak bir paket anlaşma hazırladı. Türk tarafı 100 paragraftan 91'ini onayladığını açıkladı. Rum tarafında ise, Kıbrıs Rum lideri Yorgo Vasiliu paketi onaylarken, daha sonra iktidara gelen Glafkos Klerides, bu pakete karşı çıktı.

1993- AB, Haziran 1993'te Kıbrıs'ın tam üyelik için gerekli şartları taşıdığını belirten görüşünü yayınladı. Aynı yıl Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi arasında Ortak Savunma Doktrini imzalandı.

1994- BM Genel Sekreteri Butros Gali'nin girişimleriyle ortak anlaşma zemininin oluşturulması amaçlı Güven Arttırıcı Önlemler Paketi' düzenlendi. ABD'nin destek verdiği pakete Rum tarafı karşı çıkınca 1994'te rafa kaldırıldı.

1996- 3 Haziran'da bir Kıbrıslı Rum asker, BM denetimindeki bölgede bir Kıbrıslı Türk asker tarafından vurularak öldü.
11 Ağustos 1996'da Kıbrıslı Rum motosikletçiler, Yeşil Hat'tı geçmeye kalkışınca Kıbrıslı Türk göstericiler ve Türk askerleri ile çatıştı. 70'ten fazla kişi yaralandı. Bir Kıbrıslı Rum öldü.
14 Ağustos 1996'da Kıbrıs'ta Derinya bölgesinde Türk güvenlik güçleri, Türk bayrağını indirmeye kalkışan bir Rum gencine ateş açtı. Rum genç hayatını kaybetti.
8 Eylül 1996'da Güney Kıbrıs tarafından açılan ateş sonucu bir Türk askeri öldü, biri yaralandı.
13 Ekim 1996'da Kıbrıs Türk kesimine geçen bir Rum, Kıbrıslı Türk askerlerince öldürüldü.
6 Şubat 1997'de Kıbrıslı Türk ve Rumlar birbirine ateş açtı. Ölen ya da yaralanan olmadı.

1997- 4 Ocak'ta Kıbrıslı Rumların, Rusya'dan S-300 yerden havaya 150 km. menzilli füze alımına ilişkin anlaşmaya imza koyması uluslararası arenayı ve dolayısıyla hassas Türk-Yunan ilişkilerini karıştırdı.
Türkiye, Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tehdit edecek herhangi bir gelişmeye göz yummayacağını açıkladı. İngiltere ve BM de anlaşmaya sert tepki gösterdi. 24 Şubat 1997'de AB, Kıbrıs'ın AB'ye tam üyeliğine ilişkin geleneksel tavrını değiştirerek, Kıbrıs'ın AB'ye tam üyeliğinin gerçekleşebilmesi için Ada'da önce siyasi bir çözümün şart olduğunu açıkladı. Yunanistan da bu açıklamaya tepkilerini bildirdi. AB, ilk defa topluluğa tam üyelik konusunda Kıbrıs Türklerinin de dikkate alınması gerektiğini, tam üyelik görüşmelerine Ada Türklerinin de katılması gerektiğini belirtmek suretiyle net bir şekilde ifade ediyordu. Yunanistan Dışişleri Bakanı Theodoros Pangalos, bu açıklamaların hemen ardından AB'nin Doğu'ya doğru genişlemesini veto edeceğini açıkladı.

1999- AB'nin 10-11 Aralık 1999'da yaptığı Helsinki zirvesinde Türkiye'nin AB'ye tam üyelik için adaylığı resmi olarak kabul edildi. Türkiye için tarihi bir öneme sahip olan bu zirvenin sonuç belgesinde genişleme sürecindeki Türkiye'nin konumu ve Kıbrıs sorunuyla ilgili özel maddeler de yer aldı.
Buna kapsamda "Avrupa Birliği Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey'in üyelik konusundaki kararı, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu konuda, Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır" ifadelerine yer verilmiştir.

2000- AB Komisyonu'nun 7 Kasım 2000'de açıkladığı ve Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecindeki "yol haritasını" çizen Katılım Ortaklığı Belgesi'nde (KOB) yer alan Kıbrıs'la ilgili ifadeler Türkiye-AB arasında büyük bir krize neden oldu.
Komisyon'un, Yunanistan'ın baskısıyla KOB'un kısa vadeli öncelikler bölümüne Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin baskıcı ifadeler eklemesi Türkiye tarafından "önkoşul" olarak algılandı. KOB'un içeriğinin Helsinki zirvesinin çizgisinde yer almasını isteyen Türkiye, AB'nin bu tutumuna sert tepki gösterdi.

2001- Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Romano Prodi, Kıbrıs sorunu çözülmeden de Güney Kıbrıs'ın üyelik başvurusunun değerlendirilebileceğini söyledi.
Rauf Denktaş ile Glafkos Klerides, 4 Aralık'ta Lefkoşa'daki 'Yeşil Hat'ta, BM gözetiminde biraraya geldiler.

15 Mayıs 2002- Ada, 1979 yılından bu yana ilk kez bir BM genel sekreterini ağırladı. BM Genel Sekreteri, Kıbrıs Rum kesimi lideri Glafkos Klerides'le görüştükten sonra KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş'la da bir araya geldi.
Bundan sonraki süreç ise Annan planı ve Kıbrıs Rum Kesiminin AB ye üye olması ile devam etmiştir.
 

DOĞUKAN

New member
Katılım
18 Eki 2008
Mesajlar
2,057
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
K.K.T.C.
Cevap: Tarih Boyunca Kıbrıs -1-

paylaşımınız için teşekkürler
 
Üst