Tarihteki Unutulmaz Türk Kadınları

Gökçen

Dost Üyeler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,079
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Web sitesi
www.kibris1974.com
Tarihteki Unutulmaz Türk Kadınları
Sabiha Gökçen

Dünyanın ilk kadın savaş pilotu , Atatürkün manevi evladı


Sabiha Gökçen 1913 yılında Bursa'da doğdu.
Dünyanın ilk kadın savaş pilotu olan genç Sabiha'yı Atatürk 1925'te manevi evlat edinerek kendisine "Gökçen" soyadını verdi. Çankaya İlkokulu ve İstanbul Üsküdar Kız Koleji'nde öğrenim gören Sabiha Gökçen, 1935'te Türk Hava Kurumu'nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu'na girdi, Ankara'da yüksek planörcülük brövelerini aldı. Gökçen, 7 erkek öğrenciyle birlikte Kırım, Rusya'ya gönderilerek yüksek planörcülük eğitimini tamamladı. 1936'da Eskişehir Askeri Hava Okulu'na girdi, burada gördüğü özel eğitimden sonra askeri pilot oldu. Eskişehir'de I. Tayyare Alayı'nda bir süre staj yaptı, avcı ve bombardıman uçaklarıyla uçtu. 1937'deki Trakya ve Ege manevralarıyla Dersim Harekatı'na katıldı. 1938'de Balkan devletlerinin davetlisi olarak, uçağıyla Balkan turu yapan Gökçen, daha sonra Türk Hava Kurumu Türkkuşu'na başöğretmen tayin edildi. 1955'e kadar bu görevini başarıyla sürdürdü. Hayatı boyunca toplam 22 değişik hafif bombardıman ve akrobatik uçakla uçmuştur. Sabiha Gökçen, 22 Mart 2001 tarihinde doğum gününden bir gün sonra 88 yaşında hayata gözlerini yumdu. Sabiha Gökçen dünyanın bütün kadın pilotları için bir ilham kaynağıdır ve efsanesi bizimle yaşamaya devam edecektir.

Ölümünden 2 yıl önce Hukukun Egemenliği Derneği tarafından onuruna verilen törende onun için bestelenen bir eser dinletildi kendisine. İşte Sabiha Gökçen'in temsil ettiği değerleri son derece yalın ve çarpıcı bir biçimde anlatan klasik rock opera tarzında bestelenmiş eserin anlamlı sözleri:
Gökyüzü kapkaranlık

Tek ışık bile yok

Kanatları umudun çaresizce kırık

Gördüğün ilk bulut,gökyüzünde yanan ateş

Sonsuzlukta bir kadın o; elleri güneş.

Önce bir çift çelik mavi göz gördü

Göklerde ilk meşaleyi

Kanatlandı zafer özgürce fethetti göğü

Bir milletin sevgisini...


Afife Jale

Tiyatronun Ilk Müslüman Kadin Oyuncusu.
Afife, orta halli bir ailenin kizi olarak 1902 yilinda Istanbul'un Kadiköy semtinde dünyaya geldi. 10 Kasim 1918 günü Darülbedayi'ye talebe olarak kabul olunan Beyza, Refika, Behire ve Memduha adli bes kizdan biriydi. Afife ve Refika hariç öteki kizlar daha fazla dayanamamis ve "nasilsa sahneye çikamayacaklari" gerekçesiyle tiyatroyu birakmislardi. Ayni yilin 18 Aralik günü Refika tiyatronun süflör, Afife de "mülazim artistlik" (stajyer oyuncu) kadrolarina alinmislardi.

Afife bir yil süreyle bütün provalara devam etti, ama bir türlü sahneye çikamadi. Öte yandan Refika, sahne gerisinde görev alan ilk müslüman Türk kadini oldu. 1919 yilinin 13 Nisan gecesi premier'i yapilacak olan, Hüseyin Suat'in "Yamalar" adli oyununda, Emel rolü, Eliza Binemeciyan'in Paris'e gitmesiyle ortada kaldi. Darülbedayi yöneticileri ister istemez rolü Afife'ye oynatma karari verdiler.

Böylelikle Afife, 22 Nisan gecesi, Kadiköy'deki Apollon Sinemasi'nda (sonraki Hale, simdiki Reks) Emel rolünü oynayarak sahneye çikan ilk müslüman Türk kadini oldu. O gece tiyatroya gelen zaptiyeler, yöneticilere bir uyarida bulundularsa da genç sanatçi bir hafta sonra da "Tatli Sir" oyununda yeniden sahneye çikti.

Sanatçi polis tarafindan tutuklanmak istenince, Kinar Hanim tarafindan arka bahçeye kaçirilarak polislerin elinden zor kurtuldu. Üçüncü piyesi olan "Odalik" oynanirken polis tiyatroyu basti. Afife bu kez de makine dairesinden kaçirildi. 1921'de dahiliye nezaretinin bir buyrugu ile belediye 27 Subat günü 204 sayili bildiriyi Darülbedayi Yönetim Kurulu'na gönderdi. Bildiride müslüman kadinlarin kesinlikle sahneye çikamayacaklari yazilmisti.

Bu bildiri üzerine Afife, tiyatronun kadrosundan çikarildi. Tiyatrosuz kalmasi Afife'nin zaten zayif olan sinirlerini alt üst etmis, kaçisi haplarda ve uyusturucularda bulmaya baslamisti. Sonradan asik oldugu bir doktorun, yaptigi igneler de onda bir aliskanlik baslatmisti. Ortalik biraz durulunca, birkaç yil sonra Burhanettin Tepsi Kumpanyasi ile Anadolu'da turneye çikmis, yeni tiyatro toplulugu ile Kadiköy'de oynamis, daha sonra da Fikret Sadi'nin Milli Sahne'siyle çesitli kentlerde temsiller vermisti. Zaten 1923'ten sonra Türk Kadinlari Atatürk'ün emriyle sahneye çikmaya baslamisti. Gün geçtikçe bozulan sagligi ve uyusturucu aliskanligi, tiyatroyu ister istemez birakmasina neden oldu. Bu onu büsbütün çileden çikardi. 1928 yilinda bir arkadasiyla, Kusdili çayirinda Hafiz Burhan'in bir konserine gitmis, orada sanatçiya tamburuyla eslik eden Selahattin Pinar'la tanismisti. Kisa bir sürede Pinar, genç kadina deliler gibi asik oldu. 1929 yilinda evlendiler ve Selahattin Pinar "Nereden Sevdim O Zalim Kadini" gibi birçok ölümsüz sarkisini onun için besteledi. Bir süre sonra, Pinar karisinin morfin bagimliligi ile basa çikamamaya basladi. Tiyatrodan uzak kalmak, sahneye çikamamak, Afife'yi mutsuz kiliyor, kurtulusu yalniz "igne"de buluyordu, 1935 yilinda bosandilar. Bundan sonra Afife içine düstügü girdaba büsbütün batarak sefalet içinde sürünmeye basladi. Darülbedayi'deki dostlarinin yardimiyla, Bakirköy Akil Hastanesi'ne yatirildi ve 1941 yilinin 24 Temmuz günü kimsesiz bir halde yasama veda etti.

Tiyatronun ve devrinin bu büyük fedaisi böylece sessiz sedasiz yok olup gitti. Uzun yillar onun adini bile anan olmadi.


*Afife Tiyatro Ödülleri ilk kez, Yapi Kredi Sigorta'nin Sanat Danismani Haldun Dormen'in önerisi, Genel Müdür Erhan Dumanli'nin ve yöneticilerin de onaylari ile, ilk müslüman Türk kadin oyuncu Afife Jale'nin anisina 1997 yilinin Mayis ayinda gerçeklestirildi.

*Bu ödülün amaci, her yil Istanbul'da sergilenen oyunlari izleyerek, yilin en iyilerini seçmek, böylelikle de Türk Tiyatrosu'na destek olabilmektir.

*Afife Tiyatro Ödülleri her yil yapilan görkemli ödül törenleri ve seçimlerdeki ciddiyeti ile Türkiye'nin en saygin sanat ödülleri oldugunu kanitlamistir.


Afife Balesi

Türkiye'nin ilk kadın tiyatro oyuncusu Afife Jale'nin trajik hayatı iki perdelik modern bir yapıt olarak Yapı Kredi Sigorta tarafından Cumhuriyet'in 75. yılına, Türk Balesi'nin 50. yılına ve Yapı Kredi Sigorta'nın 55. yılına bir armağan olarak hazırlandı. Eserin dünya prömiyeri İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nde yapıldı.

Ankara Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Modern Dans Topluluğu tarafından sergilenen eserin reji ve koreografisi Beyhan Murphy, müziği Turgay Erdener tarafından yaratıldı. Prömiyer gecesinin orkestra şefliğini de Rengim Gökmen üstlendi. Afife Jale'nin hayatını dört dönemde anlatan özgün yapıtın kostümlerini Bahar Korçan, dekorlarını Savaş Camgöz hazırladı. Temsillerde konuk sanatçı olarak Meriç Sümen Afife'yi canlandırdı.

Bir "Çağdaş Dans Yapıtı" olarak tanımlanan "Afife" Türkiye'de ilk kez bir özel sektör şirketi tarafından prodüksiyonu üstlenilen yapıt olma özelliğini taşıyor. Yapı Kredi Sigorta tarafından Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü repertuarına hediye edilen eser 1998-1999, 1999-2000 sezonunda Ankara'da, 2000-2001, 2001-2002 sezonunda da İzmir'de sahnelendi.

Yapı Kredi Sigorta şef Rengim Gökmen yönetiminde Moskova Tchaikovsky Senfoni Orkestrası'na Afife Balesi'nin süitinin CD'sini yaptırttı. Bu bale süitinde kanun solosu Tahir Aydoğdu, soprano partisyonu Selva Erdener tarafından gerçekleştirildi.

Afife Jale'nin çalkantılı ve hüzünlü yaşam öyküsünü sanatseverlere ulaştıran "Afife" hem tiyatro sahnesine çıkma cesaretini gösteren ilk müslüman Türk kadınını tanıtması açısından, hem de Yapı Kredi Sigorta'nın sanata destek kampanyası dahilinde önemli bir adımdır.


Nene Hatun (1857 - 1955)

Nene Hatun, Erzurum'da dogdu. 98 yil Erzurum'da yasadiktan sonra yine Erzurum'da, zatürre hastaligindan hayata vedâ etti. Ölümünden üç ay önce Türk Kadinlar Birligi tarafindan ANNELER ANNESI seçilmisti.

Tarihimizde 93 Harbi olarak anilan 1877 - 1878 Osmanli - Rus Savasi sirasinda, Erzurum'daki Aziziye Tabyasi'nin savunulmasinda kahramanca çalisti. Adini bu sekilde tarihe yazdirdi. Mücâdeleye, küçük yastaki oglunu ve kizini evde birakarak katilmisti. O siralarda 20 yaslarinda genç bir gelindi.

7 Kasim 1877 gününün gece yarisinda, bölge halkindan olan Osmanli vatandasi Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyasi'na girmeyi basarmislardi. Tabyayi koruyan Türk askerlerini öldürdüler. Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karsilasmaksizin tabyayi ele geçirdiler. Baskindan yarali olarak kurtulmayi basaran bir er, sehir merkezine ulasip kara haberi Erzurum'lulara ulastirdi. Sabah ezanindan hemen sonra minârelerden sehir halkina duyuru yapildi. "Moskof askeri Aziziye Tabyasi'ni ele geçirdi." Bu haber, Erzurum halki tarafindan, vatan savunmasi için emir telakki edildi. Silâhi olan silâhini, olmayanlar; balta, tirpan, kazma, kürek, sopa ve taslari ellerine alarak Tabya'ya dogru kosmaya basladi. Kadin - erkek tüm Erzurum halki yollara dökülmüstü. Kosanlar arasinda, erkegi cephede çarpisan bir tâze gelin de vardi. Agabeyi bir gün önce cepheden yarali olarak gelmis ve kollarinda can vermisti . Üç aylik bebegini emzirmis, "Seni bana Allah verdi. Ben de O'na emânet ediyorum." Diyerek vedâlastiktan sonra birkaç saat önce ölen agabeyinin kasaturasini alarak sokaga firlamisti.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyasi'na dogru kosuyordu. Tabyaya yerlesmis olan Rus askerleri, gelenlere yaylim atesi açti. Ön siradakiler o anda sehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararli ve hizli olarak ileri atildilar. Demir kapilar kirilip içeri girildi. Bogaz bogaza bir savas basladi. Mükemmel silâhlarla donanmis Moskof ordusu, baltali - tirpanli, tasli - sopali egitimsiz halk karsisinda ancak yarim saat tutunabildi. 2300 Moskof öldürülüp, Tabya geri alindi. Türkler, 1000 kadar sehit vermislerdi.

Hemen yaralilarin tedâvisine baslandi. Nene Hâtun da yaralilar arasindaydi. Fakat o yarasina aldirmiyor, evindeki bebegini unutmus, diger yaralilarin kanini durdurabilmek, yaralarini sarmak için çirpiniyordu. Nene Hâtun böyle bir ortamda tanindi ve saygi ile sevildi.

O'nun, vatan için gece baslayan mücâdelesi, tüm düsman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karis topraginda cephâne tasiyarak, yaralilara hemsirelik yaparak, yemek pisirerek, su dagitarak, hizmetten hizmete kosarak destanlasti. Gazi Ahmet Muhtar Pasa'nin zaferinde Nene Hâtun'un ve O'nun vatan askini paylasan sivil insanlarin da payi vardi.

Savastan sonra da Nene Hâtun, destan kahramanlarina yarasir bir asâletle yasadi. Kendisini ziyâret eden NATO'da görevli Amerika'li subayin bir sorusuna: "O zaman vazifemi yapmistim. Bu gün de ilerlemis yasima ragmen ayni hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim." cevabini vermisti.

İntikam yemini etti !!

Nene Hatun yıllar sonra gazetecilere, Ruslar'a karşı yaptıkları mücadeleyi şöyle anlatmıştı: '...Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden 'Moskof Aziziye'ye girdi' diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, 'Seni öldüreni öldüreceğim' diye and içtim. Yavrumu Allah'a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfengini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye'ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.'

Ellerini öpen ABD'li general

Aziziye Savunması'na genç bir gelinken katılan Nene Hatun, bu şanlı savunmanın hatırasını uzun yıllar yaşattı. 1952 yılında Erzurum'da yapılan askeri manevralar sırasında Türkiye'ye gelen NATO Kuvvetleri Başkumandanı General Ridgway, Nene Hatun'u ziyaret ederek elini öpmüş ve yeni bir savaş olduğunda katılıp katılmayacağını sormuştu. Feri yavaş yavaş sönmeye yüz tutmuş gözlerinde bir an Aziziye savunmasının hayalleri belirip kaybolan 95 yaşındaki kahraman, Türk kadını heyecanla 'Tabii giderim...' diye cevap vermişti. Bu cevap üzerine heyecanlanan General Ridgway daha sonra şu sözleri söyleyecekti: 'Aziziye mucizesinin sırlarını Nene'nin sözünden ve yüzündeki çizgilerden öğrendim. Nene efsane değil, bir hakikattir.'

*Türk tarihinin unutulmaz kahramanlarından Nene Hatun, ölmeden önce dönemin Cumhurbaşkanı İnönü'ye 'Açım. Dileniyorum. Yardım edin' diye dilekçe göndermiş

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde muhafaza edilen dilekçede, 1877'de Erzurum'a kadar ilerleyen Ruslar'a karşı şehrin savunmasında büyük kahramanlıklar gösteren Nene Hatun'un, savaş yıllarında açlık çektiği, bu nedenle Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'den yardım istediği belirlendi.

Dilekçedeki ifadeler

Ölümünün 48'inci yılında memleketi Erzurum'da bile unutulan Nene Hatun, 18 Ağustos 1943 tarihinde Reisicumhur Milli Şef İsmet İnönü'ye yazdığı dilekçede şu ifadeleri kullanmış:

'Bizler, 93 Osmanlı-Rus harbinin Erzurum civarındaki Aziziye tabyasında vuku bulan meşhur savaşın kahramanıyız. Bu çok eski düşmanımızı vatanın harimi ismetinden sökerek atmış ve göklere kadar çıkan zafer destanını yaratmıştık. (...) Bu ölmez zaferin yadigarı bizler, her birimiz, yüzer yaşındayız . Hiçbir sığınacak yerimiz ve tutunacak hiçbir desteğimiz yoktur. Belediyeden ayda 4 lira maaştan başka bir şey görmüyoruz. Geçen sene birer meccani (bedava) ekmek veriyorlardı, bu sene o ekmeğimizi de kestiler. Şimdi aç ve muhtaç bir vaziyetteyiz ve dileniyoruz da. Bizlere icabeden nakti ve fiili yardımın yapılarak bu çetin ve acıklı vaziyetten kurtarılmaklığımızı yüksek ve derin saygılarımızla diler ve arz ederiz.'*

*Aksam Gazetesi/Haziran 2004

*Nene Hatun o gün evde bıraktığı oğlu Nâzım ve daha sonra doğan üç oğlundan sonuncusu hâriç diğerlerini Birinci Dünya Harbi'nde şehid vermiştir.

*Nene Hatun, çok seneler muammer olmuş, 1955 senesine kadar yaşamıştır. Erzurum'un Rus mezaliminden kurtuluş merâsimlerine iştirak etmiş ve büyük bir hürmet ve alâka görmüştür.
*Hakkında bugüne kadar pek çok şey söylenip yazılmış olan bu Türk kadını, Kuvay–ı Milliye'nin kadın kahramanları için parlak bir ilham kaynağı olmuştur.


Müzeyyen Senar (Yaşayan Efsane)
MÜZEYYEN SENAR

Türk Sanat Müziği'nin ünlü sesi Müzeyyen Senar, 1919 yılında Bursa'da dünyaya geldi. Müzik eğitimine Anadolu Musiki Cemiyeti'nde, kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun Bey ve udi Hayriye Hanım gözetiminde başladı. Hayranlık uyandıran bir sese sahip olan bu yetenekli kız çocuğunun ünü yayıldıkça, hafız Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Lem'i Atlı, Mustafa Nafiz Irmak gibi devrin önemli üstadları da ona dersler verdiler, zamanın sevilen şarkılarının yanı sıra, kendi bestelerini de öğretip söylemesine yardımcı oldular.

Kemal Niyazi Bey ve Hayriye Hanım'ın desteğiyle İstanbul Radyosu'nda şarkı söylemeye başlayan Senar, perşembe günleri ilgiyle izlenen bu programla geniş kitlelere adını duyurdu. Senar'ı bu programda dinleyenler arasında, İstanbul'un en önemli müzikhollerinden biri olan 10. Yıl Belvü Gazinosu'nun sahibi İbrahim Dervişzâde de bulunuyordu ve gazinonun 1933 yılının yaz sezonunun yıldızlar programına Müzeyyen Senar'ı da aldı. Senar, sonraki yıllarda İstanbul'un başka ünlü gazinolarında da sahne aldı.

Müzeyyen Senar'ın yeteneği, Cumhuriyet'in kurucusu ve Türk sanat müziğinin büyük hayranı Atatürk'ün de ilgisini çekti ve sanatçı birçok kez onun huzurunda, özel meclislerinde şarkı okudu.

Müzeyyan Senar, 1938 yılında Ankara Radyosu'nun ilk yayınlarına katıldı ve 1941 yılına dek radyo aracılığıyla dinleyicileri ile buluşmayı sürdürdü. Türkiye'nin ünlü gazinolarında yaptığı başarılı sahne programları ve plak çalışmalarıyla Türk müziğine yeni bir soluk getiren Müzeyyen Senar, son sahne konserlerini 1983 yılında İstanbul Bebek Gazinosu'nda verdi. Bu tarihten sonra yalnızca ender anlarda, müzikli özel toplantılarda şarkı söyledi.

Türk Sanat Müziği'nin büyük sesi, Devlet Sanatçısı Müzeyyen Senar'ın, sanat hayatı konser ve albüm hazırlıklarıyla devam ediyor. Müzeyyen Senar Türk Sanat Müziği'nin ünlü sesi Müzeyyen Senar, 1919 yılında Bursa'da dünyaya geldi. Müzik eğitimine Anadolu Musiki Cemiyeti'nde, kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun Bey ve udi Hayriye Hanım gözetiminde başladı. Hayranlık uyandıran bir sese sahip olan bu yetenekli kız çocuğunun ünü yayıldıkça, hafız Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Lem'i Atlı, Mustafa Nafiz Irmak gibi devrin önemli üstadları da ona dersler verdiler, zamanın sevilen şarkılarının yanı sıra, kendi bestelerini de öğretip söylemesine yardımcı oldular.

Kemal Niyazi Bey ve Hayriye Hanım'ın desteğiyle İstanbul Radyosu'nda şarkı söylemeye başlayan Senar, perşembe günleri ilgiyle izlenen bu programla geniş kitlelere adını duyurdu. Senar'ı bu programda dinleyenler arasında, İstanbul'un en önemli müzikhollerinden biri olan 10. Yıl Belvü Gazinosu'nun sahibi İbrahim Dervişzâde de bulunuyordu ve gazinonun 1933 yılının yaz sezonunun yıldızlar programına Müzeyyen Senar'ı da aldı. Senar, sonraki yıllarda İstanbul'un başka ünlü gazinolarında da sahne aldı.

Müzeyyen Senar'ın yeteneği, Cumhuriyet'in kurucusu ve Türk sanat müziğinin büyük hayranı Atatürk'ün de ilgisini çekti ve sanatçı birçok kez onun huzurunda, özel meclislerinde şarkı okudu.

Müzeyyan Senar, 1938 yılında Ankara Radyosu'nun ilk yayınlarına katıldı ve 1941 yılına dek radyo aracılığıyla dinleyicileri ile buluşmayı sürdürdü. Türkiye'nin ünlü gazinolarında yaptığı başarılı sahne programları ve plak çalışmalarıyla Türk müziğine yeni bir soluk getiren Müzeyyen Senar, son sahne konserlerini 1983 yılında İstanbul Bebek Gazinosu'nda verdi. Bu tarihten sonra yalnızca ender anlarda, müzikli özel toplantılarda şarkı söyledi.

Türk Sanat Müziği'nin büyük sesi, Devlet Sanatçısı Müzeyyen Senar'ın, sanat hayatı konser ve albüm hazırlıklarıyla devam ediyor.



Halide Edip Adıvar

[Unutulmaz yazar. Türk romancı..

İstanbul'da doğdu. Kimi kaynaklara göre doğum yılı 1884'tür. İngiliz terbiyesiyle yetişmesini isteyen babası onu Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde okuttu. Orada Rıza Tevfik'den (Bölükbaşı) Fransız edebiyatı dersleri aldı ve Doğu'nun mistik edebiyatını dinledi. Sonradan evlendiği Salih Zeki'den de matematik dersleri alıyordu. Koleji 1901'de bitirdi. 1908'de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılardan ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Ayaklanması'nda bir süre için Mısır'a kaçmak zorunda kaldı.1909'dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda, İzmir'in işgalini protesto mitinginde yaptığı etkili konuşma ünlüdür. 1920'de Anadolu'ya kaçarak Kurtuluş Savaşı'na katıldı.

Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasal görüş ayrılığına düştü. 1917'de evlenmiş olduğu ikinci kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye'den ayrıldı. 1939'a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika'ya ve Mohandas Gandi tarafından Hindistan'a çağrıldı. 1939'da İstanbul'a dönen Adıvar 1940'ta İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950'de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954'te istifa ederek evine çekilmiş ve 1964'te ölmüştür.

Adıvar'ın Seviye Talip (1910), Handan (1912) ve Son Eseri (1913) gibi ilk romanları aşk öyküleri anlatan yapıtlardır. Yazar kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile getirmek istediği için kişilerin iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla bir tutkuya dönüşmesini sergiler. Bu yapıtların önemli özelliğini, birbirine benzeyen ve ondan önceki Türk romanlarında bulunmayan kadın kahramanlarda aramak doğru olur. Yazarın asıl amacı kadın kahramanların kişiliklerini erkeklerin gözüyle değerlendirmek olduğu için, romanlarının anlatıcısı olarak bu kadınlara âşık erkekleri seçer ve fırtınalı bir aşk öyküsünü onların anı defterlerinden ya da mektuplarından anlatır. Erkek (bazen kadın da) evli olduğu için, kaçınılması olanaksız bir iç çatışma, romanların moral sorununu oluşturur ve roman ya kadının ya da erkeğin ölümüyle biter. Adıvar'ın, biraz kendi olduğunu iddia edilen bu kadın kahramanları, yazarın o dönemde ideal saydığı Türk kadınını temsil ederler. Seviye Talipler, Handanlar, Kâmuranlar her şeyden önce güçlü kişiliği olan, haklarını savunan, Batı terbiyesi almış, ama Batılılaşmayı giyim kuşamda aramayan, resim ya da müzik gibi bir sanat alanında yetenek sahibi, yabancı dil bilir, kültürlü ve çekici kadınlardır.

Adıvar 1910 yıllarında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu ile birlikte Türk Ocağı'nda çalışmaya başladıktan sonra yazdığı Yeni Turan adlı romanında (1912) yurt sorunlarına eğilir. II. Meşrutiyet döneminde geçen bu ütopik romanda, Yeni Turan adlı idealist bir partinin program ve çalışmalarını anlatırken yeni bir Türkiye'nin hangi sağlam temellere oturtulması gerektiği hakkında o zamanki görüşlerini açıklamak fırsatını bulur. Ateşten Gömlek (1922) ve Vurun Kahpeye (1923) romanlarında Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da tanık olduğu olayları, direnişleri, kahramanlıkları , ihanetleri anlatırken kendi gözlemlerinden yararlandığı için daha gerçekçidir. Bununla birlikte, bir aşk sorununun aşıldığı bu yapıtlarda da yüceltilmiş kadın kahraman yerini korur. Ancak şimdi, yine olağan dışı bu kadın, öncekiler gibi bireysel sorunlarla sarsılan kültürlü bir sanatçı olarak değil, milli dava peşinde erdemlerini kanıtlayan ya da Anadolu'da düşmana karşı savaşan bir yurtsever olarak çıkar karşımıza.

Adıvar'ın ilk yapıtlarında Türk okuruna sunduğu bir yenilik yarattığı bu kadın imgesidir. Bu imge toplumda birbirine karşıt olarak algılanan değerleri uzlaştırdığı için önemliydi. Osmanlı -İslam geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş basit ve cahil kadın, o dönemin aydın kesiminin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Öte yandan Batılılaşmış "asrî" kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış, namus anlayışı kuşku uyandıran bir kadındı. Adıvar'ın kahramanları işte bu çelişkiyi kendilerinde uzlaştırmakla bir özleme cevap veriyorlardı. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de milli değerlerine bağlı kalmış, hem serbest hem de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardı. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar üstelik dişiliklerini de korumayı başarmışlardır.

Adıvar'ın en ünlü romanı Sinekli Bakkal'da (1936) ileri bir adım attığını, yeni bir aşamaya vardığını görürüz. İlk romanlarının olay örgüsü bir iki kişi arasındaki bireysel ilişkilere bağlı olarak gelişirken, II. Abdülhamid dönemindeki Türk toplumunun panoramik bir tablosunu sergileyen Sinekli Bakkal'ın olay örgüsü siyasal, düşsel, toplumsal sorunlarla örülmüş olarak gelişir. Romanın okuru en çok çeken yönü de fakir kenar mahallesi, zengin konakları ve saray çevresiyle II. Abdülhamid zamanının İstanbul'u anlatmasıdır.

Ne var ki yazarın amacı bir dönemin Türk toplumunu yansıtmak değildir yalnızca. Bu felsefi romanda çevrelerin bir işlevi de belli değerlerin temsilcisi olmaktır. Sinekli Bakkal mahallesi gelenekleri ve insancıl değerleri sürdüren halk kesimini; Genç Türkler'den Hilmi ve a rkadaşları devrimci aydınları; saray çevresi ise, yozlaşmış yönetici kesimi temsil eder. Roman iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmın ana teması Abdülhamid'in istibdat idaresi karşısında şiddete başvurarak devrim yapmanın geçerliliği sorunudur. Gerçi Adıvar içtenlikle ezilen halktan yanadır, ama gelenekçiliği ve savunduğu mistik dünya görüşü şiddete başvurarak devrim yapmayı onaylamasına izin vermez. Romanda II. Meşrutiyet'in ilanı "asırların kurduğu müesseselerin köklerini" söken, "içtimaî ve siyasî nizam ve intizamı" altüst eden bir devrim olarak nitelenir. Doğru tutum Mevlevî tarikatından Vehbi Dede'nin yaptığı gibi "herhangi bir hayat fırtınasını sükûnetle seyretmek"tir. Yazar devrimden değil evrimden yanadır. Romanın ikinci kısmında yozlaşmış saray çevresi sergilenirken ana tema olarak Rabia ile Peregrini ilişkisi gelişir ve evlilikle son bulur. Bu evliliğin simgesel anlamı Batı ile Doğu'nun bileşimi olarak yorumlanmıştır. Ama Peregrini'nin "öylebasit ve insanî ananeler" dediği geleneklere bağlı Sinekli Bakkal mahallesindeki cemaat yaşamına hayran olması, Müslümanlık'ı kabul ederek Rabia ile evlenmesi ve mahalleye yerleşmesi, daha çok Doğu değerlerinin üstünlüğüne işaret sayılmaktadır. Ne var ki yazar, Rabia ile Peregrini'nin sevişip evlenmelerine inandırıcı bir hava verememiştir. Farkedilir ki, olaylar yazarın kafasındaki bir görüşü dile getirmek için tertiplenmekte ve Doğulu kadın ile Batılı erkek yazarın tezi gereği seviştirilip evlendirilmektedirl er. Birinci kısımda olay örgüsünün doğal gelişimi, farklı dünya görüşlerine sahip kişiler arasındaki çatışmadan doğan gerilim ve dramatik sahneler, ikinci kısımda yerlerini, zorlama izlenimi veren bir ilişkiye ve saray çevresinin tanıtılmasına bırakınca romanın sanatsal düzeyi düşer.

1943'te CHP Ödülü'nü alan Sinekli Bakkal Türkiye'de en çok baskı yapan roman olmuştur. Sinekli Bakkal'ı izleyen romanların ise yazarın ününe katkıda bulunacak nitelikte oldukları söylenemez.

Adıvar çeşitli alanlarda etkinlik göstermiş, siyasal ve toplumsal konularda da hem Türkçe, hem İngilizce kitaplar yazmış, İngilizce'den Türkçe'ye çeviriler yapmıştır. Zamanının dış ülkelerde en çok tanınan Türk yazarı olmuştur. Yapıtlarından kimileri İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Macar, Fin, Urdu, Sırp, Portekiz dillerine çevrilmiştir.

Yapıtları

Roman:

Hayat Parçaları, 1963
Çaresaz, 1961
Sevda Sokağı Komedyası, 1959
Kerim Ustanın Oğlu, 1958
Akile Hanım Sokağı, 1958
Döner Ayna, 1954
Sonsuz Panayır, 1946
Tatarcık, 1939
Yolpalas Cinayeti, 1937
Sinekli Bakkal, 1936
Zeyno'nun Oğlu, 1928
Kalb Ağrısı, 1924
Vurun Kahpeye, 1923
Ateşten Gömlek, 1923
Mev'ud Hüküm, 1918
Son Eseri, 1913
Yeni Turan, 1912
Handan, 1912
Heyula, 1909
Seviye Talip, 1910
Raik'in Annesi 1909

Öykü:

Kubbede Kalan Hoş Seda, (ö.s) 1974
Dağa Çıkan Kurt, 1922
Harap Mabetler, 1911
Oyun:

Maske ve Ruh, 1945
Kenan Çobanları, 1916

Anı:

Mor Salkımlı Ev, 1963
Türkün Ateşle İmtihanı, 1962

Diğer Yapıtlar:

Doktor Abdülhak Adnan Adıvar, 1956
Türkiye'de Şark-Garp ve Amerikan Tesisleri, 1955
İngiliz Edebiyat Tarihi, 3 cilt, 1940-1949
Inside India, 1937
Conflict of East and West in Turkey, 1935
Turkey Faces West, 1930
Talim ve Terbiye, 1911/color]

Semiha Berksoy (1910 - 2004)
İlk Türk kadın opera sanatçısı ve ressam Semiha Berksoy

1910 yilinda Istanbul'da dogdu. Yüksek dramatik soprana olarak Ankara Devlet ve Opera Balesi'nin bassolistlerinden olan Berksoy, 'Mezardan Gelen Mektup' hikayesinin de yazariydi. Sanatçi, Istanbul Konservatuari' nda ve Güzel Sanatlar Akademisi Namik Ismail Atölyesi Resim ve Tiyatro Okulu'nda egitim aldiktan sonra, Istanbul Sehir Tiyatrosu'nda sesiyle üne kavustu, Türk ve Avrupa operetlerinde oynadi.

Ulu Önder Atatürk tarafindan 19 Haziran 1934 tarihinde takdir edilen Berksoy, ilk Türk operasi olan Adnan Saygun'un besteledigi 'Özsoy'da Aysim basrolünü oynadi. Ayni yil devlet bursuyla gittigi Almanya'da Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü'nü birincilikle bitiren Berksoy, 1939'da Richard Strauss'un 'Ariadne Auf Naxos' operasinda Ariadne rolünü oynayarak, Avrupa'da sahneye çikan ilk Türk opera primadonnasi oldu.

Türkiye'ye 1940 yilinda dönen Semiha Berksoy, Ankara Halkevi'nde, Carl Ebert'in rejisini yaptigi 'Tosca' ve 'Madame Butterfly' operalarinda oynadi. 'Il Travatore' operasindaki rolüyle 30. sanat yili jübilesini kutlayan Berksoy, Devlet Tiyatrosu'nda da dram bölümünde çesitli oyunlarda rol aldi. 'Deli Dolu' ve 'Lüküs Hayat' operetlerinin ilk icrasini da gerçeklestiren sanatçi, Türk kadinina seçme ve seçilme hakki verilisinin 50. yilinda, TBMM tarafindan ilk kadin opera sanatçisi olarak 'Atatürk Opera Ödülü'ne layik görüldü.

Sanatçi Berksoy, ayrica 1961 yilindan baslayarak Türkiye ve yurtdisinda birçok resim sergisi açti. 1998 yilinda 'Devlet Sanatçisi' unvani alan Berksoy, 2003 yilinda Viyana'da Samlung Esly Modern Müze'de sergiye katildi. Ayni yil Viyana'da Salome performansini gerçeklestirdi. Semiha Berksoy, son alarak Is Sanat Kibele Galerisi'nde retrospektiv resim sergisi açti.

Semiha Berksoy 16 Agutos 2004 günü 94 yasinda vefat etti. 17 Agutos günü Istanbul'da topraga verildi. Berksoy, Ahmet Adnan Saygun'un besteledigi ilk Türk operasi Özsoy'da Aysim rolünü oynamisti.

Semiha Berksoy için ilk tören, Atatürk Kültür Merkezi'nde (AKM) düzenlendi. Semiha Berksoy'un Türk Bayragi'na sarili naasi, sahnede hazirlanan platforma konuldu. Semiha Berksoy'un Türk Bayragi'na sarili naasi önünde, sanatçi dostlari saygi durusunda bulundular. Tesvikiye Camii'nde kilinan namazdan sonra Berksoy'un naasi Çengelköy Mezarligi'nda topraga verildi.




PROF. DR. REMZİYE HİSAR
SORBONNE ÜNİVERSİTESİNDEN MEZUN İLK TÜRK KADINI TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İLK KADIN KİMYACISI

Prof. Dr. Remziye Hisar, birçok ilke imzasını atmış bir Türk kadını. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın kimyacısı olmasının yanısıra, Fransa'nın Sorbonne Üniversitesi'nden mezun olan ilk Türk kadını..

1992 yılında yitirdiğimiz Remziye Hisar, tipik bir Cumhuriyet kadınıydı. Dünyaca ünlü fizikçi Feza Gürsey ve Milletlerarası Pisikoloji Cemiyeti'nin tek Türk azası psikiyatrist Deha Hanım'ın annesi Remziye Hisar, 1902 yılında Üsküp'te dünyaya gelmişti..

Davutpaşa'daki üç yıllık Mekteb-i İptidayiyi bir yılda başarıyla tamamlayıp mezun olmuş ve dokuz yaşında ilk şahadetnamesini almıştı. Daha sonra, İttihat ve Terakki Mektebi ve Emirgan, İnas Rüştiyesi'ne devam eder. Çok sevdiği Türkçe öğretmeninin İstanbul Darülmuallimatı'na transfer olmasıyla, öğrenimini bu okulda sürdürür. 15 Temmuz 1919 tarihinde bu okulun Darülfünun'a hazırlamak üzere oluşturduğu iki sınıflık bölümünden birincilikle mezun olur. Sınıfın iyi öğrencileri arasında yeralan Remziye Hisar, küçük sınıflardaki öğrencilere geometri ve matematik dersleri vermeye başlar. Mezun olmasının ardından Darülfünun'un kimya bölümüne kaydını yaptıran Remziye Hisar, kimya bölümünü yeğlerken Türkiye'yi temsil eden bir ismin bulunmamasının kendisini üzmüş olmasından ötürü seçtiğini yakınlarına anlatır. Kız öğrencilerin erkek öğrencilerden ayrı saatlerde ders aldığı bu dönemde, öğretmeni ve okul arkadaşlarıyla birlikte Bakü'ye gider. Ve birden bire bir savaşın tam ortasında bulur kendisini. Kafkasya'daki savaşlar ve Bakü'de kendilerine gereksinim olmadığını öğrenmek bile onu yıldırmaz ve bir erkek öğretmen okulunda öğrencilere ders verir. Ancak, terslikler ve şanssızlıklar birbirini izler Sovyet Rusya'nın Azerbaycan'ın bağımsızlığına son vermesi ile orada tanışıp evlendiği eşi Doktor Reşit Süreyya Gürsey ile birlikte İstanbul'a döner. İlk çocuğunu dünyaya getirmesinin ardından, Adana'da Darülmuallima'ya müdür olarak tayin olan Remziye Hisar, çocuğunu annesine bırakarak Adana'ya gider. Güç koşullarda çalışmasını sürdürmek zorunda kalan Hisar, eşinin tedavi için Paris'e gitmesinin ardından, bilgisini geliştirmek için Paris'e gider. Adını bilim dinyasında duyurmak amacı ile Sorbonne'da kimya bölümünde öğrenim görmeye başlar. Biyokimya sertifıkası alan Hisar, Paris'te Maarif Vekaleti'nin verdiği bursla öğrenim görür. Doktorasına başlayacağı dönemde bursu kesilen Hisar, Erenköy Lisesi'ne kimya öğretmeni olarak atanır. Öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalarak yurda dönen Remziye Hisar, zorlu bir çaba sonucunda doktorasını yapmak üzere 1930 yılında yeniden Paris'e gider. Eşinden boşanan ve Paris'e kızı ve kardeşiyle giden Remziye Hisar, günlerini çalışmaya verir. Doktora tezini tamamlamasının ardından, Türkiye'ye döner. 1933 - 1936 yılları arasında İstanbul Üniversitesi'nde kimya ve fıziko kimya doçenti olarak görev yapar. Daha sonra, Ankara Hıfsısıhha Müessesesi'ne farmakodinami şubesi hayati kimya mütehassısı olarak atanır. 1947 yılında İTÜ Makine ve Kimya doçentliği görevine başlayan Hisar, 1959 yılında profesör olduktan sonra 1973 yılında da, emekliye ayrılır.


Gül Esin Aydın
KUMARI YASAKLAYAN İLK KADIN MUHTAR:
ATATÜRK'ÜN ÖDÜLLENDİRDİĞİ KADIN
1933 yılında Türkiye'nin ilk kadın muhtarı seçilen Gül Esin Aydın, Çine İlçesi, Karpuzlu Bucağı'nın muhtarlığını yaptığı dönemde Atatürk tarafından ödüllendirilmiştir.
Muhtar olmasının ardından kahvehanelerde kumar oynamayı yasaklayan Gül Esin, kız kaçırma olaylarını önlemiş ve nikah işlerini düzene sokarak da büyük başarı elde etmişti.
 
Üst