Tasavvufun dili

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Aynı şeyin farklı kelimelerle anlatılması yüzünden insanların anlaşamadığına zaman zaman hepimiz şahit oluyoruz. Bazen de aynı kelimelere farklı manaların yüklenmesi anlaşmazlığa yol açıyor. Yani anlaşabilmenin birinci şartı, manasında fikir birliği ettiğimiz kelimelerle aynı dili konuşmak. Öncelikle meramımızın doğru anlatılması, doğru anlaşılması gerekiyor. Kabul edilip edilmemesi ayrı bir konu.

Bir şeyi anlamadan kabul etmek taklit, red ise taassuptur. Doğru anlatılıp, anlaşıldıktan sonra kabul veya reddetmek, kişinin kendi iradesiyle vereceği karar olur. Buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Ama anlamadan reddetmek insafsızlıktır.

Tarih boyunca ıslâm alemi içinde “tasavvuf” kelimesi ve tasavvufun kullandığı tabirler için de aynı sorun yaşandı. Tasavvuf ve ona bağlı kelimelerin taşıdıkları mananın anlaşılamaması, tasavvufun Kur’an ve Sünnet’teki yerinin tartışılmasına yol açtı. Eğer onları anlamayan ve “bunlar nedir?” diye soru soran bir kimse, cevabı kendisi vermeden, o sahanın üstad ve imamlarına gidip; “sizin bu kelimeyle anlatmak istediğiniz nedir, bunu niçin bu şekilde ifade ediyorsunuz?” diye sorsaydı ve sonuna kadar insafla dinleme lütfunda bulunsaydı, gerçeğin ne olduğunu öğrenirdi.

Tasavvuf için sorulan bu sorular, diğer bütün ilim dalları için de sorulabilir. Her şeyi Kur’an ve Sünnet’te açıkça görmek isteyen kimse, bununla kendisini zora soktuğunu ve bir çıkmaza girdiğini bilmelidir. Çünkü Kur’an ve Sünnet, içinde her aradığımızı isim isim bulacağımız bir ansiklopedi değildir. Onlarda asıl ölçüler, temel usüller, her zaman geçerli prensipler ve insandan beklenen hedefler mevcuttur.

Kur’an-ı Hakim’in indiği ve Sünnet’le tefsir edildiği Asr-ı Saadet’te, fıkıh, tefsir, hadis, akaid, kelam, sarf, nahiv gibi İslâmi ilimlerin adı yoktu, kendileri vardı. Daha sonra ortaya konan ıstılah, terim ve tabirler mevcut değildi. O devirde fıkıh bütün detayı ile yaşanıyor, dine yeni girenlere fıkhi meseleler Kur’an ve Sünnet’teki ifadelerle öğretiliyordu. Kur’an ve hadisle ilgili ilimler de böyleydi. Hepsi beraberce öğreniliyor ve yaşanıyordu. Hicretin ikinci asrından itibaren ilim dallarında bir ayrılma oldu. Fakihler fıkıh sahasında, hadisçiler hadis alanında, diğer alimler de kendi branşlarında Kuran ve Sünnet’te açıkça geçmeyen, fakat onlara ters de düşmeyen bir çok tabir, terim ve ıstılah ortaya koydular. Bu arada Hz. Peygamber’in (A.S.) en birinci vazifesi olan kalpleri tezkiye ve nefisleri terbiye işini üstlenen tasavvuf büyüğü alimler de, bu terbiye ilgili yeni bazı tabir ve terimleri kullanmaya başladılar. Böylece zamanla tasavvuf ve tarikat disiplini içinde kendine has bir ilim meydana geldi ve bu ilmin okutulduğu okullar yayıldı. Bu alimlerin hedefi, Kur’an ve Sünnet’e yeni bir şey eklemek değil, onlara ulaşma yollarını tespit etmek, anlaşılmalarını kolaylaştırmak ve sahaları ile ilgili ilimleri bir disiplin altına almaktır.

Burada şunu unutmamak gerekir: Akaid, tefsir, fıkıh ve hadis ilimleri temel İslâmi ilimler olduğu gibi, dinin takva ve ihsan boyutunu öğretmeye çalışan tasavvuf da İslâmın temel ilimlerinden birisidir. Takva, Allahu Tealâ’nın razı olmadığı hallerden ve işlerden korunmaktır. İhsan ise, Rasulullah (A.S.) Efendimizin tarif buyurduğu gibi; Allahu Tealâ’yı görüyormuş gibi edeble yaşamak ve ihlasla kulluk yapmaktır. Bütün ilimlerin ve ibadetlerin hedefi bu ikisidir. Bir müslümanın kamil insan olması bu iki hali elde etmeye bağlıdır. Akaid, tefsir, hadis ve fıkıh, temelde iman ve ibadetleri ilgilendiren konuları işlerken; tasavvuf, kalbi, ruhu, nefsi ve insanın iç alemini ilgilendiren konuları ele almaktadır. Hiçbir müslüman bunların birisi bana yeter, diğeri gerekmez diyemez. Mesela, ihlas üzere kılınmayan bir namaz Allah katında kabul görmediği gibi, farzına vacibine dikkat etmeden alelusul geçiştirilen bir namaz da sahibinin yüzüne çarpılacaktır. İbadetlerin zahiri ve batını, içi ve dışı güzel olmazsa, o ibadet ya noksan olur, yahut hiç kabul edilmez.

Tasavvufun kelimesine değil, öğrettiğine bakmak gerekir. Bir iş Kur’an ve Sünnet’in ölçülerine uyuyor, bir ilim insanın marifetini artırıyor ve Allah’a yaklaştırıyorsa o iş hayırlı, o ilim haktır. İkisi de baş üstüne konmaya layıktır.

Tasavvuf mektebini kuran mürşidler, buralarda verdikleri terbiyenin usül ve adabını, ona girişin şekil ve sonuçlarını, içinde yaşanan halleri bazı özel tabirlerle ifade etmişlerdir. Bunların herbirisi, bir ilme ve tecrübeye dayanmaktadır. Onların bir kısmı Kur’an ve Sünnet’te aynen ifade edilmektedir. Bir kısmı ise, ariflerin tecrübe ve tercihleri ile tespit edilmiştir.

Tasavvufta çokça kullanılan inabe, tevbe, ilme’l-yakin, ayne’l-ya-kin, hakka’l-yakin, mücahede, müşahede, murakabe, zikir, zühd, tefekkür, tezekkür, tevekkül, fakr, kanaat, sabır, şükür, cömertlik, teslimiyet, muhabbet, aşk, cezbe gibi tabir ve terimler Kur’an ve sünnet kaynaklıdır. Yine manevi terbiye esnasında yaşanan fena, beka, kabz, bast, üns, heybet, sahv, sekr gibi iç hallere işaret eden tabirler de ayet ve hadislerin açık veya kapalı işaretlerine dayanmaktadır. Bunların manası ve sufilerin onlarla muradı iyice incelendiğinde böyle olduğu görülecektir.

Yine tasavvuf dilinde çokça kullanılan hatme, rabıta, intisab, himmet, feyz, tasarruf, gavs, kutub gibi bazı tabirler vardır ki, bunlarla anlatılmak istenen mana tetkik edildiğinde, hepsinin ayrı bir gerçeği ifade ettiği ortaya çıkacaktır. Biz bunların bir kısmını -inşaAllah- tek tek izah edeceğiz. Bu arada şunu da hatırlatalım ki, ehli olmayanlar tarafından tasavvufun ismi kullanılarak ortaya konan bazı tehlikeli tabirler, sadece sahibini ilgilendirmekte ve ancak söyleneni bağlamaktadır. Bizim, her söyleneni savunma gibi bir derdimiz ve vazifemiz yoktur.

Burada şu gerçeğe dikkat çekelim: Tasavvufun ortaya koyduğu tabir ve ıstılahlar, insan eğitimine yeni ve derin boyutlar kazandırmıştır. Tarihte hiçbir ekol ve felsefe insan eğitiminde Kur’an ve Sünnet çizgisinde terbiye veren tasavvuf kadar başarılı olamamıştır. İslâm tarihinde insan eğitimi, en güzel şekliyle tasavvuf tarafından gerçekleştirilmiştir; bundan sonra da bu hizmeti yine o görecektir.

Ancak burada iki noktaya dikkat çekeceğiz. Bazıları tasavvufun ince ilimlerini ve sırlı dilini fitneye sebep yapmıştır. Bu kimseler, “tasavvuf içte oluşan gizli bir ilimdir, batınî hallerle ilgilidir, onu herkes anlamaz” diyerek Kur’an ve Sünnet’in hiçbir şekilde tasdik etmediği dillerden, hallerden ve hayallerden bahsetmeye başlamışlar; ayet ve hadisleri kendi keyiflerince yorumlamışlar, ibadetleri terketmişler ve hatta dinden çıkmışlardır. Halbuki gerçek sufilerin ortak görüşü şudur: Kur’an ve Sünnet’e ters düşen bütün batınî haller, sözler ve cezbeler batıldır.

Diğer üzücü bir durum da, sırf zahiri ilimlerle yetinen alimlerin halidir. Onlar, tasavvufun kullandığı bazı özel tabir ve ıstılahları Kur’an ve Sünnet’te bulamıyoruz diye önce o ilimleri ihmale, sonra inkara gittiler, tasavvuf terbiyesini gereksiz gördüler. Fıkıh, tefsir, hadis, akaid kitaplarını ezberleyecek kadar uğraştılar, talebelerini bu uğurda teşvik ettiler fakat bütün ilimlerin özü olan marifetullahın tahsilini ve güzel ahlakı hedefe alan tasavvufu ve onu güzelce anlatan kitapları hiç incelemediler; ona meyledenlerin de yolunu kestiler. Bu ilim sahipleri gerçek sufilerle aynı hedefe, yani Allah rızası ve takvaya ulaşmak istedikleri halde, bir dil ve üslup kargaşası yüzünden onlarla çekişmeye girdiler, kendilerini nice güzelliklerden mahrum ettiler, biraz acele ve nefsanî davrandılar, yanıldılar ve yanılttılar.


Dr. Dilaver Selvi
 

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Cevap: Tasavvufun dili

RABITASIZ HAYAT OLMAZ


Aklı olan herkes düşünmek zorundadır. İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli özellik, düşünerek olgunlaşmak ve fikir yoluyla bir sonuca ulaşmaktır.

Kalbimiz, istesek de istemesek de her an bir çeşit düşünce ile meşgul olur. Kimisi işinin, kimisi eşinin, kimisi aşı-nın, kimisi maaşının, kimisi de insan ve eşyadaki ilahi nakşın düşünceleriyle doludur. Bugün canlı cansız hiçbir şey düşünmeden bir gün geçirdim diyen tek bir insan bulamazsınız. Yani her-kes, bir çeşit rabıta içindedir. Rabıta, kelime manasıyla bu çerçevede tarif edilebilir.

Rabıta, insanın istese de terkede-mediği bir şeydir. Rabıta, gönlün işidir. Rabıta, gönlü bir şeye bağlamak, o şeyi hayale alıp düşünmek demektir.

Ancak, bu yazımızda biz, kalbi zik-re geçiren, Rabbine çeviren, ruha ilahi bir neşe veren ve ahlakı güzelleştiren bir düşünce çeşidinden bahsedeceğiz.


Tasavvuftaki Rabıta

Tasavvufta rabıta deyince, insana Allah’ı hatırlatan düşünce kasdedilir. Bunun için kendisine bakılınca Allahı zikrettiren bir insan-ı kamil hedef alınır; kalp saygıyla ona bağlanır, gönül sevgiyle onu hayale alır, ruh on-dan akseden nurla nurlanır ve vücut ondaki ahlakla ahlaklanır. Güneş karşısında renk alan ve tatlanan meyve gibi, kamil insanla zahiren ve batınen her halde beraber olan bir kimse anbean ondaki ilahi güzelliklerle süslenir.


Tasavvuf büyükleri rabıtayı şöyle tarif etmişlerdir:

“Rabıta, Allah’ın nurlarını alan, tecellilerini açıkça gören bir makama ulaşmış kamil mürşide kalbi bağlamaktan ibarettir. Çünkü kamil mürşid oluk gibidir ve kendisine sevgiyle bağlanan müridin kalbine ondan feyiz akar.” (İbrahim Fasih)

“Rabıta, Allahu Tealâ’nın yüce sıfatlarının özel tecellilerine mazhar olmuş, yani Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmış, müşahede mertebesine ermiş kamil bir mürşide kalbi bağlayıp, huzurunda ve gıyabında o mürşidin sureti, sîreti ve özellikle ruhaniyetini hayalen kendisi ile birlikte farzederek, yanındayken takındığı tavrı, gıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir.” (Mevlâna Halid)

“Rabıta, müridin mürşide olan şiddetli ve sıcak muhabbetiyle tamamen ona yönelmesidir. Mürid rabıtaya devam ede ede mürşidinin boya-sına boyanır, onun gibi kamil olma yolunda ya-vaş yavaş ilerler. Muhabbetle yapılan rabıta, se-veni sevilenin sıfatlarına sokar.” (Nasrullah Efendi)

İmam Rabbanî (K.S.) demiştir ki: “Kalbi zikre geçirecek ve nefsin kötü huylarını değiştirecek rabıta öyle herkese olmaz. Kendisine rabıta yapı-lacak kimse, Allah tarafından seçilmiş, manevi seyrini tamamlamış, yüksek kemalat ve cezbe sahibi kamil bir insan olmalıdır.”

Mevlana Halid (K.S.) rabıtayı öyle gerekli ve faydalı buluyor ki, bunu şöyle ifade ediyor: “Rabıta, Nakşi tarikatında temel bir rükundur. Allah’ın Kitabına ve Rasulullah’ın sünnetine yapıştıktan sonra Allah-u Tealâ’ya vasıl olmanın en büyük sebebi rabıtadır. Öyle ki, Nakşibendi sadatının bir kısmı müridlerini terbiye ve ta’limde yalnız rabıtayla yetinirlerdi. Maksat Yüce Mevlâ’ya ulaşmaktır; rabıta ise Allah’a gidişte vesile olmaktan başka bir şey değildir.”

Rabıta, mürşidin kalıbına değil onun kalbinde zuhur eden ilahi nura bağlanmak ve onun kalbindeki Allah sevgisini yudumlamaktır.

Gerçek rabıta ve sevgi zamanla hasıl olur. Rabıtaya devam eden müridin kabiliyeti gelişir, sevgisi kuvvetlenir.


Yanlış Anlaşılan Rabıta

Rabıta, Yüce Kur’an’da emredilen tefekkürün bir çeşidi, murakabenin bir bölümü, Allah mu-habbetinin bir parçasıdır.

Rabıtayı inkar veya terkedenler şunu sorarlar: “Niçin bir insanı düşünüyoruz da Allahu Tealâ’yı düşünmüyoruz? İnsanı düşünmenin kazancı nedir?”

Bu soruya kesin bir cevap vermeliyiz. Çünkü soruyu sorunların endişesi şudur: Allah’ı bırakıp da insan veya başka bir varlığı düşünmek ilahi muhabbeti zedeler, böyle bir şey şirke girer.

Önce, Ehl-i Sünnet akidesiyle ile ilgili şu gerçekleri hatırlatalım: Allahu Tealâ hayal ile düşünülmekten münezzehtir, uzaktır. O, akılla düşünülemez, fikirle tefekkür edilemez, herhangi bir şeye benzetilemez. (el-Maturidi, Taftazânî, Gazzâlî) Her ne ki hayale gelir, o, Allah değildir. (Şa’rânî)

Şu halde düşünmek için Allahu Tealâ’nın Yüce Zatını seçemeyiz. Hem, Allahu Tealâ’nın zatını düşünmek yasaklanmıştır. Hz. Peygamber (A.S.), bunun hüküm ve sebebini şöyle belirtmiştir:

“Allah Tealâ’nın zatını tefekkür etmeyiniz. O’nun nimet ve yarattıklarını düşününüz. Çünkü siz, Allah’ın zatını düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Ebu Nuaym, Elbanî)

Durum böyle olunca, düşünecek kimse Allahu Tealâ’nın yarattığı varlıkları düşünmek zorundadır. İbret almak isteyen, varlıklara bakmalıdır. Düşünerek zikre ulaşmak isteyen kim-se, yaratılmış bir varlık üzerindeki ilahi tecel-lileri düşünerek Allah’ı zikre geçmelidir. Allah Tealâ, alemdeki her şeyi, kendi varlığına, birliği-ne ve yüce rahmetine birer ayet ve alamet yapmıştır.

Bütün alem, düşünülsün ve içindeki rahmet görülsün diye yaratılmıştır. Bu varlıkları düşünenler onların içindeki ilahi kudreti görür, rahmeti anlar. Anlayan hayran olur, imanı artar, kalbi sevgiyle dolar. Tefekkürün sonucu, Allah’a muhabbet ve teslimiyettir.


Dr.Dilaver Selvi
 

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Cevap: Tasavvufun dili

SUFİLİĞİN İÇ YÜZÜ


Gerçek sufi, Allah sevgisi ile safi olmuş, huzur bulmuş kimsedir. Sufiliğin iç yüzü ilâhî aşk, dış yüzü güzel ahlâktır. Arifler sufiliği kısaca böyle tarif etmişlerdir. Bunlardan başkası boştur.

Adını bildiğimiz ya da bilmediğimiz birçok ilim dalı var. Bunların her biri konusuna göre kıymet ve önem taşıyor. İlimlerin konuları, aynı zamanda hedeflerini de gösterir. Şunu söylemek mümkün: Bir ilim veya sanat, insanla ve insan hayatıyla ne kadar ilgiliyse o derece kıymetli ve önemlidir.

İnsanı ilgilendiren en önemli ilim hangisi olabilir? Hiç şüphesiz, kendi nefsini ve Yüce Rabbi’ni öğreten ilimdir. İnsanın yaradılış gayesi de bu ilimle öğrenilir. Bu özelliği sebebiyle o, ebedi kurtuluş vesilesidir. Tefekkür nazarıyla bakılırsa anlaşılır ki, bütün gökler, yerler ve içindekiler bu ilmi öğretmek için yaratılmıştır. Bütün peygamberlerin, alimlerin, hikmet sahiplerinin öğrettiği ilim de temelde budur. Ona kısaca “marifetullah” denir.

Marifetullah, Yüce Allah’ı tanımaktır. Bu tanıma, sırf iman etmekten öte bir iştir. O gerçek bir ilim ve irfandır. Bu ilmin birinci basamağı nefsini tanımaktır. Gerçek manada nefsini tanıyan Rabbini de tanır.

Diğer bir açıdan bakıldığında, bir ilim insanı kendi özünden ve Rabbi’nden uzaklaştırıyorsa, dünyası kadar ahiretine de fayda vermiyorsa, bütün hizmeti mide ve şehvete yönelik ise, ona hayırlı ilim denmez.


Sufiler Neyle Uğraşır

Biliyoruz ki, insanın en kıymetli cevheri kalbidir. İnsan terbiyesinde hedef nokta kalptir. Kalbin elde edeceği en büyük ilim marifetullah, en güzel sıfat ise edep ve hayadır. Bütün hayırlı ilimlerin hedefi budur.

Kalbin elde edeceği marifetullahın da, edep ve hayanın da yolu tezkiyedir. Tezkiye, manevi temizliktir. Yani kalbin inkâr, şirk, nifak, isyan, gaflet gibi manevi kirlerden temizlenmesidir. Bu temizlik, ilâhî nur ve sevgi ile gerçekleşir. Diğer bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber A.S. Efendimiz de bu temizlik için gönderilmiştir (Âl-i İmran/184, Cuma/2). Kur’an’da, ebedi saadet bu temizliğe bağlanmıştır (A’lâ/14-15, Şems/9-10).

Rasulullah A.S. Efendimiz’den sonra, kalbleri ilâhî nur, sevgi ve manevi tasarrufla temizleme görevi, onun gerçek vârislerine verilmiştir. Hz. Peygamber’le insanlığa sunulan ilâhî ilme, marifete, edep ve sevgiye vâris olmak, Yüce Allah’ın bir lütfudur. Allahu Tealâ o nimeti dilediklerine verir. Bu nimet, ilâhî sevgidir, nurdur, feyizdir, edeptir, güzel ahlâktır. Bütün bunlar kalplerin ilacıdır. Kalbinin huzurunu düşünen bir insan, ona midesi kadar önem vermezse, kalbi dertten, nefsi inlemekten kurtulmaz.

Kalp temizliğini ve nefis terbiyesini hedefleyen ilme ahlâk ilmi denir. Tarih boyunca bu ilmin gerçek hakkını “sufi” ismiyle anılan kâmil veliler vermiştir. Onlar bu ilmi sadece açıklamakla kalmamış, aynı zamanda kendi nefislerinde tatbik etmişlerdir. Ayrıca bir terbiye sistemi içinde insanlara da öğretmişlerdir. Bu terbiye sistemine kısaca tasavvuf denir.

Tasavvufun ana konusu, batınî fıkıhtır. Batınî fıkıh, insanın iç alemini oluşturan kalp, ruh, nefs ve diğer manevi cevherlerin temizlik, terbiye, terakki ve inkişaflarını hedefleyen manevî, nuranî, kalbî bir ilimdir. Zahirî fıkıh vücudumuzun dış azaları ile yapacağı ibadet ve vazifeleri inceleme konusu yaptığı gibi, tasavvuf da kalple ilgili ibadet ve ahlâkları konu edinir. Bundaki hedef kalbin “ihsan” mertebesine ulaşmasıdır.

İhsan, kalbin gafletten uyanması ve manevi kirlerden arınması sonucu “yakîn”e ulaşmasıdır. Yakîn, kalbin Cenab-ı Hakk’ı görüyor gibi bir şuur ve hassasiyete sahip olmasıdır. Bu hal, her mümin için bir hedeftir. Herkes ona davet edilmiştir. Rasulullah A.S. Efendimiz’in işaret buyurduğu gibi din; iman, islâm ve ihsandan oluşmaktadır (Buharî, Müslim). Yani din imanla başlamakta, ibadetlerle olgunlaşmakta, ihsanla kemale ermektedir.

Tasavvufta kalbin terbiyesi ve ihsan halini bulması üç safhada gerçekleştirilmektedir. Birinci safha manevi kirlerden temizlik, ikinci safha yüksek ahlâklarla güzellik, üçüncü safha ilâhî huzurda kabul ve Yüce Allah ile beraberliktir. Bundan sonrası huzur makamıdır. Arifler bu hali “kurbiyyet” olarak tarif ederler ve gerçek manada “sufİ” kelimesini bu sıfatı elde etmiş kâmil insan için kullanırlar. (Sühreverdî, Avarifü’l-Mearif)

Kur’an ve Sünnet’in hizmetçisi olan tasavvufun hedefe aldığı ilim budur. Gerçek sufi, Allah sevgisi ile safi olmuş, huzur bulmuş kimsedir. Sufiliğin iç yüzü ilâhî aşk, dış yüzü güzel ahlâktır. Arifler sufiliği kısaca böyle tarif etmişlerdir. Bunlardan başkası boştur. Hakiki sufi Allah ve Rasulü’nün dostudur, Onun görevi isteyenlere bu dostluğu öğretmektir. Sufi kimdir, sufilik nedir diye merak edenlere, işin başındaki arifler şöyle derler: “Gel, gir, gör, tat ve anla!”

Bu yola ilâhî sevgi ile gelip, kendi isteği ile girenlere mürid denir. Onun güzelliğini görenlere, tadını alanlara, hedefine ulaşıp ne olduğunu anlayanlara sufi denir. Sufi, Kur’an’da veli, muttaki, muhsin, sıddık, sadık, sıfatları ile tanıtılan kâmil insandır. Kâmil insan herkese ait bir kıymet, insanlığın istifadesine sunulmuş bir cevherdir.


Sufiliğin Görünen Yüzü

Sufilik Allah’a dost olma yoludur. Bu yola girenlerin Allah rızasından başka bir hedefi olamaz. Varsa, onlara sufi denmez. Sufi ve tasavvuf kelimelerini Kur’an ve Sünnet’te bulamadım diyerek bu güzel terbiye yolunu inkâra kalkanlar da biraz insaflı olmalıdır. Çünkü Kur’an, içinde kelime manalarını arayacağımız bir lugat veya ansiklopedi değildir. O, baştan sona bir hidayet ve ahlâk kitabıdır. Kur’an, şahıs veya grupların isimlerini değil, sıfatlarını anlatır. Sıfatı Allah dostlarının sıfatlarına uyanlar, dünyada hangi isimle çağrılırsa çağrılsın, ahirette “Ey Allah’ı sevenler, sevdiğinizin huzuruna gelin!” diye çağrılacakladır. Sıfatı kâfir veya münafıkların sıfatına uyanlar da, dünyada hangi forslu ve itibarlı ismi taşırsa taşısın, ahirete onlarla beraber olacaktır.

Büyük veli Hucvirî K.S., Keşfu’l-Mahcub adlı kitabında bu konuda şu çarpıcı tesbiti yapar:
“Eğer tasavvufu inkâr edenler, sadece bu ismin Kur’an’da bulunmadığını ve onun için bu kelimeyi kabul etmediklerin söylüyorlarsa, buna bir şey denmez, bu olabilir. Fakat, tasavvufun içerdiği mana ve ahlâkı inkâr ederlerse, o zaman Hz. Peygamber A.S.’ın getirdiği dinin tamamını ve onun bütün güzel ahlâklarını inkâr etmiş olurlar.”

Bu sözün manası şudur: Gerçek sufi, Allah’ın dostudur. O, dini bütün emirlerini ihlâsla yaşayan bir kimsedir, Sufi, içi ve dışıyla Allah’a teslim, Hz, Peygamber A.S.’a tabi olmuştur. Onu inkâr eden tehlikeye girer. Gerçek velilerle, kendisine veli süsü veren delileri birbirinden ayırmak gerekir. Her devirde adı sufi, sıfatı sahtekâr olan kimseler çıkmıştır. Aynı şekilde, her kesimden dini dünyaya alet eden, sözünün tersine giden, dine mümin olmayandan daha çok zarar veren müslümanlar da mevcuttur. Onların hesabını ahirette Allah görecektir. Onlar bu dini temsil etmiyorlar. Tevbe ederlerse ne güzel; etmiyorlarsa onlardan uzak durmak farzdır.

Herkes hangi makama çıktığını değil, hangi güzel ahlâka ulaştığını merak etmelidir. Çıkılacak en şerefli makam, ihlâsla yaşanacak güzel ahlâktır. Bütün terbiye çeşitleri bunun içindir. Ben nasıl bir sufiyim diye merak edenlere, büyük arif Ebu Bekir el-Kettanî K.S. şu cevabı veriyor:

“Yüce Allah’a ve halka karşı nasıl davrandığına bak!..” Ve ekliyor: “Tasavvuf baştan sona güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâkı senden güzel olan kimse, tasavvuf yolunda da senden ileridedir.” (Kuşeyrî, Risale)


İnsanlığın Aradığı İnsan Modeli

Günümüzde, dünyanın her yerinde insanlık farklı bir insan modelini arıyor. Çünkü kimse halden memnun değil. Birçok insanın da gönlü kendisine sıkıntı veriyor. Bunun için yüzüne bakınca kalbini rahatlatacak bir dost arıyor. Maddeyi baş üstüne koyanlar bile kendileri gibi keyfine kul, malına köle, menfaatına düşkün, şehvetine esir insanları görmekten keyif duymuyor. Herkes birinin, başka bir insanın hasretini çekiyor.

Gençler, kendilerini ve sevgilerini zayi olmaktan kurtaracak, şefkatle ellerinden tutacak, sevgiyle kalplerine girecek, hiçbir zaman kendilerine ihanet etmeyecek gerçek bir dost ile tanışmak istiyor.

Tüccarlar, özü sağlam, sözü senet, kendisi mert birisini arıyor.

Zenginler, mal için şerefini satmayan, elindeki servetle şımarmayan, sahip olduğu makamı kibir için değil, hizmet için kullanan, kalbi hür, gönlü zengin, gözü tok, sözü doğru bir insanı soruyor.

Fakirler, kendilerini görünce yüzü gülen, dertlerini dinlerken huzur bulan, kendilerini kendinden bir parça sayan ve onlarla malını paylaşan bir cömerdi özlüyor.

Cahiller, hali sözünü yalanlamayan, kalbi geniş, dili tatlı, yüzü yumuşak, ahlâkı güzel, kusurları yüze vurmayan, kendisini adam yerine koyan birisini bekliyor.

Alimler, edebi ilminden fazla, herkese karşı samimi ve mütevazi, söylenen söze kulak veren, nefsini değil hakkı savunan, kusurunu söylene teşekkür ve hayır dua eden, muhatabını incitmeden uyaran, riya ve kibirden uzak, ihlâsının nuru yüzünde parlayan bir arifin özlemini çekiyor.

Gerçekten bu devir, insanlığın yüz akı olacak Allah dostlarına hasret. Belki bir asırdır, veli, sufi, hak aşığı, Allah dostu deyince, çoğunluğun aklına türbelerde yatan, tarihe mal olmuş insanlar gelmekte. Bugün tasavvufu sevenler de, yerenler de karşılarında gerçek bir sufiyi görememenin sıkıntısı içindeler. Onu bir görseler ve gönlüne girseler, kesinlikle sıkıntıları ortadan kalkacak.

Acaba bu yolun hiç yolcusu kalmadı mı? Gerçekten, yeryüzünde Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed A.S.’ı hayatıyla temsil eden, mihrabın ve namazın hakkını veren, ihlâsla kulluk eden, gerçek zikri çeken, malını ve canını Allah’a kurban eden sadıklar ve aşıklar tükendi mi?

Cevap tahmin ettiğiniz gibi: Hayır tükenmedi. Çünkü bu din Yüce Allah’ın koruması altındadır. Din kitaplarda yazılarak değil, gönüllerde tadılarak, hayat ile yaşanarak korunacaktır. Rasulullah A.S. Efendimiz, kıyamete kadar yeryüzünde şan ve şerefle gerçek kulluğu yapacak ve insanlığın yüz akı olacak bir grubun hiç eksik olmayacağını müjdelemiştir. (Buharî, Müslim, Tirmizî)

Gerçi onlar azdır, ancak çok kıymetlidirler. Rasulullah A.S., bu dinin garip geldiğini ve garip olarak gideceğini üzülerek haber vermiştir. Fakat sözlerini şu müjde ile bitirmiştir: “O günkü gariplere ne mutlu!” (Müslim, Tirmizî, İbnu Mace)

Bu mutlu gruptan olmak için can atmalıdır. Elbette her müslüman bu gruptan olmak ister. Ancak iş, bu davayı ilme ve edebe göre temsil etmeye gelince, o noktada çoklarımız davayı kaybetmektedir. Güzel ahlâkı temsil etmekte, sufiliğe adım atanlar en önde gitmelidir. Çünkü onların diğer kesimlere göre birçok avantajı vardır.

Sufi, zaten hedef olarak güzel kulluğu seçmiş insandır. Onun dünyada tek hedefi, Yüce Allah’ın rızasıdır. Sufi bu yolda yalnız da değildir. Önünde kâmil bir mürşidi, güzel bir rehberi vardır. Yanında, Allah yolunda el ele verdiği kardeşleri mevcuttur. Hepsi birbirlerini dua ve sevgi ile desteklemektedirler. Ayrıca üzerlerinde önceki silsilenin bereketi ve büyük velilerin duası vardır. Artık bu sufiler gerçekten nasıl olmaları gerekiyorsa öyle olmalıdır. Çünkü bütün insanlar onları beklemektedir. Ayrıca Allahu Tealâ ve Rasulü A.S. onları seyretmektedir. Yerlerin ve göklerin taşımaktan çekindiği bu büyük davayı Allah rızası için taşıyanların gözü aydın olsun.


Dr. Dilaver Selvi
 

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Cevap: Tasavvufun dili

TASAVVUF DİNİN NERESİNDE?


Tasavvuf, dini ayrı bir neşe içinde tatbik ve takdimi hedeflemiştir. Bunun için en büyük sermayesi ilâhî muhabbettir.

Çokları şu soruyu soruyorlar: “Allahu Teâlâ, bütün insanlığa din olarak İslâm’ı seçti ve Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) ile bu dini tebliğ etti. Din, Kitab ve Sünnet ile tamamlandı. Allahu Teâlâ, bu dinden başka bir yol arayanın ortaya koyduğunu kabul etmeyeceğini ve o kimsenin âhirette perişan olacağını bildirdi. Hal bu iken, İslam âleminde tasavvufî ekol olarak ortaya çıkan bir çok yollar görüyoruz. Bunlar neyin nesidir ve kimin sesidir? İnsanları neye çağırırlar ve neden ayrı bir adla anılırlar? Bunlar yeni bir din midir, yoksa eski bir hurâfe midir?”

Soru sahibinin İslam hakkındaki sözlerine aynen katılıyoruz. Elbette insanlar tarafından İslâm’ın dışında din yerine konulacak bütün modeller ve fikirler, Allah katında kabul edilmeyecektir. Ve başında Hz. Rasûlullah’ın (A.S.) bulunmadığı hiç bir yol, yolcularını Allah’a ulaştırmayacaktır. İlâhî rızâ ve edebin dışındaki bütün yaşantılar, insanlığın dünyada ve âhirette yüzünü güldürmeyecektir.

Evet, hak din tamamlanmış ve tebliğ edilmiştir. Bundan sonra bütün müctehid, mürşid, mücâhid ve müslümanlara kalan ise, bu dini Allah’ın muradına uygun olarak anlamak, yaşamak ve yaymaktır.

İşte dinin hakkıyla anlaşılması ve gereğince yaşanması için fakihler dinin fıkıh alanında, müfessirler tefsir meydanında, muhaddisler hadis sahasında, diğer âlimler de kendi branşlarında derinleşerek İslâm ilimlerini ihyâya ve yaymaya çalıştılar. Tasavvuf büyükleri ise bu ilimlerin özüne ve en önemlisine el attılar: önce kalbe ve kalple ilgili ilimlere yöneldiler. Çünkü Rasûlullah (A.S.) Efendimiz, işin esasını kalbe bağlıyor ve bunu en veciz ifâdelerle: “Dikkat edin! İnsan vücûdunda öyle bir parça vardır ki, o iyi olursa, bütün vücud iyilik üzere hareket eder; o bozulursa, bütün vücud fesada gider.” (Buhârî, Müslim, İbnu Mâce) şeklinde dile getiriyordu. Cenâb-ı Hakk ise: “Dikkat edin! Kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur” (Ra’d/13-28) uyarısıyla dikkatleri yine kalbe çeviriyordu. Bunun için tasavvuf büyükleri diğer ilimlerden yeterince elde ettikten sonra, tefsirlerde, fıkıh kitablarında ve hadis şerhlerinde anlatılan dinin hükümlerini ve edeblerini ihlasla uygulamaya koyuldular. İlmi amele, ameli hikmete, hikmeti ilâhî muhabbete çevirmek için çalıştılar. Dinin edebiyatıyla değil, edebiyle uğraştılar. Zikrin üzerinde çok durdular. Onu hayatın her safhasına yaymaya çalıştılar. Bunda -Allah’ın izniyle- muvaffak da oldular. Böylece din, kâmil mü’minler ve hakiki mürşidler tarafından bütün hakikatıyla yaşanarak, insanların önünde en güzel şekliyle temsil ve tatbik edildi.


Tasavvuf Neyi Amaçlıyor?

Tasavvuf, dini ayrı bir neşe içinde tatbik ve takdimi hedeflemiştir. Bunun için en büyük sermayesi ilâhî muhabbettir.

Tasavvuf terbiyesi muhabbet, ihlas ve teslimiyete dayanır. İlâhî aşk ve edeb olmadan bu yolda muvaffak olunamaz. Tasavvuf, kalp ayağı ile yol alır. Kalp temizlenmeden mâneviyatın tadına varılamaz.

Kalblerin tabibleri olarak tanıtabileceğimiz kâmil mürşidler, amelde dört hak mezhepten birisine mensubturlar. İtikad olarak, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çizgisinde ve sırât-ı müstakim caddesindedirler.

Mânevi terbiye işine gelince ârifler, bu konuda değişik metod ve farklı meşrebleri tercih ettiler. Kalbin mânevî hastalıklardan, dünya muhabbetinden ve nefsin esâretinden kurtulması için Kur’an ve Sünnetin târif ettiği usülleri, tasvip ettiği prensipleri, teşvik ettiği edebleri ortaya çıkardılar. Yine Kur’an ve Sünnetin işâretlerinden yola çıkarak, bir takım metodlar geliştirdiler. Bu terbiyenin bizzat tâlim edildiği yerler ve müesseseler inşâ ettiler. Terbiye yollarını ve hallerini ifâde eden bir takım özel tâbir ve terimler kullandılar. Böylece, dinin diğer ilimlerinde olduğu gibi, mânevî tezkiye ve terbiye alanında da bir çok yollar ortaya çıktı. Bütün bu yollarla varılmak istenen nokta, kalbin ıslâhı ve dinin gerçek mânasıyla yaşanmasıdır. Çünkü Allah Rasûlü’nün (A.S.) en birinci vazifesi kalbi küfür, şirk, isyan ve gafletten arındırıp, insanı ihsan derecesinde kulluğa ulaştırmaktır. Tasavvufun üstlendiği ve hedeflediği de budur. İmam Rabbânî (K.S.) tasavvuf terbiyesinin bu hedefini şöyle ifâde etmiştir.

“Tasavvuf ve hakikat menzillerini aşıp geçmekten maksad; rızâ makâmı için gerekli olan ihlasın tahsilidir, başka şey değildir.”

“Bu yola girmekten maksat, hakiki imâna ulaşıp, ilâhî emir ve hükümleri muhabbetle uygulamaktır.”


Ortaya Konanlar Nedir?

Tasavvuf, dinimizin kabul etmediği hiç bir şeyi ortaya koyamaz ve insana dinin istemediği yeni bir mükellefiyet getiremez, getirmemiştir de. Onun istediği şeyler dinimizce ya farz, ya vâcip, ya sünnet, ya müstehab, ya mendub ya da mübah kılınan bir ameldir. Hz. Peygamber’in (A.S.) gerçek vârisi kâmil mürşidlerin müridlerinden istediği her şey, Kur’an ve sünnetin ya açık ifâdelerine, ya delâlet ve işâretlerine ve yahut İslâm’ın rûhuna uymak zorundadır. Onların, insanın terbiyesi ve terakkisi için ortaya koydukları uygulamaların bir çoğu da “kim İslam’da güzel bir çığır açarsa, kendisinden sonra o güzel şeyle amel edenlerin sevabının bir misli de ona yazılır. Amel edenlerin sevaplarında da bir noksanlaşma olmaz.” (Müslim, Nesâî, İbni Mâce) hadis-i şerifiyle anlatılan “güzel çığır” içine girmektedir. Kur’an ve Sünnet çizgisinde giden tasavvuf incelendiğinde, bunun böyle olduğu görülecektir.

Mürşid, müridine sadece Allahu Teâlâ’nın ve Rasûlullah’ın emirlerini hatırlatıp, onları ihlasla yapmasına yardımcı olur.

Tasavvufun terbiye alanında kullandığı kendine has tâbirlere takılıp, “seyr u sulûk” adı altında yapılan bu işlerin dinimizin istediği şeylerin dışında olduğu düşünülmemelidir. Çünkü bunların her biri isim olarak bulunmasa da asıl olarak dinin hükümleri içinde mevcuttur. Şöyle ki:

Tasavvufta “vird”, “hatme” gibi isimlerle anılan ve “veliliğin diploması” olarak tanımlanan zikir, esâsı itibariyle Kur’an’da şekli belirtilmeden umumî bir emirle her mü’mine farz kılınmıştır. Ancak tasavvufta bunun husûsi şekilleri tesbit edilmiştir.

Mürşidlerin üzerinde çok durduğu “râbıta”, her mükelleften istenen “eşyayı tefekkür”ün bir çeşididir. Râbıtada tefekkür edilecek zat, yeryüzünde Allah’ın halifesi olan kâmil bir kimsedir. Bu haliyle mürşid, mevcut varlıklar içinde en mükemmel tecellilere mazhar olacak bir makamdadır. Kendisinde yüksek seviyede ilâhî nur ve edeb mevcuttur. Müridin yapacağı iş, o nura kalbi bağlayıp nasiplenmek ve ondaki tecelli ile edeplenmektir. Kâmil insandaki nûra ve tecelliye gözünü açamayan kimsenin, diğer eşyadan bir şey anlaması oldukça zordur. Bunun için râbıta, tasavvufun temel esasları arasında sayılmıştır.

Her müritten beklenen “teslimiyet”, dinimizin imama itaat emrinden başka bir şey değildir.

Tasavvuf terbiyesinin temeli olan “tevbe”, Peygamberler dahil, herkesten istenen bir farzdır.

Tasavvuf yoluna girerken şeyhe “intisab etme” “inâbe” ve “el tutma” ameli, Kur’an ve sünnette teşvik edilen bey’atın aynısıdır.

Tasavvufun temeli kabul edilen ve her işte istenen “edeb”, en güzeliyle Hz. Rasûlullah’ın (A.S.) ahlâkıdır.
Sâdık müridliğin başlangıcı sayılan “fenâ fi’l-ihvan (kardeşleri nefsi gibi sevme)” vazifesi, kâmil mü’min olmanın şartıdır.

Mürşidini nefsinden çok sevme diye târif edilen “fenâ fi’ş-şeyh” hâli, Allah yolunda rehber olan zâtın Allah için sevilmesinden ibârettir. Bu sevgi, Peygamber vârisi kâmil mürşitte isbat edildikten sonra, bir üst dereceye intikal eder. Bundan sonra mürid, Hz. Rasûlullah’ı (A.S.) her şeyden çok sevme derecesine ulaşır. Kâmil mü’min olmak için bu sevgi şarttır. Bu sevgi derecesine tasavvufta “fenâ fi’r-Rasûl” ismi verilir. Bu sevgi ve edebin zirvesi, kalbin tamâmen Allah sevgisiyle dolması ve her şeyin Allah rızâsı için yapılmasıdır. Ehl-i tasavvuf bu hâli “fenâ fillah” ve “bekâ billah” tâbirleriyle ifâde etmişlerdir. Bu hâl, hadis-i şerifte “ihsan hâli” olarak tanıtılmıştır.

Tasavvufta nâfile ibadetten üstün sayılan “hizmet”, Allah yolunda mal ve can ile yapılması istenen cihadın tâ kendisidir.

Kısaca, kâmil mürşid sâdık müridinden her ne istemişse o amel, Allah Teâlâ’nın kulundan istediği ve kendisine sevap vaad ettiği bir ameldir.

Kur’an ve sünnetin hizmetçisi olan tasavvuf, imanın inkişâfını, dinin ihlasla yaşanmasını ve bütün mü’minlerin Allah sevgisi etrafında kaynaşmasını hedefe almış nurlu ve kutlu bir terbiye yoludur. O, her şeyi ile Allah’ın rahmetini, Rasûlullah’ın edebini ve dinin güzelliğini isbat eder.

Bu arada şöyle bir itirazla karşılaşabiliriz: “Anlatılan ölçülerdeki tasavvufa girmesek de fikir olarak bir diyeceğimiz yok. Ancak bize göre bunlar daha çok tarihte kalmış şeylerdir. Günümüzde tasavvuf adı altında öyle karanlık işler çevirenleri duyduk ve gördük ki, yaptıkları değil takvâya, en zayıf fetvâya bile uymuyor. Bunlara ne demelidir?”

Evet, tasavvufun adını kullanarak din dışı işlere girenler ve insanları dininden edenler târihte olmuştur, günümüzde de olabilir. Bu kimseler konumuz dışındadır. Çünkü onlar, Sırât-ı Müstâkim caddesinde değillerdir. Onların fesat ve fitnesiyle temiz tasavvuf mahkum edilemez. Sahte şeyhlerin şeytanlıkları, kâmil mürşidlerin güzelliğini perdelemez. Aksine onlardaki güzel hâlin ve yüksek kemâlin görülmesine sebep olur. Karanlık olmazsa, aydınlığın kıymeti bilinemez.

Onlara denecek tek şey şudur: “Ey Allah’ın temiz dini ile alay edenler! Samimi olarak tevbe edin, kalbinizle ve amelinizle Allah’a yönelin. Yoksa Allah sizden intikamını alır dünya ve âhirette yüzünüz kararır. Bilin ki, güzel din ve temiz vicdanlar sizi kabul etmiyor.”.


Dr.Dilaver Selvi
 

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Cevap: Tasavvufun dili

TASAVVUF İDEAL HAYATTIR


Tasavvuf, güzel ahlaktan ibarettir. “Kim güzel ahlâkta ileri ise, en güzel sufi odur” diyen arife Allah rahmet etsin.

Tasavvuf güzel ahlâktan ibaretse, bu güzellik görünmek ister, sevilmek ister. Güzel olan kalpler, güzel olan şeyleri isterler ve severler. Öyleyse bu güzelliğin tanınması ve yayılması gerekir. Çünkü bu güzellik hayallerimizi değil, hayatımızı süslemek içindir. Öyleyse ona dil değil, el uzatmalıyız. Onu dışımıza değil, içimize atmalı, yaşayarak tatmalı ve tanımalıyız.

Tatmayan bilemez, bilmeyen sevemez demişler. Bir şeyi yutacak da olsak, kaldırıp atacak da olsak, önce ağzımıza alıp dilimize koymalı, damağımızla kontrol ettikten sonra bir karar vermeliyiz.

Tasavvuf, mürşid, zikir, rabıta, hatme, murakebe, müşahede, nazar, tevüccüh gibi kelimeleri, sadece işitmekle veya kitaplardan araştırmakla tam anlamak mümkün değildir. Sırat-ı müstakim çizgisinde terbiye veren bir mürşidi tanımak isteyen kimse, ona bizzat talebe olmalı, gösterdiği usülde davranmalı ve tavsiyelerine uymalıdır. Allah için onu sevip kalbinde yer ayırmalı, ondaki edeb ve güzel ahlâkı gönlüne yerleştirip gündemine almalıdır. Buna rabıta denir. Mürid, mürşidine rabıta yapmalıdır. Bir işe başlayan kimsenin önünde delili, gönlünde sevgisi, hayalinde bir hedefi yoksa, bu gidişten ve o işten bir hayır gelmez, biline!

Ey hakkı ayakta tutmak isteyenler! Hak, edeb ve adalet istiyor. Bir yerde edeb ve adalet çiğnenmiş ise, bilin ki orada cinayet işleniyor. Şimdi tasavvufa girenlere de, onu dışarıdan tenkid edenlere de şunu hatırlatırız:

Tasavvuf, bütünüyle edebtir. Edeb olmaz ise, ne tasavvufa adım atan, ne de ona taş atan muradına erebilir. Sadece birisi eleştirir, diğeri onu yıkar. Tavuğun önüne atılan inciye yazık olur. Çünkü onu ne yer, ne de değerlendirir. Sadece kirletir.

Hak adamlarının ve hakkı arayanların derdi nefislerinin çıkarı değildir. Onların kulluktan ve mertlikten başka bir dert ve davaları yoktur. Güzele güzel, kötüye kötü derler.

Tasavvuf büyüklerinin itikadı şöyledir:

Peygamberlerin dışındaki herkesin hata yapma, yanılma, yanlış karar verme payı vardır. Ancak, arifler hatada ısrar etmezler.

Kur’an ve sünnetin açıkça veya işaret yollu tasdik etmediği hiçbir ilim, amel, hal ve cezbe muteber değildir.

Hiç bir müctehid ve mürşid: “Ben masumum, ne söylersem muhkem ayet gibidir. Sözlerimde yanılma, işlerimde yanlışlık yoktur. Bana herhangi bir itiraz olamaz!” deme hakkına sahip değildir.

Zaten, Hz. Peygamber’in gerçek varisi olan hiç bir müctehid ve mürşid, böyle bir iddiada bulunmamıştır.

Hz. Peygamber’in (A.S.) halifelerinin ilki ve bütün tarikatların piri Hz. Ebu Bekir Sıddik (R.A.), halife seçildiği gün Ashab-ı Kiram’a şöyle seslenmiştir:

“Ben Allah’a ve Rasulüne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Ben hak çizgiden ayrılınca, artık kimsenin bana itaat etmesi gerekmez!” (İbnu Kesir)

Bu ümmetin ikinci halifesi ve bir çok cehrî tarikatın meşrebte piri Hz. Ömer (R.A.) de: “Bana ayıp ve kusurlarımı gösteren kimseye Allah rahmet etsin” demiştir. (Mekki, Sühreverdi) Yine O, Bişr b. Sa’d (Rh.A.) kendisine: “Ya Ömer! Eğer önümüzde yanlış yapar veya işlerinde ihmalkâr davranırsan seni (gerekirse kılıçlarımızla) düzeltiriz!” dediğinde: “Sizler, evet sizler ancak böyle davrandığınızda hak üzere kalabilirsiniz” (Bkz: Sühreverdi) diyerek, hem kendisini kontrol eden samimi mü’minlerin bulunmasına sevinmiş, hem de hak üzere kalmak için takip ve eleştiriyi gerekli görmüştür. Mutlak teslimiyet ve hiç itiraz etmemek, ancak hak olan emirlerde olur.

Tasavvuf büyüklerinin ortak sözü şudur: “Bizim bir kusurumuzu gördüğü halde gelip bize söylemeyen kimse, dostumuz değildir, hasmımızdır. Kıyamet günü ondan davacı olacağız.”

Haklı olan ve hak üzere yaşayan bir insanın dokunulmazlık zırhına bürünmesine ne gerek var?


Kâmil Müminlerin İçleri Dışlarından Daha Güzeldir

Allah dostlarının ilahi boya ile cilalanmış kalplerinin içi açılıp halka gösterilse, onlar içlerinde gizledikleri bir kusurdan değil, sırlarında sakladıkları güzelliklerin ortaya çıkmasından utanırlar.

Hiç endişe edilmesin. Bu yolun büyükleri, kendilerine tabi olanları Allahu Tealâ’nın bir emaneti görürler. Onları severler, fakat yolun hakkını da herkesten çok düşünürler. Kur’an ve sünnet aydınlığında terbiye veren temiz tasavvuf yoluna bid’at sokanları, onu kötü halleriyle karalayanları ve dünya için kullananları en fazla gerçek mürşidler tenkid etmişlerdir. Öyle ki, zahir uleması, işin zahirdeki sapmalarını ve görünürdeki bozuklukları tenkid ederken, kâmil mürşidler, kalbin içindeki bozuk niyetlere ve kibir, hased, ucub, riya gibi kalbî illetlere varıncaya kadar bütün hastalıkları takibe alıp tenkid ve tedavi yapmışlardır. Çünkü bu büyükler talebelerinin sadece dışına değil, Allahu Tealâ’nın kendilerine verdiği feraset nuru ile kalbin ta derinliklerine nazar ve nezaret etmektedirler. Malumdur ki, din kalpten başlamaktadır.

Büyük ariflerden Rüveym (K.S.), sufilerin biribirini eleştirmesini, hayır üzere kalmanın şartı görmüş ve mühim tespiti yapmıştır:

“Sufiler, aralarında hakkı çiğneyenlere ve edebi zayi edenlere buğzettikleri sürece hayır üzere kalırlar. Fakat, herkes diğerinin hatasına göz yumar ve yanlışına rıza gösterirse helak olurlar.” (Sühreverdi)

Düşmanı olmayan dostluğun bir değeri yoktur. Veliler, kendilerini inkar eden ve şahıslarına eziyet yapan kimseleri yarattığı için Cenab-ı Hakk’a şükrederler. Çünkü, düşmanı olmayan kimse tam terakki edemez ve kâmil veli olamaz. Allahu Tealâ, dostlarının güzel ahlâklarını ortaya çıkarmak için, edebi bozuk insanları kendilerine musallat eder. Habibi Hz. Muhammed (A.S.) Efendimize yaptığı gibi.

Veliler, taş ile ezildikçe güzel kokusu ortaya çıkan gül ağacına benzerler.

Kimse tarafından hiç tenkid edilmeyip her haliyle sevilen bir kimsenin ya işleri yapmacıktır, ya çevresi yağcıdır.

Tasavvufu tenkid edenler, eğer bunu Allah rızası için yapıyorlar ve tenkidleri de haklı ise, sevap alırlar; tasavvuf ve veliler hakkında söz etti diye çarpılmazlar. Ancak hem niyetleri bozuk, hem de tenkidleri delilsiz ve edebsiz olan kimseler tevbe etmez iseler, Cenab-ı Hakk’ın: “Kim benim velilerimden herhangi birisine düşmanlık ederse, ben ona harp açar, dostumun intikamını alırım.” (Buhari, İbnu Mace, Beğavi) tehdidinin altına girer, Allah dostlarına eziyet etmenin cezasını çekerler.

Şunu da itiraf etmeliyiz: Tarihte ve günümüzde, gerçekten bir takım batıl anlayış ve hurafeler, tasavvuf adı altında dine mal edilmeye çalışılmıştır. İçiyle tam bir şeytan iken, dışıyla iyi bir şeyh kılığına girenler ve etrafındaki cahilleri ifsat edenler çıkmıştır. Şeyhini, peygamberden üstün gören ve Allah ile bütünleştiğini söyleyen zavallılar da vardır. Yine sahte şeyhe secde eden, onu ziyaret etmekle gerçek haccı yaptığını ve hac farziyetinin kendisinden düştüğünü düşünenler de mevcuttur.

Kendisini şeyh diye tanıtan bazıları da, kendisine tabi olanların namazlarını kendisinin kıldığını, dinin zikir ve sevgiden ibaret olduğunu, belli bir marifete ulaşanlardan ibadetlerin düştüğünü, kulluğun avama has olduğunu söyleyecek kadar kendilerini serbest görmektedirler. Bu şahısların habbe kadar insafı, zerre kadar imanı olsaydı, bunların hiçbirisini yapamazlardı. Onların bir kısmı cehalet, bir çoğu da ihanet içerisindedirler ve esasen konumuz olan tasavvufla hiç bir alakaları yoktur.

Arifler demişler: Bir kimsenin havada uçtuğunu, suda yürüdüğünü, kızgın demirde uyuduğunu, başında timsahın nöbet tuttuğunu, ateşi yuttuğunu görseniz, aldanmayın. Önce onun dinin emir ve edeblerine uyup uymadığına bakın. Edebi güzelse onu Allah için sevin ve onu tanıdığınıza şükredin. Eğer edebi bozuksa onu Allah için terkedin ve sizi onun hile ve tuzağından kurtarması için Allah’a dua edin.



Dr.Dilaver Selvi
 

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Cevap: Tasavvufun dili

TASAVVUFUN KAYNAĞI


Tasavvuf her şeyi ile dinin hizmetindedir. Hedefi, takvâya ulaşmış kâmil insan yetiştirmektir. Ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Sermayesi ilâhî muhabbettir. Meyvesi aşk ve edebtir.

Tasavvuf, çoklarının Kur’an ve Sünnette ismini aramakla meşgul olup, aslından mahrum olduğu bir cevherdir. Aslı ve sıfatıyla tamamen nassların (âyet ve hadislerin) meyvesi olan gerçek tasavvuf, sırf bir kelime kargaşası yüzünden ihtilaf konusu olmuştur. Bazıları onu İslâmın dışında göstermeye çalışmış, bazıları ona hep endişeyle bakmış, bazıları da onunla hiç ilgilenmemiştir. İşin başında usül hatası yapanlar, ne yazık ki sonuçta doğruya isabetten mahrum olmuşlardır. Tasavvuf mürşidlerin ortaya koyduğu yeni bir din değildir; zaman içinde teşekkül etmiş bir terbiye okuludur. Her şeyi ile dinin hizmetindedir. Hedefi, takvaya ulaşmış kâmil insan yetiştirmektir. Ölçüsü Kur’ân ve Sünnettir. Sermayesi ilâhî muhabbettir. Meyvesi aşk ve edebtir.

Fıkhî ictihatların hepsini doğrudan Kur’ân ve sünnette aramak doğru olmadığı gibi; tasavvufun bütün usül ve edeblerini âyet ve hadislerin açık beyanlarında aramak da isabetli değildir.

Müctehidler fıkıh alanında ictihad yetkisine sahip oldukları gibi, kâmil mürşidler de ahlâk ve terbiye alanında ictihad yapmaya, yeni usüller belirlemeye ehildirler. Bunun kendine has usülleri vardır. Bu iş din adına olduğundan sevabı çok olduğu gibi, mesuliyeti de büyüktür.

Bir şeyin Kur’an ve sünnette olup olmadığını araştırırken bir usül vardır. Bazen, ictihadla elde edilen sonuçlar, ilk anda âyet ve hadislerde mevcut olmayan hükümler gibi gözükebilir. Ancak ictihad incelendiğinde veya sahibi dinlendiğinde, bunun bir şekilde âyet veya hadislere dayandığı anlaşılır. Bütün İslâmi ilim dallarında durum budur.


Mürşid Kimdir, Ne Yapar?

Takva imamı olan kâmil mürşid, âlimdir. Aynı zamanda âriftir. Feraset sahibidir. Takva nuru ile yürür. İlâhi destekle yol alır. Kalbi her an Rabbine bağlıdır. İlhama mazhardır. Müşahede sahibidir. Devamlı naz ve niyaz içindedir. Allah rızasından başka bir iddiası ve davası yoktur. Halini iyi bilir. Bildiğinin hakkını verir. Bilmediklerini öğrenir. Her şeyi bilmek durumunda ve zorunda değildir. Bütün mürşidlerin fıkıhta müctehid olması gerekmez, bir hak mezhebe göre ameli kâfidir.

Kâmil mürşidler, kalbin temizlenmesi ve nefsin terbiyesi için önce ayet ve hadislerin zahir ve batın manalarına son derece önem verirler. Onların işaretlerine de dikkat ederler. Bunların yanında Sahâbe-i Kirâm’ın söz ve davranışlarıyla amel eder, onları kendilerine örnek alıp usüller belirlerler. Ayrıca, İslâm âlimlerinin üzerinde icmâ ettiği, güzel bulduğu hususları değerlendirirler. Önceki sâlihlerin tecrübe, müşâhede ve tesbitlerine itimat ederler. Bunlardan başka, kıyas yoluyla yeni tesbitler yapabilirler. Dinin yasaklamadığı örf ve adetleri göz önünde tutup halkın özellik ve karakterine uygun usüller belirleyebilirler. Kâmil mürşidler ayrıca, önceki peygamberlerin söz ve gidişatından, getirdikleri dinin edeblerinden istifade yoluna gidebilirler. Buna fıkıh usulünde “Şer’u men kablenâ” yani bizden önceki şeriatlarla amel etme prensibi denir. Usulünce yapıldığında bunun da yolu açıktır.

Tasavvuftaki herhangi bir uygulamanın dindeki yeri ve hükmü araştırılırken, onun sadece hangi âyet veya hadise dayandığını sormak yeterli ve isabetli değildir. Bu uygulama hangi dini delile dayanıyor diye sormalı ve hükmü ona göre vermelidir. Meselâ âyet ve hadislerde açık olarak hükmünü bulamadığımız bir amel, sahâbenin sözüne veya uygulamasına dayanıyorsa makbuldür. Aynı şekilde İcmâ, kıyas, maslahat, istihsan gibi delillere dayanan uygulamalar da makbuldür. Hepsi dindendir, derecesine göre sevap vesilesidir.


Vird, Hatme ve Rabıtanın Dindeki Yeri

Bir kimse tasavvufta çokça üzerinde durulan vird ve hatmeyi Kur’an ve sünnette aramaya kalksa, bu isimlerle zikredilen hiç bir şey bulamaz. Bu şahıs: “Ben bütün Kur’an’ı ve Sünneti inceledim, zikir manasına gelen vird ve hatme kelimesine rastlamadım; bunların dinde yeri yoktur” dese yanılmış olur. Bu zikirler temelde yüzlerce âyet ve hadise dayanır. Kur’an’da, bir sayı ve şekil belirtilmeden “Allah’ı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim.” “Sabah akşam Rabbini zikret.” “Rabbini gizlice içinden zikret.” “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.” şeklinde emir ve teşvikler mevcuttur. Aynı şekilde tek başına ve halka halinde zikir yapanları öven bir çok hadis-i şerif vardır. Mürşidler bu âyet ve hadislerden hareketle bazı zikir, dua ve tesbih sözlerini bir araya getirdiler. Onları tecrübe edip faydasını gördüler ve bu usülle talebelerine zikir tavsiye ettiler. Bazıları gizli zikir usulünü fıtrat ve meşrebine uygun buldu, onu uyguladı. Bazıları açık zikri tercih ve tatbik etti. Böylece Yüce Rabbimizin zikir âyetleri yaşandı, zikrin zevki tadıldı ve zikrin nimetlerine ulaşıldı.

Kur’an ve Sünnette yeri, şekli ve zamanı belirtilen zikirler aynen uygulanır. Meselâ, farz namazların peşinden otuzüçer defa “sübhanellah” “elhamdülillah” “Allahu ekber” denilmesi ve “Lâ ilâhe illellâhu vahdehû lâ şerike lehu” zikriyle yüze tamamlanmasını Rasûlullah (A.S.) Efendimiz belirlemiştir. Bunu herkes aynen uygular. Ancak adedi ve şekli belirtilmeden sabah-akşam, gece-gündüz, her halde, gizli-açık, tek başına ve cemaat halinde yapılması istenen ve övülen zikirler, yapanın durumuna göre serbest bırakılmıştır. Bu durumda âyet veya hadislerde zikir olarak tavsiye edilen her türlü zikir makbuldür. Bu tür zikirlerde ehlince farklı tercih ve tertibler yapılabilir. Ehl-i tasavvuf da bunu yapmıştır. Şu halde, vird ve hatmenin kaynağı Kur’an ve sünnettir.

İkinci örnek râbıtadır. Râbıta tasavvuf ehlinin en çok üzerinde durduğu amellerden biridir. Râbıta, bütün vücuduyla Allahu Teâlâ’yı zikreder bir hale ulaşmış kâmil mürşidi hayaline almak ve kalben ondaki nura bağlanmaktır. Bu bir usül dairesinde yapılır, sukûnet içinde uygulanır. Râbıtanın uygulanış şekline bakıp onu diğer dinlerden devşirilmiş dış kaynaklı bir uygulama olduğunu düşünenler mevcuttur. Halbuki onu tarif ve tavsiye eden ârifler, bunun Kur’an ve sünnetin teşvik ettiği bir amel olduğunu söylemektedirler. Şöyle ki:

Allahu Teâlâ varlıklar üzerinde düşünmemizi ve onlardaki ilâhî tecellilere bakıp ibret almamızı, bu sayede zikre ulaşıp, şükre sarılmamızı emretmektedir. Hz. Rasûlullah (A.S.), Allahu Teâlâ’nın zâtının düşünülemeyeceğini, ancak nimetleri ve yarattıkları üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Kâmil mürşidler, düşünülecek ve ibret alınacak varlıklar içinde ilâhî tecellilere en fazla mazhar olan kimselerdir. Çünkü onlar, Allahu Teâlâ’nın dostu ve yeryüzünde halifesidirler. Veliler, kendilerine bakana Allah’ı zikrettirirler; çünkü kendileri daima zikir, tefekkür ve huzur içindedirler.

Mürşidler, farz olan tefekkür ve murakabeye bir hazırlık olarak râbıtayı tercih ve tatbik ettiler. Bunun için bazı usüller belirlediler. Râbıtadaki hedef, mürşidin şahsı değil, onda ortaya çıkan ilâhî tecelliler ve edebtir. Rabbânî aşkla boyanmış bir insan-ı kâmildeki ilâhî nur ve edebe gözünü açamayan kimsenin, etrafındaki donuk eşyadan bir şey anlaması oldukça zordur. Şu halde tasavvufta uygulanan râbıta, esası itibarıyle bir çeşit tefekkürdür. Hedefi, zikir ve edebtir. Kalble bir şeyi düşünme, sevme, özleme ve sevdiğine özenme hali, kalbi olan her insanda mevcuttur. Sadece yapılanın adı, şekli ve mahalli değişiktir. Kimisi Allah yolunda elinden tuttuğu kâmil şeyhi, kimisi de kendince tatlı bulduğu bir şeyi düşünür durur, buna bir mani de yoktur. Ancak bazı düşüncelerin sonu rahmet, bir çoğunun ise azaptır. Tasavvufta uygulanan râbıta rahmet vesilesi olan bir düşünce çeşidi olup, esası ve hedefi itibariyle dinimizin teşvik ettiği bir ameldir. Yani râbıtanın kaynağı Kur’an ve sünnettir.

Sonuç olarak, dinî yaşantının özü ve ruhu olan tasavvuf, nasıl Kur’an ve Sünnette kelime olarak yer almıyor diye inkâr edilemiyorsa, dinin açık hükümleriyle çelişmeyen tasavvufî uygulamalar da ret edilemez.

Yeterli ilim sahibi olmadan bu konular üzerinde rastgele hüküm beyan edenleri insaf ve edebe davet ediyoruz.


Dr.Dilaver Selvi
 

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Cevap: Tasavvufun dili

TEVESSÜL VE VESİLE


Tevessül, daha çok tasavvuf çevrelerinde uygulanmakta, ve bazılarınca tenkid edilmektedir. Şunu hatırlatalım ki; doğrunun tesbiti, yanlışın terkedilmesi için yapılan her tenkid faydalıdır. Fakat tenkid eden haddi aşınca, doğru ile yanlış biribirine karışır, cahil olanlar da doğruyu şaşırır.

Tevessülü tenkid edenler, gerçek sahih ilme göre hareket etmezlerse haddi aşar, vebale girerler. Çünkü tevessüle başvuranlar arasında ilim ve takvalarıyla meşhur alimler, irşadıyla bir çok insanı Hakk’a sevk eden arifler mevcuttur. Gerçek tevhide ulaşmak için canını ve malını feda eden bu şerefli kitleyi rabıta ve tevessül yapıyorlar diye şirkle suçlamak az bir şey değildir. Tenkid edilen ve şirkle suçlanan kimse, en azından ömrü boyunca beş vakit namazını kılan bir mümindir. Böyle olunca iş ciddi, tehlike büyüktür. Çünkü, Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (A.S.) Efendimizin uyardığı gibi; bir kimseye kafir, müşrik, münafık veya fasık demek, sözde kalmaz, hüküm iki taraftan birisine ait olur. Karşı tarafta söylenen durum yoksa, söz sahibine döner.

Verilen her hükümde adaletli olmak şarttır. Adalet, nefsimiz istemese de hakkı söylemek ve herkese hakkını vermektir. Biz tevessül ve vesile konusunda orta yolu tanıtmaya çalışacağız.


Vesile Nedir?

Vesile, kelime olarak, derece, yakınlık, başkasına yaklaşmak için vasıta kılınan şey, şefaat, vuslat manalarına gelir. “Falan şunu Allah’a vesile etti” demek, kendisini Allah’a yaklaştıracak ameli yaptı demektir. Ayrıca vesile, cennette yüksek bir derecenin ve Rasulullah (A.S.) Efendimiz şefaatının adıdır. Tevessül ise bir amel vasıtası ile maksada yaklaşmak ve ulaşmaya çalışmaktır. (İbn. Manzur) Bir çok müfessir, tevessülü bizzat yakınlaşmak ve yakın olmaya sebep olacak şeyleri aramak şeklinde tefsir etmişlerdir. (İbn. Kesir, Kurtubî, Alusî)

Kısaca tevessül şudur: Bir kimse sıkıntı içindedir. Derdini Allahu Tealâ’ya arzetmek ister, ancak nefsini kusurlu bulur. Kibirini kırar, tevazu gösterir, duasının kabulü için Allah katında kıymetli kabul ettiği bir şahsı veya ameli anar ve mesela şöyle diyebilir : “Allah’ım! Şu kâmil zatın hatırına veya şu salih amelin bereketine sıkıntımı gidermeni, isteğimi nasib etmeni istiyorum”


Vesilenin Şartları

Yukarıda tarif edilen caiz olan vesilede üç taraf vardır:

Tevessülle kendisinden bir şey istenen zat. Bu Allahu Tealâ’dır. İstenen şeyin asıl yaratıcısı ve dilerse ikram edecek olanı O’dur.

Tevessül eden kimse. Bu, Allahu Tealâ’nın yakınlığını arzulayan, bir hayra ulaşmak veya bir sıkıntıdan kurtulmak isteyen kuldur.

İsteğine ulaşmak için vesile yapılan, aracı kılınan şeyler. Bunlar, kulun kendisi ile Allahu Tealâ’ya yakınlık sağladığı, duasının kabulüne vesile yaptığı salih ameller veya şerefli şahıslardır.

Yapılan tevessülün fayda vermesi ve kulun ihtiyacının giderilmesi için şu şartların bulunması gerekir:

Allahu Tealâ’ya vesile arayan kimsenin, vesileye inanması gerekir. Vesileye inanmayan veya ona şüphe ile bakan kimse, bir fayda görmez.

Kendisi ile Allah’a yaklaşmak için tevessül edilen amelin, Allahu Tealâ’nın meşru kıldığı ve teşvik ettiği bir amel olması gerekir. İman, zikir, tevbe, gözyaşı, dua, sadaka, ihlas, namaz, Allah için sevgi, fakirleri sevindirmek gibi.

Bu salih amelin, Allah Rasûlünün (A.S.) öğrettiği şekilde Allah’a yakınlık için yapılması gerekir.

Vesile edilen şahsın, Allah katında bir itibarı, kıymeti, nazı ve niyazı olması gerekir. Allah düşmanları, açıkça günahkâr olanlar ve gafiller ile Allah’ın rahmetine ulaşılmaz.

Buna göre, bid’at ve haram olan amellerle vesile gerçekleşmez. Salih olmayan kimselerle Allah’a yakınlık sağlanamaz. Yukarıda arzettiğimiz şartları taşıyan her vesile bütün zaman ve mekanlarda caizdir, faydalıdır.


Kur’an’da Vesile

Allahu Tealâ, kulun dünyada ızdıraptan, ahirette azaptan kurtuluşu için şu yolu göstermiştir:
“Ey müminler! Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya, sevilmeye) vesile arayın; O’nun yolunda cihad ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide/35)

Kulu Allah’a yaklaştıracak vesilelerin başında iman, Kur’an, ihlas ve salih ameller gelir. Salih amellerin başında farzlar yer alır. Allah için sevmek, Allah’ın dostlarını sevmek ve onların meclisine girmek, dualarına ortak olmak, ilahi rahmeti çekmek için en büyük sebeplerden birisidir. Müfessir İsmail Hakkı Bursevi (Rh.A.), gerçek alimleri ve kâmil mürşidleri insanı Allah’a yaklaştıran vesileler içinde saymıştır.

Büyük alimlerimizden İmam Savî (Rh.A.), vesile hakkında şu açıklamayı yapıyor:

“Kişiyi Allah’a yaklaştıran her şey, ayette bahsi geçen vesileye dahildir. Nebileri ve velileri sevmek, Allah dostlarını ziyaret etmek, Allah yolunda infakta bulunmak, bol bol dua etmek, akraba hukukunu gözetmek, Allah’ı çokça zikretmek ve benzeri şeyler bunlardandır.

Buna göre ayetin manası: sizi Allah’a yaklaştıran her şeye yapışınız, O’ndan uzaklaştıran her şeyi de terkediniz demek olur. Durum böyle olunca müslümanların, Allah dostlarını ziyaret etmelerini yanlış görüp bunun Allah’tan başkasına bir ibadet olduğunu zannederek onları küfür ve şirk ile suçlamak, apaçık bir sapıklık ve perişanlıktır. Hayır, gerçek onların dediği gibi değildir. Allah dostlarını ziyaret ve onlara muhabbet beslemek, Rasulullah (A.S.) Efendimizin: ‘Allah için sevmeyenin imanı yoktur’ buyurduğu Allah muhabbetine ve Allahu Tealâ’nın ‘O’na vesile arayın buyurduğu vesileye girmektir’ (Haşiye, II/182)

Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır (Rh.A) da, bu ayetin tefsirinde, insanın sırf imanla yetinmeyip, Allahu Tealâ’ya yaklaştıran sebeplere ciddi olarak sarılması gerektiğini belirtmiştir. (Hak Dini, III/233-234)


Tevessül Neden Şirk Değil?

Kâmil velileri vesile edenler, onların Allah’ın kulu olduğunu biliyorlar. Onları Allah’a ortak ve yardımcı görmüyorlar. Onlarda Allah’a ait yetkilerin olduğunu söylemiyorlar. Sadece, onlardaki ihlas, takva ve salih amellere itibar ediyorlar. Onların bu takva ile ilahi huzurda kabul gördüklerini, naz ve niyaz makamında bulunduklarını, dualarının kabul edildiğini, Allahu Tealâ’nın onlardan razı olduğunu düşünüyorlar. Bu halleriyle onların:

“Ben, farz ve nafilelerle bana yaklaşan kulumu sevince, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa kendisini korurum, onu özel himayeme alırım.” (Buhari, İbnu Mâce) kudsi hadisindeki iltifat ve ikrama ulaştıklarına inanıyorlar. Bunun için onların isimlerini dualarına ekliyor, güzel sıfatlarını isteklerinin ilahi huzurda kabulüne destek yapıyorlar. Yoksa onlar, Allahu Tealâ’dan istenecek bir şeyi velilerden istemiyorlar.

Salihleri vesile yapıp Allahu Tealâ’dan bir şey istemeyi tenkid edenler, bunun her namazda Fatiha suresinde okunan “Allahım! Ancak sana kulluk eder, sadece senden yardım isteriz” mealindeki ayetlere ters düştüğünü söylüyorlar. Halbuki bu ayetlerde, Allah’tan bir şey isterken içimizdeki salihlerin zikredilmesine red değil, açıkça bir işaret vardır. Çünkü, ayette “sadece senden isterim” denmiyor, “isteriz” deniyor. Ayeti okuyan kimse yalnız da olsa, “ben” değil “biz” ifadesini kullanıyor. Bununla kul, kendini aciz görüp tevazuya bürünür ve şöyle demek ister: “Allahım! Bizler topluca sana yöneldik; ancak sana kulluk ediyor; sadece senden yardım istiyoruz. Ben senin huzurunda tek başıma bir şey taleb etmeye ehil ve layık değilim. İçimizde gerçek kulluk yapan ve duasında samimi olan salihlerle birlikte senden istiyorum. Benim isteğimi onların duasına kat, kabul eyle”

Allah dostlarını, basit dünya işleri için vesile etmek güzel değildir. Onların adını ve şanını, nefsimizi değil, Rabbimizi razı etmek için kullanmalıyız. Ariflerin vasıtası ile dünyamızı değil, ahiretimizi mamur etmeliyiz. Eğer kibirimizi kırar da Allah’a giden yolda o saadetli büyükleri terbiyemizde rehber, dualarımızda vesile edersek inşaallah maksadımıza ulaşırız.


Dr. Dilaver Selvi
 

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Cevap: Tasavvufun dili

VESİLE ÖRNEKLERİ


Vesile, iddia edildiği gibi Yüce Yaratıcı’ya başkasını ortak etmek değil, onun sevdiklerini aracı ederek ilahi huzura derdimizi arz etmektir. Vesile, nefsi aradan çıkarıp sevgilileri aracı yapmaktır. Vesile, yolu bilenle hedefe varmaktır. Vesile, aşıkların ağzı ile Allah’a yalvarmaktır. Vesile, dostların diliyle derde derman aramaktır. Bu haliyle vesile, Allah Rasulünün tavsiyelerinde de yer alır, sahabilerin hayatlarında da...

Salih insanların diğer insanlara nasıl vesile olduğunu şu hadislerden öğreniyoruz:

“Allah, bu ümmete ancak aralarında bulunan zayıf görünümlü salihlerin duası, namazı ve ihlası sayesinde yardım eder.” (Nesaî)

“Siz ancak içinizdeki zayıf ve garib görünümlü salih kimselerin dua ve bereketiyle ilahi yardıma ve zafere ulaşırsınız.” (Buharî, Ebu Davud, Tirmizî)

“Zayıf görünümlü salihleri ihmal etmeyiniz. Çünkü siz onlar sayesinde rızıklandırılır ve ilahi yardıma mazhar kılınırsınız” (Nesaî)

Konumuzla alâkalı bir başka hadiste de, bazı savaşlarda sahabe, tabiîn veya etbau tabiîn’den olan kişiler hürmetine o orduya zafer ihsan edileceği belirtilmiştir. (Buhari, Müslim)

İslâm tarihinde, peygamber, veli ve alimleri vesile ederk Allahu Tealâ’dan bir şey istemenin örnekleri çoktur. Bu manada ilk vesileyi Hz. Adem (A.S.) yapmıştır.

Hz. Ömer (R.A.) naklediyor: Hz. Rasulullah (A.S.) buyurdu ki: Hz. Adem (A.S.), cennetten çıkarılmasına sebep olan hatayı işledikten sonra affedilmesi için şöyle dua etti:

- ‘Allah’ım beni Muhammed ’in hakkı için affeyle, tevbemi kabul buyur.’ Cenab-ı Hak:
- ‘Sen Muhammed ’i nereden tanıyorsun?’ diye sorunca, Adem (A.S.):
- ‘Ya Rabbi! Beni yarattığın zaman başımı kaldırıp arşa baktığımda, arşın üzerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammed ü’r-Rasulullah yazıldığını gördüm. İsmi Allah’ın ismiyle beraber yazılan birinin O’nun katında en sevgili bir kul olduğunu anladım. Bundan dolayı onun ismini zikrederek affımı istedim.’ dedi. Allahu Tealâ:
- ‘İzzet ve celâlime yemin ederim ki, o senin zürriyetinden gelecek son peygamberdir. Eğer o olmasaydı seni yaratmazdım.’ buyurdu. (Hakim, Beyhakî, Tabaranî, Heysemî)


Peygamberi ve Onun Yakınlarını Vesile Yapmak

Rasullah (A.S.) Efendimiz’in saadetli hayatlarında zat-ı alisini vesile ederek yapılan pek çok tevessül örneği mevcuttur. Biz, tevessülün edebine dikkat edildiğinde, bu ümmetin salihleri ile her zaman yapılabileceğini göstermek için aşağıdaki örnekleri veriyoruz:

Enes b. Malik (R.A.) anlatıyor: “Hz. Ömer döneminde, müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Durumu halife Ömer’e anlattılar. O da Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ı (R.A.) yanına aldı, onu vesile ederek Allah’tan yağmur talebinde bulundu, şöyle yalvardı:

- ‘Allahım! Bizler daha önce Peygamberimiz’i vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise O’nun amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz; bize yağmur ihsan et.’ Dua ve vesilesi kabul edildi; o anda yağmura kavuştular.” (Buhari, Aynî)

Hz. Ömer (R.A.) böyle davranmakla, Hz. Peygamber (A.S.)’dan başka salih insanları ve özellikle Peygamber’e yakınlığı bulunan kişileri vesile edinerek yağmur isteneceği hususuna işaret etmiştir.

Bu hareketi ile müslümanlara vesilenin mahiyetini anlatmak ve Kur’an’da emredilen tevessülün sadece salih amelleri değil; aynı zamanda salih zatlarla tevessülü de içine aldığını belirtmek istemiştir.

Ayrıca, bu davranışı ile Ehl-i Beyt’in faziletini vurgulamak istemiştir. Allah Rasulü’nün hem nesebine, hem de edebine varis olan Ehl-i Beyt alimleri ve o şerefli silsileden gelen kâmil mürşidler, her devirde müslümanlar için Hakk’a ulaşmada en güzel vesiledirler. Onlara “el-Urvetü’l-Vüska” yani kopmayan, sağlam ip denir. Onlar, bir ucu Allah’ta, diğer ucu insanların arasında olan Hz. Kur’an’a sımsıkı sarıldıklarından, ellerinden tutanı, kalplerinden ilahi aşk yudumlayanı Allah’a ulaştırırlar.

Hz. Ömer (R.A.)’in Hz. Abbas (R.A.)’la tevessülde bulunması, Hz. Rasulullah (A.S.)’ın ona gösterdiği hürmete kendisinin de riayet etmesinden kaynaklanmıştır. O, böyle davranmakla Hz. Peygamber’e ittiba etmiştir. (Aynî, Umdetü’l Kari; Ali Ataç, Kelâm ve Tasavvuf Açısından Tevessül)


Sahabilerin Birbirlerini Vesile Yapmaları

Ebu Zur’a eş-Şeybanî anlatıyor: “Yezid bin Muaviye zamanında uzun bir müddet yağmur yağmadı. Bunun üzerine yağmur duasına çıktılar, fakat ne bulut geldi ne de yağmur yağdı. Yezid b. Muaviye, Dahhâk bin Esved’e dönüp ‘Kalkın! Bizim için yağmur isteyin!’ dedi. O da kalktı, kollarını ileri doğru uzatarak ellerini açtı, başını semaya kaldırdı, şöyle dedi:

- ‘Allahım! Bunlar benim vesilemle senden yağmur diliyorlar; onlara yağmur yağdır!’
O daha duasını bitirmemişti ki, yağmur yağıverdi. Öyle ki, neredeyse su içinde kalacaklardı. (İbn-i Ebi’d Dünya, Resail)

Hz. Muaviye (R.A.), Yezid bin Esved el-Cureşî (R.A.)’yi Şamlılar için vesile ederek yağmur duasında bulundu, elini açıp:

- “Allahım! En hayırlımız ve en faziletlimiz vesilesiyle senden yardım diliyoruz” diye dua etti; daha evlerine varmadan yağmur yağdı.” (İbnu’s-Salâh, Ulumu’l-Hadis)

İbnu Hacer el-Mekki (Rh.A.) naklediyor: “İmam Şafiî, Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebû Hanife’nin türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selam verir, sonra onu vesile edip Allahu Tealâ’ya ihtiyacını arzederdi.”

İmam Ahmed b. Hanbel (Rh.A.), Allahu Tealâ’dan bir şey isterken İmam Şafiî’nin ismini zikrediyor ve onun hatırına ihtiyacının giderilmesini istiyordu. Oğlu Abdullah buna hayret edip babasına durumu sorunca, İmam Ahmed:

- “Şüphesiz İmam Şafiî, insanlar için güneş gibidir; herkese fayda sebebidir” demişti.
Yine İmam Şafiî’ye, Kuzey Afrika’lı müslümanların İmam Malik’in ismini anarak Allah’tan birşeyler istediklerinin haberi ulaşınca, bunu hoş görmüştü.

İmam Ebu’l Hasen eş-Şâzelî (Rh.A.) demiştir ki: “Kimin Allahu Teâlâ’ya arzedecek bir ihtiyacı olursa, İmam Gazzalî ile tevessül edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arzetsin.” (Nebhanî, Şevahidü’l-Hak).

Her devirde rahmete vesile olan Allah dostları bulunur. Kâmil insanlar, Allahu Tealâ’nın huzurunda insanlığı temsil ederler. Kâinatın ayakta durmasına vesile olan büyük zikri onlar çekerler. Ariflerin temiz kalbleriyle çektikleri zikirler, saf gönülleri ile yaptıkları dua ve niyazlar, hallerinden yayılan edeb, takva ve güzel ahlâk, aleme rahmet çeker. Velilerin yüzüne bakan Allah’ı zikreder; elinden tutan Allah’a gider, gönüllerinden sevgi yudumlayan Allah’ı sever. Bu da nasibi olana yeter.


Dr. Dilaver Selvi
 

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Cevap: Tasavvufun dili

Tasavvuf, Allah’ın, seni sende öldürüp, Kendinde ebediyen diri kılmasıdır. (Cüneyd Bağdadi)

Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır. Toprak gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir. Bulut gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular. (Harkûşî Abdülmelîk bin Muhammed )

Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez. (Abdülkadir Geylani)

Tasavvuf, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir. (Alâüddevle Semnânî Ala' Ad-Dawla As-Simnani)

Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini terketmektir. (Ali ibn Sahl Rabban al-Tabari)

İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şerîate uymak, daha sonra tasavvuf yolunda yükselmektir. (Muhammed Bâkî-billah)

Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun târifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerin özü, şu noktada toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır. (Ebû Saîd Ebü'l-Hayr)

Tasavvuf ahlâktan ibarettir. Bu bakımdan ahlâkı senden yüksek olan, senden daha fazla arınmış demektir. (Ebû Bekr el-Kettânî)

Tasavvuf: Kâinatı eksik görmek, hatta daha da ötesi bütün eksikliklerden münezzeh olanı müşâhede ederek bu eksik varlıkları hiç görmemektir. (Ebû Amr ed-Dımeşkî)

Tasavvuf; kulun herzaman, o an için kendisine en uygun olan şeyle meşgul olmasıdır. (Amr bin Osman el-Mekkî)

Sufizm Peygamberlerin öğretisinin özüdür. Kaynağı ilk insana kadar gider, çünkü tohumu her insanın kalbinde mevcuttur. (Salahattin Ali Nader Angha)

Tohumu Adem zamanında atılmış, filizleri Nuh zamanında oluşmuş ve İbrahim zamanında ise çiçek açmıştır. Üzümleri Musa zamanında yetişmiş ve İsa zamanında olgunlaşmış ve Muhammed zamanında ise saf bir şarap haline gelmiştir. (Beyazıt Bestami)

Tasavvuf tariki, nefsi ayıklayıp temizlemek ve ruhu pak ederek lahut alemine yükselmek yoludur. (Galip Hasan Kuşçuoğlu)

Tasavvuf islam dinini gerçek manada yaşamak demektir.Dinin emir ve yasaklarını zorlamadan muhabbetle yapmak demektir.
 
Üst