Turan Şairi Şahimerdankul Hanoğlu Ergeş UÇKUN

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Turan Şairi Şahimerdankul


Hanoğlu Ergeş UÇKUN


Arslan kÜÇÜKYILDIZ



Bir zamanlar, birbirinden genç insanların "Türkistan" sözünü duyunca tüyleri diken diken oluyordu. Türkistan'dan, Turan'dan bahseden çok az insan vardı ve onlar ele geçirdikleri her kaynaktan esir Türk illerini tanımaya çalışıp, hasretlerini Ocağın Türkistan Geceleri'nde gideriyorlardı . Gözlerinde bulgur bulgur yaşlarla dinledikleri Türkistan havaları onları bambaşka iklimlere götürüyordu. Onlar, Cavit Ersen'in Zindanlar'ı, Cengiz Dağcı'nın Badem dalına asılı bebekler'i ve Yurdunu kaybeden adam'ları, Ayaz İshaki'nin Üyge taba'sı vasıtasıyla Türkistan dramını yüreklerinde yaşadılar. Cengiz Aytmatov'un nasılsa çevrilmiş romanlarının satır aralarında Türkistan Türklerinin gerçek hayat hikâyelerini aradılar. Aydınlarının feryatlarını duymaya gayret ettiler.

Onlara yol gösterecek, fikir verecek pek az önderleri, ağabeyleri vardı. Bu ağabeyler, ıssızlığın ortasında deniz feneri gibi kendilerine yol gösteriyordu. Zeki Velidi Togan'ın, Baymirza Hayıt'ın Türkistan hatıraları ve incelemeleri onlara akılcı olmalarını ihtar ediyordu. Çok çalışmalı, okumalı, yazmalıydılar. Kültürel ve siyasî faaliyetler içine girdiler. Her zaman duygularıyla hareket ettiler. Bu duygudur ki onları Türkeli'nin geleceğini düşünerek durmadan, dinlenmeden çalışmaya sevk etti. İnatla mücadele ettiler: Sovyetlerin, Çin'in dağılacağını, esir Türk yurtlarının bir gün mutlaka erkinliğine, müstakilliğine kavuşacağını söylediler. Onlara "deli", "hayalperest" denildi. Çok az kişi inandı. Her şeye rağmen bir gün Gaspıralı'nın "Dilde, fikirde, işte birlik" sözlerinin gerçekleşeceğine olan inançlarını kaybetmediler. "Hazır olalım!" dediler. Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Kilisli Rıfat Bilge, Ahmed Caferoğlu, Yusuf Akçora, Hamdullah Suphi, Zeki Velidi Togan, Fethi Tevetoğlu gibi aydınların eserleriyle gıdalandılar. Tabutlukları yaşayan Nihal Atsız'ın şiirleri ve Nejdet Sançar'ın yazılarıyla kanatlandılar. Dündar Taşer'in sohbetlerinden istifade ettiler. İlhan Darendelioğlu ve Kemal Fedai Coşkuner'in şahsında şehit edildiler. Osman Yüksel Serdengeçti gibi hapiste tutuldular. Yine de cüssesinden umulmayan bir yürek taşıyan dağ gibi Galip (Erdem) Ağabeyleri vardı ve mektuplarıyla onlara Türk Milliyetçisi olmanın buruk lezzetini tattırıyor, Avukat Şerafettin Yılmaz Ağabeyleri de bir faniden beklenmeyen enerjiyle onları savunuyordu.

Onlar, sadece Türkiye'de değil, Türk dünyasında da milletini seven insanların bulunduğunu, onların da sırtlarını verebilecekleri direkleri olduğunu biliyorlardı: Turar Rızkulov, Abdullah Kadiri, Çolpan, Abdullah Tukay, Törekul Aytmatov, Setter Han, Fatih Kerimî, Musa Carullah Bigi, Oyunski, Maksim Ammosov, Muhtar Avezov, Şeyh Kerim... Her biri bir ordu gibi güreşen ve gerektiğinde canını vermekten çekinmemiş bu dev isimlerin ulaşabildikleri yazı ve şiirlerini
ezberlemişlerdi. Onların fikirleri, vecizeleri ve mısralarının yaktığı meşale binlerce kilometreyi aşıp ufuklarını aydınlatıyordu. Türk milleti var oldukça onu sevenler ve uğrunda her cefayı göze alarak yol gösterenler olmaya devam edecekti.

Sovyet Komünist İmparatorluğu'nun dağılmasını görmekle bahtiyar oldular. Çok münbit bir toprak olan Türkistan toprağında tanıma imkânı bulamadıkları nice cevherler, güzellikler olduğunu görerek onları tanımaya, eserlerini hızla Türkiye Türkçesine aktarıp basmaya çalıştılar. Tanıdıkları her şahsiyetten gurur duydular. Dikkatlerinin büyük bir kısmını eski Sovyet ülkesi, yeni Türk Cumhuriyetlerindeki kıymetlere yönelttikleri için Sovyet sınırları dışındaki diğer Türklerin mühim şahsiyetlerini ihmal ettiler.[1] Mehmet Akif Ersoy'un millî şâir olarak tanınmasının sebepleri ne ise bugün aynı sebeplerle "Turan şâiri" olarak tanımlanabilecek bir filozof şâiri tanımakta geciktiler. Neyse ki Şahımerdankul Hanoğlu Ergeş Uçgun'un Yurt koşugları adlı eseri Ötüken Neşriyat tarafından basıldı. Ötüken, bir kısım peşin hükümlü basının ısrarla görmezlikten gelmesine rağmen her Türk'ün mutlaka okuması gereken çok güzel eserler basıyor.
Ergeş Uçgun'un şiirlerini basarak bir boşluğu doldurmuş, gecikmeli de olsa Türk kamuoyuna Turan şâirini takdim etmiştir. İnşallah bu büyük sanatkârın diğer eserlerini ve hatıralarını ve Uçgun'un tamamen kendi imkânlarıyla kırk yıldır Amerika'da çıkarmaya çalıştığı Çapandaz dergisindeki yazıları, sağda solda kalmış şiirleri ve makaleleri, özellikle Afganistan'dan kaçmasına sebep olan "Oğlak, Kabak ve Güreş" başlıklı millî sporlara dair makalesi de neşredilir.

Ergeş Uçgun'un bizim görebildiğimiz Türkiye'de basılmış iki eseri vardır: Biri "Tajik mi, tajlık mı?"[2] diğeri ise bulunabilen şiirleri ve kendi kaleminden kısa hayat hikâyesi ile birlikte Afganistan'daki Türk gelenek ve göreneklerinin anlatıldığı uzunca makalesinin yer aldığı Ergeş Uçgun ve Yurt Koşugları adlı eserdir.[3] Tajik mi, tajlık mı? çok önemli bir konuyu, Taciklerin Türk olduklarını açıklamakta, Türklerin uyanışını geciktirip, birleşmelerini engellemek amacıyla oyanan oyunları ele almaktadır. "Kürt ve Tajik kardeşlerimiz gelişmekte olan Türk dünyasının iki kilit noktasında yer almış olmalarından dolayı sömürgeci batının dikkatini çekip ilerisi için bunlardan iş almak ve kendi saflarında tutmak sevdaları kızışmaktadır."[4] Uçgun, Türklerin dünya
üzerindeki üç büyük dile can, üç büyük dile de kan verdiklerini delilleriyle anlatmaktadır. Bu diller; Urduca, Tacikce, Kürtçe ile Arapça, Farsça ve Rusçadır. Bu makale üzerinde gelecekte çok durulacaktır kanaatindeyiz. Şimdilik Ergeş Uçgun'un Türk dünyasının uyanışı için bir başka şâirden aktardığı "Allah'ın yaktığı çırayı söndürmek için üfürenin sakalı yandı" sözleriyle yetinmek istiyoruz.[5]

Dr. Orhan Söylemez tarafından hazırlanan ikinci eser için öyle anlaşılıyor ki çok emek sarf edilmiştir. Söylemez'in sunuş yazısından Ergeş Uçgun'un 1996 yılı Türkçe'nin Uluslararası Şiir Şöleni üç büyük ödülünden Şeyh Galip Ödülü'ne layık görüldüğünü öğreniyoruz. Amerika'da yaşayan şairin Afganistan'da doğduğunu, ancak dünyasının yeryüzünde Türklerin yaşadığı her yeri kucakladığını okuyoruz. Batı'nın İnsan Haklarını münasip görmediği insanların geleceğinin ve Türkler arasındaki kavga-döğüşün onu çok üzdüğünü "Atlanın" şiirinde olduğu gibi bütün Türklerin birbirine yardım etmesini istediğini öğreniyoruz. Sadece bu şiirinde değil bütün şiirlerinde gönül verdiği Türkistan'ın mimarlarına seslenmektedir. Hem de mükemmel bir Türkistan ortak Türkçesiyle. Ergeş Uçgun'un şiirlerindeki geniş ufukların sebebi Türk yurtlarının bir çoğunu dolaşmış olmasıdır. Türkiye Türkçesi, Arapça, Farsça, Urduca, Tacikce gibi dilleri, bu dillerde şiir
yazabilecek kadar bilmektedir.

Şairin ifadesiyle "Güney Türkistan'da yaşayan Özbek Türklerinin örf ve âdetlerinin anlatıldığı hayat hikayesi eserin önemli bir hacmini oluşturuyor. Bu bölüm dil ve kültür çalışması yapanlara kırk yıllık mücadele tecrübesiyle meselelere kuşbakışı bakabilen keskin bir zekânın çözümlerini okuma lezzeti tattıracaktır. Türk Milleti'nin kutlu güç kaynakları olarak gördüğümüz toylarımız hakkında toplu malumatlar verilmesi bizi heyecanlandırmış tır. Uçgun, bu bölümde bir yandan hayatını anlatırken bir yandan da Bilge Tonyukuk gibi Türk dünyasının geleceğine yönelik dersler vermektedir. Ergeş Uçgun bugün dünyaya Afganistan diye tanıtılan Güney Türkistan'ın Horasan Vilayeti'ne bakan ve aynı zamanda eski Horasan'ın başkenti olan eski Anthoy'da doğmuştur. [6] Onun hayat hikâyesinden bazı alıntılar yaparak fikirlerini daha yakından tanıtmak ve ondaki yanardağ misali Türklük aşkını yansıtmak istiyoruz:

"Batı'da her türlü silah ve mühimmat var; ama bizim helvamızı bilmezler. Eğer bilseler derhal savaşı bırakıp helva pişirmeye başlarlar veya bir gün biz öğretiriz."[7] "Beşiğin ikinci ehemmiyeti, içine darı konulan özel bölmesidir. Darı çok az bir yük ile şekil değiştirir. Yani, çocuk darı bölmesinin üstüne yatsa, o anda çocuğun vücudu o bölmeye batıp, bölmenin içinde çocuğun kalıbı meydana gelir. Yani henüz kemikleri yumuşak ve vücut mayisi (suyu) seyyal
(değişken) olan çocuğun narin yapısına zarar gelmeyip kemiklerde sıkışma ve bozulma olmaz ve hatta darı yavaş büyümeye de hassasiyet gösterip yanını açar. Bu yüzden Türkistan beşiği bir icad harikası olup henüz bir misli veya benzeri yapılmış değildir. Beşiğe karşı çıkanlar kendi cehaletlerinden habersiz biçarelerdir."[8] O milletini her şeyi ile sevmektedir. "Bu icatlar ekseriyetle basiretli Türk analarının bizlere armağanlarıdır. Dünyaca meşhur "Türk gibi
kuvvetli" veya Batı dünyasında kuvvet ölçme aletine "torkmeter" denmesindeki felsefenin özünde Türk anasının türlü marifetleri vardır. Ölmeden özünden geçme, Türk!"[9] "Eğer toylar olmasa, at yetiştirmek, oğlak koşturmak, hatta sazende ve nevazendelik sanatları, neyrenbaz ve nasakçılık, hatta serpaylar ve top malzemelerinin arkasındaki sanat, kirfet, alış verişler, şehircilik, hülâsa Türkistan ve Türkistan iktisadiyatı yok olur. Afganistan'da Puştun Hükümeti'nin yasakları havadaki fermandan ileri gitmedi. Fakat Batı ve Doğu Türkistan'da birçok zayiatımız vardır. Atsız, oğlak güreşsiz Türkistan'ı hayal edenler, tarih safhasından silinmek mecburiyetindedirle r. Hele bundan sonra."[10] "Birinci sınıfa başladığımda, dışarıdan gelen, yani Kabul'dan Antköy'e memuriyet için
gelen ailelerden başka hiçbir Antköylü çocuk Türkçeden başka dil bilmezdi. Ama gördük ki bütün derslerimiz bigânelerin (yabancıların) dilinde ve biz bir kelime dahi anlamıyoruz. Bu sebepten boydaşlarımızın çoğu beceremeyip çoban oldular. Kalanlara da gönül rahatlığı ile ders veren muallim yoktu. Bilhassa Sind Vadisi'nden gelen Peştunların tek derdi rüşvet almaktı... Bu açıdan hiç kimse çocuğunu okula göndermek istemezdi."[11] "Bu devrede, Türkistan safhasından
başka mekteplere talebe alınmazdı. Özellikle Harbiye, Tıbbiye ve Hukuk Fakülteleri Türkler tarafından açılıp işletilse de Afganistan Türkleri bu hukuktan mahrum idi... Tıp, hukuk ve askeriyenin yolunu açmak için her türlü beşerî imkânlarımı istimal kılsam da muvaffak olamadım. Sadrazama çıktım."[12] "Ben Sadrazam naibi olsam da gücüm yetmedi. Seni yok etmelerinden korkarım. Adamların yakasından tutmuşsun. Sen yine de sağ kalmana şükret, imkânı varsa bu
işten sarf-ı nazar kıl diyerek nasihat etti... Ben başka çare düşündüm. Fen Fakültesini 1952 yılında terk edip Antköy'e öğretmen olarak tayin olundum. Maksadım mümkün mertebede talebe yetiştirip Kabul'e göndermekti."[13]

Uçgun, başlı başına bir kitap hacmindeki bu hayat hikayesinde örf-âdetleri, gelenekleri, toyları (oldukça ayrıntılı bir tasnifle), yaz ikramlarını, çocuk eğitimini, erkeklere küpe takılması meselesini, Kur'an'ı öğrenmesini, Afganistan'da Türklere uygulanan bezdirme ve yurtlarından sürme politikalarını , kız okullarının açılması için yaptığı mücadeleyi, Türk Şeybanîleri, memleketten kaçış hikayesini çok tatlı bir üslupla anlattıktan sonra Türkiye'ye gelişini ve yaptığı öğretmenliği şöyle anlatıyor:

"Türkiye'ye vardığımızda göğsümüzü gere gere herkese Türklükten, Türkistan'dan, tarihten heyecan ile sohbet ederdik. Yavaş yavaş anladık ki bazı kişilerin kulaklarına girmezmiş. Bir müddet bunun sebebini anlayamadan gezdik. Sonradan sorup öğrendik ki Türkiye'de her Türkçe konuşan kişi neslen Türk değilmiş. Yahudi, Ermeni, Rum ve sair halklar da varmış ve bunlardan bazıları hatta Türkleri sevmezmiş. Hımmm... dikkat dedik."[14]Öğretmenlikte zorluk var mıydı?
Sorusuna cevaben: "Horasan Türkçesi ile Türkiye Türkçesi arasındaki isimlerde büyük fark yoktu; fakat fiillerde biraz Türkmence koşulup söylense zorluk çıkmazdı. Bir süre sonra aradaki farkları şu şekilde tesbit ettim:

Bütün dünyadaki Türkleri evvela "cok-cok"lar ve "yok-yok"lar diye ikiye ayırırız. Yine bunları k-giller ve g-giller deyip iki ok çekinin. Geri kalanını Kadimî Türkî Lisanının sarf ve nahv (imlâ) kaideleri veya eski aheng kaideleri ile yazıp söyleşseniz bütün Türkler bir gibi olup birbirini anlar. Bugünkü dünyada Türk dili her yerde aynı Türkî dilinin grameri ile kullanılmıyor. Mahallî lehçeler ve gramersiz avamca (halk) uygulamaları bir sürü dil varmış gibi arz edilip dünyaya satılmaktadır."[15] "Şimdi Türk dilini parçalayıp hatta akademik ölçeği olmayan halk dilini başka dil diye satmaya gayret eden hôd-perest allâmeler çoğalmıştır. Bu kişilerin kendileri de talim ve terbiyeye muhtaçtırlar diye düşünüyorum. Kırk yıldan beri dünyayı dolaşıp Türkistan'ın
saadetine yardım eden kişi veya müesseseler bulamasak da dilimize uzatılan elleri kesmek için çareler bulundu. İnşallah bu çareler saadet eşiğini de açar. Biz kaideyi bulduk veya varlığını ilan ettik. Belki istisnalar da vardır; ama istisna kaideyi bozmaz."[16] "Türkiye stratejik bir noktada bulunduğu için belki bütün dünyada harici ellerin en çok oynadığı yer desek yalan olmaz."[17] "Türkiye'de masum insanlar bigânelere (yabancılara) alet olup birbirini kırmaya başladılar. Bu kavgalar ilkokullara kadar sıçramıştı. Bu kavgaların işaretleri görünmeye başlayınca aklıma Türkistan'daki "Ceditçiler" ve "Kadimciler" kavgası geldi... Belki de hadiselerin özüne doğru gitmeye karar verdim. Bu kararla Amerika'ya göç edip yerleştim."[18]

Aşağıdaki şu tesbitler ne kadar doğrudur:

"Dünya hakkındaki görüşümü şöyle açıklayabilirim; Türkistan'ın baht yıldızı doğdu, basiretli evlatlara ihtiyacı var. Uzak doğuda yıldızlar var, ama ay ile güneş yok ve biz olmadan doğmaz. Hindistan ve Pakistan henüz İngiliz'den kurtulmadı. İran iki cihan avaresi... İngiliz gözünden yaralanan ahtapot gibi... Avrupa mütekebbir, attan düştü, üzengiden düşmedi... Araplar... Onlardan ne kendilerine ne de Müslümanlara fayda var... Amerika zenginliğe batmış, işi
bitmiş kavun gibi... Türkiye mütezelzel. Oñ kolu ile sol kolu (sağ eli ile sol eli) birbirinden habersiz. Akıl çok feraset az. En büyük ihtiyaç mal, servet değil, ağız birliğidir. Dünya Türk Birliği halk arasında fiilen kuruldu. Garb dünyasının oyunlarına rağmen durmuyor. Lider Türkiye'den değil belki ümid edilmeyen bir yerden çıkar veya Türkiye'deki Avrupa-perestlik oyunu bozulduktan sonra Türkiye'den de çıkması mümkün. Hazırki sistemin Türk dünyası için
işlemediği muhakkak."[19]

Ergeş Uçgun, şiirlerini takdim için ayrıca bir Sözbaşı kaleme almış ve şair millet oluşumuzu dile getirmiştir. "Bu kutlu ata mirasından bana da birazcık bir şey düşmüş olsa gerektir."[20]diyerek mütevazılık gösterse de olağanüstü güzel şiirleri olduğu muhakkak. Biz, onun günümüzün Turan şairi olduğunu, kalemiyle Ali Şir Nevai gibi bütün Türkleri bir araya topladığını görerek bu satırları kaleme almaya cesaret ettik. Onun şiirlerinden en az Mehmet Akif'in, Nihal Atsız'ın, Yavuz Bülent Bakiler'in şiirleri kadar lezzet aldık. Bu konuda söz söylemeyi işin uzmanlarına bırakıyoruz. Sadece şu mısralar bile onun bağrı yanık bir âşık olduğunu göstermektedir:

"Türk-ü-Tajik-ü- Tatar, bir gövde-ü-bir kandır.
Ayrılık ba'bını açan, merd-i bi-vijdandır."[21]

Şimdi sizleri Uçgun'un şiirleriyle daha yakından tanıştırmak istiyoruz:


TÜRK ANASI AĞLARKEN

Kırım varken, ana yurtta vatanda
Yanın varken, kır bayırda çemende
İlin bağrı, matem ile yananda
Ben ağlarım, sen ağlama desen de

Baka kaldık, Kazak, Kırgız giderken
İlimizi, kanhor düşmanlar yerken
Bize geldi sıra, bize ne derken
Ben ağlarım, sen ağlama desen de

Mermiyle Türk kanı savurdular
Halkımızı, kazansız kavurdular
Beşikteki bebekleri vurdular
Ben ağlarım, sen ağlama desen de

Türk'ün dostu, Türk olur demişlerdi
Kimse demez, nedir bunların derdi
Kani dostlar? Bıçak kemiğe erdi
Ben ağlarım, sen ağlama desen de

Keskin Türk kılıçı, kınına daldı
Cengiz'in yurdunu, çingene aldı
Fatih'ten, Timur'dan, ne boklar kaldı
Ben ağlarım, sen ağlama desen de

Bakmaz mısın, her kaşşaktan kem olduk
Yanmaz mısın, kimler idik kim olduk
Diri diri, köpeklere yem olduk
Ben ağlarım, sen ağlama desen de

Zalim düşman, il bağrını dağlarken
Şehit kanı, pınar olub çağlarken
Türkistan'da, Türk anası ağlarken
Ben ağlarım, sen ağlama desen de

Nerde kaldı, sakız satan hür dünya
Türk deyince, düşman ile bir dünya
Sağır dünya, dilsiz dünya, kör dünya
Ben ağlarım, sen ağlama desen de

Dostlar kaçar bizden, siyaset diye
Düşman Türkü bitirdi, yiye yiye
Hangi güne yararsın, ey Türkiye
Ben ağlarım, sen ağlama desen de

Bir yol bulub, birleşmeyince Türkler
Düşman ile, hırlaşmayınca Türkler
Uçkun gibi, gürleşmeyince Türkler
Ben ağlarım, sen ağlama desen de[22]


TÜRKİSTAN GÜLÜ

Men Türkistan gülü idim Horasan sünbülü idim
Nertigimge tegdi orak Ah tamırım deb kayrıldım

Tüştüm birav güldaniga Derd-ü-firak zindaniga
Şark nurıdan medet tileb Tamır saldım dil kanıga

Bir kün köhne gülden sindi Tamırlar toprakga indi
Ümid nurları yaltırab Zomluk kara bahtnı yendi

Eslıgeç usgan tağımnı Öz bağım öz toprağımnı
Tomurcuklar kozgalanıb Kaytıb berdi yaprağımnı

Gunçalarım tınmay açar Atır yolda anber yolda
Seyre bülbül çaknaşırlar Taze güller sinik kolda

Işkım anhın avaramen Ni çarçaymen ni haramen
Başda Uçkun sevdası bar Yâr kel demes men baramen[23]


TÜRKMEN ÖZBEK

Türkmen diyen bir il bar
İnsanların tekesi

Özbek diyen bir il bar
Tekelerin serkesi

Altay Aral Kafkazlı
Dindaş yurttaş karındaş

Turan diyen bir yurt bar
Aslanların ülkesi

Tekelerin yurdunda
Köp kısır maral gördüm

Aslanıñ kuyruğuyla
Oynayan şağal gördüm

Uçkun der ki tekeler
İrgımalı sekmeli

Yaşlı arslan uyanıb
Kuyruğunu silkmeli[24]

Görüldüğü gibi karşımızda bir filozof Turan şairi vardır ve 1990 sonrasında tanıdığımız en mümtaz isimlerden biridir. Türkiye Türkçesinde Türkistan ile ilgili yazı ve kitaplar yayınlandıkça bilmediğimiz birçok önemli kişi ve konu ortaya çıkacaktır. Biz Kırgızistan'da bir gecede yok edilen 137 aydın ile ilgili bir yazıyı yayınlamıştık.[25] Bu yazımızda Afganistan Türklerinin yiğit bir evlâdını tanıtmaya çalıştık. Afganistan Türklerini daha yakından tanımalıyız. Yine Sibirya Türklerini tanımak da birçok bilinmezi açıklığa kavuşturacaktı r. Meselâ, Sovyetlerin çöküşünü hazırlayan Kazakistan 1986 Almatı (Celtoksan) olaylarından çok önce Sahaeli'nde Saha Türkleri rejime karşı ayaklanmış, şehitler vermişlerdir. Doğu Türkistan her Türk'ün yakından takip etmesi gereken, kanayan bir yaramızdır.

Türk dünyasını bir bütün olarak gören ve yaşadığı sürece ömrünü milletine adayarak, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, ışığıyla bize binlerce kilometreden yol göstermeye devam edecek olan Çapandaz [26] Ergeş Uçgun ağabeyimize Allah'tan sağlıklı uzun ömür niyaz ediyoruz. Kendi imkânlarıyla çıkardığı Çapandaz dergisi nasıl Afganistan'ı, Türkistan'ı mânen kuvvetlendiriyorsa, bilsin ki Türkiye'de yayınlanacak her eseri, makalesi [27]bizlere kuvvet verecektir. Bu vesileyle Dr. Orhan Söylemez'i ve Ötüken Yayınevi'ni Türk dünyası edebiyatı ulu kişilerinden böyle kıymetli eserleri ele alarak yayınladıkları için tebrik ediyoruz.

------------ --------- --------- --------- --------- --------- --------- ----
[1] Bu şahsiyetlerden biri de hâlen İngiltere'de oturan İran Türklüğü'nün Şehriyar'ı, şâir Prof. Dr. Hamid Nutgî'dir. (Heyhat o da rahmetli oldu. A.K.)
[2] Ergeş Uçgun. Tajik mi, tajlık mı?, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Ankara: 1994, V+21 s.
[3] Orhan Söylemez. Ergeş Uçgun ve Yurt koşugları. İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 1997, 189 s.
[4] Uçgun 1994, s. 11.
[5] a.g.e., s. 11.
[6] Söylemez 1997, s. 13.
[7] a.g.e., s. 15.
[8] a.g.e., s. 16.
[9] a.g.e., s. 17.
[10] a.g.e., s. 17-18.
[11] a.g.e., s. 22.
[12] a.g.e., s. 24.
[13] a.g.e., s. 25.
[14] a.g.e., s. 32.
[15] a.g.e., s. 32.
[16] a.g.e., s. 34.
[17] a.g.e., s. 34.
[18] a.g.e., s. 37.
[19] a.g.e., s. 38.
[20] a.g.e., s. 41.
[21] Uçgun 1994, s. 12.
[22] Söylemez 1997, s. 86.
[23] a.g.e., s. 94.
[24] a.g.e., s. 95.
[25] B. D. Abdurrahmanov. "Çön Taş", Aktaran: Nurgül Moldalıyeva, Bilig dergisi, sayı 4, Kış 1997, s. 13-16.
[26] Çapandaz, kökbörü, kökpar, buzkaşı, gökbörü veya oğlak oyunu olarak bilenin meşhur Türk oyununda, cesaret isteyen bu oyunu oynayan oyunculara verilen addır.
Bilindiği gibi kumla doldurulan oğlak derisi dikilir ve suda bekletilerek ağırlaştırılır. Kaldırmak oyuncularda güç gerektirir, ayrıca kurt dalaşını andıran bu savaş oyununu oynamak cesaret ister.
[27] Ergeş Uçgun. "Ellibin yaşındaki Turan Afganistan olur mu?", Yeni Türkiye dergisi, sayı 16, c. II, s. 1694-1697.
 
Üst