Türk toplumunda KADIN

Gökçen

Dost Üyeler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,079
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Web sitesi
www.kibris1974.com
Türk toplumunda KADIN


Eski Türkler'in ictimaî hayatında kadının mevkii pek mühim ve yüksekti. Kadın, bugünkü gibi, ictimaî ve iktisadi faaliyetlere geniş ölçüde istirak ediyordu. Eski Türk kadınları ev işlerinden başka, avcılık çiftçilik yapiyor, sürü sahibi oluyor, muharebeye gidiyor, sölenlere( yani uluğtoy da denilen umumi ziyafetler) ve kurultaylara iştirâk ediyordu. Eski Türkler'in avcılık devrinde kadınlar, erkeklerden fazla hukuka malik idiler. Sürü sahibi olan Türkler'de kadın, hukukunun bir kısmından mahrum kalırdı. Bunun için nekadar fakir olursa olsun, bir avcı kızı, bir çobana varmak istemezdi. Varınca da kendi obasından çıkıp, kocasının obasına gitmesi icab ediyordu. Avcı kızı ise, kendi obasında kalır, kocası oraya gelirdi. Kızın obası iç güveyi vaziyetinde gelen damat (Köreken) , yıllarca orada hizmet etmeye mecburdu. Kadın (mihr-i mu'accel) tâbir olunan ağırlığı vermedikçe koca, karısını alıp kendi obasına götürmezdi. Bazı Altay kabîlerinde, bu türlü evlenme usulleri bugün de caridir. Eski Türk töresine göre, ilk devirlerde bir erkek ancak bir kadın alabilirdi. Gerçi sonraki yayılma, fütuhat devirlerinde kadınların birden fazla olduğu görülmekte ise de töreye göre ailenin reisesi yine ilk kadın idi. Türk aile hayatında kadın, çok mukaddes addolunurdu. Evli bir kadına tecavüz etmenin cezası idamdı. Bu ceza, hiç bir sebeple hafifletilemezdi. Bir genç kızı iğfal eden erkek, ağır mahkûmiyetlere çarptırılırdı. Kızı almaya mecbur tutulurdu. Bu yüzden kadınlar kendilerini her zaman ve her yerde emin görürlerdi. Kadın esareti, kadın ticareti, kadın hediyesi (büyük birine, meselâ hükümdar ve vezir'e kadin takdimi) gibi Türkler'e yabancı olan ictimaî çarpıklıkları Türk töresi şiddettle menetmiştir. Türkler, İslâm dinini kabul ettikten 920-940 ve bir takım İslâmi gelenekleri kendi ictimaî bünyelerine soktuktan sonradır ki, taaddüd-i zevcâta (çok karılığa) rağbet göstermişlerdir. Buna rağmen ikinci, diğer kadınlar kuma (ortak) olarak kalmışlardır. Uzun asırlar devam etmiş olan "Türk Töresi" kumaları meşru tanımadığından bunlar "Hatun" ünvanını alamazlardı. Kumadan doğan çocuklar da babalarının servetine vâris olamazlardı. Bu hal, hükümdar ailesi hakkında da böyle idi. İlk Osmanlı Türkleri'nin de bu millî töreye riayet ettiklerini kuvvetle söyleyebiliriz. Gerçi tarihlerimizde açık bir kayıt olmamakla beraber, Osman Beğ'den sonra yerine Şeyh Edebali'nin kızı, Bala Hatun'dan doğan büyük oğlu Ali Erden Beğ (Alâeddin Paşa) dururken, Orhan Beğ'in geçmiş olması, yine büyük bir ihtimal ile, bu millî Türk töresiyle ilgili idi. Çünkü Orhan, Ömer Beğ adında bir Türk beğinin kızı olan Mal Hatun'dan doğmuştu. Eski Türkler'de kadının ailedeki mevkii o kadar mühimdiki ailenin hukuki salâhiyetleri yalnız erkekte değil, erkek ile kadının her ikisinde müştereken bulunurdu. Yine eski Türk devletlerinde emirnâmelerin yalnız Hakan namına değil, "Hakan" ve "Hatun" yani eşi namına müşterek olarak imza edilmesi, resmî ictimalarda Hakan'ın Hatun'dan ayrılmaması hep kadının aile hayatındaki bu ehemmiyetinden dolayıdır. Bu geleneğin XIV asırda da aynen devam etmekte olduğunu görüyoruz. Nitekim "İbni Battûta" meşhur Seyahatnâmesinde, İran ve Irak da hükümdar olan İlhanîler'den bahsederken: Kadınlar, Türk ve Tatar akvamı yanında pek muhteremdir, bir emirnâme yazıldıkça bu emirnâmeye; sultanın ve hatunlarının kasdettiği "Hatun", "Terken" gibi kadınlar olmalıdır) Yine asrın ilk yarısında (1325-1340) Anadolu ile diğer bir takım Türk ülkelerini gezen , Arap seyyahi İbni Battûta, mezkûr Seyahatnâmesinde, o devirdeki Türk kadını hayatına dair bize malumat vermektedir. 1333 yılında İznik şehrini ziyaret eden İbni, o zaman Osmanlı hükümdarı olan Osman Beğ'in eşi Nilüfer Hatun'un (seyahatnamede ismi Biylun Hatun olarak geçer) huzuruna kabul edildiğini ve beraber yemek yediğini şu suretle anlatır: "Fudalâ'dan Alâeddin Sultan Öyütü benimle beraber Biylun Hatun'un ikametgâhina gitti. Biylun Hatun, bizi kabul ile ikramda bulundu ve ziyafet verdi. Duhulümüzden birkaç gün sonra yukarıda zikrolunan Orhan Beğ bu beldeye muvasalat etti". İbnî Battûta, güneydoğu Rusya'da Kipçak ülkesine girdikten sonra da şunları yazmaktadır: "Burada acaib bir hal gördüm ki, o da Türkler indinde kadınların ta'zime mazhar olmasıdır. Bunların mevki ve mertebesi erkeklerin mevkindedir". Yine İbni, Kırım'dan çıkarken kadınlarından birine tesadür ediyor ve müsahedelerini de şöyle anlatıyor: "Bindiği araba mavi kumaşlarla örtülü, pencere ve kapıları açık, önünde zarif ve süslü dört cariye vardı. Arkasından da cariye arabaları gidiyordu. Arabadan indi. Uzun eteklerini otuz cariye tasiyordu. Kendisi emirin yanına varınca, Han kıyam ile karısına selâm verdi, yanına oturttu. Sonra gelen kimiz tulumlarından kadın bir kadeh doldurdu, ta'zimle emîr'e sundu; emîr de sonra hatun'a verdi. Yemek hazırlanarak kadınla emir yemek yediler." İbnî bundan sonra yine buraya ait olmak üzere satıcılar ile çarşı esnafının kadınları hakkında malumat verirken de, kadınların serbest olduğunu, Türk kadınlarında tesettür olmadığından yüzlerinin göründügünü, bir kadının pazara koyun ve süt getirip itriyat mukabilinde halka sattığını, kadınların ekseri kocalarıyla beraber bulunup, erkeği gören, onu kadınının hizmetkarlarından biri zannedeceğini yazar. İbni, Özbek Han'ın kadınlarından bahsederken bunların isimlerini zikreder, teşrifat mucibince bunların tahtın hangi taraflarında mevki aldıklarını anlatır. Bunlardan biri sultanın yanına geldiği zaman hükümdarın ayağa kalkarak ve elini tutarak onları sedire oturttuğunu, tesettür olmadığı için bütün bunların halkın gözü önünde cereyan ettiğini kaydeder. Sonra da han hatunuyla nasıl görüştüğünü ve onun hususî hallerini anlatır. Yukarıda verilen izahlara göre XIV. asrın sonuna kadar Türk kadının, umumî hayattaki yüksek mevkii hakkında hiç bir araştırıcı herhangi bir şüpheye düşemez. Şair gürbüz ve kuvvetli milletlerde olduğu gibi, Osmanlı Türkleri'nin bilhassa ilk devirlerinde de kadının yüksek bir mevkiî vardı. Kadınlar hiç bir zaman haremlere kapanmıyorlardı. Esasen bunu bilmiyorlardı da Ancak II.Murad zamanındadır ki , Osmanlı hükümdarlarının bir haremi oldu. Kadınların mâdunluğu hakkındaki telâkkiler, Kanunî Sultan Süleyman'ın saltanatından sonraki zamanlara kadar Osmanlı Türkleri arasında da cari değildi. Ancak ondan sonra, kadın hareme, kafes arkasına kapatılmış, tam mânasiyle mehrem (yani bakılması, görülmesi, ellenmesi yasak bir nesne olmuş, Türkler'deki o eski ve şerefli kadın serbestliği geleneği esasından bozulmuş, hulâsa iş çığırından çıkmıştır. Daha sonraki asırlarda (mesela XVII. asırda) ise kadın mahremiyeti bir fecaat halini almış, hattâ tesettür o kadar umumîleşmiştir ki, Türkiye'deki Hrıstiyan ve Yahudi kadınlar bile bu tesettür âdetini kabul etmişlerdi. Divân-i Hümâyûn vesikaları arasında buna ait hükümler vardır. Hava ve su, yaşamımız için ne ise, aile hayatı da cemiyetimiz için odur. Muhtelif milletlerde farklı karakterde aile tipleri vardır. Bazı milletlerde kadın tamamıyla arka plana atılmıştır. Bazılarında da her şey kadının emrindedir. Türk ailesi ise tamamiyle hürriyet ve eşitlik prensibine dayanır. En eski Türk ailesinde kadın, kocası ile aynı hakka sahip olduğunu bilmekteyiz. Türkler'de bir insanin asil olabilmesi için hem annesinin , hem babasının Türk olması lâzımdı. Bir kız yalnız babası Türk olan bir Delikanlı ile evlenemezdi. Bunun en bariz misallerini, asalet unvanlarında görebilmek mümkündür. Bir prensin hakan olabilmesi için hem Tigin (anne tarafından asil olanlara verilen unvan) hem İnal (baba tarafından asil olanlara verilen unvan) olması lazımdı. Türk ailesinde kadın, çocuklarının istikbali hakkında, kocası kadar söz sahibidir. Halen bazı köylerimizde bu örflerin kalıntılarını görmek mümkündür. Eski Türk cemiyetinde kadın, erkekle eşit haklara sahip bulunuyordu. Tarihimizde bunu teyid edecek sayısız misaller mevcuttur. Grek tarihcisi Priskos'a göre: Attila'nin yanına giden Doğu Roma elçileri Atilla'nin huzuruna çıkmadan önce, Hun İmparatoru'nun eşi Arıkan tarafından kabul edilmiş ve parlak ziyafetlerle ağırlanmışlardı. Bu durum bize imparatoriçenin Atilla kadar siyasî nüfuza sahip olduğunu gösterir. M.Ö.VII. yüzyıldan kalma Orhun kitâbelerinde Bilge Kağan, İkinci Göktürk İmparatorluğu'nun kuruluşunu anlatırken annesini, sevgi ve şefkat ilâhesi Umay'a benzetmekte, onun ölümünde büyük merasim tertiplediğini söylemektedir. Türk töresine göre, kadının bütün içtimaî işlerde yukarıda da belittiğimiz gibi, erkekle beraber bulunması şarttı. Hatun da devlet idaresinde Hakanla aynı haklara sahipti. Fermanların muhakkak surette <<Hakan>> diye başlayan fermanların hükümleri bazı yerlerde yerine getirilmezdi. Hatun, Hakan'in solunda otururdu. Siyasi konuşmalarda, elçilerin kabullerinde hazır bulunur ve harp meclislerine iştirak ederdi. Uluğ Yasa'da kadın haklarını koruyan müeyyideler mevcuttur. Meselâ; bir kadına tecavüzün cezası idamdir. Bundan başka, kanun, aile kadınlarına icabinda kocaları, yahut çocukları lehine Han'dan şefaatte bulunmak selâhiyetini vermiştir. İslâmdan önceki Türk toplumunda kadının yerine dair en güzel misaller Dede Korkut hikâyelerinde rastlanır. Bu hikâyelere göre, kadında aranan meziyetler; annelik duygusu, kahramanlık, sadakat, misafirperverliktir. Anne hakkı Tanrı hakkıdır. Ana ile oğul arasindaki bağlılık, büyük kahramanlık olayları yaratır. Mesela Dirse Han oğlu Boğaç Han destanında, "dirse Han, kırk namerdin iftirasına inanarak oğlu Boğaç'ın hain ve kötü bir evlat olduğuna hükmeder ve ilk avı esnasında onu okla vurur. Burla Hatun, kocasının avdan yanlız döndüğünü görünce müthiş bir korkuya kapılır. Oğlunun başına bir felâket geldiğini sezerek onu aramaya çıkar. Boğaç, kendisini kanlar içinde bulan annesine korkmamasını, yaralanınca Hızır'ın gelerek yarasını sıvazladığını: "Sana bu yaradan ölüm yoktur. Ana'nın sütü ile dağ çiceği sana merhemdir" dediğini söyler. Burla Hatun, kocasından habersiz oğlunu tedavi eder. Aynı şekilde Salur Kazan ava çıktığı esnada, bunu fırsat bilen Sökli Melik, Salur Kazan'ın evini yağmalar. Han'ın annesini, oğlu Urus'u, zevcesi Burla Hatun ve maiyetindeki kırk ince belli kızı esir alır. Bunu haber alan Salur Kazan, her şeyden önce annesini geri ister. Sökli Melik , Burla Hatun'u saki yapmak ister. Fakat Burla Hatun'u korumak için esirlerin hepsi de Burla Hatun'un kendisi olduğunu söylediğinden, kırk ince belli kızdan hangisinin hakiki Burla Hatun olduğu tespit edilemez. Sonunda Sökli Melik korkunç bir usule baş vurur: Urus'un etinden yemek yapılarak onlara verecek. Kim yemezse, onun Burla Hatun olduğu anlaşılacaktı. Burla Hatun, bu durumu oğluna anlatınca, Urus, annesine kâfire teslim olmamak için kendi etinden çekinmeden yemesini söyler. Dede Korkut hikâyelerine göre, bir toplumda aranan en büyük değer, kahramanlıktır. Bu vasif, hem erkekte, hem kadında aranırdı. Daima hareket halinde olan bozkır cemiyetinde kadın, gördüğü işler bakımından erkekten farksızdır. Düşman saldırısında erkek kadar kadının da hayatı tehlikededir. Kadın da kendisini müdafa etmek zorundadır. Dede Korkut hikâyelerinde Kan Turalı babasına, alacağı kızın kendisi kadar kahraman olmasını söyler. Trabzon Tekfurunun Selcen isimli kızı, tam istedikleri vasıflara haizdir. Ancak babası, bu kızı alacak olanın, üç azgın canavarı öldürmesini şart koşmuştu. Aynı şekilde Pay Büre oğlu Beyrek'e: "Sana Oğuz'dan kimi alivereyim?" diye sordugu zaman, oğlu: "Baba, bana bir aliver kim, men yerimden turmadın, ol turmak gerek; men koç atıma binmeden, ol binmek gerek, men kırıma varmadan ol baş getürmek gerek," diye cevap verir. Beyrek ile Kan Turalı'nın aldığı kızlar, bu vasıfları haizdirler. Meselâ Kan Turali nişanlısı Selcen'le beraber memleketine dönerken, yolda düşmanlar tarafından sarılınca, Selcen Hatun, büyük kahramanlıklar gösterir. Erkeğin kadında kahramanlık aradığı gibi, kadının da en büyük bir olarak bunu istemesi gayet tabiî idi. Beyrek'in nişanlısı Banu Çicek onu denemek maksadıyla kendi dadısı rolünde Beyrek'le at koşturdu. Ok attı. Güreş tuttu. Her üçünde de Beyrek galip gelince memnuniyetle Banu Çicek'in kendisi olduğunu söyledi. Her ne kadar hikâyeler masal unsuru fazla ise de Türk cemiyetinde erkeğin kadını, kadının erkeği kuvvet ve cesaret bakımından denemesi hayati bir değer taşır. Kadının da erkeğin de cesur olması şarttır. Tarihimizde bunu teyid edecek birçok olaylar mevcuttur. Dede korkut hikâyeleri aile, monogami esasına dayanır. Kanyaklar: Türk Tarihi Ansiklopedisi Türklük Meseleleri (Ziya Gökalp) İbni-Seyahatnamesi, Dede Korkut.


turkman2.jpg
 
Son düzenleme:
Üst