Türk'lerde Dünya

Gök Yeleli Bozkurt

New member
Katılım
29 Nis 2008
Mesajlar
1,947
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Bozkurtlardan Birine Sorun
DÜNYANIN ŞEKLİ

Bumın Kağan, İstemi Kağan,

"Dört bucak" taki milletleri, Hep tabi kılmış!..."

Göktürk Yazıtları

1. DÜNYA, TÜRK OTAĞI, TÜRK DEVLETİ GİBİ

Türk dünyamızın şekli ile ilgili düşüncelerini, yer, gök ve yıldızları incelerken de, belirtmeğe çalışmıştık. Fakat şunu unutmamalıyız ki, "Türkler, yeryüzünde en çok hareket halinde olan kavimlerden idiler". Çağ çağ yeni devletler kurmuş ve yeni, yeni kültürlerin tesirleri altında kalmışlardı. Tabiî olarak, dünya görüşlerinde de derin değişiklikler olmuştu. Bütün bunlara rağmen, Türk toplumunun alt yapılarında, müşterek inanışlar kaybolmamış ve bu inanışlar, yüzyıllar boyunca devam edegelmişlerdi. Şunu da itiraf etmek lazımdır ki, belki binlerce seneden beri, İran ve Çin kültürlerinin arasında gelişen Türk düşüncesi, bu komşu kültürlerin tesirlerinden, pek kurtulmamıştı. Bütün bunlara rağmen, Ortaasya atlı kavimlerinin başında gelen Türklerin günlük hayat tarzları ve yaşadıkları ortam kendilerinin dünya görüşüne de tesir etmemiş ve yine kendilerine özel bir düşünce düzeni meydana getirmişti.

Onbinlerce ata sahip olan Ortaasyalıların, hayat özellikleri üzerinde durmuştuk: "Atlı Ortaasyalıları, yer ile gökten başka bir şey ilgilendirmiyordu. Onlar, ne ziraatçı kavimler gibi bitkilere, ne yerde sürünenlere ve ne de Hindistan'ın orman halkı gibi, vahşi hayvanlara ve çöngellere önem veriyorlardı. Üstlerinde açılan sonsuz, mavi bir gök kubbesi; atlarında ise, ya sonsuz bozkırlar veyahut da vahşi, fakat güzel yaylalar ve karlı dağlardı". Tabiî olarak atlı Türkleri, bu iki büyük tabiat varlığından ayıran ve yüksekte tutan üçüncü önemli bir şey daha vardı ki, o da "At" idi.

Türklere göre, "En kutsal ve en güçlü tabiat varlığı, gök idi. Bu sebeple bütün an'aneler ve inançlar gök üzerine kurulmuştu. Gök, aynı zamanda kendi çadırının da bir benzeri idi. Türk, kendi otağında oturduğu veya yattığı zaman da kendini yine gök altında uyuyormuş gibi zannederdi. Bu sebeple, yuvarlak gök kubbesinin altında saklanmış olan bu dünya da, elbette ki yuvarlak olacaktı". Ortaasya'nın atlı Türklerinin dünya hakkındaki görüşlerini, başlıca iki ayrı düşünce düzeni içinde toplayabiliriz.

1. Gök bilgisi, bakımından dünyayı görüş ve tanıyış: Gök kubbesinin yuvarlaklığına ve yıldızların dönüşüne bakan Türkler, dünyanın da "Yuvarlak bir tepsi gibi" olduğuna inanmışlardı. Bu düşünüş, biraz da insan düşüncesinin tabiî bir sonucu gibi idi. İslâmiyetten önceki Türklerin bu konudaki düşünceleri, islâmî devirlerdeki "Felek" ve "Felekiyat" anlayışına çok yakın idi.

2. Bir "İnsan topluluğu", teşkilâtlanmış veya teşkilâtlanması gereken bir "Devlet" gibi kabul edilen bir dünya ise, bambaşka bir şekilde tasavvur ediliyordu. "Türk devletinin şekli, iki veya dört yönlü idi". Bu sebeple dünya da, dört yönle yönleniyordu.

Aynı durumda, Ortaasya ve Sibirya'da, halen türkçe konuşan kavimlerle ilgili, halk bilgisi haberlerinde de görebiliyoruz. Meselâ Yakut Türklerine göre, "Dünya hem yuvarlak ve hem de dört köşe idi". Milletlerin dünya görüşüne, şüphesiz ki Cografya ortamının da çok büyük tesirleri vardı. "Ortaasya kendi bağrında kurulan devletler için, dikdörtgen şeklinde bir yurt hazırlıyordu". Bu sebeple Türklerin dünyayı anlayışları da, cografyanın sınır ve çizgilerine göre (Geogonical) olmalı idi.

2. DÜNYA, TÜRK DEVLETİ GİBİ DÖRT KÖŞELİ

"Dünyanın dört köşeli olarak düşünülmesi":

Büyük Ortaasya imparatorlukları, devlet teşkilatı bakımından "İki yönlü" idiler: "Devlet, Doğu'dan Batı'ya doğru uzanırdı". Daha doğrusu eski Türk devletleri, ufkî (Horizontal) devletler idiler. Elbette ki bu devletlerin, kuzey ve güney yönleri de vardı. Fakat bunlar, ikinci derecede kalıyorlardı. Herhalde bu düşünce düzeninin meydana gelişinde, Ortaasya'nın cografya durumunun da büyük tesiri vardı. Çünkü devlet, ancak doğu ve batı yönleriden genişleyebilirdi. Çin'deki devlet felsefesi ise, yüzünü yalnızca güneye dönmüştü. Sibirya kavimlerine göre "Dünya güneyden kuzeye doğru uzanmakta idi". Bu konuyu "Kutsal ırmaklar" ile ilgili bölümümüzde incelemiştik. Sibirya halkları ve özellikle Yakut Türkleri, "Güneyi, dünyanın yüksek yanı ve cennet tarafı; kuzeyi ise, aşağı kısmı olarak kabul ederlerdi". Yakutların dünyayı böyle düşünmüş olmaları da, yine Sibirya'nın cografya durumuna dayanıyordu. Çünkü bütün büyük nehirler, güneyden kuzeye doğru akıyorlar ve halk da, bu nehirlerin etrafına toplanıyorlardı. Buna rağmen Yakut Türkleri, yönlere büyük bir önem veriyorlar ve rüzgârların "Dört köşeden" isteklerini söylüyorlardı.

Göktürk yazıtları da, dünyadaki milletlerden söz açarken daima, "Tört bulungdaki", yani, "Dört köşe ve yandaki" kavimleri sayarlardı. Göktürk yazıtlarının bu meşhur deyimi, bu yazıtlar hakkında az veya çok bir bilgisi olan herkes için, bilinen bir şeydir. Göktürk yazıtlarında "Bulung" sözünün "Köşe"mi; yoksa "Taraf" veya "Yön" mü anlamına geldiği pek anlaşılamıyor. Türk dilinin en ince taraflarını tanıyan Kaşgarlı Mahmud bile, "Bulung" sözünün, köşe mi, yoksa bucak mı anlamına geldiğini söylememiştir. Bununla beraber bu sözün Uygur çağında, "taraf" veya "yön" anlamına geldiği de bir gerçekti. Meselâ "Kündünki bulung" deyimi, "güney" anlamına gelirdi.
Bugünkü türkçemizde, "Dünyanın dört bucağı" derken, çok eski bir Türk düşünce anlayışını canlandırdığımıza inanabiliriz. Fakat "Dünyanın dört köşesi" derken, durum biraz daha değişir.


Bu deyim daha ziyade farsçadaki "Çehar kûşe" göz önünde tutularak sonradan meydana getirilmiştir. İslâm âleminde buna !Hudûd-u erbaa" da denirde ki, işte bu deyim "Dört taraf" anlamına gelirdi. Büyük Hun devletinin teşkilâtında da, "Dört köşe" veya "Dört boynuz" adlı dört memuriyet vardı ki, bunlar imparatorluğun ve sarayın dört yönüne yayılmışlardı. Çin'de de, "Dört yön", "Dört kapı", "Dört kutup" gibi, idarî teşkilât deyimlerini görmüyor değiliz. "Dört köşe, Türk halk edebiyatında, doğrudan doğruya dünyayı ifade eden bir sözdü". Aşağıda vereceğimiz bir halk ve bir Bektaşî şiiri, bu anlayışı açık olarak bize göstermektedirler:

"Güleç yüze, tatlı söze doyulmaz,
"Yedi İklim, dört köşeden geliyor!
Karacaoğlan
"Üç çırak yanar şişede,
"Arslanlar gizli meşede,
"Yedi İklim, dört köşede,
"Ben Dedem Ali'yi gördüm!"


Kul Himmet Dede

Hem "Yedi iklim" ve hem de, "Dört köşe" anlayışları, eski türkçede ve Türk düşüncesinde de vardır. Bu anlayışlar Türklere Önasaya'dan girmiş olsalar bile, bu tesirlerin Göktürklerden çok önceki çağlarda meydana geldiği bir gerçekti. Çünkü bu mefhumlar Göktürk çağında, yerli deyimler gibi kullanıyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki Türkler "İslâmiyete girdikten sonra, Arapların 'Yedi İklim' ve İranlıların da 'Dörk Köşe' tabirlerini alarak, kendi deyimleri ile bağdaştırmışlardı". Çünkü İranlıların, dünyanın dört yönünü ifade etmek için kullandıkları dört köşeden başka, "Çehar erkân" vs. gibi, daha bir çok deyimleri vardı.

Yakut Türklerine göre, "Gök, yer ve yer altı olmak üzere, 'üç dünya' vardı. Ölümlü insanların yaşadığı ve bitkilerin bitip kuruduğu yeryüzüne (Yakutlar), 'Orta-Doydu' derlerdi". Yakut lehçesinde "orto", orta demekti. "Doydu" sözü ise, Çince "T'ai-tu", yani büyük başkent sözünden alınmıştı. Şimdiye kadar bu konu üzerinde yazanlar, bu deyime büyük bir önem vermişlerdi. Halbuki bunun yanında, en eski Türk inanışlarını açıklayan çok daha önemli deyimler vardır: Yakutlar, "Üzerinde yaşadığımız yeryüzüne, daha ziyade İye Doydu, yani, Ana Dünya demişlerdi". Çünkü Yakut türkçesinde "İye" sözü, "Ana" anlamına geliyordu. Yine Yakut mitolojisine göre, "İye" adlı bu "Yeryüzünü Anası"nın şekli, "Sekiz köşeli" idi. yakut dininde "Sekiz Ana", "Sekiz iyi kadın ruh" v.s. gibi tanrılara da rastlamıyor değiliz. Türk lehçelerinde sekiz köşeli şekillere, sekizlik denirdi. Öyle, anlaşılıyor ki, "Dünyanın Sekiz köyeli olması" ile ilgili inançlar, Yakutlara Moğollardan girimiş bir kültür tesiri idi. Çünkü 6 ve 8. Moğollarda önem kazanmış olan rakamlardı. Bu sayıların Moğollara girmesinde şüphesiz ki, Çin'in büyük tesirleri olmuştu.

Yakut Türklerinin ayrıca "Dört köşeli bir dünyaya inandıklarını" da biliyoruz. Bu sebeple Yakutlar, sonraki Moğol tesirlerine rağmen, en eski Türk inançlarını saklıyabilmişlerdi. Esasen Moğollar da dünyayı köşeli değil; yuvarlak olarak kabul ediyorlardı. Yakutlar yeryüzüne, "Durduğumuz yaşadığımız dünya" anlamına, "Turung Doydu" da derlerdi. Dünya için verilen bu adların yanında, bir de kendi vatanları ve Yakutlar ülkesi için söylenen deyimler vardı ki, bunlar arasında "Törüt Doydu" yani, "Türediğimiz yer, vatan" sözü, gerçekten üzerinde durulmağa değer bir deyimdir.

3. DÜNYA, TÜRK OTAĞI GİBİ YUVARLAK

"Dünyanın yuvarlak olarak düşünülmesi":

Diğer insanlar gibi, Türklerin de, gök kubbesine bakınca, dünyayı yuvarlak veya daire şeklinde zannetmeleri ve böyle düşünmeleri, gayet tabiî bir şeydir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, "Büyük devlet hayatı yaşamış, geniş bölgelerde ileri bir devlet teşkilatı kurmuş, ve türlü yönler hakkında yeni ve sağlam bilgiler edinmiş Türkler, geri düşüncelerden kurtularak, yeni anlayışlar edinmişlerdi. Buna rağmen halk, yine eski görüşleri devam ettirmişlerdi". Dünyanın yuvarlak olması ile ilgili inanç, özellikle büyük devletler kurmamış olan kuzey-batı Asya'daki Fin-Ugor mitolojisinde, çok geniş ve köklü olarak yayılmıştı. Meselâ Macar kavimlerinin çok yakın akrabaları olan Wogul mitolojisine göre dünya, "Başlangıçta yuvarlak bir tepsi şeklindeydi ve kendi etrafında mütemadiyen dönüyordu". Dünyanın kuşağı ile ilgili bölümümüzde de söylediğimiz gibi, aynı Wogullar, "Dünyanın etarfının Ural dağları ile çevrildiğine inanırlardı. Onlara göre, başlangıçta dünya suların üzerinde yüzen yuvarlak bir toprak parçasından başka bir şey değildi. Bu sebeple dünya yaratılırken, toprakların bir kısmı dağılıyor ve bir kısmı da suların dibine iniyorlardı. Bunu gören Tanrı, taş bir kuşakla bu toprakları sarıp sıkıştırıyor ve sonra da hepsini, bağlayarak bırakıyor". İşte onlara göre, Tanrının dünyayı bağladığı taş kuşak, "Ural" dağlarından başka bir şey değildi.

Göktürklerin menşe efsanesi ile "Ergenekon" destanlarını bu Wogul efsanesi ile karşılaştırdığımızda, aralarındaki yakın benzerliği kolaylıkla görebiliriz; "Göktürklerde, kurttan türeyen Türklerin ilk dünyası ile, Ergenekon'un da etrafı, dağlarla çevrili idi". Şunu da unutmayalım ki, "Kaf dağları" da, dünyayı çeviren bir dağlar zinciri idi. Görülüyor ki bu karşılaştırmalar uzadıkça, yeni yeni meseleler çıkıyor ve bir bölgede kalamaz oluyoruz.

Altay yaratılış destanlarındaki dünya da yuvarlak idi. Esasen eski Türk düşüncesinde de yer, gök yuvarlığına Demir-Kazık ile bağlı idi.

4. TÜRK BAŞKENTİ, DÜNYANIN GÖĞE YAKIN YERİ

"Dünyanın bölgelere ayrılması":

Dünyamız, eski Çin'de "12 bölgeye"; eski İran ve Önasya kültürlerinde ise, "7 bölgeye" ayrılıyordu. Bu her iki rakam da, "Takvim" ölçülerini gösteren sayılardı. Çinliler, "ayın hareketleri ile günün saatlarına" önem veriyorlardı. Bu katlara ayırmada da, "Esas merkez, yine insan ve içinde yaşadığımız dünya oluyordu". Göğe, aşağıdan yukarıya ve yere de, yukarıdan aşağıya doğru kat numaraları veriliyordu. Daha doğrusu Türkler, "Kâinatın dikine (Vertical) bölünmesini, kendilerine (Egocentric) ve yaşadıkları bölgeye (Geocetric) göre yapıyorlardı. Eski Türk kaynaklarında, Türklerin yeryüzünü enine (Horziontal) böldüklerine dair hiçbir kayıt yoktur". En eski Türk devletlerinin, doğu ve batı diye ikiye bölündükleri bir gerçektir. "İkili sistem", ilk Türk devlet teşkilâtının en önemli bir özelliği idi. Fakat bu ikili sistem de, "Doğu", ağır basıyor ve önemli olan tarafı temsil ediyordu. Bu sebeple, böyle bir düşünce düzenine göre yapılan bu, bölme de, pek ikili bir düzenle sayılamazdı. Bu da ayrı bir münakaşa konusudur: "Doğu, terazinin kafesinde oldukça ağır basıyor ve devlet içinde de yüksekte duruyordu. Yani bu anlayışa göre, yeryüzü tam manası ile düz ve ufki değildi". Böyle bir bölmede, yeryüzünün eşit parçalara ayrılmış olması nasıl bahis konusu olabilirdi? Bunun en güzel örneğini Çin'de görüyoruz.

"Türk devletinin doğu tarafı, hem yüksek ve hem de gök yanı sayılıyordu":
Çin'de, dünyanın fizik yapısı ve bölümleri, devlet teşkilâtının sembolleri oluyorlardı. Devlet, bir nevi dünya gibi görülüyor ve dünyaya uyduruluyordu. Dünyayı da göğün içinde düşünüyorlardı. Çin İmparatoru, her sabah vazifesine başladığı zaman, güneşin takip ettiği yol üzerinden, yani doğudan batıya doğru, arabasına binerek insanları teftiş ediyor ve onları idare ediyordu. Bunu söylemekle, Türklerdeki batı ve doğu yönlenmesinin, Çinlilerden alındığını iddia ettiğimiz anlaşılmasın. Çünkü Çin'de önemli ve büyük olan yön, doğu değil; güney idi. Dünyanın ve göğün başkenti ise doğuda bulunuyordu.


"Türkler de bu ağırlık doğuda, yani güneşin doğduğu yönde idi". Çinlilere göre dünya ve dünya devletini, "Yer taşıyor ve gök de örtüyordu". Bu sözlere Kur'An'da da rastlıyoruz. Çin imparatorunun sarayındaki "Dört sütunu, dünyanın dört dağından" ve "Dört kapısı da, dünyanın dört yönünden" başka bir şey değil idiler. Bundan önceki bölümümüzde de, Türklerin dünya için kullandıkları "Dört köşe" deyimini incelemiştik. İranlıların Çehar kûşe'si ile hemen birleştirilip, mesele önemsizleştirilir korkusu ile, ayrıca kendimizi uzun uzun müdafaaya çalışmıştık. Aslında ise, Çin düşüncesini iyi bilenler için, böyle bir korku bahis konusu bile değildir.
Çin'de Güney, dünyanın yüksek ve gök tarafıdır. Böyle bir örneği elimize alarak hareket ettiğimiz takdirde, "Türklerde de kutsal Ötügen orman ve dağlarının bulunduğu tarafın, 'Yüksek ve gök yönü' olduğunu, kolaylıkla anlayabiliriz". Sibirya'daki Lena ve Yenisey Türkleri de, bu nehirlerin kaynaklarını aldıkları güneyi, "Gök ve cennet tarafı" olarak kabul etmişlerdi.

5. TÜRK BAŞKENTİ, DÜNYANIN ORTA YERİ

Türk Kağanının başkenti, dünyanın ortası idi.

Dünya, Türk başkentinin çevresinde, halka halka bölümlere ayrılırdı":
Bu açıklamalarımızdan da anlaşılacaktır ki, Türklerin yeryüzüne bölümlere ayrılmaları, İran ve ve Önasya'dakilerden tamamı ile ayrı bir zihniyetle yapılmakta idi. "Türk Hakanlarının otağlarını kurup oturdukları yerler, şüphesiz ki dünyanın merkezi ve birinci derecede önemli yerleriydi". Göktürk ve Uygurlardaki "Ötügen" dağ ve ormanları ile Oğuz Destanındaki "Or-Tağ" ile "Kür-Tağ"lar da, bu düşünce düzeninin en açık örnekleri idiler. Bundan başka devleti kuran soylu boyların oturdukları yerler de, dünyanın bölümlere ayrılmasında çok önemli rol oynuyorlardı. Uygurların Menşe efsanesinde geçen, "Kut-Tağ" ile "Kamlancu" adlı yerlerin, herhalde devleti kuran "Yaglakar" boyunun yeri ile bir ilgisi olsa gerekti. Bundan sonra "Dokuz-Boy" geliyordu. Nihayet üçüncü derecedeki soylu, Bayırku ile Bugu kabileleri, üçüncü halkayı teşkil ediyorlardı. Ediz, Tongra gibi kabileler dördüncü halkayı, Moğollar Çinliler ise belki de 5. veya 10. halkayı temsil ediyorlardı. Bu da çok eski ve hatta bugünkü Çinlilerin dünya görüşü idi. fakat Türklerdeki bu görüş, Çinlilerinkinden açık çizgi ve prensiplerle ayrılıyordu. Türklerinki daha çok boyların dinamizmine ve devletin kuruluşunuda emeği geçenlerin güçlü ve soyluluk derecelerine göre düzenlenmişti. Çin'de, dünyanın düzenine hakim olan fikir bir teori idi. Türklerde ise, kaynağını hayatın gerçek zorunluklarından alıyordu.

"Türklerin, dünyayı takvim düzenine göre bölgelere ayırmaları":

Çin düşünce düzenini, en iyi anlayabilmiş bilginlerin başında gelen M. Granet'nin bir kitabında, "Zaman ve mekân" adlı bir bölüm vardı. Az evvel Çin düşencesine göre dünyanın fizik yapısının, insan toplumları ile devlet teşkilâtının birer sembol ve temsilcileri olduklarını söylemiştik. M. Granet de, bu önemli bölümümüzde, yalnız dünyanın fizik yapısının değil, zaman ve takvimin de aynı rolü oynadığını açık olarak göstermektedir. Daha açıkçası, "Çin'de zaman ve takvim, devlet teşkilâtının; devlet teşkilâtı da, zaman ve takvimin birer örnek ve sembolü idiler". Devlet teşkilâtındaki bölümler, sayılar ve sembollerin hepsi, zaman ve takvim ölçülerine göre düzenlenmişti. Devlet teşkilâtı da yeryüzünün küçük bir örneği idi. Meselâ dünya, Çin devleti, sarayı ve hatta İmparator'un tahtının bulunduğu salon bile, onikili bir bölüme tabi tutulmuştu.

Oğuz testanlarındaki Oğuz boylarının "İkili", "dörtlü", "altılı" ve "yirmi dörtlü" teşkilât sayıları da takvim rakamları olsa gerekti. Çin'deki Güneşin oğulları "Hsi" ve "Ho"nun üçerden altı oğlu, bu bakımdan bizi aydınlatabilecek durumdadır. "Eski Türk ve Çin oniki Hayvanlı takvimdeki aylar, 30 gün değil; 15 gün olarak hesap edilirdi. Bu bakımdan 24 rakamı da, takvim bakımından bize yabancı değildir".

Büyük Hun devletinde, teşkilâtın temelini teşkil eden "Doğu" ve "Batı" diye, ikili bir bölünme vardı. "4 köşe" ve "6 köşe" devletin soylu boyları idiler. Bütün ordu ise 24 tümendi. Bunlar da Oğuz boylarının sayılarına uyan rakamlardı. Oğuz boyları, Gök, yıldız, deniz, dağ, v.s. gibi, dünya ve âlemini tamamlayan unsurların çocukları idiler. "Görülüyor ki Oğuz destanı, basit bir efsane ve hikâye değildi. Binlerce yıllık Türk düşünce düzeni ve devlet anlayışı, onda billûrlaşmıştı".

Mitoloji tetkikleri ile, tarih tetkiklerinin metodları aynıdır. Mitoloji, dinlerin ve düşünce düzenlerinin, masal ve hikâye yolu ile görümmeleridir. Bunların açıklanması ve bir aydınlığa kavuşturulması için de, Türklere komşu olan kavimlerin kültürleri hakkında gayet geniş bir bilgiye sahip olmak lâzımdır. Bunları mukayese malzemesi olarak kullanabilmek, başarının birince şartını teşkil eder.

6. DÜNYA, YEDİ DOKUZ VE ONİKİ BÖLGE

"Dünyanın yedi kısma bölünmesi ve Yedi İklim, fikrinin Türklerde görünmesi":
Birçok bölümlerimizde söylediğimiz gibi, Altay kavimleri ile Türklerin başlangıçtaki kutsal sayıları, "Dokuz" idi. Fakat zamanla "Yedi" sayısı da Türkler arasında görünmeğe başlamış ve özellikle Batı Türklerinde, gittikçe gelişen bir önem kazanmıştı. Bu olay, İran gibi bir komşuları olan ve büyük devletler kurmuş Batı Türkleri için, normal sayılabilirdi. Fakat bu değişme yalnız güneydeki Batı Türklerinde değil; Kuzey-Batı Asya'da ve Sibirya'daki Wogul, Ostiyak, Samoyed ve Macar gibi. Fin-Ugor kavimlerinde de meydana gelmişti. Meselâ Macar'ların menşe efsanelerinde de "7 oğul" ve "7 kardeş" ten sonra söz açılıyordu. Bunun sonucu olarak, "Macar tahtı ve Macar toprağı da, yediye bölünmüş oluyordu".

Meşhur Batı Göktürk Kağan'ın "İstemi-Kağan", Bizans imparatoruna yazdığı mektupta, kendisinin "Yedi iklim hükümdarı" olduğundan söz açıyordu. Kanaatımıza göre, buna da haddinden fazla önem vermek doğru olmasa gerektir. Çünkü İstemi-Kağan bu mektubu nihayet Bizansa gönderdiği, Soğdlu Maniah'a veyahutta Soğdlu başka bir kâtibe yazdırmış olabilirdi. Böyle olmasa bile "Yedi iklim", hıristiyanlıkta da çok iyi bilinen bir deyimdi. Bu sebeple bu söz, Bizanslı tarihçi tarafından da ilaâve edilmiş olabilirdi. Ayrıca, Türklerin başka bir şekilde yazdıkları bir ünvanı, Bizans tarihçisi kendi dili ve bildiği hıristiyanlık deyimleri ile de, tercüme etmiş olması muhtemeldi. Bununla beraber "İstemi-Kağan"ın bu deyimi bizzat kendisi de kullanmış olduğu da düşünülebilirdi. Türgeş çağında, Çin kaynaklarının verdikleri habere göre, "Yedi Tuğlu" T'u-mi-tu adlı bir Karluk reisinden haberimiz vardır. Göktürk yazıtları, İl-Teriş Kağan'ın ikinci defa devleti kuruşundan söz açarlarken Türklerin onun etrafında nasıl toplandıklarını mitolojik bir dille anlatıyorlardı.

"Kül-Tegin yazıtı"na göre, "İl-teriş Kağan isyan bayrağını çekip de, Çin'e karşı çıktığı zaman, yanında yalnızca 17 kişi varmış. Bu onyedi kişi yetmiş yalnızca onyedi kişi varmış. Bu onyedi kişi yetmiş miş ve devleti kurmuş." 17, 70, 700 sayılarının hepsi, 7 den türemiş rakamlardır. Tıpkı 9 sayısının Türklerde, 19, 90, 900, 9.000 ve hatta 99 şeklinde türeyişleri gibi.
Sâmi kavimleri ve dolayısı ile İslâmî ilimler, yeryüzünün insanlarla iskân edilmiş bölgelerini yedi kısma bölmüşlerdi. Bu yedi bölümden herbirine "İklim" ve hepsine birden ise, iklimin çoğulu olan "Ekalim" derlerdi. Mitolojiye göre bu her iklim üzerinde de bir padişah vardı. Az sonra da göstereceğimiz gibi, bu fikir, İran yolu ile Türkler arasına İslâmiyetin yayılışından çok daha önce girmiş olmalıydı. Bu tabir, Bektaşî şairlerinin şiirlerinde de çok kullanıla gelmiştir:

"Bin bir âyet yazılıdır postunda,
"Yedi kral, yedi şah var destinde,
"Altın hilye örgüleri üstünde,
" Lâllede var, Hacı Bektaş Veli'nin!"


Veli Baba

"Dünyanın dokuz ve oniki kısma bölünmesi":

En eski Türk düşüncesine göre dünyanın dokuz kısma bölünmesi lazımdı. Fakat bu konu ile ilgili bir kayıt veya rivayete rastlamıyoruz.
"Türk Hakanlarının davul ve tuğları, 9 tane idi. her tuğun ve davulun da bir bölgeyi temsil etmesi gerekiyordu". Fakat bu yönü de kuvvetlendirebilecek bir delile, şimdilik sahip değiliz. Yenisey Tatarlarının efsanelerinde, "Dokuz davullu Katay Alep (Alp)'e, dokuz Han tabi idi" gibi, cümleler görüyoruz. Fakat bunlar da, mitolojilerin ifadeleri içinde, açıklıklarını kaybederler. Bilindiği üzere oğullar, Hakana ait devletin bir kısmının sahibi idiler. Buna rağmen yine bir çok efsaneler, "Yedi oğul, dokuz kız" dan bahsediyorlar ve dokuz sayısını yalnızca kızlara veriyorlardı. Bunanla beraber Yakut Türklerinde, "Kurt gibi dokuz oğul" dan da söz açılmıyor değildi.
Bildiğimiz üzere "On iki memleket" veya iklim anlayışı, Çin düşüncesi ile ilgili bir deyimdir. Türklerin Çin ile olan uzun yakın komşuluklarına rağmen, bu düşüncenin de Türkler arasında yayıldığına dair bir belirti göremiyoruz. Sibirya Türklerinin masallarında "12 Memleket" deyimine çok az olarak rastlıyoruz. Başka mitolojik bir Han da "12 kurduna, kaçan bir kısrağı yakalamaları için emirler veriyordu".


Bununla beraber, Çin tesirine girmiş olan Moğol asıldan gelen Hıtay (Liao) devletinde, "On iki" sayısı ile ilgili pek çok motif vardır. Bunların da, "On iki hayvanlı Türk takvimi" sebebi ile meydana geldiklerine inananlar yok değildir.
7. DÜNYA NEYİN ÜZERİNDE DURUYOR

"Yoktur bu dünyanın ucu bucağı,
"Sarı öküzden, balıklar aşağı!"


Kayıkçı Kul Mustafa

Dünyanın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğu İslâmiyet ile Binbir Gece masallarında da görüyoruz. Fakat şunu da unutmamak lâzımdır ki Arap göçebeleri, sığır çobanı değil idiler. Belki de bu inanışın kökleri, en eski Önasya Kültürlerinde aranabilirdi. "İnsanlığın benzer inanış ve âdetlerini tek bir köke ve tek bir bölgeye bağlamak, ilmi bir metod değildir". Benzerlikleri olduğu kadar, ayrılıkları da göstermek bir kültür tarihçesinin vazifesidir. Bir misal arzedelim: "Kırk" sayısının, islâmiyetteki önemi çok büyüktür. Bu sayı, islâmiyetin yerli ve motifi de sayılabilir. Bununla beraber kırk rakamı, değil. Ortaçağ'da, Bering boğazına kadar uzanan halklarının bile dillerinden düşmeyen bir sayıdır. Bu halkların çoğunun, değil islâmiyetle; komşu kültürlerle bile en ufak bir ilgileri yoktu. "İslâmiyetteki 'Kırklar' ile ilgili inançlar tamamı ile Ortaasya'ya bağlamak, bir kelime ile, ihtiyatsızık ve ilmî olmayan bir hareket olur.

Ortaas'yı tanımayanların yaptıkları gibi, kırkla ilgili Türk inançlarının tümünü islâmiyete bağlamak da, ayrı bir hafifliktir". Bu sebeple dünyanın sarı bir öküz üzerinde durması da, yine aynı metodla incelenmesi gereken bir konudur. Altay dağlarının kuzey-batısında yaşayan Teleüt Türklerine göre, "Dünya, dört öküz tarafından tutuluyordu. Fakat bu öküzler, bir tabağa benzeyen dünyayı, altına girerek değil; kenarlarına koşulmuş olarak tutuluyordu. Bu öküzlerin renkleri de, eski Türk an'anesine göre, yine mavi, yani gök idi. Dünyaya koşulu olan bu öküzler, zaman zaman kımıldıyorlar ve bu yüzden de büyük zelzeleler oluyordu". Bu efsaneyi dinler dinlemez hatırımıza gelen ilk şey, birçok öküzlerle çekilen ve üzerlerine çadırkurulan, Cengiz Han devrinin kağnıları oluyordu. Çünkü yine aynı Teleüt efsanesine göre, "Tabak şeklindeki dünyanın, üstünde de yuvarlak çadıra benzer, bir gök kubbesi bulunuyordu". Bu efsanedde, Önasya inançlarına benzer motiflerde yok değildi.

Fakat efsanenin kuruluşu, tam manası ile bir Ortaasyalı'nın görüş, anlayışı ve yaşayışına göre yapılmıştı. Hindistan ve Tibet'teki bazı inanışlara göre "Dünya ile üzerindeki Gök kubbesi dört filin üzerinde duruyordu". Şu halde, Altay efsanesinde, fillerin 7 veya 9 tane olmayıp da, 4 tane olmasının da bazı sebepleri vardı. Bu duruma göre, Altay efsanesinde Önasya tesirleri ararken, karşımıza bir de Hint ve Tibet tesirleri çıkmaktadır. Bizce Hint tesirlerine de fazla önem vermek doğru değildir. Çin düşüncesine göre de "Gök kubbesi dört sütun üzerinde duruyordu". Türkler, bu sütunlar yerine, sembolik olarak dört tane "Gök-Öküz" koymuş olabilirlerdi. Görülüyor ki mesele o kadar basit değildir.

Kırgızlara göre ise, "Yerin en altında büyük bir okyanus vardı. Bu denizin üzerinde ise, çok kalın bir bulut dolaşırdı. Bulutun üzerinde çok büyük bir kaya ve kayanın üzerinde de bir 'Boz Öküz' vardı. İşte dünya bu boz öküzün boynuzları üzerinde dururdu". "Boz" ile "Gök" renkler, Türk mitolojisinde genel olarak birbirlerine karıştırılmıştır. Kırgızların öküzünün de gök renkte, bir "Gök Öküz" olması çok muhtemeldir. Tıpkı Türklerin Gök-Kurdu gibi. Esasen, "Kırgızların bir inekten türediklerine dair efsaneler de vardır."
Anadolu'da ve kültür bakımından, Anadolu'nun tesiri altında bulunan Kırım'daki durum daha başkadır. Halk şairi Kayıkçı Kul Mustafa'nın dediği gibi, "Sarı öküzden balıklar aşağı" dır. Bu inanışın başlıca iki değişik anlatışı vardır. Bilhassa Anadolu'da çok görülen birinci şekle göre,


"En aşağıda büyük bir deniz vardı. Denizde büyük bir balık, balığın üstünde bir öküz öküzün boynuzları üzerinde de, dünya duruyordu". Kırım'da bu efsane, biraz daha değişik olarak anlatılır. Onlara göre, "Dünya, bir boğazın boynuzları üzerinde duruyordu. Boğa ise, büyük denizde yüzen, büyük bir balık üzerine tutunuyordu. Denizin altında rüzgârlar ve onun altında karanlık bir dünya uzanırdı. Boğa yorulup da, boynuzlarını kımıldattıkça, büyük zelzeleler olurdu". Anadolu ve Kırım Türklerinin inanışları arasında, ne gibi farklar bulunursa bulunsun, inancın özünde bulunan İslâmiyetin tesirleri de kolaylıkla gözden kaçmamaktadır.

Türk halk ve tasavvuf edebiyatında, dünyanın öküz üzerinde durduğuna dair pek çok örnek vardır. Bu konu ile ilgili olarak, Pir Sultan Abdal'ın şu güzel şiirini de vermeden geçemeyeceğiz:

"Musa söyler idi binbir kelämı,
"Kudret eli ile çaldı kalemi,
"Öküze yükletti, cümle âlemi,
"Dünyanın temelin kuraldan beri!..."


Bilindiği üzere, dünyanın öküz üzerinde durduğuna dair şiiler , Fir-devsî'nin "Şah-nâme"sinde vardır. Nitekim Diyarbakırlı bir Türk şairi olan Şerifi'nin XVI. yüzyılda tükçeye çevirerek Mısır'da Kansu-Gavrî'ye sunduğu güzel bir Şah-nâme tercümesinde de, bu fikri güzel bir türkçeye bürünmüş olarak görüyoruz. Şerifî'nin bö öküzü, farsça deyimi tercüme etme yolu ile "Yer götüren öküz" diyor:

"Ağırlandı yer ol bâr-ı girândan,
"Gücendi yer götüren öküz andan".

"Dünyanın bir balık üzerinde durmasına gelince":

Bu, daha çok Kuzey-Batı Asya'daki Balina balıkçıları ile ilgili bir an'anedir. Vaktiyle balıkçı tekneleri ne kadar iptidaî olurlarsa olsunlar, Kore'nin kuzeyindeki bütün kıyı halkları, balina avcılığı ile ilgilenmişlerdi. Balıkçı olmayanlar da, uzaktan gördükleri balinaların dehşeti karşısında hayallere dalmışlardı. Bu konu da ikinci bir tesir de, güneyden, Hint denizlerinden gelmekte idi. Fakat dünyanını büyük bir balık üzerinde durduğu inancı, bütün Sibirya halklarını çok derin bir şekilde sarmıştı. Balinaya fazla önem vermemizin bir sebebi de budur. Bu inançla ilgili bazı incelemeler yapılmıştır. Yaratılış destanları dolayısı ile de, bu konulara dokunmuştuk. Yakut Türklerine göre, "Dünya, Baykal gölündeki büyük bir balık üzerinde duruyordu". Yakutların "Arat denizi" ile "Arat balığı" efsanelerine de Okyanus ile ilgili bölümümüzde dokunmuştuk. Yakutların bu büyük balıkları bir Mamut da olabilirdi. Çünkü Yakutlara göre, "Mamutlar, suda yaşayan hayvanlardan başka bir şey değil idiler". Dünyanın Mamutlar tarafından taşındığına dair Sibirya ve Altay Türkleri tarafından söylenmiş masallar da vardı. Bu duruma göre böyle efsaneler, yerli de olabilirlerdi.


DÜNYANIN GÖBEĞİ

"Göğün göbeği yerde,
"Yerin göbeği gökte!..."

Altay Türk Şaman duası

Türkçemizde, "Şehrin göbeğinde, dünyanın göbeğinde, göbek taşı" vs. gibi, birçok deyimler vardı. Böyle konuşur konuşmaz, ne demek istediğimiz, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecektir. İnsanın da her şeyin de orta yeri, bir göbektir. Bu benzetme, yalnızca Türkler tarafından yapılmış değildir. Diğer medenî milletlerin hepsinde de vardır. Fakat bunu, kimin kimden aldığını hemen söylemek de, kolay değildir. "Dünyanın göbeği" deyimi ise, bambaşka mitolojik bir anlam taşır.

Çin devlet düşüncesine göre, "Dünyanın ortasında Çin imparatoru otururdu. Diğer milletler, asâlet ve Çinlilere yakın derecelerine göre, dalga dalga genişler ve dünyayı meydana getirirlerdi. Bu sebeple Çinliler, Çin'e Chung-kuo, yani 'Orta memleket' demişler ve Çin'i dünyanın ortası olarak kabul etmişlerdi. Çin'in tam ortasında oturan kimse de, tabii olarak, Çin imparatorundan başka birisi değildi".

Türk devlet düşüncesinde, bunu açık olarak göremiyoruz. Bir gerçek varsa, o da Türk Hakan'ının Tanrı tarafından tayin edilmiş, yeryüzünün meşru hükümdarı olduğu idi. hukuk tarihinde "Universalismus" denen bu devlet anlayışına göre, o milletin hükümdarı, bütün dünyanın gerçek bir efendisi olarak kabul edilirdi. Eski türkçede "Ordu", Türk Hakanının çadırını ve tuğunu diktiği yere denirdi. Hakanın başkenti veya oturduğu yer, bir Ordu sayılırdı. Bu sebeple Uygurların başkentinin adı da, "Ordu-Balıg", yani "Hükümdârın oturduğu baş şehir", idi. "Bugünkü orta sözümüz, eski türkçede 'Ortu' şeklinde idi. 'Ordu' kelimesinin de bu sözden geldiğinden hiçbir şüphemiz yoktur". Maalesef elimizdeki kaynaklar azdır. Bu sebeple Türk hükümdarının oturduğu yerin, dünyanın ortası sayılıp, sayılmadığını da pek bilemiyoruz. Fakat Türklerin devlet düşüncesi, "Cihan Devleti" yani, "Universal devlet" prensiplerine dayanıyordu. Bu tip devlet düşüncelerine göre de, Türk hakanlarının oturdukları yerin, dünyanın ortası şeklinde düşünülmesi gerekmekte idi.

Çinlilerde "T'ai-chi dairesi" adlı bir sembol vardır. Buna, "Büyük oluş" adı da verilirdi. Bu düşünce düzenine göre, karanlığın sembolü olan "Ying" ile aydınlığın sembolü "Yang", bu daire içinde eşit bir yer alır ve dönerlerdi. Dünyadaki on bin türlü varlık da, bu dönüş sonucunda meydana gelirlerdi. Hun çağında, Altay dağlarındaki kurgunlarda bulunan bir çok eserlerde de, bu inanışın izlerini bulabiliyoruz. Bu inanış, daha çok, 12 hayvanlı Türk takvimi ile gökte yıldız burçlarının dönmesine dayanan bir düşünce düzeninden ileri geliyordu. Gök ve felek ile ilgili bölümlerimizde, bu konuları incelemiştik. Çinlilerin geometrik olarak ifade ettikleri bu dönüşü. "Türkler, karşılıklı hayvan ve kartal koymak sureti ile ifade etmişlerdi. Bu sembolik hayvanların, ekseninde döndükleri merkez, göğün ve yerin ortasından başka bir şey değildi".

Türkçede de, bu deyim yok değildir. Ortaasya Türk lehçelerinde göbeği "Kindik" denirdi. Aynı anlamdaki "Kindik" sözüne, Osmanlı edebiyatı ile, Anadolu'da da rastlamıyor değiliz. Dış tesirlere uzun zaman kapılarını kapamış olan Altay Türklerinde, dünyanın ortasına "Yerding kindiği" yani, "Yerin, dünyanın göbeği" derlerdi. Bu deyime Altay mitolojisinde de sık sık rastlamaktayız. "Göbek ve göbek kesimi, bir çocuk için bütün Türk halklarında önemli bir mânâ ifade ederdi. Bir çocuğun "göbeğinin kesildiği yer" veya doğan çocuğun göbeğindeki kirlerin yıkandığı yer onun vatanı sayılırdı". Türklerin göçebe bir hayat yaşamaları bile bu inanışın önüne geçemiyordu.

Moğol lehelerinde, Kıi (Kalm), küyi, küi, "göbek" anlamına gelir. Fin Ugor kavimlerinden Samoyedler de ortaya, ki derlerdi. Türkçedeki "Kindik" sözünün aslının da "Kin" olması çok muhtemeldi.
Ahmet Vefik Paşa da, "Arzın göbeği" deyimini çok kullanırdı. Fakat Paşa, bunu yeryüzünün değil; dünya yuvarlağının ortası için söylerdi.

Türk mitolojisine göre dünyanın göbeği:

Ortaasya inançlarını incelerken göstereceğimiz gibi, dünyanın göbeği, daha çok, yer altı dünyasının açılan kapısı veya deliği olmalıydı. Kutsal mağaralar, genel olarak yeraltına açılan bir kapı gibi görülmüşlerdi. Bu kitabın birçok yerlerinde göstereceğimiz gibi, "Avcıların kovaladıkları geyikler birdenbire önlerindeki kayalardan açılan kapıdan yer altı dünyasına girer ve avcıları da beraber götürürlerdi". Göktürk efsanesindeki kurt da, mağaradan girerek yer altı dünyasına girmişti. Burası da Turfan'ın kuzey batısındaki bir yerdi. Ergenekon destanı da, Göktürk efsanesinin, biraz bozulmuş ve genişlemiş şeklinden başka bir şey değildi.

Dünya dağı ile ilgili bölümümüzde de gösterdiğimiz gibi, bu kutsal dağ, "Dünyanın orta dağı idi. Bir nevi dünyanın direği olan ve Tanrının yeryüzü ile ilgi kurduğu bu dağlar, yeryüzünün orta yerinde idiler". "Ötügen Ormanı" ile dağlarının bulunduğu bölge, böyle bin yeryüzü ortası idi. Ortaasya İmparatorluklarının, başkentlerini hep bir sebebi vardı. Göğün ortası veya kapısı Demir kazık yani kutup yıldızı idi. Yakut Türklerinin, "Zirveleri ta Tanrıya kadar uzanan demir ağaçlarının kökleri de", herhalde dünyanın göbeğinde bulunuyordu.

Ortaasya Türk halk bilgisine göre dünyanın göbeği:
Eski Türklere göre dünya, dört kenarlı (Tört bulung) idi. Türk kaynakları, bu dört kenarlı dünyanın ortasında, ayrıca bir deliğin bulunup bulunmadığından söz açmıyorlar. Kutsal ata mağaraları, herhalde bu dünyanın bir deliği idiler. Yakut Türkleri, "Dünyayı yuvarlak olarak düşünürlerdi. Bu yuvarlak dünyanın ortasında da bir delik vardı. Yakut Şamanları üzerlerinde taştan oyulmuş böyle dünya şekilleri taşırlardı". Kuzey-Batı Sibirya'daki Fin-Ugor kavimlerine göre, "Dünya durmadan kendi ekseninde dönerdi". Yakut Türkleri de dünyanın göbeğini en sakin, en hareketsiz ve rahat bölge olarak kabul ederlerdi. Yakut Türklerinin bazılarına göre ise dünya "Sekiz Köşeli bir Yer Ana" idi. Dünyanın ortası ise bu Yer-Ana'nın "Sarı göbeği"nden başka bir şey değildi. Bazı Yakut masallarında dünyanın göbeğinden, "Yer ortasının gümüş göbeği" şeklinde söz açıldığı görülürdü. Yine Yakutlara göre, "Yerin yüksek memesi" de vardı. Bu deyimin mahiyeti açık olarak anlaşılamıyor. Yer-Ana'nın göbeğinden sık sık bahsedildiğine göre, yerin memesi de herhalde dünyanın orta dağından başka bir şey olamazdı.

Yaratılış destanlarını incelerken, yeryüzünün bir avuç toprak parçasından meydana geldiğini görmüştük. Bu bir avuç toprak, yeryüzünün ilk çekirdeğini teşkil ediyordu. Dolayısı ile, dünyanın ortası da, bu ana toprağın bulunduğu yerdi. Fakat bu ana toprağın bulunduğu yer hakkında, ne mitoloji ve ne de tarih belgeleri, bize hiçbir şey söylemiyorlar.
"Yerin kapısı"da, yukarıda söylediğimiz gibi, bu konuda bize yardım eden çok önemli bir motiftir. Göğün nasıl bir kapısı ve baca deliği var idiyse, Altay Şamanizmine göre, "Yerin de bir baca deliği vardı. Yer altında dolaşan Şamanlar da vardı. Bu Şamanlar, yere açılan bu delikten inip, yeraltında dolaşır ve yine aynı kapıdan yeryüzüne çıkarlardı. Yeraltına giden Şamanlar insan kılığını bırakır ve başka şekillere girerlerdi". Güney Sibirya'da yaşayan Minusinsk Tatarlarının masallarında, bir delikten yeraltına inen kahramanlar veya masum çocuklar, türlü felâketlere uğrarlardı. Kısmen İslâmiyetin tesirleri altında kalmış olan bazı Kırgız masallarında da, "Yerin deliği" ile ilgili konulara, rastlamıyor değiliz.

"Dünyanın göbeğini kesme":

İnancı da ayrıca üzerinde durulacak bir konudur. Türklerde göbek kesme, v.s. ile ilgili bir çok inançlar ve atasözleri vardır. Fakat batı Sibirya'daki Votyak Şamanlarının hastalara söyledikleri şu sözler, konumuz bakımından büyük bir önem taşımaktadırlar:
"- Dünyanın ortasında yerin göbeği vardır. Eğer sen yerin bu göbeğini çözer de, kesebilirsen, iyi olabilirsin!" Yakut Türklerinin de, dünyaya bir kişilik vererek, "Yer-Ana" dediklerini ve bu ananın da bir göbeği, olduğunu, söylemiştik. Votyak Şamanları bu sözleri ile, dünyayı büsbütün kişileştirmişlerdi. Şamanlar hastaya bu sözleri ile iyi olmayacaklarını söylüyorlardı. Çünkü dünyanın göbeğini bulup, çözüp de, kesmenin imkânı yoktu.

Yağmur duasına çıkan Şamanlar ise dualarının arasında şöyle derlerdi: "Tengerening kindigi yerde! Yerding kindigi tengerede!",yani "Göğün göbeği yerde! Yerin göbeği gökde!" Bundan da anlaşılıyor ki, yalnız yerin değil; göğün de bir göbeği vardı. "Yerle göğün göbekleri de birbirlerine bağlı idiler".
Birçok Türk kavimleri, dünyayı düz bir tepsi gibi zannediyorlardı. Sibirya'da, büyük nehirlerin kenarlarında oturan halkların anlayışı ise, daha başka türlü idi. Onlara göre, "Bu büyük nehir, kaynağını gökten alıyordu. Bu sebeple güney, gök tarafı ve nehirin denize döküldüğü yer ise, yer tarafı idi. Yenisey ve Lena gibi bol sulu nehirler denize dökülürken, büyük girdaplar yapıyorlardı. Bu girdapları gören Sibirya halkları da, bunun yer altına giden bir kapı olduğuna inanıyorlardı". Sibirya'daki Türk masallarına göre kuzeyde büyük bir deniz vardı. Bu denizin ötesinde de yer altı âlemine giden mağara yolu bulunurdu...
 
Üst