Türk'ün hayat felsefesi

Katılım
26 Kas 2008
Mesajlar
83
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Mitolojik çağlardan beri Türklerde bir Dünya Devleti, hatta Kainat Devleti kurma fikrinin var olduğunu bilinmektedir. Tarihimiz, destanlarımız, kitabelerimiz bu duygu ve düşünce ile dolup taşmaktadır. Eski Türklere göre; Gökte nasıl tıkır tıkır işleyen bir nizam varsa, yeryüzünde de aynı şekilde bir düzen olmalıydı. İşte bu düzeni sağlamak üzere Türk hakanları Yüce Tanrı tarafından tahta oturtulmakta ve Dünya nizamını kurmak ve Dünya barışını sağlamakla görevlendirilmekteydiler.
Tarihte on altısı büyük olmak üzere sayısız devletler kuran atalarımızın başarıları sadece kahramanlık ve teşkilatçılık özellikleriyle açıklanamaz. Atalarımız; kahramanlık, teşkilatçılık gibi özelliklerin yanında çok güçlü bir kanun-töre anlayışına ve bütün insanlığa hizmeti esas alan bir “Hayat Felsefesine-Dünya Görüşü” ne sahiptiler. “İyilik-faydalılık, Adalet-Könilik, Eşitlik- Tüzlük, İnsanilik-Kişilik“ gibi dört değişmez temel esası olan Türk töresi’ne göre; “Bütün İnsanlık Türklere Yüce Tanrının bir emaneti”ydi. Yüce Tanrı, Türk Töresine göre hareket eden, halka ve insanlığa hizmeti ilke edinen kişilere kut (şans, talih, bağış) verir ve onu hakanlık görevine getirirdi. Bu görevlerini yerine getirmeyen veya getiremeyen idarecilerden Yüce Tanrı kutunu geri alır ve onları hakanlık makamından düşürürdü. Türklere göre devlet “Baba“ idi. Devlet, halk içindi. Esas görevi, “Halka ve insanlığa hizmet” ti.
Türklerin İslâm’a girişleriyle birlikte, bu devlet anlayışı ve hayat felsefelerinde daha da olumlu gelişmeler yaşandı. Çünkü eski Türk töresi gibi, İslamiyet de “Halka hizmeti Hakk’a hizmet“ olarak Kabul ediyor ve “İnsanların en hayırlısı, insaniyete hizmet edendir” diyordu.
Eski Türklerde mevcut olan “Cihan Hâkimiyeti Düşüncesi” Müslüman olmakla birlikte “İ’layı Kelimetullah“ (Allah’ın adını yüceltmek ülküsü) ne dönüşüyor. Türkler İslam dinini Arap yarımadasından alıp Hindistan’a ve Avrupa içlerine kadar götürüyorlar ve İslamiyet’in Bayraktarları olarak Allah yolunda kanlarını seller ve sular gibi akıtıyorlardı. Halka hizmeti esas alan ve insanları rengine, biçimine, dinine ve mezhebine göre ayırmadan kucaklayan Türkler ve onların hâkim olduğu coğrafyalarda her dinden ve ırktan insanlar barış ve huzur içerisinde yaşıyorlar, doya doya din ve vicdan hürriyetinden yararlanıyorlardı.
Osmanlı Devletinin yıkılışıyla birlikte Atatürk’ün öncülüğünde, Göktürklerden sonra Türk ve Türkiye adıyla yeni bir devlet tarih sahnesine çıkıyordu. Türk’ün devlet ve hayat felsefesini çok iyi bilen Atatürk, eski Türk hakanları ve sultanları gibi yeni Türkiye devletini de bir “DÜNYA DEVLETİ” haline getirmek istiyor, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesiyle Dünya barışını hedefliyordu. Atatürk bu amaçla “Biz hiç kimsenin düşmanı değiliz, sadece insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız“ diyordu.
Atatürk’ün “Barışçılık” ilkesi milletlerarası ilişkilerde eşitliği, karşılıklı hak ve menfaatleri benimser, teslimiyetçiliği reddeder. Atatürk, “Alemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir” dedikten sonra hemen şunları ekliyordu: “Şu kadar ki, milletin haklarını anlayıp onları savunmak ve korumak uğruna her türlü fedakarlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermesi lazımdır.”, “Milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin avı olur. Milli varlığımıza düşmanlık güdenlerle dost olmayalım. Böylelerine karşı, bir Türk şairinin dediği gibi:“Düşmanım sana kalsam da bir kişi“ diyelim.”
Daha Milli Mücadele yıllarında, Atatürk, “İnsanlığı meydana getiren milletlerin her biriyle medeniyet gereklerinden olan dostluk ilişkilerini” kurmağa hazır olduğunu tekrarlıyor, fakat “benim milletimi esir etmek isteyen her hangi bir milletin de, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım” diyordu.
İnsanın insanı ve bir milletin bir başka milleti sömürmesine karşı çıkan ve sömürgeciliğe karşı savaş açan ve bütün mazlum milletlerin önderi olan Atatürk, bu konuda da şöyle diyordu: “İnsanları mutlu etmenin tek yolu, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirine sevdirmektir.”, “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek milletlerarası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”
Atatürk, Türk milletine çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmayı, hatta bu seviyeyi aşmayı hedef olarak göstermişti. O, “Batının her türlü ilminden, keşfinden yararlanmak fakat asıl özü kendi içimizden ve milli kültürümüzden çıkarmak” şeklinde özetlenebilecek bir “Milli Uygarlık“ modelinden yanaydı. Nitekim Atatürk, 10. Yıl Nutku’nda “Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş büyük uygar vasfı ve büyük uygar kabiliyeti bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” derken çağdaşlaşma hareketimizin milli yönünü bütün açıklığı ile ortaya çıkarıyordu. Atatürk’ün o gün bize gösterdiği çağdaş Avrupa ile Çağdaş Batı bugünkünden çok farklıydı. Bize hedef gösterilen “Batı“ aslında “Çağdaşlıktı-Uygarlıktı“ Bu gün kü Batı ise; “Bizi sürekli aşağılayan, küçümseyen, kendisi önünde diz çökmemizi ve teslimiyetimizi isteyen, Türkiye ve Türklük düşmanlığının üst düzeye çıktığı“ bir Batıdır. Biz böyle bir Batının ve AB adı altında egemenlik haklarımızın Brüksel’e devredilmesinin karşısındayız. Lozan’ı içine sindiremeyen ve AB Uyum yasaları adı altında Sevr’i dayatan Batı ve Avrupa Birliği bizim hedefimiz değil ancak düşmanımız olabilir.
Atatürk’ün uyguladığı Milli Uygarlık Modeli’nin temelinde, devlet olarak “Tam bağımsızlık“, millet olarak “Egemenlik“, fert olarak “İnsan hak ve hürriyetleri“ söz konusudur. Ancak bu şekilde bir çağdaşlaşma bir anlam ifade eder. Yoksa tam bağımsızlıktan ve egemenlikten yoksun dışa bağımlı ve teslimiyetçi, mandater çağdaşlaşma, insan hak ve hürriyetlerinden ve demokrasiden yoksun totaliter çağdaşlaşma, gelir dağılımında adaletten yoksun kapitalist çağdaşlaşma gerçek bir ilerleme ve çağdaşlaşma sayılamaz.
Hakkın hak sahibinin değil, güçlünün olduğu, güçlünün zayıfı ezdiği ve insanın insanı öldürdüğü ve bunun için en büyük yatırımların yapıldığı bir dünyada bu günkü görüntüsüyle insanlık, insan olmaktan çok öte, ilkel ve gelişmesini tamamlamamış bir yaratık görüntüsü vermektedir.
Yüce Allah’ın “En güzel biçimde ve kıvamda yarattım”; “Yaratılmışların en şereflisi “ Eşref-i mahlûkat” yaptım dediği insan için ve Kan ve göz yaşının akmadığı, insanın insanı ve bir devletin bir başka devleti sömürmediği, hak sahibinin hakkını aldığı,bir dünyanın kurulmasında millet olarak bizim de yapacağımız çok şey vardır. Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren “Dünya Nizamı” nı ve “Dünya Barışını“ hedeflemiş bir millet olarak bu tarihi misyonumuza tekrar sahip çıkmak zorundayız. Ben, “Biz zafere değil, sefere memuruz. Zafer, Cenâbı Hakk’ın izni ve dilemesiyledir” inancıyla, Türk milletinin bu işin öncülüğünü edeceğine yürekten inanıyorum. Türklüğün ve Türk Dünyasının önderliğinde kan ve göz yaşının akmadığı ve Cenabı Allah’ın adının hâkim olduğu bir dünyayı şimdiden görür gibi oluyorum. MUHARREM GÜNAY SIDDIKOĞLU
 
Üst