Ülkü Devi Kadir Mahir Damatlar İlk Kez Konuştu

KÜLTEGİN

Genel Koordinatör
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,731
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Tanrı Dağlarında
200-472f114e90.jpg


[FONT=Arial, sans-serif]
1954 doğumlu Kadir Mahir Damatlar’ın karakter çizgilerinin belirginleştiği ilk dönem olarak nitelendirebileceğimiz 1970 yılına kadarki yaşamını kısaca özetler misiniz?
[FONT=Arial, sans-serif]
Aslında 1954 Ankara’ da doğdum; ama “memleketin neresi” dedikleri zaman aslımı inkar etmiş olmamak adına “Yozgatlıyım” diyorum. 57 yılında Yozgat’a gittik, 65’te tekrar Ankara’ya geldik. İlkokulu Yozgat’ta okudum, 60 ihtilalini Yozgat’ta yaşadım. Çocuk olmama rağmen çok iyi hatırlıyorum 27 Mayıs’ı… İhtilalle özel bir alakamızda vardı çünkü…
[FONT=Arial, sans-serif]

Nasıl bir ilginiz oldu 27 Mayıs’la?

[FONT=Arial, sans-serif]Dayım Demokrat Parti’den Yozgat milletvekiliydi. Babamın sülalesi CHP’lidir. “Damathoca-lar”, “Damatzadeler” diye anılan, Yozgat’ın köklü sülalelerindendir. İçlerinden bir tek babam Demokrat Partilidir. 60 ihtilali olduğunda dayım cezaevine girdi. İhtilalden üç gün sonra Ankara’daki evimizden alındı dayım. O arada Yozgat’taki evimizi de aradılar.

Hatta askerlerin somyaların altını arayışını hatırlıyorum. Hıçkırıklarla ağlayan annem bir yandan da “Oralara sığmaz benim ağabeyim” diyordu askerlere. Hakikaten dayım iki metre boyundaydı. Şehit çocuğuydu aynı zamanda… İstiklal Harbi’nde şehit düşmüştü dedem. Otuzlu yaşlarında dul kalan anneannem, altı çocuğunu yetiştirmiş, hakim, başöğretmen, avukat, milletvekili çıkmış o çocuklardan. Dedem şehit düştüğünde annem altı aylıkmış. Dayım, biraz da “baba” mesabesinde annem için… O’nu değil somyaların altına, belki Yozgat’a da sığdıramıyor; öyle seviyor… Bu arada babam, günlük gazeteleri bize her gün okur, İnönü zulmünden bahseder, ihtilalin safhalarını anlatırdı… Tüm bunlardan dolayı kafamızda yer etmiş bir “ihtilal” kavramı vardı bizim. Babam ihtilali anlatırken, “kudretli albay” diye Türkeş Bey’i ayrı tutar; O’nun hakkında olumlu şeyler söylerdi. Sonraki yıllarda ülkücü olmamda, belki babamın bu sözlerinin önemli etkisi vardı. Zihnimin arka planında yer etmiş olmalı, bu sözler…

[FONT=Arial, sans-serif]Ülkücü olmanızda, babanızın Türkeş Beye dair olumlu sözlerinden başka, ne gibi faktörler rol oynamış olabilir?

[FONT=Arial, sans-serif]Yetişme tarzı olarak milli değerlere bağlı, geleneği olan bir aileden geliyoruz. Dedelerimizin kimi şehit, kimi ehli tasavvuf, kimi müderris… Örneğin İstiklal Marşımızın yazarı milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, büyük dedemin talebesi, dedemin babasının talebesi… Dergah kültürü olan, bir yönüyle de ilmi ve tasavvufi boyutu bulunan bir ailenin içinden geliyoruz. Dolayısıyla bu özelliklerin hemen hepsinin karakterimizin şekil almasında bir şekilde tesiri olmuştur. Soy ismimizi veren “Damat Hoca”, yani benim büyük dedem, İstanbul’da şehzadelerin müderrisiymiş. İstanbul’dan kalkıp Yozgat’ın Köseyusuflu köyüne geliyor. Orada bir medrese var. Medresenin, “Büyük Hoca” diye anılan bir hocası var. O da bizim akrabalardan… Büyük Hoca’nın kızıyla evleniyor, büyük dedem. Bu iki büyük zat tarif edilirken “Büyük Hoca” ve “Damat Hoca” ifadeleri kullanılıyor. “Büyük Hoca”nın damadı “Damat Hoca”dan geliyor “Damatzadeler”… Daha sonra da “Damatlar” soy ismine dönüşüyor… İhtilal yılları bizim yaş grubunun çocukluk dönemine denk düşüyor. Yassıada’yı yakından takip ediyoruz. Kayseri Cezaevi’ndeki dayım iki buçuk sene sonra tahliye oluyor.İdamlar cezaevleri, çileler… Hepsi çocukluk yıllarımızda kafamızda yer ediyor…

[FONT=Arial, sans-serif]Doğal olarak karakteriniz böylesine çetin bir ortamda şekilleniyor… 27 Mayıs zihninizde önemli bir sahne… 70’lerdeki gençlik döneminize bu anılarla başlıyorsunuz…

[FONT=Arial, sans-serif]60 ihtilalinden itibaren Türkiye’deki bütün askeri hareketler bir şekilde bize yansıdı. Bizi ilgilendirdi. 12 Mart’a doğru giderken 68 olayları var. Modalaşmış sosyalist hareketler üniversitelere yansıyor, nümayişler artıyor… Etkisini iyice artıran Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) gençliği kamplara bölüyor… Sosyalizm özendirici unsur olarak takdim edilirken, milli manevi değerlere sahip çıkanlar “köylü” olmakla suçlanıyor, ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutuluyor… Gençlik, “Anadolu çocuğu” ve “seçkin ailelerin çocuğu” olarak ikiye ayrılıyor. Ülke hızla 12 Mart’a doğru ilerlerken, biz 65’de ailece Yozgat’tan Ankara’ya geldik. Orta birinci sınıfı Yozgat’ta, orta ikiyi Ankara’da okudum. Yozgat gibi bir yerden Ankara’ya geliyorsunuz. Çocukluktan delikanlılığa geçiş yılları… Kollarımızı böyle yavaş yavaş çeviriyoruz, yürüyüşümüz ayrı bir şekilli oluyor; mahalle külhanbeyliğine doğru bir değişim yaşıyoruz. Külhanbeylik ki, Osmanlı’da bir kültürün ifadesidir. Eskinin külhanbeyi, bugünün mafyasıyla karıştırılmamalı. Külhanbeyi öyle biridir ki, mahallenin namusu ondan sorulur. Pazardan gelen yaşlıların filelerini taşırken görürsünüz onu. Mahalleden kısa aralıklarla iki kez geçen şüpheli birilerine “hop” diyen bir mesuliyet taşır külhanbeyi.

[FONT=Arial, sans-serif]Anadolulu delikanlılığının büyük şehre karşı duruşu mu bir yerde?

[FONT=Arial, sans-serif]Kültürün de bir parçası haline gelmiş o. Delikanlılık, yiğitlik kavramlarına bir heves var bizde… Spor yapıyoruz, güreşiyoruz, boksa gidiyoruz… O yaşlarda TÖS olayları Türkiye’yi sallıyordu. Bu tür olaylar, Yozgat’ta köylere kadar bütün halkı ilgilendirir. Duyuyoruz ki, herkes Yozgat şehir meydanına toplanmış, TÖS binası basılmış, solcuların yolları kesilmiş… Şehre komünizmi sokmamaya gayret ediyor Yozgatlılar… Biz bu olayları, yaşıtlarımızla birlikte, “ne oluyor, ne bitiyor” diye takip ediyoruz. Haliyle yöneliyorsunuz, yetişme tarzımıza uygun bir tarafı seçiyorsunuz. Yetişme tarzınız icabı, eğer solcular varsa ortada, sende onların karşısında yer alıyorsun. Yetişme tarzımız icabı. Zaten arkadaş çevrem de hep öyle…

[FONT=Arial, sans-serif]O dönemki solcu ve sağcı kavramlarının kaynağında da bu durum mu var? Elitistler solcu, Anadolu insanı sağcı, şeklinde bir algılama var diyebilir miyiz?

[FONT=Arial, sans-serif]Tam öyle diyemeyiz. Mesela Yılmaz Güney’in çok fonksiyonel olduğunu hatırlıyorum. Yani bir insan hem solcu olup, hem de Yılmaz Güney’i çok sevebilir. “Yılmaz Güney kim?” dendiğinde, bugün bile “halkın yanında halkla beraber” bir pozisyon çizilir. Bugün tele-vizyon çok etkili; o dönemde bu güç sinemanın elinde. Sinemada da Yılmaz Güney var. Yılmaz Güney, halkın ezilmişliğini, yoksulluğunu, haksızlığa uğramasını konu ediniyor filmlerinde. Ama nihayette bu adam sosyalist görüşe sahip, oradan bir sempati alanı oluşturuluyor.Biz o yıllarda lise talebesiyiz. Bir ayağımız Yozgat’ta. Yozgat’a gittiğimizde, arkadaşlarımız artık işin içine girmişler, Genç Ülkücüler Teşkilatı kurulmuş; benimle yaşıt arkadaşlarım oranın müntesipleri olmuşlar, “Sen de ülkücü ol” diye banada telkinde bulunuyorlar. Ülkücülük, daha ziyade “Bozkurt”, “Komando” gibi isimlerle ifade ediliyordu Yozgat’ta. Gençler kendilerini “Ben bir Bozkurdum” veya “Komandoyum” diye ifade ediyorlardı… Aslında ortada “komandoluk” filan yoktu. Arkadaşlarla sabaha kadar bu meseleyi enine boyuna tartıştık, onlar beni ülkücü yapmak istiyor; ben de diyorum ki “Bu Ülkücülüğü bir tartışalım, nasıl bir şey?” Kafamızda oluşmuş tüm soruları arkadaşlara sorduk, tartıştık.Yetişme tarzı icabı ülkücülük bize yatkın geliyor; ama “filan kişi kendini ülkücü tanımlıyor” diye, “Tamam, ben de ülkücüyüm” dememek lazım. Bugün bile böyle olmalıdır. Yani bir davaya bağlanacaksan, onun yoluna kafanı, canını, hayatını koyacaksın. Hayatı vakfedeceğiniz bir bağlılık için, kalbin mutmain olması gerekiyor. İşte bir grup arkadaşla hiç uyumadan sabaha kadar tartıştık, değerlendirdik. Hiç unutmuyorum saat 10.20 idi ve “Ben bu andan itibaren ülkücüyüm” dedim. Yıl 1970.

S[FONT=Arial, sans-serif]iz ülkücü olduktan bir yıl sonra 12 Mart, on yıl sonra da 12 Eylül gerçekleşti Türkiye’de… 1970-80 arasındaki bu sancılı dönemde Ülkücü Hareket ve siz neler yaşadınız?

[FONT=Arial, sans-serif]Ülkücü hareket, 70’li yılların ikinci yarısından itibaren fikri anlamda olgunlaşma ve maya tutma rotası çizer. 70’li yılların ilk yarısında kendini daha çok saç, bıyık, parka, palaska gibi kavramlarla ifade eden Ülkücü Hareket, 70’li yılların ikinci yarısıyla beraber hızla kemal noktasına tırmanmaya yönelir.

[FONT=Arial, sans-serif]Sembollerin ön planda olduğu bir dönem…

[FONT=Arial, sans-serif]Orada yiğitlik, delikanlılık ön plandadır. Komünistler, vatan hainleri var, mukabil cephede. Fikri olarak Ziya Gökalp ve Hüseyin Nihal Atsız revaçtadır; köşe yazarı olarak Necdet Sevinç bir heyecan unsurudur. Ortada bir eksiklik bulunduğu aşikardır. Daha çok Türk ve Türkçülük vurgusuna dayalı bir fikir zemini yavan kalmaktadır. Türk, Türkçü, Turancı kavramları, inanç vurgusundan yoksun olunca, bir şeylerin eksikliği hissediliyor. Hareketin öncüleri yukarıdan bir maneviyat aşılamıyor gençliğe… Taşradan gelen gençlik, ailesinden kazandığı inanç değerleriyle alttan bir maya oluşturmaya başlıyor.

[FONT=Arial, sans-serif]Bu arayış nasıl ilerliyor?

[FONT=Arial, sans-serif]Hayranlık duyduğunuz Necip Fazıl Kısakürek ve Osman Yüksel Serdengeçti gibi isimlere ulaşıldı bu arayış sırasında. Seyit Ahmet Arvasi bir adım öne çıktı. Geliştirdiği diyalektik sayesinde en çetrefilli konuları bile en basit ve çarpıcı şekilde gençlere sunuyor, hazır lokma veriyor… Gençliğin Anadolu’dan getirdiği güzel hasletlerini, fikri anlamda yoğurarak önlerine koyuyor. 70’li yılların özellikle ikinci yarısında Ülkücü Hareket, bir başka baharı yaşıyor…

[FONT=Arial, sans-serif]Ruhları kanatlandıran, madde ile manayı buluşturan bir bahar havası…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet… Ondan sonra hedef, gaye, istikamet değişiyor. Doyurmayan “Tanrı” kelimesi gidiyor, zerrelerimizi ışıldatan “Allah” kelimesi geliyor. Yani işin teferruatından da bir muhteva oluşturuluyor. Arvasi, önce “Türk- İslam Sentezi” kavramını ortaya atıyor; fakat tatmin etmiyor. Sentez, nihayetinde ayrışmakta mukadderdir. Kavramlar aranıyor. Bugün bile kavramlarla olan kavgamız devam halindedir. Nihayetinde “dava” kelimesinin kuşatıcılığıyla “Türk İslam Davası” şemsiyesi altında toplanıyorsunuz. Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerini tanıyorsunuz. O zaman Anadolu’daki manevi dinamikler, kanaat önderleri daha bir sıcak bakmaya başlıyorlar size. Her an kapının önünde pusuya düşürülüp öldürülme ihtimali de gençliği o kanaat önderlerine yöneltiyor. Karşılıklı bir etkileşim söz konusu oluyor. İnanç değerlerini pekiştirmek isteyen gençlik, o manevi dinamiklerle doymaya başlıyor.[FONT=Arial, sans-serif]

Hizmet ettiği yerin ötelere ait olduğunu bilmek, kendisine ayrı bir şevk kazandırıyor.

[FONT=Arial, sans-serif]Evet… Mücadeleni anlamaya çalışıyor, anladıkça da azmini arttırıyorsun. Tüm uzuvlarınıza, estetiğinize yansıyor bu durum. Yazılarınıza, kaleminize yansıyor. “Üstte mavi gök çökmedikçe…”, “Gök girsin kızıl çıksın!” diye ettiğiniz yeminler, daha muhtevalı, daha doyurucu bir hale bürünüyor. “Allah’a, Kuran’a, Vatan’a, Bayrağa…” diye müspet bir inkılap yaşanıyor. Tabii, öncekileri inkar anlamında söylemiyorum bunları. Mazimizde onlar da var. Ama ben “Şehit olmak” ile “Niyazi olmak” arasındaki uçurumdan bahsediyorum. Her an ölümler oluyor, yaradılış gayesine uygun bir yöneliş ihtiyacı var. Üstelik karşı cephede Allah’a savaş açmış, inanca savaş açmış zümreler var; Marksistler, Leninistler, komünistler var… Bir inanç savaşı yaşanıyor. Cihad şuuruyla haykırılan, “Çağrımız İslam’da dirilişedir” sloganıyla Ülkücü Hareket, çok daha yoğun bir şekilde İslam’a yöneliyor…

mahirdamatar8686685523.jpg


[FONT=Arial, sans-serif]Hareketin zirvesine gençliğin bayrağı çekiliyor…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet, gençlerin sancağının dikili olduğu bir zirve… O sancakta, “Kanımız Aksa da zafer İslam’ındır” yazıyor. İslam’ı ne kadar yaşadığın ayrı; ama sloganı benimseyince, slogan seni beslemeye başlıyor ve sen sloganı besliyorsun. Karşılıklı bir etkileşim… Ve tabii olarak beslendiğin kaynaklar zenginleşiyor… Mehmet Akifler, Necip Fazıllar, Seyit Ahmet Arvasiler sahne alıyor… “Allah” diyen herkesten beslenmeye başlıyorsun. Tabii işin birde siyasi yönü var. Alttan gelen bu dalga, üste “Bizim davamız Allah davasıdır” dedirtince, gençlik kıvama eriyor…

[FONT=Arial, sans-serif]Ülkücü gençliğin, parti genel merkezini böyle bir noktaya sürüklemesi mi söz konusu…

[FONT=Arial, sans-serif]Bir şekilde… Ama partili beyler ne düşünürler, bu durumla ne derece çakışırlar, bizi fazla ilgilendirmese de, Türkeş Bey’in dudaklarından “Bizim davamız Allah davasıdır” sözlerinin dökülmüş olması, ülkücü gençlikte gümbür gümbür bir hareket başlattı. “Allah Allah” nidaları arasında vuku bulan ölümlerden sonra içimize sine sine, gönül huzuruyla “şehidimiz” diyebiliyorduk artık. 80’e doğru hadiseler böyle ilerledi. Ötesi, gerisi çok konuşulabilirse de, işin bizim zaviyemizden görünen tarafi bu…

[FONT=Arial, sans-serif]Ülkücü Hareket’te bu değişim ve gelişmeler yaşanırken, Mahir Damatlar’ cephesinde durum nasıldı? Siz neler yaşadınız 70-80 arasında?

[FONT=Arial, sans-serif]Şahsileştirmek istemiyorum; Ülkücü Hareketin içinde çok özel bir insan olduğumu da düşünmüyorum. O dönemin “ülkücüyüm” diyen kahramanlar kadrosunda naçizane bir yer gösterilirse, oracığa kıvrılmayı şeref bilirim.

1972–73 yıllarında Yenimahalle Camii’nin altında Genç ülkücüler Teşkilatını açtık. Bu teşkilat kısa süre sonra kapatılınca, 1975’te Büyük Ülkü Derneği kuruldu ve ben başkanlığını yaptım. Dernek bir soruşturma geçirince tabelayı Ülkü Ocakları diye değiştirdik. Ülkü Ocaklarının da başkanı oldum. Artık taşlı sopalı dönemden silahların yoğun olarak patladığı 1977 yılına gelinmişti. Olayların il il, ilçe ilçe tüm Türkiye’yi sardığı o yıl, Genel Merkez’e alındım. Genel Merkez’de göreve başladığım ikinci gün cezaevine girdim. Medrese-i Yusufiye ile ilk tanışıklığım Ulucanlar Cezaevi’nde oldu… Beraber olduğumuz arkadaşlarla beraber haftasının neredeyse yarısını mutlaka karakol, emniyet müdürlüğü gibi yerlerde geçirirdik. Ama cezaevine ilk 77’de girdim.

[FONT=Arial, sans-serif]Ne kadar sürdü bu tutukluluk?

[FONT=Arial, sans-serif]4 ay filan… Çıktıktan iki-üç gün sonra başka bir olaydan tekrar kaçak duruma düştüm. Aslında kaçaklık, Genel Merkez’de olan vazifemi de aksatacağından işime geliyor. Yani Genel Merkez’e layık görmüyorum kendimi. Saklandığım her yerden basılmadan az önce kaçarak kurtuldum. Saklanacak yerim kalmadı. Genel Merkez’e geldim; şöyle bir “ooo” diyerek karşıladılar. Muhsin Başkan’a kaçaklığımı beyan edince kabul edeceğini sandım; çünkü kaçaklık nedenim Muhsin Başkan’ın da tanıdığı komünistlerle alakalı. Dedi ki, “Tamam, bundan sonra buradasın. Eve de gitmezsin. Takılırız beraber.”

[FONT=Arial, sans-serif]Genel Merkez’de görev almanız nasıl oldu?Orada nasıl bir ortam buldunuz?

[FONT=Arial, sans-serif]Bugün biz, komünistlerle bir çatışmanın ortasındayız. Bir Renault arabanın içinde Genel Merkez’den başkanları gördüm. İşaret ettim, “sonra gelelim” diye. Neyse komünistleri kovaladık. Beni Renault arabaya alıp “Genel Merkez’e gidiyoruz” dediler. Giderken komünistlerin ileride toplandıklarını fark ettim; “Şuradan bir tur daha atabilir miyiz” diye rica ettim. Tabii, dediler. Nitekim gafil avlanmaktayken bizimkiler; tekrar saldırıp dağıttık komünistleri. Oradan Genel Merkez’e gittik. Ama ertesi günü cezaevine düştüm. Çıktıktan sonra ben semtte takılıyordum. Bir olaydan kaçak duruma düşünce Genel Merkez’e gittim ve Muhsin Başkan’la samimi ilişkim o zaman başladı. Baktım Genel Merkez’de bir aile yuvası var. Evin yok, barkın yok ve orada her yönüyle birbirine teslim olmuş bir aile var.

[FONT=Arial, sans-serif]Genel Merkez’de ne kadar görev aldınız?

Genel Merkez’de 1977-1980 arası görev yaptık. Bu dönem Türkiye’de olayların en yoğun olduğu dönemdi. 80 yılının Mart’ında görevi bıraktım. Bu arada Ülkü Ocakları’yla ilgili kapatılma kararı Yargıtay’da. Tedbir olarak merkezi Konya’da olan Ülkücü Gençlik Derneği’ni canlandırıyoruz. Bunu yaparken de, ülkücü hareket sanki bölünüyormuş izlenimi veriyoruz. Mesela Erzincan’a, Ordu’ya Denizli’ye gidip oraları teşkilatlandırıp Ülkücü Gençlik Derneği yetkilerini dağıtıyorum; “Tabelalarınızı hazır tutun” diyorum. Başka arkadaşlar başka yerlere dağılıp aynı şeyi yapıyorlar. Sebebini, gerekçelerini iyice anlatıyoruz ki, kafa bulanıklığı olmasın. Tabloyu tam okuyamayan Doğu Perinçek sazanı da “Ülkücüler bölünüyor” diye yayın yapıyor. Muhsin Başkan basın toplantıları düzenliyor.
[FONT=Arial, sans-serif]O zamanlar TRT veriyor bunları.Ülkü Ocakları’ndan ki o zaman 1200-1300 civarında şubemiz var çok tatlı bir şekilde Ülkücü Gençlik Derneği’ne geçiş yaptık. Bütün taşra geçtikten sonra, kendimiz de istifa edip geçtik oraya. İçi boşaltılmış Ülkü Ocakları’nı da başka arkadaşlara bıraktık. Yani Ülkü Ocakları Genel Merkezi ve yöneticileri var ama hiçbir şubesi yok. Bu arada “Ülkü Ocakları bölünüyor” yaygaraları devam ediyor. Bir anda tüm tabelalar değişip, herkes Muhsin Başkan’ın etrafında toplanınca durum anlaşılıverdi.

O zaman 40’ar kişilik eğitim seminerleri başladı. Ankara’da bir eğitici grup hazırlandı ve taşraya gönderildiler.

Hangi konularda eğitim veriliyordu?

[FONT=Arial, sans-serif]Eğitim, tefsir, hadis, milli tarih, milli kültür kavramları etrafında yoğunlaşıyor, Anadolu gergef gibi işleniyordu. Genel Merkez’in bu çalışmalarıyla birlikte, “Tanrı dağı kadar Türk olmaktan” bahseden ülkücü gençlik, Alperenliği, Horasan Erenliğini, Ashab-ı Kiram’ı konuşmaya başladı. Kavramlarımız derinleşip zenginleşince, inancımız da gelişti, kuvvetlendi. “Turan” ülküsü, “Nizam-ı Alem”e dönüştü. Buradan “Turan kötüdür” anlamı çıkarılmasın; hedef büyüttü ülkücüler. Maya İslam’la yoğruldu, Yesevi meşrebe bürünüldü; Hz. Fatih’in, Hz. Yavuz’un davası, dava edinildi. Alperenler, bulundukları yerlerde, değerlerini yaşatmaya başladılar. Düşünün, 20’li yaşlarında bunu konuşan mücevher gibi bir nesil yetişmeye başladı. Beslenilen kaynaklar Kur’an, Sünnet, İcma-ı Ümmet, Kıyas-ı Fukuha ve Ashab-ı Kiramın yaşantısı… İstifade edilen isimler dönemin tefekkür ehli olan Necip Fazıllar, Cemil Meriçler, Erol Güngörler… Yani 70’li yılların başı ve sonu arasında sıklet farkı var; ikinci yarısı daha başka, daha donanımlı.

Anadolu çocuklarının zerkettiği İslam suyu, davayı kemale erdirdi; gençlik olaylara daha donanımlı bakmaya başladı…

[FONT=Arial, sans-serif]Elbette… Bizim bakış açımız bu yönde…

Bu arada Türkiye hızla ihtilale sürükleniyor...

12 Mart’taki, 12 Eylül’deki ihtilal zihniyeti neydi? 12 Eylül’de ne olacaktı, ne oldu? 12 Eylül neden ülkücüleri de vurdu? Aslında 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan fark etmiyor, darbelerin zihniyeti aynıdır. 10 yaşında ilahi söyleyen kızı tehlike gören kokuşmuş kafayla “Kanımız aksa da zafer İslam’ındır” diyen gençleri darağacına götüren zihniyet aynıdır. Adına “irtica” derler, “şeriatçılık” derler, başka bir şey derler. Onların sorunları, Anadolu çocuklarının gönlünü aydınlatan inançlarıyladır. 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın, 27 Nisan’ın korktuğu bu inançlardı. Hele de “köylülükle” itham ettikleri o inançlı kesim, ilim tahsil etmeye ve bürokraside yer tutmaya başlayınca, tehlikenin boyutu değişti onlar için

[FONT=Arial, sans-serif]Tekrar 12 Eylül öncesine dönersek; silahlı mücadeleye neden gerek duyuldu? Ülke neden kan gölüne döndü? Türkiye’nin başka kurtuluş yolu yok muydu?

[FONT=Arial, sans-serif]Memlekette zehirli fikirler vardı; ihtilali meşru kılacak malzeme üretmeye çalışanlar vardı. Bizim başta bunlarla silahlı mücadele etmek gibi bir düşüncemiz yoktu. Ama işin içine çekiliveriyorsunuz. Bugün hali hazırda Güneydoğu’da yaşananların gerekçesi de budur. Bunların ilham kaynağı, fikir babası Karl Marks’tır. Yani ateist bir zihniyete karşı mücadele veriyorsunuz. Deniz Gezmiş’lerin, Mahir Çayan’ların elinde silah var. Onların karşısına bizi çıkardılar. Okullarda hâkimiyet güdüyorlar, okumak isteyenlere engel oluyorlar.Ancak bu arada sol kesim mağdur, ülkücü kesim yamyam gibi gösteriliyor. Sadece Türkiye’de değil, Romanya, Çekoslovakya ve Bulgaristan’da da aynı oyun oynanıyor… Oralardan gelen bir dalga var. Biz Türkiye’nin aynı kaderi paylaşmasını istemedik, buna müsaade etmeyeceğimizi ifade ettik. Karşı duruşumuzu fikirle gerçekleştirmek istedik. Muhsin Başkan’ın “Eller silah değil, kalem tutmalı” sözündeki gibi davrandık. Zaten kim ister ki, kelle koltukta üniversitede okumaya çalışmayı? Kim ister ki, sabah okula uğurladığı evladının ardından sanki son kez görecekmiş gibi bakan annelerin gözyaşı dökmesini?

O halde neden? Neden tetiğe uzandı eller?

İhtilal yapmaya niyet edenler böyle düşünmüyorlardı. Onlar, ne kadar çok kan akarsa, ihtilalin o kadar meşru olacağını hesaplıyorlardı. Mesela 1 Mayıs olaylarının hiçbir yerinde biz olmadığımız halde sürekli deşiliyor. Kim deşiyor? Doğu Perinçek. Neden? Malzeme çıkartıyorlar çünkü. 1 Mayıs olaylarının göbeğinde Doğu Perinçek olduğu halde, akla eli kanlı ülkücüleri getirecek kadar manipülasyon yapılmış durumda. Doğu Perinçek, bir dergi çıkarıyordu, neydi adı?

[FONT=Arial, sans-serif]2000’e Doğru…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet, 2000’e Doğru… O dergide Cudi’de ölmüş PKK militanlarına taziye mesajları yayınlanıyordu. Bugünkü gazeteleri Aydınlık’ta “Şehit Teğmen” filan diyorlar. Dünün Apo’yu kucaklayan Perinçek’i, Kemalist devrimlerin yılmaz savunucusu oluveriyor. Bu adamlar rollerini oynuyorlar, sonra aradan sıyrılıp çıkıveriyorlar. “Yandım anam” diye bağırıyorlar. Uğur Mumcu, Muammer Aksoy cinayetlerine bakınız, ilginç bilgilere ulaşırsınız. Muammer Aksoy öldürüldüğünde; biz, Rusların Azerbaycan’da yaptıkları, Ermenilerin Karabağ’da yaptıkları katliamları telin mitingine hazırlanıyorduk. Sendikalar, gazeteler, barolar, sivil toplum kuruluşlarının içinde olacağı bir miting planlıyorduk. İlk defa bu büyüklükte, birlik beraberlik içerisinde olunacak bir mitinge hazırlanıyorduk. Her şey hazırdı, pankartlar yazılma aşamasındaydı. O zaman Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Şaban Karakaş ve Türkiye Günlüğü Dergisi sahibi Mustafa Çalık ile beraberdik. Televizyondan alt yazı geçti, “Muammer Aksoy öldürüldü” diye. Dedim, beyler miting iptal… Cenaze ile miting günü çakıştırıldı. Talimat geldi “provokasyon olur” diye… “Provokasyon olur” diyenler aslında provokasyonu yapanların ta kendileridir. Bunu kimse ifade etmedi bugüne kadar, Muammer Aksoy’un öldürülmesinin nedeni, Türkiye’de ilk defa farklı gurupların bir araya gelerek birlik beraberlik oluşturmalarını engelleme niyetidir. Muhsin Başkan’ın cenazesindeki birlik ve beraberliği düşünün, bu yaklaşım daha anlamlı hale gelir… Bu milletin en büyük ihtiyacı, bir doğru etrafında, on doğru değil sadece bir doğru etrafında toplanabilmektir. Bu o zaman gerçekleşecekti.

[FONT=Arial, sans-serif]Uğur Mumcu’dan da bahsetmiştiniz…

[FONT=Arial, sans-serif]Öldürülmeden önce Uğur Mumcu solun haini konumundaydı. Solcular, Uğur Mumcu’ya işbirlikçi olarak bakıyorlardı, hakaretler ediyorlardı, yazılarında sürekli eleştiriyorlardı. Uğur Mumcu’yu öldürdüler; etinden, sütünden, derisinden her şeyinden istifade ettiler. Yani o zamanın şartlarındaki en büyük cenaze törenlerinden birisi oldu, hatırlarsanız…

[FONT=Arial, sans-serif]Efendim, uygun görürseniz, yeniden 12 Eylül öncesindeki 3 yıla dönmek istiyoruz. Sizin Genel Merkez’de görev almaya başladığınız 1977’den 1980’e kadar geçen süreçte neler yaşandı?

[FONT=Arial, sans-serif]Genel Merkez’de yönetici olabilmemiz için kendimizi hazırlamamız gerekir. Allah rahmet eylesin Muhsin Başkan’ın bu noktada büyük katkısı var. O günlerde, Güneş Gazetesi’nde bir köşe yazarının yazısına yazıyla karşılık vermemi istedi. Tabii yönlendiriyor beni; “şöyle şöyle yaz, şunları da ekle” diye. Dediği her şeyi kafama adeta kazıyorum. Çünkü biz o dönem için yabancıyız böyle şeylere. Muhsin Başkan o dönemde Genç Arkadaş ve Hasret dergilerinde yazıyordu. Muhsin Başkan’ın istediği yazıyı hazırlayıp söz konusu köşe yazarına gönderince, kendime bir özgüven geldi. Genel Merkez’de Eğitim, Hukuk, Muhasebe gibi masalar vardı. Önceleri, cezaevindeki arkadaşları düşünerek Hukuk Masası’na meyil etsem de, Teşkilatlanma Masası daha uygun geldi. Zamanla görev ve sorumluluklarım arttı. Genel Merkez’de çok kaliteli bir kadro görev yapıyordu o zaman. Mümtaz’er Türköne, Lütfü Şehsuvaroğlu, Naci Bostancı, Hasan Çağlayan hep o kadro içindeydiler… Kadroya baktığınızda, her biri hala gündemde yer tutucu güçlü şahsiyetlere sahip insanlar.

[FONT=Arial, sans-serif]Dönemin zor şartlarının da bu şahsiyetlerin pişmesinde ve ortaya çıkmasında katkısı olmuştur sanırız…

[FONT=Arial, sans-serif]Tabii, bir elin yağda öbür elin balda olduğu bir halden büyük istidatlar çıkmaz. Zor dönemler güçlü şahsiyetleri, zamanın gergefinde işler gibi ortaya çıkarır. Eğitim kadromuz mesela çok iyi çalışıyor, Ağrı Patnos’taki bir gönüldaşımız için tablet haline getirilmiş fikir hapını yutmak kalıyor geriye. Muhsin Başkan’la her anınız beraber geçiyor ve her anında onun başka bir yönünü, başka bir özelliğini fark ediyorsunuz.

Uzaktan tanıyanlar, onunla yüzyüze geldiklerinde “Evet bu kişi ismini taşıyabilecek bir meziyete sahip” diyorlar yani…

Evet… Mesela bakın hiç konuşulmamış bir şey geldi aklıma… Van-Muradiye Belediye Başkanı. Üstelik Demokrat Partiden… Bu adam bir gün Ankara Maltepe’de kanlılarının silahlı saldırısına uğruyor. Tam da namluların ortasında kaldığı bir anda kendini takip eden birkaç genç silahlarını çekerek kurtarıyorlar onu. Neyse adam minnettar bir tavırla “Siz kimsiniz” diyor. Diyorlar ki “Bizi Muhsin Yazıcıoğlu sizi korumak üzere görevlendirdi.” Yani ilginç değil mi? Başkanımın güneş doğsun yüzüne. Sen o adamı nereden duydun? Kan davasını nereden bildin? Saldırıya uğrama ihtimaline tedbiri nasıl düşündün? Muhsin Yazıcıoğlu böyle bir adamdı.

[FONT=Arial, sans-serif]Emekliliğine az kalmış bir Emniyet Müdürü bizlere şunu anlatmıştı: Operasyonlarda birkaç kez vurulmuş. Bir gün yine kurşun yediği bir çatışma ortamında sıkışmışken Muhsin Yazıcıoğlu’nun çatışmaya girerek kendisini kurtardığını söylüyor. “Aslında kendisini sevmem ama minnettarım” diye belirtiyor. Yani adamın bizlerle bir alakası yok. İnsan gurur duyuyor tabi.

Böyle bir insanla her an berabersin. Öyle bir güvendesin ki, “İkimiz bir orduya dalsak üstesinden geliriz” diye yere sağlam basıyorsunuz. Muhsin Başkan, tanıdığımız günden beri namazını kılan, abdestsiz gezmeyen birisiydi. “Uyku bir kuruntudur” diye bir hafta uyumamanın formüllerini anlatırdı bize. Gece saat 02:00’de, 03:00’de Sivas Yurdu’na istirahat için gittiğinde “Beni sabah namazına uyandırın” derdi. Ama biz uyandırmak için yurdu her aradığımızda “Başkan namazda şu anda” diye kendiliğinden kalkmış olduğuna şahit olurduk.

[FONT=Arial, sans-serif]Bir hafta uyumamanın formülünden bahsettiniz. Merhum Yazıcıoğlu bu konuda ne tavsiyelerde bulunurdu?

[FONT=Arial, sans-serif]İlk gün uyumadan geçer. İkinci günü şöyle bir soğuk duşla atlatırsın. Üçüncü gün o zaman troleybüsler vardı, mesela ayakta yolcusunuz, tutunarak gidiyorsunuz, şöyle bir ayakta gözlerinizi dinlendirirsiniz. Dördüncü şöyle, beşinci gün böyle… Adeta biyonik bir adamı tarif ediyor. Şimdi düşünüyorum da “İnsan inandığının mücahidi nasıl olur” diye… Nefsin ancak gıdasını verecek kadar besleyip, her şeyinle kendini inandığın şeye vakfedersen olur, böyle olur diyorum.

[FONT=Arial, sans-serif]Tabii 77-80 dönemi bizim için önemli; kaliteli arkadaşlarla kaliteli bir dönem yaşadık. Fakat bir ayağınız hastanede, bir ayağınız mezarlık ya da hapishanede… Bu kişi, yanınızda sabah simidinizi paylaştığınız arkadaşınız da olabilir, simidin öbür yarısını yiyen siz de. Akşam vedalaştıklarınızın sabah cenazesinde buluşuyorsunuz. Genel Merkez yöneticisi o dönem için masanın arkasında oturan adam değildir. Kâh vuruyor, kâh vuruluyor, kâh cezaevine düşüyor…

[FONT=Arial, sans-serif]Sabah gördüğünüz bir arkadaşınızın, akşam ölüm haberinin gelmesini olağan bir hal gibi anlattınız…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet öyleydi, her an karşılaşabileceğimiz bir durumdu. 77-80 döneminde Türkiye, baştanbaşa koskoca bir ülke kurulmuş özel timler eliyle koca bir işkencehaneye çevrilmiştir. Ecevit hükümetinin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in eliyle hazırlanmış işkence timleri, ülkenin dört bir yanında işkence yapıyorlardı. Bir bakıyorsunuz Antep’te bir cinayeti kabul ettirmek için Fevzi Koçoğlu’nun kolunu kırmışlar, Adana’da bir Emniyet Müdürü cinayetini kabul ettirmek için Muhtar Sezai’yi komalık etmişler. Ben üç-beş kere cezaevine girdim ama onun haricinde çok işkenceye alındım. Örneğin Zeki Kaman diye bir işkenceci var; arabasının güzergahında karşılaşsanız sizi alıp bir hafta işkence yapıyorlar. Benim başıma çok gelmiştir. İşkence görmek sıradan bir hal almıştı. Ayda birkaç kez başımıza gelirdi. İlla da tutuklanmanıza gerek yok yani. Bir bastırma, yıldırma hareketi bu.

[FONT=Arial, sans-serif]Hesap vermek zorunda da değiller…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet! Tabii kimseye şikayet de edemiyorsun bunları. Çünkü şikayet edeceğin merciler, zaten suçun failleri konumunda… Yani celladını şikayet için gitsen karşına celladın çıkacak… 1 Mayıs 1978 olayı, Sivas olayları… Pazaryerine ateş açılıyor, mezhep kavgası çıkartılmak isteniyor… 77-80 aralığında biz ne yaptığımızı biliyorduk. Haliyle oyun da oynamıyorduk. “Keşke yapmasaydık” dediğimiz çok az şey var. Bazı şeyler bizim de, solun da iradesi dışında oluyordu.Ortamı kızıştırmak için mesela Hamit Fendoğlu’yu şehit ediyorlardı…

[FONT=Arial, sans-serif]Malatya Belediye Başkanını…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet… Malatya Belediye Başkanıydı Hamit Fendoğlu. Çok sevilen bir insandı. Ailesi, çoluk çocuğuyla beraber bombayla şehit edildi. Bu eylem ne komünistlerin, ne de ülkücülerin bilgisi dahilindeydi. Provakasyon amaçlı eylemler bunlar.

[FONT=Arial, sans-serif]Yani sosyal bünyedeki büyük tepki verecek sinir noktalarını buluyorlar ve insanları birbirine düşürecek eylemler yapıyorlar…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet… 1980 yılında, MHP Genel Merkezi’nin basılması olayı da aynıdır. Nitekim Türkeş Bey, bu tertibin asker-polis karışımı bir tim tarafından yapıldığını ifade etmiştir. Ömer Demir ve Alper Yüce isimli iki arkadaşımız şehit düşmüştür. O gün ikisi de Türkeş Bey’in ev nöbetine gidecekler. Alper bir gün önce de nöbet tutuğu için sordum ona “Bugün niye nöbete gideceksin” diye… “Hüseyin Eskişehir’e mitinge gitti, onun yerine tutacağım” dedi. Biz az ilerde birkaç ekmekle katık yaparak yediğimiz kuru fasulyeciye gittik. Zaten günde sadece bir öğün yiyoruz. Döndüğümüzde Ömerle Alper hala oradalar. Tam onları çay içmeye davet ettim ki, biz Gençlik Kolları tarafından geliyoruz, mermiler yağmaya başladı. Şimdi bakın! Polis karakolu karşımızda… Orayı beş kişi ateş altında tutuyor. Altı kişi de MİT binası, parti binası ve Gençlik Kolları binasını ateş altında tutuyor. Bellerinde heybe, yüzlerinde maske, dakikalarca tarıyorlar. Gayet rahatlar. Öyle yakalanırım kaygısı falan yok. Mermileri bitiyor, şarjör değiştiriyorlar. Boğaza karşı sigarası tüttüren adam rahatlığında tarıyorlar. Ömrümüz komünistlerle mücadeleyle geçti. Bu onların yapacağı bir iş değildi. Altı tane el bombası kullanılıyor. Şimdi As Sineması’nın olduğu bina… Halen oradan geçtiğimizde, bombaların, mermilerin sesini duyarız; oradaki ağaçlarda mermilerin açtığı yaralar şimdi göz göz olmuştur… Bütün bunlar, aslında, Org. Bedrettin DEMİREL’in tabiriyle, ihtilali olgunlaştırma eylemleriydi. 12 Eylül’e böyle bir ortamda geldik…

[FONT=Arial, sans-serif]Bu arada birkaç kez ceza evine girip çıktınız herhalde…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet! 12 Eylül’den hemen önce, yani sıkıyönetim döneminde, iki kere askeri cezaevine girdik. Bir genel operasyonda Genel Merkezimizi basmışlardı, oradan aldılar. Birinde de silahlı çatışmadan aldılar. Kısa kısa yattık, üç ay, dört ay yatıp çıkıyorduk.

[FONT=Arial, sans-serif]İhtilalden hemen sonra yakalandınız ve bu kez yıllarca cezaevinde kaldınız…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet!

[FONT=Arial, sans-serif]Yakalanmadan önce Muhsin YAZICIOĞLU ile son görüşmenizi hatırlıyor musunuz

[FONT=Arial, sans-serif]Evet. O konuya geçmeden önce 1970-80 arasıyla ilgili bir cümle daha söyleyeyim: Erdem Arabacı, 1977 Eylül’ünde, verdiğimiz 136’ncı şehit.

[FONT=Arial, sans-serif]Nasıl 136… Binlerce şehit verilmedi mi o dönemde?

[FONT=Arial, sans-serif]1977’ye kadar 136 şehidimiz var. 77’den 12 Eylül 1980’e kadar toplam 2100-2200 şehidimiz var.

[FONT=Arial, sans-serif]5 bin ülkücü şehitten bahsedilir…

[FONT=Arial, sans-serif]O rakam yanlış. 5 bin rakamı, 70-80 arasında ölen gençlerin toplam sayısıdır. Bizden şehit olanların sayısı 2100-2200 civarındadır. Geri kalanları sol gruptandır.

[FONT=Arial, sans-serif]Neredeyse tamamına yakını 3 yılda şehit düşmüş…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet, hemen hemen… Diyelim ki 2200 şehidimiz varsa, bunun 2064’ü son üç yılda şehit düşmüştür…

[FONT=Arial, sans-serif]Tabii ki, siz ve Muhsin Yazıcıoğlu o dönemde bu tür olayların tam ortasındasınız

[FONT=Arial, sans-serif]Evet… O dönemde hep yöneticiydik. Yani yöneticiydik derken, masanın başında olmadık. Arkadaşlarımız gecenin bir saatinde afiş yapıştırırlarken bir an bakıyorlar ki yanlarına iki kişi geliyor…Düşünün o insanların mutluluğunu. Biz bir kader paylaştık; hiçbir zaman emreden adam olmadık. Gecenin bir yarısında afiş asan adamın yüreği nasıl çarpar, burnu nasıl akar, parmaklarının ucu soğuktan nasıl üşür, bu duygulara hiç yabancı kalmadık. Muhsin Başkan’ın cenazesinin o kadar kalabalık olmasının nedeni, birkaç dakika temasta bulunduğu insanda bile hemen tesirini bırakmasıdır. İhtilale bu şekilde geldik.

[FONT=Arial, sans-serif]İhtilali nasıl haber aldınız? İlk günlerde neler yaşandı?

[FONT=Arial, sans-serif]İhtilali ilk öğrenenlerden biri benim. Tabi özel bir nedeni yok bunun. Türkeş Bey ile birlikte olmamız sebebiyledir. İhtilal gecesi Hasan Çağlayan, ben ve bir arkadaş daha Eskişehir yoluna çıktık. Etlik tarafında tanklar vardı, onları kontrol ettik, Radyoevi’ne, Meclis’e, Genel Kurmay’a gittik. Ne zaman başlayacaklar, ne yapmamız gerekir, bunları hesap ediyoruz. Toplanıyoruz tabii. Ülkücü hareketin güya kurmayı konumunda bir kısım arkadaş “kaçalım” dediler. Bir kısmı da “Devlet bizim devletimiz, ona sığınalım” dediler. Ama ben farklı düşünüyordum.

[FONT=Arial, sans-serif]Neden farklı düşünüyordunuz? Bu konuyu biraz açar mısınız?

[FONT=Arial, sans-serif]Sohbetimizin başında 1960 ihtilaliyle olan alakamdan bahsetmiştim. Yani ihtilallerde neler olabileceğini az-çok biliyordum. Biz elbette evcilik oynamıyorduk. Şimdi sohbet arasında başımıza gelenlerden bahsediyorum. Bu şikayet olarak anlaşılmasın; çektiğimiz başımız gözümüz üstünedir. Cezaevi işkence filan bizim için şikayet unsurları değildir. Davalar zaten çekilen bu ıstıraplarla kutsallaşır. Istırabını taşıyanlarının olmadığı bir dava zaten kutsal da değildir. Hasan Çağlayan bir gün “Bu yaşadıklarımız aslında Allah’ın bize bir nimetidir’’ demişti. Ferasetli idrakiyle her meseleyi toplayıcı manaya kavuşturan Hasan Çağlayan, bu mevzuu da özetleyecek cümleyi kurmuştu bence. Sonuna kadar katılıyorum. Allah’ın bir nimetiydi bu bizim için. Neyse, dediğim gibi ben farklı düşünüyordum; “Bir şekilde bir zulüm düzeni oluşacak, buna karşı irade kuracak zemini oluşturalım, direnelim” diyordum. Muhsin Başkan’ın 28 Şubatta “Namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam” demesi gibi… Tam bir izaha kavuşmuş değil; ama Edirne’den Kars’a bir yapı var ve ben bu yapıyı tanıyorum.

[FONT=Arial, sans-serif]Çocukluk yıllarınızdaki 27 Mayıs ihtilalini yaşadınız, sıkıntılara yakından şahit oldunuz; 12 Eylül’de darbeye karşı irade koyma görüşünü dile getirdiniz. 28 Şubat sürecinde, Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte “Milletine namlusunu çevirmiş tanklara” karşı irade koymanın hazırlığını yaptınız…

[FONT=Arial, sans-serif]Tabii o zaman gezdiğimiz her yerde Muhsin Başkan’la beraber bir bilincin oluştuğunu müşahede ettik. Sohbet biraz özele dönünce “Bizim yeterince hazırlığımız var, bizi kimse sağ yakalayamayacak” diyor insanlar bize. Bu, yılların boşa geçmediğinin, zulme karşı direniş şuurunun mayalandığının bir göstergesiydi. “Devlet bizim, ordu bizim Peygamber Ocağımız” demişiz bir kere. Fakat Marksist-Ateist ayrıştırıcı bir zihniyet, sakat fikirleriyle, yıllardır bu devlet ve orduyu meşgul ediyor. Eğer ordu milletine namlu çevirirse, o milletin evlatları da bir tepeyi ele geçirip “Burayı da ben tutayım” derse ne olacak?

[FONT=Arial, sans-serif]Tekrar 12 Eylül dönemine gelirsek; araştırmalarımıza göre ihtilalin 20’nci günü yakalanıyorsunuz. Bu günlerde Muhsin Yazıcıoğlu ile son görüşmeniz nasıl oldu?

[FONT=Arial, sans-serif]İhtilalin olduğu gün rahmetli Sivas’taydı. Bir şekilde hemen Ankara’ya intikal ettiler. Biz burada o zaman gençliğin kurmay heyeti sayılabilecek arkadaşlarla, Beşevler’de bir benzin istasyonunun arkasındaki fırında toplantı yaptık, irtibat kuracak telefonlarımızı verdik. O zaman altı haneliydi telefonlar. Mesela numaraları öndekiler arkaya, arkadakiler öne değiştirerek verdik.

[FONT=Arial, sans-serif]Özel bir şifreleme yani…

[FONT=Arial, sans-serif]Mümkünse ezberlenecek, fırsat yoksa yutulacak kadar yazılacak, ama o da şifrelenerek...

Belli periyotlarla sadece Ankara’yı değil tüm taşrayı diri tutmak için bir araya gelme kararı aldık. Önceden kararlaştırarak değil, mesela onbeş dakika öncesinden organize olarak...

Farklı yerlerde… Selanik Caddesinde bir lokantanın özel bir bölümü vardı mesela. Beşevler’de değişik yerler… Ayrıca ismi fazla deşifre olmamış arkadaşları taşrayla ilgilenmeleri için irtibatlıyorduk. Ahmet Altınok ve Zeki Okunakol taşradaki bazı ocakların başkanlarıyla Ankara’da moral verme amaçlı görüştürülüyordu.Bu arada Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na bağlı özel işkence timleri oluşturuluyordu. Zeki Kaman denen işkenceci, -hepsinin tek tek adlarını biliyoruz- emekli olmasına rağmen göreve çağrılmıştı. Bizler için özel timler oluşturulduğunu duyuyorduk. Neyse operasyonlar başladı. Yakalanan arkadaşlarımızın nereye götürüldüğünü bilmiyoruz. Biz 7 Ekim’de Yenimahalle’de arkadaşlarla toplandık. Bu arada ufak tefek çatışmalarımız oldu.

[FONT=Arial, sans-serif]Toplantının ve çatışmaların amacı neydi?

[FONT=Arial, sans-serif]Yenimahalle’de, ele geçirilmesi bizim için vazgeçilmez bir tutku olan bir bölge vardı. Hani Fatih’in “Ey İstanbul! Ya sen beni alırsın ya da ben seni” dediği çapta bir yer. Biz o bölgeyi 12 Eylül’den sonra çatışa çatışa aldık. Ben arkadaşlara “Orası alınana kadar evlenmek de yok, ticaret de” demiştim. Orayı almış olduğumuz için; “şu yasak konuları bir değerlendirelim” diye toplandık. Ben zaten eve ayda bir gidiyorum. O gün de annem güzel güzel yemekler yapmış, arkadaşlarla oradayız. Bu arada televizyondan geçen alt yazıda Mustafa Pehlivanoğlu’nun idamının onandığını duyduk. Bu, o gecenin sabahında idam olunacağı anlamına geliyordu. Lokmalar boğazımızda dizildi; yasağı kalkmış konularımızı da konuşamadık tabii. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu. İdamı engelleyemezdik ama en azından bir şeyler yapmalıydık. Arkadaşlarla evden çıkacağız; tabii annem fark etti garip bir şeyler olduğunu. O beni her evden çıkışımda “İnşallah şehit olursun” diye uğurlayan anam, “Gitme. Gidersen sütümü helal etmem” demeye başladı. O kadar çok ısrar etti ki, “Tamam, bari arkadaşları evlerine bırakayım” dedim. İşte ben o gün eve geri döndüğümde yakalandım. Evde beni yakalayanlar da şaşırdılar; çünkü eve pek takılmıyorum. Zaten onlar da öylesine operasyon yapmışlar. Götürüldükten kırk gün sonra ailem hayatta olduğumu öğrendi. Böylece bizim son mahpusluk maceramız Mamak Cezaevi’nde başladı.

[FONT=Arial, sans-serif]Ülkücülerin, Mamak’taki sorgulamalar sırasında destansı bir duruş sergilediklerini biliyoruz. Buna dair birkaç örnek verir misiniz?

[FONT=Arial, sans-serif]Henüz yakalanmadığımız günlerdi; Beşevler’de düzenlediğimiz bir toplantından çıkmıştık. Ben yanımdaki iki arkadaşa “Yakalanırsanız benim adımı verin” dedi. Biri, “Olur mu, beni kesseler vermem adını” dedi. Diğeri “Ben tokadı yer yemez Mahir Başkan derim” dedi. Ben de, “de aslanım; benle ceza yatılır” dedim. Arkadaşlar gittiler ve yakalandılar. Sonra biz sorguda da o arkadaşlarla beraberdik; aslanlar gibiydiler. Bizim sorgulamalarımız kahramanlıklarla doludur hakikaten. Şimdi solcular İbrahim Kaypakkaya’yı “ser verir sır vermez” diye takdim ederler ama kimleri öttüğünü, kimleri okuduğunu da yine kendileri bilirler. Oysa bizim yaşı on sekiz olanımızdan bile kahramanlıklar sadrolmuştur. Bir Ali Bülent Orkan… İşkencecilere hep “İblisler, şeytanlar” diye hep hitap etti. Pazarlık yapmaya kalktılar, “Hani sen kahveye girdin ama silahın tutukluk yaptı” gibi ifadelerle birilerinin ismini vermesini istediler. Ali Bülent Orkan diyorki, “Hayır. Allah var, ben kahveye girdim. Silahım da tutukluk yapmadı.”

[FONT=Arial, sans-serif]Siz tevazu gösterip kendi duruşunuzu es geçiyorsunuz ama biz o dönem cezaevlerinde işkencecilerin direnen ve konuşmayanlara “Mahirleşme lan!” diye hitap ettiklerini biliyoruz.Siz bahsetmekten imtina etseniz de isminiz işkencelere direnenlere sıfat olmuş…

[FONT=Arial, sans-serif]Onu şöyle söyleyeyim: Allah’a şükür Hiçbir arkadaşımıza karşı mahcup olabileceğimiz bir söz sarf etmedik. Elhamdülillah…

[FONT=Arial, sans-serif]Geçenlerde bir dizide bu konu işlenmişti.

[FONT=Arial, sans-serif]Evet. Orada mesela Bekir Bağ’ı şehit ettiler işkencede; yanımızda şehit ettiler. Bekir Bağ 16 veya 17 yaşında idi. Ben çok iyi tanıdığım için değil. Orada her ne kadar gözlerimiz hepimiz bağlı olsa da isim isim kimler var, hepsini biliyoruz. Bunların için-den bir çoğunu da tanıyoruz elbette. Bekir Bağ’ı işkence ederek öldürdüler. Ama oradakiler zannetti ki, Mamak’a götürüldü tutuklanarak. Şimdi dizide o hadise geçince, Bekir Bağ’ın yeğeni gelip beni buldu. Ve hale bakın ki, onlar ailecek hala dayılarının intihar ettiğini sanıyorlarmış. Bekir Bağ’ın bir kız kardeşi trafik kazasında ölüyor, bir ablasını kolundaki bilezikler için eve giren hırsız öldürüyor, Bekir Bağ’ı da “intihar etti” diye götürüp teslim ediyorlar ailesine… Ne için anlatıyorum bunları… Bekir Bağ’ın annesini getirebilecek misiniz gözünüzün önüne?

[FONT=Arial, sans-serif]Gariban insanlar tabi… Kader deyip geçmişler…

[FONT=Arial, sans-serif]İntiharı kabulleniyorlar tabii. Yapacak, soracak bir şeyleri yok. Bekir Bağ, intihar etmemiştir. Yanımızda, gözümüzün önünde işkence sonucu öldürülmüştür.Dizide bu konuyu izleyince sizi buluyorlar… Evet. Bekir Bağ’ın yeğeni, “Dayımla yan yanaymış hücreleriniz” diye beni buldular. “Dayımı intihar etti diye vermişlerdi bize” dediler. Şuraya getirmek istiyorum: Şimdi solun bu konulara dair bir yaygarası var ya… Tamam inkar etmiyorum olmuştur, olmamalıydı; Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar, yaşanmamalıydı. Ama Diyarbakır Cezaevi’nde onlara ne yapıldıysa, Mamak’ta da bize aynısı yapıldı. Solcuya sağcı, sağcıya solcu işkenceci ayarlayan cellat aynıydı çünkü. Kendi tabirleriyle “İti ite kırdırdılar” işte. Ben sorguda onlara göre ağa takılmış büyük balıklardan biriydim. Allah’a şükür hiçbir arkadaşımızı utandıracak tek anımız olmadı işkencede. C-5’te en uzun süre kalan benim. Oraya gelen arkadaşlara şöyle göz bağımız gevşetilse de bir tebessüm etsek; onlara güç kattığımızı fark ediyorduk. Bu benim direnişimi güçlendiren hususlardan biri olmuştur. Kimseye kötü olmamak namına kendimizi dik tuttuk. Orada yapılabilecek psikolojik işkencelere vakıftım ben; tecrübeliydim. Tabi istediklerini vermedik onlara. Bir işkenceciye, işkence edilen tarafından nasıl işkence yapılır, bilir misiniz? İstediklerini onlara vermemekle yapılır. Sonra cezaevi süreci başladı. Cezaevi süreci başka türlü bir işkenceydi. Her safhası, her anı zulümle dolu bir süreçti…

[FONT=Arial, sans-serif]Nasıl? Anlatır mısınız?

[FONT=Arial, sans-serif]Gecenin bir yarısı müthiş gürültüyle içeri girilir. Adeta ihtilal içre ihtilal olmuş gibi. Herkes havalanmaya çıkartılır. Yatak, yorgan, çamaşır, yoğurt, helva, diş fırçası, yatağın içindeki yünlere kadar her şey ortaya dökülür. Sonra alırlar sizi içeriye, “Sabaha bir kibrit çöpü kalmayacak şekilde düzelteceksiniz” derler. Bütün eşyalar darmadağındır, iç içedir, kime ait oldukları bile belli değiştir…

[FONT=Arial, sans-serif]Etinizi kemiğinizi ele geçirmişler, gözlerini ruhunuza dikmişler, onu didiklemek istiyorlar…

[FONT=Arial, sans-serif]Zaten ruhunuzu kaptırdığınız an, insanlıktan çıkıyorsunuz. Bu da bir işkence çeşidiydi. Mahkeme tutanakları, savunmalar, hepsi karışmış, bunları toplayacaksınız. Düşünün o karışıklık içerisinde, üzerinde postal izi bulunan Kur’an’ınız çıkıyor… Günlük programlar da işkence gibi… Mesela, kırk dakika ders, on dakika dinlenme, kırk dakika fiziki ders böyle gidiyor. Bir arkadaş Nutuk’u yüksek sesle okuyor, avazı çıktığı kadar bağırıyor. Daha sonra bunu diğerkoğuşlarla haberleşme vasıtası olarak kullandık. Tabii onlar bizi ders yapıyoruz zannediyorlar. İlk zamanlar koğuşlardaki sayılarımız çok orantısızdı. Benim girdiğim ilk koğuş 70 kişiydi ve ben oradaki 7’nci ülkücüydüm.

[FONT=Arial, sans-serif]Geriye kalanlar siyasi sol mahkumlar mıydı?

[FONT=Arial, sans-serif]Tabii. Tabii.

[FONT=Arial, sans-serif]Aynı koğuşta…

[FONT=Arial, sans-serif]Aynı koğuştasın. Yedi tane ülkücü, altmış beş tane komünist…

[FONT=Arial, sans-serif]Bir denklik bulunsun diye yapmış olamazlar mı?

[FONT=Arial, sans-serif]Şimdi (gülüyor) nihayetinde bir denklik oluştu; ama tam ucu ucuna bir denklik… 6 kişi olsak, olmuyor!.. Mesela ikinci koğuşta bir dengesizlik olmuş, bir arkadaşımızın boğazına jilet atmışlardı. Biz kendi koğuşumuzda buna karşı misilleme yapacaktık ki, solcuların lideri konuşmaya geldi. Hazırlığımızı anlamış tabii. Hazırlığımız ne işte, permatik jiletlerin kafasını kırıp eritilmiş plastiğin içine monte edip usturaya çeviriyoruz, lavabolar kırılıyor, musluk başları çorapların içine alınıyor filan. Adam olay istemediği söyledi. Zaten o arada bizim koğuş dağıtıldı. Yusuf Hoca’yla aynı koğuşa düştük biz. Hangi koğuşa düştük biliyor musunuz? O boğazı kesilen Osman isimli arkadaşımızın koğuşu. Uzun süre hastanede yattı ama hamdolsun ölmedi. O koğuşta arkadaşlarımıza çok zulüm etmişler. Eee bir şımarıklık olmuş haliyle. Bizim ranzanın önüne kadar gelip laf atıyorlar. Tabi Ankara’dan tanıyorlar beni, biz Yusuf Hoca’yla “Hadi Bismillah” dedik ama diğer arkadaşlar “Biraz koğuşu tanıyın” diye ısrar ettiler. Biz bir hafta bekledik. Bir hafta sonra “Bismillah” dedik. 18 kişi hastanelik oldu; sadece bir tanesi bizden. O da kendisi yapmış, hani karşılıklı bir kavga oldu izlenimi oluşsun diye…

mahirdamatar86866855234.jpg


Erol Dok, Erdem Şenocak, Muhsin Yazıcıoğlu, Mahir Damatlar, Ertuğrul Alparslan, Vedat Şendil, Rıza Türkcan.

[FONT=Arial, sans-serif]Bu kavga olduğunda denklik durumu nasıldı, oranlar birbirine denk miydi?

[FONT=Arial, sans-serif]Biz 17 kişiyiz koğuşta, onlar 113 kişi. 130 kişilik koğuş yani. Yere bastığınızda kanın sıçrayacak kadar çok aktığı bir olaydı bu. Tabii Mamak’ ta ilk defa kan akıyor… Bu olaydan sonra sayılarının bizden çok olmasından dolayı arkadaşlarımızı hiç ezemediler. Allah’ın yardımıyla olabilecek bir şey bu.

Neredeyse bire yedi gibi bir dengesizlik var. Tabii bizleri de çok büyük görüyor gözleri. Blöf yapacak durum da yok. Elinizi belinize atsanız olmaz, dört duvar arasındasınız. Mesela Yunus Uzun diye bir arkadaşımız var; 24 tane idam isteniyor hakkında. Gazeteler “ölüm makinesi” diye manşet atmış hakkında. Aslında çok narin bir arkadaşımız. Beni bu boyda normalde kim görse gözüne kestirir; ama işte Mahir Damatlar, gözlerinde ölüme programlandırılmış çelikten bir robot. Öyle görüyorlar. İnançsızlığın korkaklığı da var üzer-lerinde zaten.

[FONT=Arial, sans-serif]Sembol kahramanlar oluşmuş kafalarda.

[FONT=Arial, sans-serif]Tabii, tabii. Koğuşlardaki son vukuatım oldu benim. Yani hücre ve zindan falı başladı. Burada da Muhsin Başkan’a bir gönderme yapmak istiyorum. Bu olay sonrasında zindana alındım. Tabii zindan nedir duyuyorduk ama ülkücüler içinden zindana alınan ilk kişi de ben oldum.

[FONT=Arial, sans-serif]Nasıl bir mekan? Kısaca tarif edebilir misiniz?

[FONT=Arial, sans-serif]Yerin altının altı. Yani iki alt aşağısı. Eğilerek giriyorsunuz. Dört buçuk karış eni, dört buçuk karış boyu var. İçeride bir ördek. Tabii bir şey yiyip içmeyince, ona da ihtiyaç olunmuyor.

[FONT=Arial, sans-serif]Bir mezardan daha dar bir yeri tarif ediyorsunuz.

[FONT=Arial, sans-serif]Daha dar. Ayak uzatarak dinlenmenin imkanı yok. Ayaklarınızı karnınıza doğru katlayıp sırtınızı duvara verebiliyorsunuz ancak. İşte dinlenmek bu şekilde…

[FONT=Arial, sans-serif]Burada en uzun kalan ülkücü de sizsiniz sanırım.

[FONT=Arial, sans-serif]İki kere nasip oldu. (Gülüyor) Birincisi bu olaydan sonra. Arkamdan Yusuf Hoca’yla, rahmetli Yunus Uzun’u getirdiler. Zindana ikinci girişim de bir “ilk”le oldu. Cezaevinde askere karşı gelmek söz konusu değildi. Gözüne bile bakamazsınız. Onbaşılığından beri kafayı bana takmış bir çavuş vardı. Her an bir pislik bekliyordum ondan. Bir gün havalandırmadan kapıp arada beni dövmeye kalktılar. Ben karşı geldim. Tabii bunlara bizi “asker ve polis katili” diye tanıtıyorlar. Şöyle bir kükre, hemen dağılıveriyorlar. Bu arada Adana’lı Bülent Bülbül ve Ankara’dan Ayhan Ünal durumu görüp “Mahir ağabeyi aldılar” diye bağırınca; “İşkenceci asker” diye sloganlar başladı. Bu, o gün için bir ilkti ve coplarla saldırdılar bana. Çil yavrusu gibi dağıldılar ama daha sonra takviye edilmiş gruplarla daha kalabalık geldiler. Çemberi yavaş yavaş daralttılar, sonra hepsi üstüme atlayıp yakalamış oldular. (Gülüyor) Yani zaten mahpustayız, mahpusta da yakalanıyoruz. Beni kafese aldılar; kovayla su döktüler. Zaten üstümde sadece bir tişört var. Orada bayağı bir boğuştum onlarla.

[FONT=Arial, sans-serif]Avını parçalamak için güya aslan tavrıyla gelenler, karşılarında çelik bir irade görünce, kuyruklarını kıstırıp gitmişler…

[FONT=Arial, sans-serif]Aslında 28 Şubat da budur. Biz durumu bildiğimiz için, 28 Şubat’ta daha ileri gidilmiş olsaydı; biz onların kendi davalarına ne kadar bağlı olduklarını bildiğimizden ne yapabileceklerini de biliyorduk…

[FONT=Arial, sans-serif]Sizin bunu yapabileceğinizi bilmeleri zaten caydırdı onları. Mamak’ta daha ne gibi işkencelere maruz kaldınız?

[FONT=Arial, sans-serif]İçerideyken insanın canını en çok yakan; askıdır, elektriktir, dayaktır. Bu işkencelerin birçok arkadaşınıza yapılması ve sizin bir şey yapamamanız, çok daha fazla yakar insanın canını. İnanın, kendi canınızın yanmasından beter bir yanıştır bu. Bu hadisede slogan attılar diye Ayhan Ünal ile Bülent Gürbüz’ü benim yan kafese getirdiler. Orada çok fena dövdüler. Ben bu defa zindanda 20 gün filan kalırım diye düşündüm. Normalde oraya girildiğinde iki-üç gün kalınır. Ben ilk girdiğimde sekiz gün kaldım. Tabii bu ne demek, ömür boyu kalıcı hastalıklar edinmeniz demek. Beş-altı gün sonra beni zindandan aldılar. Oradan çıkıştan sonra uzun bir yol vardı, askerler coplarla beklerler.

mahirdamatar868668552345.jpg


[FONT=Arial, sans-serif]Elleri coplu asker koridoru…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet, normalde yediğin cop adedi az olsun diye hızlıca geçilir oradan. Ama ben inadına ağır ağır geçtim.Oraya kadar delikanlı gelmişiz, sürdürmek lazım diye düşündüm. (Gülüyor) Adamlar, ellerinde cop, evinin balkonunda halısını çırpan kadınlar gibi bana vuruyorlar. “Aslanım, sizin vurduğunuz vız gelir” duruşuyla geçtim oradan…

[FONT=Arial, sans-serif]İradeyle, koca bir işkenceciler kadrosunu yenmek, bu demek olmalı…

[FONT=Arial, sans-serif]Mücadele böyle yapılabiliyor. Binbaşı kafeste, “Askerimin revirde üzerinden bir çizik çıksın tahliye olsan dahi seni buradan sağ çıkarırsam” dedikten sonra anasını konu ederek çok kötü küfür etti. Orada sığınacağınız bir tek Allah var; O yeterdi tabii ki. Bütün yollarınızı tıkıyorlar. Şimdi o darlıkta zindana gittim, abdestliyim. İki rekat şükür namazı kılayım dedim. Ama tabii çok karanlık kıbleyi bilemiyorsunuz. Gözünüzün alışacağından öte bir karanlık var. Elimle yokladım bir ördek var. Ama kendi kendime ancak yaşayacak kadar su içme kararı aldığımdan ihtiyacım hiç olmayacaktı.

[FONT=Arial, sans-serif]Öyle bir karanlık ki, elleriniz gözleriniz oluyor.

[FONT=Arial, sans-serif]Evet, ayağımdaki bez ayakkabıları başıma koyup biraz uyuyayım dedim. Uykuya dalmışım ve bana zindanı gerçekten gülistana çevirecek bir rüya gördüm. Her Müslüman’ın görmek isteyeceği bir rüya… Artık orası benim için düğün, bayram yeri oldu.

Şimdi bakıyorum da, o zindanlarda insanlar davalarına bağlılık şuuruyla çok zor günler yaşadılar. İnşallah biz de o samimi insanlar kervanının bir ferdi durumundayızdır. Alttan bir mazgal vasıtasıyla yemek veriliyor. Tabii önceki yemeği iade ediyorum. Ördeği kullanmıyorum. Böyle bir durumdayım. Altıncı günü beni aldılar, kendi hücreme götürdüler. Oradan mahkemeye çıktım.

[FONT=Arial, sans-serif]20 gün kalırım dediğiniz yerden nasıl oldu da 6 günde çıktınız?

[FONT=Arial, sans-serif]Bahsettiğim binbaşı 14 numaralı hücreye gidiyor. Kim var orada? Muhsin Başkan. Ben 7 numaradayım. Diyor ki Muhsin Başkan’a; “Senin adamın askerlerime saldırmış.” Muhsin Başkan da “O benim adamım değil, kardeşim” diyor ve ekliyor: “Gözden kaçırdığın bir şey var. Senin çavuşun siyasi görüşünü katarak olay çıkarıyor ama Mahir’i gözden kaçırıyorsunuz. Eğer bir şey olursa; A, B, C bloklarda isyanlar çıkar, ben bile engel olamam.” Sene 1984. Dışarıda demokrasinin sahte ışıkları toplumun üstüne düşmeye başlamış, içeride bunlar oluyor. Bu arada benim Ankara dışı yolculuklarım da oldu. Denizli’ye götürdüler beni.

[FONT=Arial, sans-serif]Denizli Cezaevi’ne mi?

[FONT=Arial, sans-serif]Yok, emniyete; Denizli emniyetine götürdüler.

[FONT=Arial, sans-serif]Bu yolculuğum sebebi neydi ki?

[FONT=Arial, sans-serif]Denizli’deki olaylarla ilgili sorguladılar. Denizli’de benden başka ikinci bir şahıs da yok. Adamlar tam bir düzen içerisinde çalışıyor. 8:30’da mesai başlıyor, 9:30’da beni alıyorlar. 11:30’da mola veriyorlar. 14:30’da alınıp, 16:30’da bırakılıyorum. Üstelik işkence konusunda çok kabalar. İşkence sanatı, işkence yapılana en çok zararı verip en az iz bırakma faaliyetidir. Bunlar acemi çıktılar. Kulağıma radyo dalgası filan veriyorlar. Askı, falaka, elektrik… Bunlardan en çok etkilendiğini seçip oraya yüklenecekler. Emniyet Müdürü, “Buraya düşen en büyük balık sensin. Biz seninle Denizli’yi, Ege’yi çözeceğiz” dedi. Dedim ki, “Beni Türkiye’nin en uzman ekipleri sorguladı. Gidin bakın bakalım ifadelerime, bir şey var mı? O yüzden yormayın kendinizi.” 12’nci gün dedim ki, “Dilimi keseyim bari; onlar da kurtulsun ben de. Lavaboya çıktığımda bir cam parçasıyla dilimi kesmeye çalıştım. Tabii bu bir intihar değil. O taktikleri de biliyoruz ama bize göre değil. Beni lavaboya çıkaran görevli ağzımdan kan geldiğini, görünce “Adam ölüyor” diyerek telaşa kapıldı; “Bu ölecek” dedi.

[FONT=Arial, sans-serif]Kanın ciğerinizden geldiğini mi sanıyorlar…

[FONT=Arial, sans-serif]Evet, öyle zannediyorlar. Bu defa ben “İşkenceciler hastaneye götürün beni” filan diye kaynatmaya başladım. Hoppala hastanedeyiz. Doktor şöyle bir tedavi etmeye kalkınca “Ciğer röntgeni istiyorum, bana işkence yapıldı” diye bağırdım. Zapta alınmasını istedim bunların. Tabii Emniyet Müdürü korkup hücreme geldi, “Evladım” filan diye… Neyse, Ankara’ya gönderdiler beni. Bir müddet sonra tekrar ismim okundu. Hoppala… Ver elini İzmir. Tabii gidene kadar nereye gittiğinizi bilmiyorsunuz. Ancak mola verdiklerinde, namaz için gözünüzü açtıklarında anlayabiliyorsunuz.

[FONT=Arial, sans-serif]Tombalada 67 vilayet var, neresi çıkarsa!

[FONT=Arial, sans-serif]Evet. Kütahya, Aydın, Denizli; her yer olabilir. Bir baktım İzmir’deyiz. 33 gün kaldım orada. 15 günü sorguda geçti. Tabii orada ki işkenceciler daha kolay adamlar. “Boşa uğraşmayın” dedim onlara da. Ama bana arkadaşlarım çok çirkin şeyler anlattılar.Sonra baktım ki, kaba dayak. “Oh” dedim, “Ben Mamak’ta olsam zaten bu kadar işkence edilme hakkım var” dedim. İkinci gün dalga geçmeye başladım onlarla.

[FONT=Arial, sans-serif]Tabutluklara nispeten gül bahçesi!

[FONT=Arial, sans-serif]Evet. Meğer benden bir ay önce bir solcuyu işkencede öldürmüş bunlar. İşkence dozunun düşüklüğü bundanmış. Camdan atıp, intihar demişler. Tabii Türkiye’de demokrasiye geçilmiş; işkence aletlerini kaldırmışlar. Geri zekalılar yumruk filan vuruyorlar. İşkencede yumruk vurulmaz bir kere. O zaman nafile oruç tutuyorum; sorguda filan oruçluyum. Kaba dayak olunca keyfim gayet yerinde… (Gülüyor)

Bu arada bir sol grup getirdiler. Önce soğuk durdular bana karşı. Ben onlara işkenceye dayanma noktasında tecrübelerimi aktarmaya çalıştım. “Gözünüzün önüne Kaypakkaya’yı getirin sorguda” filan diyorum. Ben bunları günlük hazırladım sorgulara ve sorgulardan sağlam çıktılar. Sorguda ben marş söylüyorum mesela. Biraz da içerisinde bulunduğumuz durumla dalga geçiyorum: “Kırım kırım kırılmaz, Türk’e zincir vurulmaz, o öyle bir yiğittir ki, ölür de esir olmaz” marşı var ya; kendi kendime espri yapıyorum: “O öyle bir kelek ki, hem ölür, hem esir olur” diye değiştirerek söylüyorum içimden. Onlara çok moral verdim. İfadelerini bile ben hazırladım.

[FONT=Arial, sans-serif]Verdiğiniz taktiklere, yaptığınız yardımlara tepkileri ne oldu?

[FONT=Arial, sans-serif]“[FONT=Arial, sans-serif]Bize niye yardımcı oldun?” dediler. “İki nedeni var: Birini diyeyim de öbürü kalsın. Birincisi, bizim sizinle kavgamız olabilir. Ama ben dik durup hesap vermemeye çalışıyorum. Sizin de hesap vermenizi istemem” dedim. İkincisini de çok ısrar ettikleri için söyledim. Şimdi beni Ankara’da Başsavcı Nurettin Soyer ve beş savcı sorguladı. En teknik ekiplerle… Neticede bir şey elde edemediler. En son baş sorgucu bana, “Senin çok müthiş bir azmettirme kabiliyetin var” dedi. Dedim ki, “Şimdi sizi burada görünce, bu kabiliyetim körelmiş mi, ona baktım…” (Gülüyor). Yani “Kobay mı olduk” dediler. Ben Mamak’a döndüğümde, gazetelerden onların bırakıldıklarını okudum. Şimdi bunlar gariban insanlar, afiş asıyorlar, aralarında zeytin ekmek yiyorlar. Aynı vaziyetlerden bizler de geçtik. “Abi sen eskiden devrimci miydin?” filan diyorlar bana. Ben İzmir’e getirilirken “Mahir bir daha dönmez” diye bakıyordu, Mamak’taki arkadaşlar. Ege Ordu, İzmir’de tutuklanmamız istemiyle 40 kişiyi mahkemeye sevk etti. 22 kişi serbest bırakıldı. Birde ne göreyim, serbest bırakılanlardan biri de benim.

[FONT=Arial, sans-serif]Yıl kaç?

[FONT=Arial, sans-serif]1984. Deniz alabildiğine sonsuz… Masmavi deniz, martılar, kırlangıçlar… Cezaevinde delikten bir kedi görmüştüm de yüksek sesle bağırınca tüm koğuş kediyi görmek için küçücük mazgal deliğinin başına toplanmıştı. Bu manzaranın, benim için önemi anlayın diye anlatıyorum. Serçelerin sesini duyar kendilerini görmezdim. Bugün bile kuş cıvıldama sesi ruhumu okşar…

[FONT=Arial, sans-serif]Dünyanın basit figürleri hazine kıymetinde orada…

[FONT=Arial, sans-serif]Tabii öyle. O 33 arkadaş ceplerindeki parayı bir araya getirip “Abi sen buradan yol al” dediler. Geçmişte kaçmak bir eylemdi ama ben sahilde gezindiğim 45 dakika içinde durumu bir kez daha düşündüm. Kaçmanın, nefsimi kurtarmak sayılabileceği geldi aklıma. Benim kaçmamdan dolayı, belki içerdeki arkadaşlardan birine bir şeyler yaparak misillemede bulunurlar, diye düşündüm. Allah korusun Muhsin Başkan içerde. Belki görmek nasip olmaz diye, o deniz manzarasını aklıma kazıyarak, başçavuşa geri gittim. Dedim ki “Ben aslında Mamak Cezaevi’nden getirildim, tutukluyum.” Tabii Başçavuş çok şaşırdı, bağırdı, panik yapıp kelepçe getirtti. Sonra “Buna kelepçe takmayın” dedi. Bana, fırsatım varken niye kaçmadığımı sordu. “Sen bana sahur yemeği getiriyordun, hakkın geçti. Şimdi kaçarsam seni sıkıntıya sokmuş olurum” dedim. Bir de “Ben Ülkücüyüm” diyerek, kaçmayışımı böyle izah ederek, şekil yapayım dedim. (Gülüyor) İzmir’deki o 40 arkadaşın durumları sıkıntılıydı. Onların ifadelerini hazırladık. Orada çok cinayet, çok sıkıntı vardı. Elhamdülillah o 7 arkadaş da dahil, hepsi sonradan cezaevinden çıktılar. Arada bir de Narlıdere Cezaevi günlerimiz olmuştu. Daha sonra Mamak Cezaevi’ne getirildim. Havalandırmaya çıkıp spor yaptım ki, arkadaşlar beni görsünler onlara da moral olsun diye. İzmir’den sonra mektup yazdım eve. “Beni her sene bir yere tatile götürüyorlar merak etmeyin” diye.

İşte Denizli, İzmir, Marmaris, Bodrum… İşte o Bodrum, sonradan binanın alt kat kısmı, zindan bodrum oldu. (Gülüyor) Şimdi şunu anladık: Hasan Çağlayan “Bizim burada olmamız Allah’ın bize bir nimeti” demişti. Ben hayatım boyunca bunu hep hissederek yaşadım. Sonraki ömrünüzde de, bunları yaşayan insanlar olarak, hareketlerinize dikkat etmek zorunda kalıyorsunuz. İnşallah bundan sonraki ömrümüzde de buna leke getirmeyiz.

[FONT=Arial, sans-serif]İnşallah…

[FONT=Arial, sans-serif]Cezaevi yılları bizler için tam bir “Medrese-i Yusufiye” dönemi oldu. Allah böyle şekillendirdi. 6 senelik tutukluluk dönemimde, tek bir tahliye talebim yoktur. Bir gün “çıkın” dediler, çıktık. Mahkemede isimler okunurken Mahir Damatlar ismi geçti. Ağzımdan çıkan ilk kelime “Aptallar” oldu. Yani beni bırakabileceklerine ihtimal vermiyordum. Beni bıraksalar bir daha hakimlik yapamazlar gibi algıladım.

[FONT=Arial, sans-serif]Dışarıya demokrasi gelmiş, kurtla kuzu sarmaş dolaş.Dışarıya çıktığınızda hayata uyum noktasında ne gibi sıkıntılar yaşadınız?

[FONT=Arial, sans-serif]Örneğin Kızılay’da caddeyi çapraz olarak geçiyorum. Komünistlerden biriyle karşılaşıyorum; “Bunun ne işi var burada” diye… Arkadaşlar engel oluyorlar. Hala sınırlar var zannediyorsunuz. Cezaevinden çıkan arkadaşlar dışarıda çok yürüdüklerinin söylerler. Benim evim Yenimahalle’de, her gün Sivas Yurdu’na, Cebeci ya da Kızılay’a yürüyerek gidip geliyorum. Cezaevinde kaldığınız hücre beş adım. Beşinci adımda tuvalete ulaşmış oluyorsunuz. Yolu duvarlarla kesilince insanın, işte böyle yürümek istiyor. Yağmurlarda ıslanmak istiyor. Cezaevinde böyle bir lüksünüz yok. Sonrasında Nisan yağmurlarında çok ıslandık, bu da işin nefsi yönü olsa gerek. (Tebessüm ediyor)

[FONT=Arial, sans-serif]Tahliyeniz tam olarak ne zamandı?

[FONT=Arial, sans-serif]1986 Nisan’ında tahliye oldum. Şimdi bir şey daha geldi aklıma: Ben bir ara rahmetli Muhsin Başkan’a komşu gittim. 14 numarada O, 13 numaraya ben, komşu gittim. Bizim orada tadilat vardı. Müthiş grip olmuşum. Birbirimizi göremiyor, ancak sesimizi duyuyoruz. Ben grip olmuşum. Sesim tuhaf gidince Muhsin Başkan anladı. Bana, “Mahir soğuk suyun altına gir bakayım” dedi. “Başkanım zaten hastayım kış günü” dedim. “Gir, gir dediğimi yap” diye üsteledi. Tabii girdim suyun altına. Hakikaten vücudum sıcacık oldu. Muhsin Başkan, “Bak şimdi vücudun bu duruma tepki verip toksinleri atacak iyi olacaksın” dedi. Hakikaten de iyi oldum. (Gülüyor). Tabi hiç itiraz etmedim, ne dediyse onu yaptım. Muhsin Başkan maydanoz siparişi verdi. Ona biraz zeytinyağı, limon filan… Şimdi bunu bal kaymak gibi anlatırdı. Zaten harçlıklarımız da üç kuruş, havuzda biriktirip eşit dağıtmaya çalışırdık.

[FONT=Arial, sans-serif]Dışarı çıktığınızda camia ne durumdaydı? Nasıl bırakmıştınız, nasıl buldunuz?

[FONT=Arial, sans-serif]Biz çıktıktan sonra arkadaşlarımız arasında kırgınlıkların oluştuğunu gördük. Oysa biz, belki bir daha görmeyiz diye, ayrıldığımız için arkadaşlarımızı gördüğümüzde hasretle kucaklaşırdık. Alparslan Türkeş tarafından Gençlik Koordinatörü olarak görevlendirildim. O zamanki Gençlik Kültür Sanat Ocakları, şimdiki adıyla Ülkü Ocakları’nın yeniden canlandırılması vazifesini üstlendim. Bizim Ocak şirketti ve şirket mantığı hakimdi. Bunların düzeltilmesi lazımdı. İlk altı ay içerisinde tanıdığım, tanıştığım üniversiteli gençlerden bir yapı oluşturduk. Müsavat Dervişoğlu, Servet Avcı, Suat Başaran… Halen kabiliyetleriyle gündemde olan arkadaşlarımız. Birbirini takip edici yani bayrağı birbirine teslim edici bir devamlılıkla Müsavat, Servet, Suat, Metin Tokdemir ve İrfan Özcan dönemlerinde 92 yıllarına kadar koordinatörlük görevini yürüttüm. Dolayısıyla o dönemin üniversite gençliğiyle iç içe oldum. 12 Eylül’ü tam yaşamamış ama çok dauzak olmayan bu nesille olan alakam bana çok şey kazandırdı. Savaş kültürü kafalarında yok, ufuk sahibi, çağın teknolojisiyle alakalı donanımları yüksek… Ben dedim ki, “Bu nesil Türkiye’nin şansı olacak.”Şimdi o dönemin insanları genel müdür, müsteşar, profesör oldular. Ticarette başarı oldular. Siyasette nerede olurlarsa olsunlar iyi işler çıkardılar. Bizim için gurur vesilesi oldu bu durum tabii. Bugün hala üniversite gençliğiyle irtibatlarımız sürüyor. 92 yılına kadar bugünkü Ülkü Ocakları’nın koordinatörlüğünü yaptım.

[FONT=Arial, sans-serif]O halde, bu duygu ve samimi düşüncelerle itirazlarımızı Türkeş Bey’e iletelim dedik. Ayrılık gerekçelerimizin tamamı, Ülkücülüğün gerekleriydi. Şimdi bu durumları bilmeyen genç nesiller farklı düşünebilirler. Ama bizim neslimizden birçok insan, bir de bize yakın nesillerden bizi tanıyanlar, “Biz iman, itikat noktasında sizinle beraberiz, amelde buradayız” dediklerinde; biz onlara “İmanla amelinizi birleştirmek boynunuzun borcudur” demişizdir.

[FONT=Arial, sans-serif]Ayrıldığınız MÇP’den bazen sınırları zorlayan tepkiler gösterilmişti sizlere… Hainliğe kadar varan suçlamalara maruz kalmıştınız…

[FONT=Arial, sans-serif]Yine de kızmadık arkadaşlarımıza gücenmedik. Hiç çirkin söz söylemedik. Halen de seviyoruz, halen de kucaklama rahatlığımız var. Geçen zaman içerisinde orada bir grup arkadaşın organizasyonuyla çok çirkinlikler yapılmaya çalışılmasına rağmen, biz elhamdülillah kardeş kanı döktürmedik. Ve rahmetli Muhsin Başkan’ın cenazesinde, o tertemiz ülkücü gençlik samimi duygularla Fatihalar gönderdi. Bu, “Siyasi yapılarımız ayrı olsa da, biz birbirimizi seviyoruz” mesajıdır. Ki şahsen ben o duygularımı, o tertemiz saf Anadolu temizliğini muhafaza eden bütün ülküdaşlarımı, arkadaşlarımı halen hiç şeksiz şüphesiz seviyorum elbette.

[FONT=Arial, sans-serif]Hainlikli suçlanmanıza rağmen mi?

[FONT=Arial, sans-serif]Belki de o hainlik suçlaması, bizimle biraz daha sulanmıştır. Çünkü bizim hareketimizin geleneğinde bu hainlik meselesi çok gündeme gelmiştir. Mesela rahmetli Galip Ağabeye de hain denirdi. Biz böyle Bu arada Milliyetçi Çalışma Partisi’nde (MÇP) MKYK üyesiyiz aynı zamanda. Tabii particilerle pek anlaşamıyoruz, türlü sebeplerle… 92 yılının ortalarında Muhsin Başkan ve 5 milletvekili ile beraber MÇP’den ayrıldık.

[FONT=Arial, sans-serif]Kan, gözyaşı, aile dramları… Bunların yoğunca yaşandığı bir dönemde başlayan dostluğunuz cezaevinde pekişti; cezaevi sonrasında da birlikte hareket ettiniz…

[FONT=Arial, sans-serif]Tabii bu asker arkadaşlığı gibi değil, bir dava arkadaşlığı. Birbiri için ölebilecek bir anlayıştır bu. İnandığımız değerlerle bir çatışma durumu oldu MÇP’de.

[FONT=Arial, sans-serif]Sözünü ettiğiniz çatışmayı biraz açar mısınız?

[FONT=Arial, sans-serif]Şimdi şöyle söyleyeyim: Bugün İslam olmayan Türk’e baktığımız zaman ne kalmıştır geriye? Bulgar, Macar, Gagavuz… Türk diyebilmemiz mümkün değildir bunlara. İslam çıkınca aradan posa kalıyor geriye. Ben diyorum ki, Yusuf İslam’a baktığımızda oluşan sıcaklığı yakalayalım. Bu da inançla olacak bir şeydir. Bu millet yüzyıllarca Allah’tan aldığı emaneti taşımış bir millet. Bu emanet sorumluluğunun hala üzerinde olduğuna inanıyorum ben. İstiyoruz ki, bu işte katkımız bulunsun. Bir nasip meselesi tabii ki. Şimdi ulusalcıların yapmaya çalıştığı şey yapılmaya çalışıldı: İslamsız bir Türk… Türk ulusalcılığı bizim için hakaret sayılabilecek bir şey. Bu milleti parçalamanın, bölmenin formülü onu İslam’dan koparmaktır. Bunu bildikleri için böyle yapıyorlar. O zaman ortada Türk’ün filan kalmayacağını görüyorlar. İslam yoksa Türk de yoktur. Bütün dünya bunu böyle kabul etmiş zaten.Türk’ü İslam’dan koparma niyetinin yansımalarını bir anafor halinde partide gördük. O zaman dedik ki, “Yaşama gayemiz bu. Politika yapıyor olmamız bizi İslam’dan koparmamalı.” Hani Muhsin Başkan “Bir elinde Kur’an, bir elinde bilgisayar” diyordu ya; aslında biz, kafası ve gönlü inançla dolu şehirli bir Müslüman tipini oluşturalım istedik. Bizi yok etmek isteyenler için esas tehlikenin bu olduğunu fark ettik çünkü. “Anadolu çocukları sürü olmamalı” dedik. Dinine sarılmış neslin devletin idaresini ele almasını istedik. Biz bunları istiyorduk ama o zamanki siyasi yapı içerisinde bu isteklerimiz dolayısıyla bazı anlaşmazlıklar yaşadık ve MÇP’den ayrıldık.

[FONT=Arial, sans-serif]O günlerde merhum Alparslan Türkeş’e bakış açınız nasıldı? O’na karşı ne hissediyordunuz? O’nu sevmiyor muydunuz?

[FONT=Arial, sans-serif]Abartılı olacağını düşünenler çıkar diye, “Tuğrul Türkeş’in sevdiğinden fazla sevmiştik” demiyorum. Ancak O’nu sevmiştik, hem de çok sevmiştik. Alparslan Türkeş öldüğünde Muhsin Başkan ağlamıştı. Ben “Niye ağlıyorsun?” diye sorunca, “Lan gardaş ne olursa olsun, hayatımın hangi dönemine baksam bir tarafında hep O var. Şurada ayrılalı üç yıl oldu daha” demişti. Karşı olduğumuz tarafları olmadı mı? Elbette oldu. Karşı olduğumuz şey, vazgeçemeyeceklerimizle ilgili olunca, “Efendim biz bunu kabullenemeyiz” dedik. Bu durumlar gizli filan değil. O zamanki kadroların tamamı biliyorlar bu sebepleri. Çekiç Güç oylaması meselesi, Sinagog açılışına gitme meselesi, Taksim’deki laiklik mitingi meselesi, Ahmet Türk, Leyla Zana ve Hatip Dicle’nin filan olduğu bir hükümete güvenoyu verme meselesi vesaire. Karşı çıktığımız konular bunlar. Basında çıkmış şeyler. Şimdi bu konulara fazla girmek istemiyorum.

[FONT=Arial, sans-serif]O mitingde yanlış hatırlamıyorsam “Kahrolsun Şeriat” sloganları atıldı; Bozkurt işareti yapılarak İslam’a küfür edilmiş olundu…

[FONT=Arial, sans-serif]Şimdi bu tabloları görünce insan, “ben kimle beraberim” diye soruyor kendine. “Yaptıklarımızın, yapmamız gerekip de yapmadıklarımızın hesabını vereceğiz” diye düşünüyor. “Kiminle beraber olursanız öbür tarafta onlarla haşr olacaksınız” ölçüsü geliyor aklına. Şimdi ben diyorum ki, “Bugün beraber olduğumuz bazı insanlarla birlikte haşr olmak istemem.” Bu seçimi yapma irademiz var mı, var.etmezdik elbette. Bu arada şu an MHP’nin tepe noktasında, kurmay kadrosunda yer alan birçok saygıdeğer arkadaşımız, geçmişte hain olarak yad edilmiştir. Biz o zaman da hain olarak bakmadık, şimdi de hain olarak bakmıyoruz. İnşallah Cenab-ı Allah onlara hayırlı hizmetler yapmayı nasip eder.Bir gün, geçmişte aleyhimizde organizasyonlarda bulunmuş bir arkadaşımız helalleşmek için gelmişti. O benim konuyu açmamı bekliyordu. Sohbet ettik. Sonra ben onu yolcu ediyorum. O bana “Hadi mevzuu aç” diyor. Ben ona takılayım ki, “Şöyle şöyle yapmıştın vicdansız” diyeyim. Neticede şöyle dedim: “Bizim hakkımızda belki en son söylenmesi gereken sözdür hain kelimesi. Bu elbette vicdanımızı çok yaraladı. Buna rağmen hiç beddua etmedik. Bir gün seni televizyonda “ülküdaşlarım”, “gönüldaşlarım” derken sandalyelerin havada uçuştuğunu gördüm.” Evet, dün bize hain diyenlere sonraları sandalye fırlatarak hain dedi başkaları. “Dün bizim bu yakıştırmayı hak etmediğimiz gibi bugün de siz hak et-miyorsunuz.” Bizim konuya yaklaşımımız budur.

Ben isterim ki, bundan sonra hiçbir kardeşimiz birbirini böyle suçlamasınlar. Birbirimizi böyle incitmememiz gerekir, meselelerimizi konuşabilmemiz gerekir. Ben dün olduğu gibi bugün de üslubumu korumaya çalışıyorum. Bundan sonraki hayatımda da, diyaloglarımı sürdüreceğim; arkadaşlarımın, kardeşlerimin doğruya, güzele yönelmesi adına üzerime düşen zahmet yükü neyse onu yükleneceğim inşallah.

[FONT=Arial, sans-serif]Son olarak, merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile kamuoyunun pek bilmediği bir anınızı dergimize özel bir hediye olarak anlatmanızı istirham ediyoruz.

[FONT=Arial, sans-serif]Allah razı olsun. Bizi hak etmediğimiz bir konumda gördüğünüze inanıyorum. Dolayısıyla bu bizim üzerimizde bir baskı oluşturuyor. Ama aynı zamanda bizim için rahmet ifadesi oluyor. Yani sizin bizi zannettiğiniz gibi olma gayreti kazandırıyor bize. Muhsin Başkan’la geçen 35 seneyi aşkın zamanda acı tatlı birçok hatıralarımız oldu. Bunların büyük kısmını mezara götüreceğiz elbette. Tıpkı O’nun götürdüğü gibi… Ancak çok az kişinin bildiği bir anımızı da sizinle paylaşabilirim sanırım. 1987 yılı, Siyasi Şube’de bir müdür arkadaşımız var. Sohbet ederken “Muhsin Başkan’ı özledim” filan dedi. Ben de “Bir işe yara bari. O kadar adam gelip gidiyor sorguya. Buraya getirt Muhsin Başkan’ı.Burada, Emniyet’te kucaklayalım onu” dedim.

O günlerde, kendisi resmi görevinde, Muhsin Başkan da cezaevinde, değil mi?

[FONT=Arial, sans-serif]Tabii, tabii; Siyasi Şube Müdür Yardımcısı kendisi. Böyle şakayla başlayan bir durum gelişti. Sonra biri yakalandı ve bazı olaylarla ilgili isim vermiş oldu. Biz de Muhsin Başkan, Mehmet Ekici ve de Numan Akkanat diye bir kardeşimizin ismini verdik. Numan Akkanat, Gülveren’de cezaevinde gözleri bozulmuş arkadaşımız. O’na gözlük uyduramıyoruz. Sürekli gözlük gönderiyoruz ama tutturamıyoruz bir türlü. Onun göz muayenesi olmasını da aradan çıkaralım diye bu üç ismi verdi, Siyasi Şube Müdür Yardımcısı olan arkadaşımız. Halbuki bu üç ismin bir olayda müşterek olması imkansız bir durumdur. Biz aldık onları. Zaman zaman dışarı çıkarıp gezdiriyoruz, check-up’a götürüyoruz. Bir gün Kızılay’da gezerken biri görüyor, “Ya bu adam Muhsin Yazıcıoğlu’na benziyor” filan diyor. “Ama şimdi olamaz. Onun cezaevinde olması lazım” diyor. Sivil polisler var yanında; ama Muhsin Başkan’ı sevdiklerinden kelepçe filan yok. Tam dokuz günü, çoğu dışarıda olmak üzere böyle geçirdik. O zaman tabii cebimizde metelik yok. Onlar üç kişi bir de ben, etti dört. Yemek yiyeceğimiz zaman öyle üç-dört tane köfte götüremiyorsunuz. Başkan’ın etrafındaki polislere de ikram etmek lazım. Başkan’ın şanındandır, diye düşünüyoruz.

Bu arada müsaadesi olmadığı için ismini vermiyorum; bir arkadaşımız “Başkanı çok özledik” deyince sohbet arasında, “Ben seni görüştürürüm” dedim. Tabii “Mamak Cezaevi şartları malum, nasıl olur” dedi. Ben yemin edince inandı. Şimdi ben köfteleri ona yıkacağım ya, hazırlık yapıyorum. (Gülüyor) “Sen 15 köfte yaptır, dediğim adrese selamımla götür” dedim. Köfteleri yaptırttım, Siyasi Şube’ye gönderdim. Ben köftelerden kurtuldum, O da Muhsin Başkan’la hasret gidermiş oldu. (Gülüyor)

Muhsin Başkan, Emniyet Müdürü’nün evinde Türkeş Bey ile de görüştü. Tabii bu Emniyet Müdürü için çok riskli bir durum. Kendisi bu olayı daha sonradan anlatmış olduğu için anlattım. Muhsin Başkan da sonraki yıllarda onu hep kolladı. Emniyet Müdürü ama başı dik; toplumun “Deli” dediği tiplerden… Bu yüzden başı hep belaya girerdi. İki sene önce emekli oldu kendisi.

[FONT=Arial, sans-serif]Artık sohbetimizin sonuna geldik. Okurlarımıza vermek istediğiniz son bir mesajınız varsa, onu almak istiyoruz.

[FONT=Arial, sans-serif]Genç kardeşlerimize şöyle diyelim: “Rahatsız ol, rahat olma” dedik. Mutlu olmak zannedildiği gibi bir şey değildir. “Biz Allah Resulü’nün (S.A.V.) ümmetiyiz” diyorsak, “Hz. Adem’in sulbüyüz” diyorsak, “Osmanlı torunuyuz” diyorsak, “Bu vatanı, bu milleti seviyoruz” diyorsak eğer, bir sürü vazife doğuyor bize. Bağdat’ta patlayan bir bombanın acısını duymak, Filistin’de çalan bir ambulans sesinin oluşturduğu bir telaşı yaşayabilmek, Musul’un Kerkük’ün bulutları ağlatıcı acılarını yaşayabilmek ne demektir? Daha dün bizim illerimiz, mahallelerimizdi oralar. “Hani o gidenlerin gelmediği Yemen, ciğerlerimizin parçasıdır” diyecek bir bütünlük kazanmak ne demektir? İslam ümmetinin, Osmanlı’nın bir parçası olarak emaneti asırlarca taşımışsak, bu bize bundan sonrası içinde büyük mesuliyetler yüklüyor demektir. Bir vücudun uzuvları gibiyiz; parmak ucuna diken batsa, gözü yaşaracak bir vücut bütünlüğüne ulaşmalıyız, birlik olmalıyız…

www.seriyyedergisi.com
 
Üst