ATSIZ BEĞ'DE IRKÇILIK VE TURANCILIK
Giriş:
Atsız Beğ, gerçek bir tarih bilgini idi. Vefatından sonra, Orta Doğu gazetesinde 17 Mart 1976'dan 2 Nisan 1976 tarihine kadar yayınlanmış hatıralarımda belirttiğim üzere; Türk Tarih Cemiyeti'nin 4 ciltlik Tarih kitaplarıyla ilgili olarak yaptığı tenkidlerine, Cemiyetin hiçbir azasının çıkıp da doğru dürüst bir cevap verememiş olması, bunun en belirgin bir örneğidir. Türkistan'da doğmuş Prof. Zeki Velidî Togan istisna edilir ise, eski Türk tarihi üzerinde yegâne otorite sahibi olandı. Türkiye'de doğmuş olmasına rağmen, Türkistan'ı, bir Türkistanlı kadar bilirdi.
Yine belirtirdi ki, insanlar ile hayvanları ayırd eden özellik hatıralar, insan toplumlarında ise tarihtir. Daha 1933 yıllarında, bize Edirne Erkek Lisesi'nde verdiği derslerinde:
"İnsan ona derler ki yaşar hatıralarla; ancak, hayvanların dünü mazisi sağırdır."
derdi...
Tarihi olmayan bir milletin ileride yaşayamayacağını; buna mukabil, kökü belli ve tarihi belli olanın, "Tekâmül Kaidesi" uyarınca, günün birinde daha da gürleşeceğini belirtirdi. Bir menfaat etrafında toplanmış insanların bir millet değil; ve fakat, sadece ortak tarihi olanların bir millet olduğu görüşünde idi.
Bu görüş; hiç şüphesiz günümüz için de geçerlidir. Örnek olarak Amerika Birleşik Devletleri alınabilir. Bu ülke, çeşitli kaynaklardan gelme insanların sadece menfaat birliği dolayısıyla bir araya geldikleri bir toplumdur. Ama, ortak bir tarihleri yoktur. Bundan ötürü de, çok muzdariptirler. Bunu; Amerika'da bulunduğum 1955-1956 yıllarında gördüm. Tarihleri üzerinde belli bir şey gösterememişlerdir. Zorlukla, bir vakitler kuzeyliler ile güneyliler arasında geçen çarpışmaları gösterebilmişlerdir. Bu çarpışmalar, bizdeki aşiret kapışmalarının benzerinden başka bir şey değildir. Bunu, ballandıra ballandıra anlatır olmuşlardır.
Amerika, gerçekte bir "millet" değil, sadece menfaata dayalı bir "Anonim Şirket Toplumu"dur. Üstünlüğü; medeniyetlerin çok daha önceden başladığı Asya ve Avrupa kıt'larının tabiî kaynaklarının tükenmeye yüz tutmuş olması, Amerika'nın ise, yeni bir devlet oluşundan, kaynaklarının tükenmemiş olmasındandır.
Ata Töresi:
Herkesçe bilinen bir gerçektir ki, âdet ve geleneklerimizin özü, köylerimizde daha saf kalmış ve el'an da yaşar hâldedir. Buralarda, hiç istisnasız, güç bir işin üstesinden gelemeyen bir evlâdı; baba, sende Türk kanı yok mu diye paylar. Ana da bunu, sana südümü helâl etmem diyerek pekiştirir. Bu sözü; köylü, bilgisi dolayısıyla değil, ama tabiaten atalarından kalmış bir töre olarak söyler. Fakat; o evlâdın fizikî yapısı, buna dayandığı için de, bir gerçeğin ifadesidir.
Atsız Beğ, Cumhuriyet Devri'nde "Türk Tarihinin Tekâmül Seyrinin Tesbiti"ni yapan ilk insandır. O; bu tekâmül seyri içerisinde tarihî vak'aların oluşumunun objektif bir görüşle değerlendirmesini yapmıştır. Türkün, leyhine ve aleyhine beliren yönlerini açıkça ortaya koymuştur.
Aleyhimize sonuçlanmış birçok vak'aların, ata töresi uyuşmazlığından ileri geldiğini görmüştü. Bu da kendini, çok defa bir "ihanet" olarak gösteriyordu. Türkün kuvvetli olduğu zamanlarda pek o kadar belirmiyor ise de, zayıf olduğu zamanlarda açıkça meydana çıkıyordu. Yakın tarihimiz bunun acı örnekleriyle dolu idi.
Balkan Savaşı'nda; 40.000 kişilik Türk Ordusu'nun Selânik Cephesinde Yunanlılara teslimi olayı ile, Edirne'yi 9 ay Balkanlılara karşı kahramanca savunarak, tarihimize, ikinci bir Plevne örneği kazandıran olayın karşılaştırılmasında; elbette ki, her ikisi arasında bir sebep farkı olacaktı. Her ikisinde de döğüşen Mehmetçik aynı idi. Fakat birincinin başındaki kumandan Tahsin Paşa Arnavuttu. İkincisinin başındaki kumandan Şükrü Paşa, alperenler yadigârı Erzurumlu bir Türktü. O şükrü Paşa ki; Bulgar ordularının Edirne kuşatmasına kahramanca direnip, onların Çorlu-Lüleburgaz arasındaki Karıştıran Savaşını kazanarak Çatalcaya kadar ilerlemelerine rağmen; şehri teslim etmemiştir.
Bu dayanma gücüdür ki; Türk ordusuna yeni bir mücadele gücü kazandırmış, kaybettiğimiz yerlerin yağmalanmasında birbirlerine düşen düşmanlarımıza tekrar yüklenen ordumuz, Edirne'yi kurtardığı gibi, onları bugünkü sınırlarımızın çok daha ötesine sürmüştür.
Alınacak ders o ki; çöken Vardar-Selânik cephesindeki "İhanet" ile Edirne Müdafaa'sındaki "Celâdet" Türk ata töresini ispatlamıştı!..
Yıllarca, hiçbir ırk, dil, din ve renk farkı gözetmeksizin sahip olduğumuz topraklarda uyguladığımız âdilâne idareye karşı beliren ihanetler ile bizden ayrılıp kopmalar, Türkün kendine dönmesini ve özünü kaybetmeyerek, ona dayanması ve sahip çıkması gerçeğini; bir daha gün ışığına çıkarmıştır. Ne hazindir ki; Türkler, Mekke-Medine Müdafaası'nda bile kendi dindaşlarının "İhanet"ine maruz kalmışlardır...
Demek ki; Türk köylüsünün ata yadigârı kan ve ana sütü töresi doğru idi!..
Irkçılık:
Atsız Beğ'de doğrudan doğruya bir ırk ayırıcılığı yoktur. Fakat; başkalarının, kendilerini bizden ayrı saymaları karşısında, Türk'ün de kendine dönme görüşü hâkimdir. Onda; Almanya'nın ne Nazi ırkçılığı, ne de Amerika ve Güney Afrika gibi siyah-beyaz ırkçılığı vardır. Bugün medeniyetçe çok ileri bir düzeyde olan Amerika'nın birçok eyaletlerinde siyah-beyaz ayırımı vardır. "Bu yere renkli şahıslar giremez" veya "burası sadece beyazlara mahsustur" gibi, ihtar ve ikaz yazıları karşınıza çıkar.
İşte asıl ırkçılık budur!..
Atsız Beğ'deki ırkçılık hiçbir vakit Nazi ırkçılığı değildir. O hiçbir kimseyi biyokimya lâboratuvarına sevk ederek kanını tahlil ettirmemiştir. Eğer öyle olsaydı, Edirne'de çıkardığı ORHUN MECMUASI'nın daha ilk sayısında; Hitler İktidarı'nın Alman Irkçılığı Uygulaması karşısında, biyoloji hocamız Ömer Bediî Beğ'in (Rasistler-Irkçılar Karşısında Biyolojik Haile) adlı yazısına yer verir mi idi?..
Turancılık:
Atsız Beğ; Türk tarihinin tekâmül seyrinin tesbitini yapan bir bilgin olarak, bir gün gelip "Türk Birliği-Turan"nın gerçekleşeceği kanaatında idi. Zira bu; tarihimizde iki defa gerçekleşmişti. Biri; "Büyük Selçuk İmparatorluğu", diğeri de "Temür İmparatorluğu" çağında. Bunun; kendi gücümüzde olmasa bile, ileride dünya siyasî konjoktürünün buna muhtaç kalacağı görüşünde idi.
Hoca'nın daha 1933 yıllarında bize derslerinde anlattığı bu görüşleri, aradan 57 yıl geçtikten sonra 1990'larda "Tutsak Türk Elleri"nin istiklâllerine kavuşmalarıyla gerçekleşti. Geçen 10 yıllık süre içinde kültür ve ekonomik iş birliği doğrultusunda, ayrıca bir ortak tarih görüşü yer aldı. Kan ve süt Türk töresi tutmuştu!...
Türkmenbaşı, "iki ayrı devletiz ama bir milletiz" diyerek "Millî Şuur"u dile getirdi. Milletlerin ülküleriyle yaşadıkları unutulmamalıdır!.. Ülküler; duygu ve düşünce birliğinden çıkar. Kökü tarihtir, geleceğe ışık tutar. Yeter ki biz, liyakatımızı ispat edelim!..
ATSIZ
Karardı gündüzlerim,
Kış oluyor yazlarım,
Dumanlanan gözlerim
Uzak yakın seçmiyor.
Bir gönülüm: Muratsız,
Bir kartalım: Kanatsız.
Kendinden geçse Atsız,
Dakikalar geçmiyor!
Sunduğumuz bu mısralar, 31 Mayıs 1944'te dillendirilmiş bir şiirin son iki kıt'asıdır. Onları söyleyen, 3 Mayıs 1944'te Ankara'da vuku bulan bir gençlik gösterisi bahane edilerek Türkçülere karşı başlatılan "devlet terörü"nün muhataplarından biri olan Hüseyin Nihal Atsız'dı. O ve 23 ülküdaşı, "Irkçı-Turancı" oldukları suçlaması ile "Sanasaryan Hanı İşkenceliği"ne kapatılmıştı. Orada işkencenin her çeşidini görüyorlardı. Fakat onlara en çok dokunan "ihtilattan men" edilmeleri, kimseyle görüştürülmemeleri, evlerinden ve ailelerinden hiçbir haber alamamaları idi. İşte iki kıt'asını aktardığımız bu şiir, o acıları ve özlemleri dile getiriyordu. Durumlarında hiç bir değişiklik olmamış bulunmalı ki, şairimizin 25 Ağustos 1944'te yazdığı başka bir şiirinde de;
Şu yollar bilmem ki dağ mı, ova mı?
Gitsem bulur muyum kendi yuvamı?
Kuş! Yolun nereye? Bizim eve mi?
Sen götür, ben haber salamıyorum.
...
Ulaşsa da sana yolların ucu,
Varmağa yetmiyor Atsız'ın gücü
İçimde dururken bu kadar acı
Halâ yaşıyorum, ölemiyorum.
(Sesleniş)
diyordu.
Bu örnekler, Atsız Beğ'in o dayanılmaz ruh haleti yanında, şairlikteki ustalığını da ortaya koymaktadır. Gerçekten, şiirlerinin bir araya getirildiği Yolların Sonu (İstanbul, 1992) adlı kitabı incelendiğinde onun, Türkologluk, fikir adamlığı, roman yazarlığı gibi sıfatlarına şairliğini de eklemek gerekir. O, az sayıda şiirler yazmış olmakla birlikte, yazdıklarının hakkını vermiştir. Bu şiirlerin bir bölümü, yürekten bağlı olduğu ve uğrunda çok şeyini feda ettiği "Türkçülük" ülküsünün sevkiyle yazdıklarıdır. Fakat onun halk şiirimizden esinlenerek "koşma" ve "varsağı" türünde yazdığı lirik aşk şiirleri az değildir. Bunlarda rastlanan bazı "çapkınca" sayılabilecek deyişler okuyanları hem şaşırtır, hem de gülümsetir. Fakat onlarda aslâ bayağılık yoktur; duygular mısralara büyük bir coşku ve samimiyetle yansır. O, hayatının son dönemlerinde "ölüm" temasına ağırlık veren, tasavvufî sayılabilecek şiirler de yazmıştır.
Atsız Beğ'in şiirlerinde, büyük çoklukla, millî şiir veznimiz olan "hece vezni" kullanılmıştır. Bazı şiirlerinde de klasik şiirimizin vezni olan 'arûz'un kullanıldığı görülür. Kendisinin, hece vezni yanında bu vezne de önem verdiğini, dersleri sırasında öğrencilerine o veznin başlıca kalıplarını öğretmeğe çalışan, bunu sağlamak için onlara bu kalıplara uygun sözler yazma ödevleri veren bir edebiyat öğretmeni olduğunu, onun öğrencisi olma mutluluğunu yaşamış bulunan Sayın Altan Deliorman, Tanıdığım Atsız (2. bs. İstanbul: Orkun Yayınları, 2000) kitabında anlatır.
Atsız'ın şiirlerinin önemli bir bölümünün Türklük ve Türkçülüğe ilişkin, vatan sevgisini dile getiren, kahramanlık ve hamaset şiirleri olduğunu söylemiş idik. Bunların çoğu Atsız'ın karakterine uygun sert, kesin ifadeler taşıyan şiirlerdir:
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de güneşler gibi parlayıp sönmemektir.
Bunun için ölüme bir atılış gerektir;
Atılıştan sonra da bir daha dönmemektir.
(Kahramanlık)
Delinse yer, çökse gök, yansa kül olsa her yan,
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.
(Türklerin türküsü)
Bazıları da sevgi yüklü mısralardır:
Türk duygusu her Türkçüye en tatlı kımızdır,
Türk ülküsü candan da aziz bayrağımızdır.
...
Darbeyle gönüllerde yatan ülkü silinmez!
Atsız yere düşse de bu bayrak yere inmez!
(Türkçülük bayrağı)
Türk gençliğine seslenişi de ihmal etmez:
Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne haset,
Sen bütün varlığınla yurdumuzun malısın.
Sen bir insan değilsin; ne kemiksin, ne de et!
Tunçtan bir heykel gibi ebedî kalmalısın.
(Türk gençliğine)
Hepinize sevgilerle coşkun selâmlar!
Şehitlerimiz bile belki sizi selâmlar,
İçtiğiniz ıstıraplar size kımızdır,
Bu acılar mazimize selâmımızdır.
(Selâm)
O, bugün örneklerine adım başı rastladığımız millî duygulardan yoksun, eğlenmekten başka düşüncesi ve ufku olmayan kızlara, bir "Topal asker"in dili ile seslenir: Ey saçları "alâgarson" kesik hanım kız; Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız! beyti ile başlayan uzun bir şiirle eleştirir ve kınar. Buna karşılık bir Türk kızının nasıl olması gerektiğini şu güzel şiirle anlatır:
Pınar başına geldi,
Bir elinde güğümü;
Çattı yay kaşlarını
Görünce güldüğümü.
Bağlamıştı gönlümü
Saçlarının düğümü;
Bilmiyordum bu örgü
Acaba bir büğü mü?
Sordum: "Nerdedir yerin?
Nedir senin değerin?
Yedi kıral vurulmuş,
Ne bu ceylân gözlerin?
Hangisine varırsın
Bu yedi ünlü erin?
Şöyle dedi bakarak
Göklere derin derin:
"Kıralların tacları
Beni bağlar büğü mü?
Orduları açamaz
Gönlümdeki düğümü.
Saraylarda süremem
Dağlarda sürdüğümü.
Bin cihana değişmem
Şu öksüz Türklüğümü!"
(Türk kızı)
Atsız Beğin şiirlerinde sıkça işlenen temalar arasında yalnızlık ve ölüm de vardır. O, yalnızlığı bir kader olarak benimsemişti. Ölümü ise hem bir kahramanlık unsuru, hem de hayatın en acı gerçeği olarak kabul ediyordu. Son şiirlerinden biri de bu tema üzerinde kurulmuştu:
Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim,
Bir ülkünün mehâbetinin zirvesindeyim.
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen,
Ben ırkımın şeref taşan efsânesindeyim.
Herkes bir özleyişle yaşar..
Ben de öylece Altay'ların ve Tanrıdağ'ın çevresindeyim.
Merdânelikle şöyle bakıp ayrılıklara
Son menzilin hüzün dolu kâşânesindeyim.
Artık vedâ zamanına pek fazla kalmadı;
Yorgun ve kimsesiz, ölümün bahçesindeyim..
. (Sona doğru)
O'nu ebedîlik âlemine 11 Aralık 1975'te yolcu etmiştik. İnşaallah şu dileğine de kavuşmuştur:
Ey doğunun serinleten rüzgârı!
Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay!
Arzularım bir oktur, aşar ulu dağları,
Düştüğü yer uzakta "dilek" adlı bir saray.
O sarayda bulunca tanrılaşan erleri
Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek.
Hepsi sussa da Kür Şad uzatarak elini:
"Hoş geldin oğlum Atsız, kutlu olsun!" diyecek.
(Yolların sonu)
Mehmet Orhun