Cevap: Başbakan Erdoğan Yanılıyor - Yanıltıyor...
Türk kültürüne “düz mantık” olarak giren ve çoğu kez fıkralara konu olan Aristo mantığının temel ilkesi bir şey ya doğrudur ya da yanlış.
Mesela, çoğu kez Aristo mantığı “Hayat acıdır, soğan da acıdır, öyleyse hayat bir soğandır” şeklinde bir abartılı sentez ile izah edilmeye çalışılmaktadır.
Tabii ki bu sentez hem Aristo’ya ve onun felsefesine büyük bir haksızlıktır hem de yanlıştır çünkü hayat çoğunlukla siyahla beyazın, doğruyla yanlışın arasındaki gri alandan oluşmaktadır.
Oldukça uzun bir süredir Türk medyasında Kıbrıs ile ilgili haber yayınlanması için o haberin ya “çözüm” ile ilgili üstelik de muhakkak “olumlu” olması – en azından Türkiye’nin ve Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ne kadar ciddi bir şekilde adada çözümü istediğini vurgulaması – veya Kıbrıs Türklerinin adayı ne kadar “ekmek elden su gölden” cumhuriyetine dönüştürdüğü, “Türkiye’nin ensesinden” nasıl çalışmadan lüks içerisinde yaşadıklarını anlatması gerekir.
Hatırlar mısınız Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kamuoyu önünde Başbakan İrsen Küçük’ü hizaya çekmesini?
Elbette oldukça kaba ama en kestirme şekilde Kıbrıs’a Kıbrıs konusuna ve Kıbrıs Türk halkına bakış açısını anlatmayı tercih etmişti Başbakan Erdoğan.
Yoksa bir başbakanın ülkesini ziyaret eden bir başka ülkenin başbakanına adeta “benim memurum” muamelesi çekmesi, maaşını sorması, o diğer ülkede bazı sözleşmeli veya özel statülü kamu görevlilerinin başbakandan fazla maaş aldıklarını teyit ettirmesi ne diplomatik teamüllere ne de nezaket kurallarına uymaz.
Uzun bir süredir Türkiye’de çeşitli toplum ve yönetim katmanlarını “evcilleştirmek” amacıyla gerek kamu gücünü ve “hür ve tarafsız” Türk adaleti üzerindeki “ikna kabiliyetini” gerekse her türlü psikolojik aracı, tabii ki yandaş basını ve “gelişmiş demokrasi” masalıyla dış kamuoyunu kullanan AKP iktidarı, Kıbrıs Türk halkını “evcilleştirmek” ve istendiği zaman istenilen çözüme evet diyecek “kulak memesi kıvamına” ulaştırmak için sistemli bir gayret içerisindedir.
Bu çabanın en önemli öğesi, şüphesiz ki, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne yapılan gerek doğrudan bütçe desteğinin gerekse yatırım ve sosyal programlar katkılarının o meşhur “havuç ve sopa” siyasetindeki mantık çerçevesinde kullanılmasıdır.
Ne acıdır değil mi?
Yaz mesaisi trajikomedisi bile pek çok gelişmenin mantığını izah etmeye yeter de artar bile.
KKTC’de bir hükümet var mı?
Bu hükümetin yetkisi nereye kadardır?
TC büyükelçisi veya Ankara KKTC’nin iç meseleleriyle ilgili ne ölçüde karar verebilirler?
Yoksa KKTC diye bir devlet yok mu?
Tüm yaşadıklarımız bir rüya mı?
Türkiye KKTC’yi hiç tanımadı mı?
Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf Denktaş hayal mi görüyordu “Kıbrıs’ta iki ayrı devlet, iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi vardır. Dünya eninde sonunda bunu görecektir” derken?
“Varsın dünya bizi tanımasın, Türkiye tanıyor ya… Aksini düşünsenize, ya dünya bizi tanısaydı ve Türkiye tanımasaydı… Halimiz nice olurdu?” derken yanılıyor muydu yoksa?
Hayat elbette ki soğan değildir ama Kıbrıs Türk halkı için giderek soğandan da acı olmaya başladı yaşam.
Mesele sadece yaz mesaisinin olup olmadığı, çalışma saatlerinin ne olacağı değil.
Mesele bir yandan uluslararası izolasyonlar ve sair nedenlerle ciddi ekonomik sorunlar yaşayan KKTC’nin yardım umuduyla baktığı Ankara’dan artık yavru vatan anlayışıyla destek görme yerine adeta istenmeyen üvey evlat muamelesi görmesi, itilip kakılması, kamuoyu önünde başbakanının bile azarlanması, devamlı hakaretlere maruz kalmasıdır.
Elbette KKTC’de ciddi yönetimsel hatalar sonucunda bir anlamda “besleme” bir yaşam tarzı gelişmiştir.
Özel sektör gelişememiş, Kıbrıs Türk nüfusunun adada muhafazası için kamuda istihdam tercih edilmiştir. Sonuçta şişkin ve çalışamayan bir devlet, gelişmesine imkân verilmediği için cüce bir özel sektör ortaya çıkmıştır.
Bir kişilik işi beş hatta altı kişinin yaptığı kamu sektöründe aşırı istihdamdan bahsetmek çok komik olacaktır.
Aşırı kelimesi durumu izaha yetmeyecektir.
Ancak, bu durumun sorumlusu KKTC yöneticileri ve halkı mı?
Kimse sorumluluğunu Kıbrıs Türk halkına yüklemeye çalışmasın.
KKTC’deki vaziyet Ankara’nın talimatları ve arzuları çerçevesinde oluşmuştur.
Nasıl bugün “Parayı ben veriyorum benim dediğimi yapacaksınız” hoyratlığı var ise, dün de vardı ve bugünkü durum bunun sonucudur.
Defalarca vurguladığım gibi KKTC’nin özel sektörü temel alan yapısal bir yeniden yapılanmaya zorunluluğu vardır.
KKTC radikal bir yeniden yapılanma çerçevesinde ve mevcut sıkıntıları (izolasyonlar ve saire) dikkate alarak, vergi ve fonları düşürerek ve hatta gelir vergisi haricindekilerin tümünü kaldırarak, tümüyle bir serbest ticaret bölgesi olmalıdır.
Avrupa Birliği kurallarına böyle gelişmeler uymazmış falan diye itiraz edenlere gelince, artık “AB de bir karar versin ya AB içerisindeyiz, ya da dışında… Ya Ab muktesebatı kuzey Kıbrıs’ta da geçerlidir, ya da değildir… Ya izolasyonlar vardır, ya da yoktur… Hodri meydan” deme zamanı geldi.
Kıbrıs görüşmelerine gelince, elbette ki milli dava Türkiye ile birlikte yürütülmelidir.
Ama, AKP iktidarının bizleri değilse bile bir zamanlar çok sevdiği ve tekrar seçilebilmesi için her şeyi göze aldığı ikinci cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a kulak vermesinde yarar vardır.
Çok değil, birkaç hafta önce Brüksel’de idi Talat. Alman Friedrich Ebert Vakfı'nın Brüksel temsilciliğinin düzenlediği bir toplantıda konuştu.
Özet olarak, Kıbrıs sorununda Türk tarafının jest yaparak Rumları tutum değiştirmeye zorlamasının asla mümkün olmadığını ve Kıbrıs'taki müzakerelerin Rum tarafının mülk paylaşımı konusunda gösterdiği katı ve uluslararası yaklaşımla çelişen tutumu nedeniyle çıkmaza girmek üzere olduğunu vurguladı.
Şimdi Ocak sonu Cenevre randevusu için hazırlıklar başladı.
Yeni bir paket hazırlanıyor.
Çalışmalar henüz başlangıç aşamasında, TC-KKTC temasları devam ediyor. Mevcut uluslararası konjektür KKTC’nin lehindedir.
Dünya ve bilhassa Avrupa Birliği giderek artan bir oranda Rum kesiminden yaka silkmekte, çözümsüzlüğün esas sebebi olarak görmektedir.
Bu zamanda elbette ki çözümsüzlük arzulanırmış gibi mesajlardan kaçınılmalıdır, ancak adada “tek halk” varmış gibi dil veya kalem sürçmelerini de kabul edebilme lüksümüzün olmadığının bilincinde hareket edilmelidir.
ALINTI: Yusuf Kanlı (Halkınsesi)