Bilgisizliğin Doğurduğu Kavram Kargaşası

Kartal Gözü

Dost Üyeler
Katılım
6 Eki 2008
Mesajlar
1,388
Tepkime puanı
0
Puanları
0
BİLGİSİZLİĞİN DOĞURDUĞU KAVRAM KARGAŞASI (Mustafa Coşturoğlu)



Toplumsal olayların gelişiminde ve oluşumunda başlıca üç türlü güç etkinlik gösterir. Bunlar da toplumun itici, tutucu ve gerici güçleridir.

Toplumun itici güçleri, kadro yönünden devrimci ve ilerici güçleridir. Devrimci kadronun düşünceleri ileriye dönüktür; dünyadaki gelişimlerin doğrultusunu ve hızını bunlar izlerler. Gelişim aşamalarının ve evrelerinin üst düzeyine doğru toplumu "harekete geçmeye" onlar zorlarlar, toplumun geleneksel yapı içinde eriyip çürümesini devrimciler önler. Gelişim aşamalarını hızla geçirmek, çağdaş düzeyle aradaki uzaklığı kapatmak, toplumun devrimci kesimindeki etkinliğe bağlıdır. Benzetmek gerekirse, devrimci kadronun yazarıyla, düşünürüyle, sanatçısıyla tüm fonksiyonu, bir arabanın marş, direksiyon ve ışık donanımı görevlerinin tıpatıp benzeridir.

Evrim yörüngesine tam oturmuş ve bilinçlenmiş toplumun tutucu güçleri ise, bütünlüğü koruyucu değerleri saklar, aşamaların hızla geçilmesi sırasında toplumsal sarsıntıları önlerler. Devrimin getirdiği ileri değerleri korumak ve sindirmek (asimi-le etmek) tutucu güçlerin görevleridir. Bunlar, yine aynı benzetmedeki gibi bir arabanın "Fren görevi" içinde bulunurlar.

tleri toplumlarda devrimci güçle tutucu güçler, birbirlerinin görevlerini bütünleyen öğeler olarak düşünülür. Nasıl, fren donanımı çalışmayan bir arabanın gidişinden korku ve kuşku duyulursa; direksiyonu bozuk ve marşı basmayan arabayı devindirmek olanağı da yoktur. Bunun gibi toplumun itici ve tutucu güçleri için de aym biçim düşünülebilir. Ancak, geleneksel toplumlarda itici ya da devrimci güçlere düşmanlık beslenir, tutuculara fazla ağırlık verilir. Böylesine tutuculuğu yeğleme ise gelişmeyi durdurduğu gibi toplumun mevcut yapısını da giderek çürütür.

insanın fizyolojik yapısında da böyle karşıt fonksiyonları n uyumu görülmektedir. Örneğin, sempatik ve parasempatik sinirlerin görevleri birbirlerinin karşıtı olduğu halde aralarındaki uyum organizmadaki yaşam dengesini sağlamaktadır.

Tutuculuk fonksiyonunun gereğinden söz edilirken, bunun devrimci düşünceye ters düştüğü sanılır. Oysa, devrimin de kendine özgü bir tutuculuk fonksiyonuna gereksinmesi vardır. Şöyle ki, devrimlerin korunmadığından, laikliğin çiğnendiğinden sık sık yakınılıp söz edilmesi bile devrimciliğin kendine özgü tutuculuktan yoksunluğunu yansıtmaktadır. Şikâyetlerin altındaki asıl gerçek budur. Her devrimin kendine göre bir tutuculuğu vardır ve olmalıdır da. Eğer, tutuculuğun temel fonksiyonu olan "koruyuculuk" ve "saklayıcılık" görevleri olmamış olsaydı, bir süre sonra devrimin varlığı ortadan kalkar ya da devrim amaçtan uzak bir biçim değişikliğine uğrardı.

İngiltere'deki tutucu (muhafazakâr) parti ile Sosyalist İşçi Partisi, söylendiği anlamda birbirlerinin bütünleyenleridir. Sosyalist Parti'nin devrimci atılımlarının tek güvencesi, oradaki tutucu partinin -tıpkı organizmadaki gibi- fonksiyonel varlığıdır. Bu ülkenin yerleşmiş ve kökleşmiş düşünce geleneği, demokratik yöntem içinde Kari Marks ile Adam Smith'i ve Ricardo'yu, bir arabanın fren ve marş donanımı ya da organizmadaki sempatik veya parasempatik sinirlerin fonksiyonel (görevsel) uyumu biçimine sokmuştur.

Çoğu kez, tutuculukla gericilik, eski deyimle "muhafazakârlık" ve "irtica" aynı anlamda kullanılırlar. Bu iki kavram genel anlamda birbirlerinden farklı içerik gösterirler.

Gericilik ya da irtica, düşünce sistemindeki bir geriye dönüştür; burada daha ilkel dönemlerin düşünce mekanizmasının işlerlik kazanması söz konusudur. Tutuculukta ise, toplumun yararına gelişen sistemlerin korunması ve yaşatılması başlıca görevsel amaçtır. Örneğin, kapitalist sistemden yarar gören bir ülke için bu sistemi korumak ve yaşatmak bir gericilik değil, bir tutuculuktur. Bunun yanında, sosyalist bir sistem içinde gelişim evrelerini hızla tamamlayan bir ülke, bu sistemini korumakla bir tutuculuk karakteri gösterir. Yine sosyalist sistem için kapitalizme dönüş veya kapitalizmin ilk evrelerindeki görüşleri yeniden uygulamaya koymak gericiliktir.

Bugün dünyada birbirinden farklı iki ekonomik sistem vardır: Bunlardan biri sosyalizm, diğeri de kapitalizmdir. Her iki öğretinin kökeni de birdir. Marksist sosyalizm, kapitalizmin belli bir evresinden sonra aynı sistemin getirdiği koşulların yardımıyla oluşmuştur. Eğer kapitalizm, komünizmin veya Marksist sosyalizmin gereksindiği toplumsal ve ekonomik koşullan hazırlamamış olsaydı, bu sistem bugün belki de bir ütopi yahut bir "ide" olarak kalacaktı.

Liberal ekonomi düşüncesi, yani, kapitalizm, Adam Smith (1723-1790) ile başlar.. Sonradan Davit Ricardo (1772-1823) ve Robert Malthus (1776-1834) bu düşünceyi daha da geliştirip tamamlayarak bir okul niteliğine getirmişlerdir/123)

A. Smith'e göre sermaye, gelir üzerinden yapılan tasarruftan doğmaktadır. Gelirin kaynağı da, işçinin geliri olan ücretten, sanayicinin, yahut kapitalistin geliri olan kârdan, toprak sahibinin geliri "rant”tan oluşmaktadır. Bu son iki sınıfın, yani kapitalist ve toprak sahiplerinin gelirleri işçinin yarattığı, fakat kendisinde kalmayıp ötekilere kâr ve rant olarak geçen gelirlerdir. Bu, bir bakıma Marks'ın "Artı Değer Teorisi"ne temel olmuştur/124'

Ricardo da kendisinden sonraki ekonomicilere birçok çözülmemiş sorunlar bırakmıştır. Fakat, bu sorunların çözüleceği yollan kendisinden sonrakilere işaret etmiştir. Birçok düşünce akımlarının kökleri onun çalışmaları içinde yer almaktadır. Her şeyden önce, kuşkusuz farkında olmayarak bilimsel denilen sosyalizmin bazı temel düşüncelerini o sağlamıştır. Değeri emeğe bağlayan teorisi, Marks'a ve diğer sosyalistlere bütün üretimi emeğe mal etmek düşüncesini vermiştir. Gelir dağılımına ilişkin düşünceleri, sınıf mücadelelerinin tohumlannı taşımaktadır/125) Gerek kapitalist ve gerekse sosyalist sistemler, sürekli bir gelişim içinde bulunmaktadırlar. Aynı kökenli olan bu iki ayn gelişim, kuşkusuz kendi doğrultulan üzerindedirler. Ancak, gelişimlere geniş bir zaman süreci içinde bakıldığında, birbirlerine doğru bir yaklaşım gözlenmektedir.

Bu günün çağdaş düşüncesini ve sosyoloji bilimini Kari Marks'tan soyutlama olanağı olmadığı gibi, Kari Marx'ın düşünceleri üzerindeki Lok, Rasin, Voltaire, Didero, J. J. Rousseau, Lessing, A. Smith, Ricardo ve Hegel gibi düşünürlerin etkileri de yadsınamaz. Yine, kapitalist düşüncenin babası sayılan A. Smith'in, "gelirdeki el değiştirme" zorunluluğu veya gelirin daha-verimli ellerde yatırımlara kaydırılması için el değiştirmesi görüşü, örneğin Kızıl Çin'de bile aşın ölçülerde uygulanmıştır. Bu alandaki uygulamalara daha başka ölçülerde Çarlık Rusyası'nda ve Japonya'da da rastlanmaktadı r.

Yukarıdaki görüşler, dünyadaki gelişmelerin çok ince bir kesitine göz atmak amacını taşımaktadır. Bu gelişmelerin farkında olmayan toplumlarda, bilinmeyen her yeni düşünce kuşku ile görülecek ve karşılanacaktır. Örneğin, kapitalizm doğrultusunda bir ekonomik ve sosyal görüşü savunan bir grup, çoğu zaman bu ideoloji içindeki bir görüşü kendi gruplan için tehlikeli olarak yorumlarlar. Türkiye'de bu gidişin tipik örnekleri vardır.

Türkiye'de toprak reformuna karşı olanlar, görüşlerini "Marksizme ve Leninizme karşı olmak" sloganlan içinde yayarlar. Onlara göre toprak reformu, Leninizme ve Marksizme doğru bir gidiştir. Oysa bu düşünce temelde özel mülkiyeli sınırlamaktır. Toprak reformu görüşünü savunanlar ise özel mülkiyeti yaygınlaştırmanın savaşını vermektedirler. Örneğin, Lenin, toprak reformu ile geniş toprakların köylülere dağıtılmasını "Sosyalizme hizmet değil, kapitalizme temel teşkil edecektir" diye ütopik bulmuştu/126) Görüldüğü gibi anti-Leninist görünüp toprak reformuna karşı olanlar, farkında olmadan sadece bilgisizlikleri yüzünden Lenin ile aynı amaçta olurlar. Ya da farkında olsalar bile özel çıkarlarının gereği olarak Lenin'in yanında yer alır böyİçleri...

Ülkemizde çeyrek yüzyıldır komünizme ve sosyalizme karşı, "güçlü bir akımdır" diye, Nurculuk zaman zaman siyasal iktidarlar tarafından bile korunup kayrılmıştır. Oysa Nurculuk akımının simgesi sayılan Saidi Nursi, milliyetçiliği "reddetmek" yönünden Kari Marks sosyalizmi ile aynı amacı paylaşmaktadır. (Nurculuk bölümü incelenirken bu konuda daha ayrıntılı örnekler verilecektir. )

Türkiye'de milli gelirden büyük pay alanlar, ya da büyük gelir sahipleri, kazançlarını har vurup harman savurmaktadırlar. Devlet, döviz kurları üzerinden ithalâtçılara 15 yıl gibi bir süre içinde (1952-1967 yıllan arasında) yaklaşık olarak 34 milyar TL.nı pirim olarak ödemiştir/127) Ve bu gelirlerin de hemen hiç yatınmlara dönüşmediği düşünülecek olursa, milli gelir artışlarının sadece sayısal bir karakter gösterip kâğıt üzerinde kaldığı kolayca anlaşılır.

Türkiye'de AID için bir araştırma yapan Prof. J. L. Enos'un yaptığı hesaplara göre, "müteşebbisler grubu" denen ve sayılan 95 bin kişi olan büyük ticaret ve sanayi erbabı milli gelirden yüzde 24.4 gibi bir pay almaktadır. 84 bin büyük çiftçi de milli gelirin yüzde 7.8'ine el koymaktadır/128) Gelir dağılımındaki bu dengesizlik bir yana, büyük ticaret ve sanayi erbabının, yani küçük bir azınlığın, milli gelirden çok büyük bir pay alması karşısında, ülkemizdeki 120 büyük sanayi kuruluşundan 70 tanesinin daha şimdiden yabancı sermayenin eline geçtiği Ticaret Bakanlığı'nın bir raporundan anlaşılırsa ülke çıkarları için "gelir*lerde bir el değiştirme" zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkar, ilk kez de bu konuyu kapitalizmin kurucuları ele almışlardır.

Nitekim kapitalist görüşün çağdaş temsilcilerinden olan W. W. Rostovv, "gelirin el değiştirmesi" konusunda özet olarak, "iktisadî Gelişmenin Merhaleleri" adlı kitabında şunları yazmaktadır: Ekonomik gelişme gelirdeki el değiştirmeye bağlıdır. Yani gelir, daha az verimli harcama yapanlardan daha çok verimli harcama yapanlara geçmelidir. Bu görüş, ekonominin en eski ve temelli görüşlerinden biridir. Örneğin, A. Smith'in MİLLETLERİN SERVETİ adlı eseri bu görüşe dayanır/129)

Rostovv, bu türlü servetin ve gelirin el değiştirmesi konusunda Japonya başla olmak üzere birçok kapitalist ülkelerden örnekler verir.

CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, 1973 seçimlerinde ilk kez kapitalizmin bir ilkesi olan "gekrin el değiştirmesi"nden söz etmiş ve iktidara geldikleri zaman bu ilkeyi uygulamaya koyacak-lannı bildirmişti. Diğer yandan öteden beri genellikle kapitalizm doğrultusunda ekonomik bir politika izleyen AP'nin bir sözcüsü, Nizamettin Erkmen"Ecevit' in bu bildirisi karşısında tüylerimiz diken diken oluyor " diyerek sert bir tepki göstermişti.

Burada bir yan tutulduğu kanısı uyanmamalıdır. Amacımız, yukarıdan beri verilen kanıtların ve somut örneklerin ışığı altında bir gerçeği aydınlığa çıkarmaktır:

"Bellak, Bleuler, Lohrenz gibi birçok yazar, şizofrenik düşüncede ve konuşmada "kendi kendini tekzip (yalanlama) ve anlaşılamamazlık" gibi karakterleri belirlemişlerdir."^130)

Görüldüğü gibi, verdiğimiz somut örnek içinde, bir "kendi kendini tekzip" gerçeği açıkça belirmektedir.

Şizofrenik düşüncede olayların ve sorunların nedenleri araştırılmaz, kökenlere inilmez; daha çok ayrıntılar büyütülür, ayrıntıların üzerinde durulur. Bir konunun nedeni ve kökeni araştırılmadan sadece ayrıntılar üzerinde kafa yorulursa, düşünce yönünden birleşmenin ve yaklaşmanın güçlüğü kendiliğinden ortaya çıkar. Ortam bir kör döğüşüne döner, bir kavram karga şasidir alır yürür, işte böyle bir durum içinde herkesin bindiği dalı kesmesinden daha doğal bir şey olamaz.

Bütün bu düşünce bozuklukları ve kavram kargaşası, bölünmeler, parçalanmalar, olup bitenlerin farkında olamamaktan ileri gelmektedir. Toplumun uyarılmaması, birçok gerçeklerin halkın gözünden saklanması, çağın gerektirdiği yeni bilgilerin halka ulaştırılmaması, hele çağdışı ilkel düşüncelerin yaygınlaşması, en elverişli baskı ortamını yaratmaktadır.

J. Paul Sarırc'ye göre, "kültürlü insan, dünyadaki durumunu anlamaya yarayan bilgileri edinmiş olan insandır. Aynı zamanda yığınların özgürlüğe kavuşmalarını gitgide sağlayacak olan yalnız kültürdür. Çünkü, hiç kimse bizim yerimize düşünemez ve kimsenin yararına kendi düşüncemizden vazgeçmemeliyiz. (...) Yalnız öğrenim çağında olanlar için değil, yaşlıların da aynı kültür çabalarına katılmalarına yardım edecek geniş bir düzen kurulmalıdır. Unutmayalım ki, her türlü bilgisizlik, baskının bir sonucudur ve yeni baskılan hazırlar.(131)

Sartre'nin dediği gibi bilgisizlik, yani halkı karanlıkta bırakmak, baskının hem aracı, hem de nedenidir. Baskının sonu ve amacı ise korkudur, kaygı yaratmadır. Baskının ve korkunun egemen olduğu bir ortamda beyinlerin düşünce üretimi çok sınırlı kalır. Yalnız bu koşul altında, çağdaş kültür ve uygarlık düzeyine erişmek şöyle dursun, laik düşünceyi bile şizofrenik baskıdan kurtarmak olanağı bulunamaz.
 
Üst