C¤ Türk Ordusunun Şanlı Şerefli Tarihi

Gökçen

Dost Üyeler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,079
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Web sitesi
www.kibris1974.com
Türk Ordusunun Şanlı Şerefli Tarihi


Türk milleti gibi Türk ordusunun da şanlı şerefli bir
târihi vardır. Türklerde siyâsî hayat, orduyla birlikte doğmuş ve gelişmiştir.
Ordu-millet bütünlüğü, târihin her devrinde değişmeyen bir gelenektir. Türk
târihinin bu geleneği, Orta Asya’daki ana yurtlarında ve göçlerden sonra dünyâ
târihinde önemli roller oynamıştır. Orta Asya’da kurulan Hunlar ilk Türk Devleti
kabul edilir. Bunu Göktürk ve Uygur devletleri tâkip etmektedir.

Orta Asya’da hüküm süren Türk devletlerinin düzenli orduları vardı. Süvari
birlikleri ordunun esâsını teşkil ediyordu. Cesur ve cengaver askerlere sâhip bu
ordular, Asya’ya hâkim oldukları gibi, Avrupa’nın içlerine kadar
ilerlemişlerdir. Hun Türkleri Hâkân Mete’nin kumandasında 400.000 süvariyle,
M.Ö. 201’de Çin karargâhını kuşatmıştır. Bunlardan sonra gelen Türk devletleri
daha batıdaki topraklar üzerine kurulmuştur. İslâmiyetin yayılmasıyla Türkler
kitleler hâlinde Müslüman olmuş, böylece İslâmiyetin şerefi, Türklüğün
asâletiyle yanyana gelince târihe şan veren büyük devletler kurulmuştur. Bu
devletlerin ordularının müşterek gâyesi; İslâmiyeti insanlara duyurmak, onları
dünyâda ve âhirette rahat ettirecek bir yolu onlara bildirmek olmuştur. 1040
yılındaki Dandanakan Savaşından sonra Oğuz Türkleri tarafından kurulan Büyük
Selçuklu Devleti ve 1071’de Malazgirt’te büyük kuvvetlere sâhip Bizans hükümdarı
Diyojen’i yenen Alparslan aynı inançla hareket etmişlerdir. Büyük Selçukluları,
Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti zamânı tâkip etmiştir. Bu
devletlerin devamı ve ülkeler fethetmeleri hep orduları sâyesinde olmuştur. Bir
ideal için savaşan Türk orduları târih boyunca Asya, Afrika ve Avrupa’da bayrak
ve sancaklarını dalgalandırmışlar inanç, örf ve âdetlerinin o beldelerde
yerleşmesinde öncülük etmişlerdir. Bu idealin Allah tarafından kendilerine
verildiğine inanan Türkler târih boyunca bunu hiç kaybetmemişlerdir. Bu bakımdan
hiçbir zaman gelişi güzel yapılmayan savaşlarda milyonlarca Türk evlâdının kanı
katî sûrette boş yere dökülmemiştir. Türk ordularını kıtadan kıtaya dolaştıran
hep bu ideal olmuştur.

Türkler, bulundukları her yerde ızdırap çeken, hor görülen, yanlış inançlara
sapmış milyonlarca insanı korumuş, oralarda hak ve adâletin temelini
atmışlardır. Türk ordusunda; sömürü, soygun, katliam ve ahlâksızlık yoktur.
Aksine, insanlık, hamiyet, şefkât, hakka saygı ve adâlet vardır. Zâlimlerin
karşısında, mazlumların yanında, hakkın müdâfii olan Türk ordusu gittiği her
yerde kurtarıcı olarak karşılanmıştır.

Selçuklular; eski Türk onlu sistemi, ıkta sistemi, lüzûmunda ücretli askerler ve
uçlarda Türk beyliklerinin emrindeki Türkmenlerle muhteşem bir ordu kurmuşlardı.
Anadolu Selçuklularının askerî teşkilâtı da Büyük Selçuklu askerî teşkilâtı
gibiydi. Maaşlı asker, hükümdarın maiyetinde bulunurdu; bunlar yaya ve atlı
olurlardı. Timarı olan askerle ümerânın beslemeye mecbur olduğu asker ordunun
esâsını teşkil ediyordu.

Ateşli silahların bulunmasıyla, Türkler bu yeniliği derhal askerî sahada
kullanmasını bildiler. Selçuklu ordusunda top kullanılmıştır. Osmanlılar
kendilerinden önceki Türk devletlerinin ordularının kuruluş teşkilatlarından
istifâde ederek kendilerine has bir ordu meydana getirdiler.

Osmanlı Devleti, modern mânâda ilk dâimi orduyu Birinci Murâd Han zamânında
Yeniçeri ordusu adıyla kurdu. Yeniçeri ordusu, disiplin cesâret ve teşkilât
bakımından zamânının en mükemmel ordusu unvânını kazandı. Osmanlılarda, 1389
yılında Kosova Muhârebelerine topçu birliği katılmıştır. Fâtih Sultan Mehmed Han
zamânında Osmanlı ordusunda topçuluk çok gelişmiş ve İstanbul’un fethi sırasında
en ileri teknikte toplar kullanılmıştır.

Osmanlı ordusu Kapıkulu, Eyâlet ve Deniz Kuvvetleri olarak üç kısımdı. Kapıkulu
askerleri; yaya sınıfından olan Yeniçeri, Cebeci, Topçu ocaklarıyla, yine bir
ocak olan Atlı Bölüklerden meydana geliyordu. Bu iki sınıf asker, pâdişâhın
şahsına mahsus maaşlı merkez kuvvetleriydi ve pâdişâh nerede bulunursa onunla
berâber bulunurlardı (Bkz. Kapıkulu Ocakları, Yeniçeri). Eyâlet askerleri ise
başlıca Topraklı ve Tımarlı Sipâhi denilen süvârilerle, Yaya, Müsellem, Azap ve
bir de Rumeli sınırlarındaki Akıncılardan meydana gelmekteydi. Osmanlı Devleti
yaptığı fetihlerde tımar usûlünü uygulayarak geliştirmiş ve bu sûretle dirlik
sâhipleri bırakılmış olan bu gelir karşılığı devletin korunmasını sağlayan
ordunun bir kısmının hazırlanmasını üzerlerine almışlardır. Tımarlı Sipâhiler
her sancakta bölüklere ayrılmışlardı. Her on bölük, Alay Beyinin komutası
altında toplanırdı. Alay Beyleri savaş olduğunda, bölgesindeki Sancak
Beylerinin, onlar da Şehzâdelerin veya Beylerbeyilerin komutası altında sefere
giderlerdi. Sipâhilerin onda biri sefer esnâsında hem bölgelerinin korunması hem
de âsâyişin sağlanması ve giden arkadaşlarının işlerini görüp, toprağın
işletilmesi için sırayla nöbetleşe ülkede kalırlardı.

Çaka Beyin İzmir’de tersâne kurmasıyla Türklerde başlayan Denizcilik Osmanlılar
zamânında çok gelişti. On altıncı yüzyılda Türk donanmaları, Akdeniz, Kızıldeniz
ve Umman Denizinde serbestçe dolaşabiliyordu. Bu yıllarda Osmanlı Devletinin
Donanması: Devlet Filosu, Deryâ Beyleri Filosu ve Garp Ocakları (Cezâyir, Tunus,
Trablusgarp) Filosu olmak üzere üç filodan kurulu bir kuvvet hâlindeydi. On
sekizinci yüzyılda duraklama devresine giren deniz kuvvetleri 19. yüzyılda
süratle makina devrine geçti. Türkiye Cumhûriyeti Devletinin kurulmasıyla
zamânın deniz kuvvetleri kuruluşuna geçilmiş, modern deniz araçları yapım ve
alımına devam edilmiştir.

On dokuzuncu asrın sonunda 20. asrın başında dünyâ ordularında Hava
Kuvvetlerinin kurulması ve gelişmesi neticesinde Türk Hava Kuvvetlerinin
temelleri 1911 yılında atıldı. Balkan Savaşında ilk defâ savaş görevi yapan
pilotlar, Birinci Dünyâ ve Istiklâl savaşlarında ellerindeki imkânların azlığına
rağmen büyük hizmetlerde bulundular.

Dâimâ düzenli, tertipli ve uzun ömürlü devletler kurma özelliğine hâiz olan
Türkler, yurtlarında iç güvenlik ve huzûrun sağlanması için kânunlar koymuşlar
ve teşkilâtlar kurmuşlardır. Göktürklere âit Orhun Kitâbelerinde Yargan
kelimesiyle ifâde edilen bir zâbıta teşkilâtının hâkânın emrinde olarak, emniyet
ve âsâyişi sağladığı bilinmektedir.

Büyük Selçuklularda Şahne ve Anadolu Selçuklularında Subaşı zâbıta teşkilâtı ve
faâliyetlerini yürüten sorumlu memuriyet ve makamlar arasında bulunuyordu.
Osmanlı İmparatorluğunda zâbıta görevini yapan kuruluşlar birleştirilerek
1846’da Serasker makâmına bağlı Zaptiye Müşirliği kurulmuştur. 1880 yılında
Zaptiye adı Jandarma olarak değiştirilmiştir.

Türk ordusunda kânunlara saygı eksiksiz ve tamdı. Bunun yanında geleneklere
titizlikle riâyet edilirdi. Osmanlı ordusunda pâdişâha büyük saygı duyulurdu.
Onun büyük otoritesi sâyesinde zaferlere erişilirdi. Bunun yanında bayrağa saygı
sarsılmaz askerî geleneklerdendi.

Osmanlı ordusunun kuruluş ve yükselme devrinde tam uyguladığı görevi; iç ve dış
düşmana karşı devleti savunmaktır. Bu görevin mesuliyeti çok ağır, başka işle
uğraşmaya izin vermeyecek kadar kutsaldır. Ordu politikayla uğraşmaz. Politikaya
bulaşan ordu, devleti savunacağı yerde politikacı olarak onu yıkacaktır. Osmanlı
ordusunun politikaya karışması 1876 yılından sonra önü alınmaz bir hâle geldi.
Ilk defâ subaylarda başlayan bu hal 1908 yılından sonra tamâmen bütün orduya
sirâyet etti. Bâbıâli Baskını, Balkan Harbi üniformaların siyâset meydanlarına
asılmasına sebep oldu. Bu ise ordunun mahvında, devletin yıkılmasında önemli rol
oynadı. İstiklâl Harbinde bundan arınan ordu, yıkılmayan inancıyla zor şartlar
altında istiklâlini yeniden kazandı.

Bilhassa 1950 yılından sonra modern silahlarla teçhiz edilen Türk ordusu her
geçen gün gelişen silah teknolojisinden istifâde ederek kendini yenilemekte
dostlarına güven, düşmanlarına korku vermektedir. Kânûnî zamânında fevkalâde
büyükelçi olan, amansız Türk-İslâm düşmanı Baron Von Busbecq, Türk ordusu için
şöyle diyor:

“Türk sistemini kendi sistemimizle mukâyese ettiğim zaman, istikbâlin başımıza
getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu gâlip gelecek ve pâyidar
olacak, diğeri de mahvolacaktır. Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam sûrette devam
edemezler. Türklerin tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları
mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var. Sefer görmüş askerler, zafer itiyatları,
meşakkatlere tahammül kâbiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanâatkârlık ve
uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umûmî fakirlik, husûsî israf, sarsılmış
kuvvet, bozulmuş mâneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz
serkeştir, subaylarımız tamahkârdır. Disiplini hor görüyoruz. Sebatsızlık,
serkeşlik, sarhoşluk, sefahat, bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en
kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır...
Bizim askerlerimiz arasında olduğu gibi, hiçbir tarafta bir sarhoşluk, cümbüş
yâhut kumar gibi şeylere tesâdüf edemezsiniz. Türkler, kâğıt ve zar oyunu
bilmezler...”

Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, orduyu hümâyun ile Uyvar Seferine katılmıştır.
Müşâhedelerini şöyle anlatır:

“...Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münâkaşa duymak mümkün değildir. Halk,
ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde
herşeyi peşin para ile satın alır, hanlarda geceleyen asker parasını öder. Türk
ordugâhına, kızlarına tecâvüz edildiği için şikâyete gelen anneler görmek mümkün
değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir
davranışla karşılaştığını söyleyerek şikâyete gelen de yoktur. Zîra böyle şeyler
olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam
şekilde büyütmüştür. Biz Hıristiyanların ordularına ise şarap, Türk ordusunda
görülenlerin tamâmen aksini husule getirmiştir...”

Aynı konuda İorga ise şöyle demektedir:

“Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi, o ülkenin halkı için felâket, bir
Türk ordusunun geçişiyse saâdetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden
geçmesini dört gözle beklerdi. Zengin Türk askerleriyle geniş ölçüde alış veriş
yaparlardı. Balkanlarda Genç Hıristiyan kızları, tek başlarına mal satmak için
endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Aynı durum Avrupa orduları için hayal
bile edilemezdi.

On sekizinci asrın başlarında ise Kont Bonneval; “Mâhir bir kumandan, Türk
askeri ile dünyayı bir kutuptan diğer kutba kat edebilir...” demektedir.


15lb0.jpg
 
Üst