Celâli Azraili 'Kuyucu Murat Paşa'

ÇAĞATAY

Dost Üyeler
Katılım
27 Şub 2008
Mesajlar
473
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
"ADRİYATİK'DEN ÇİN SEDDİNE SAVAŞ NEREDE İSE ORADAY
Sultan I. Ahmet zamanında 1606 yılında sadrazam olan Murat Paşayı sadaret sandalyesinde görmüş olsaydınız, yıllarca Anadolu toprağını kana bulayacak olan şiddetli ve ağır icraatı ona yakıştıramazdınız.

Çünkü Kuyucu Murat Paşanın yüzü, bir çocuk yüzü kadar masum yapılıştaydı. İnce, uzun boyu, geniş göğsü, beyaz sakalıyla, tam bir İstanbul paşası idi. Kılıçtan ziyade, tespih tutmaktan hoşlanan bir tip... Aslında Nakşibendi tarikatına mensuptu. Nakşibendi dervişleriyle haftada birkaç gününü toplantı halinde geçirirdi. Haftada bir hatim indirir, namazını, niyazını derin bir vecd içinde yerine getirirdi.

Fakat bir gün, 1.Ahmet, Sadrazam Derviş Paşayı çadır ipi ile boğdurup kımıldamadığını görünce de kendi hançeriyle başını kopardıktan sonra Kuyucu Murat Paşaya mührü verdi.

Paşa, zeki bir Hırvat dönmesi idi. İmparatorluğun dış tehlikeleri yanında iç karışıklıkları da, Celali belasını da gördü.

Hudutların ötesinde berisinde yapılacak çarpışmalar için, ordunun, ardından emin olması, ordu kadrosunun rahat bir şekilde takviyesi lazım geldiğini düşündü. İlk olarak iç karışıklıkları ortadan kaldırmaya karar verdi.
İlk darbeyi Ankara ovalarında Kalenderoğlu yedi. Sonra güneye döndü. Muslu Çavuş temizlendi. Adana’da Cemşit Serdar, ordulara karşı gelmenin cezasını şiddetle çekti. Binlerce atlısı perişan oldu, binlercesi yakalanıp sadrazamın huzuruna getirildi. Boyunları birer birer vuruldu, cesetleri açılan kuyulara döküldü.

Sefer çok başarılı geçiyordu. Yolarda rastlanan ufak eşkıyalarda gizlendikleri yerde yakalanıyor, hemen oracıkta temizleniyorlardı.

Fakat, Adana’dan sonra en büyük hedef Halep’teki Canbolatoğulları’na karşı oldu.

Canbolatoğlu, imparatorluk ordusunun kendisine doğrulduğunu çoktan haber almış, hızla ve önemle hazırlanmıştı. Nitekim Kuyucu Murat Paşanın ordusunu Halep civarında karşılamaktan da geri durmadı. İki ordu şiddetle çarpıştı, görülmemiş, korkunç bir savaş oldu. Harp bittiği zaman Canbolatoğlu mağlup olmuş, ordusunun büyük bir kısmı esir düşmüş, diğer bir kısmı ise Halep ovasında can vermişti.

Etraf kan kokuyordu. Ordu zaten kan içinde olduğu için bu fena koku, duyulmuyordu. Fakat az sonra paşanın otağı önüne 20 kadar cellat geldi. Ordunun lağımcıları etrafa dağıldı, yer yer derin kuyular kazmaya başladılar. Çünkü esirlerin de idamı emredilmişti. Korkunç bir idam sahnesi hazırlanıyordu. Nitekim az sonra cellatlar çalışmaya başladı. Yıllardan beri Güney Anadolu’yu yakıp kavuran ufak, büyük bütün başlar gövdelerinden koparılıyor, çukurlara atılıyordu.

Kuyucu Murat Paşa Halep’te çok kalmadı, oradan, yeniden kuzey-batıya doğru döndü. Ankara’nın şakisi Kalenderoğlu’nu ele geçirdi.

Birer birer bütün şakiler yakalanıyor, Murat Paşaya “kuyucu” lakabını kazandıran kuyulara dolduruluyordu.

Bir gün Paşa, Çorum taraflarında, otağın önünde bir iskemleye oturmuş, cellatların çalışmalarını seyrediyordu. Bir ara gözüne halk arasında bir atlı sipahi ile yanına katıp götürmekte olduğu küçük bir oğlan ilişti. Paşa birden bire doğruldu, yanındakilere emretti:
-“Şol sabiyi alıp getirin!” dedi.

Çocuğu sipahinin atı arkasından indirip sadrazamın karşısına getirdiler. Kuyucu Murat eğilip çocuğun yüzüne baktı:
-“Sen neredensin? Celali arasına neden düştün?” diye sordu.

Çocuk dik ve aksi bir sesle:
-“Sivas’tanım, kıtlık sebebiyle babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız tokluğuna yanlarında gezerdik!” dedi.

-“Ya baban ne idi, bunlar arasında ne yapardı?”

-“Şeştar (altı telli bir çeşit saz) çalardı, onunla ekmek paramızı çıkarırdık.”
Kuyucu Murat Paşa için bir insanın Celalilerin yanında en masum bir vesile ile dahi bulunması suçtu. Çünkü onların adetlerine alışmış olabilir, ileride devletin başına iş açabilirdi.

Murat Paşanın yüzünde birden bire zehir gibi bir gülümseme belirdi. Şaşmış gibi:
-“Bre hay, Celalileri şevke getirirdi ha?” dedi.

Sonra döndü, çocuğun boğdurulması için yanındakilere işaret etti.
Ağalardan biri çocuğu kolundan tutup çekti, az ileriye götürdü. Fakat cellatlar bir araya gelmiş korku içinde bir çocuğa, bir de sadrazama bakıyorlardı. Paşanın ağası yanlarına gelince:
-“Bu masumu nice öldürelim?” diye ağlamaya başladılar. Hepsi de ayak diriyor, bir tarafa kaçmaya çalışıyorlardı.

Kuyucu Murat Paşa, oturduğu yerden ne beklendiğini sorunca, ağa cellatların merhamet duyduklarını, bu işten kendilerini hoş görmelerini dilediklerini anlattı. Sadrazam yerinden fırlayarak boğuk bir sesle:
-“Yeniçerilerden biri öldürsün!” diye bağırdı.

Fakat Yeniçerilerde buna yanaşmak istemediler. Çocuğa acıya acıya bakarak:
-“Biz cellat mıyız?Cellatlar bile bu sabiye merhamet ettiler.” dediler ve yüz çevirdiler.

Paşa oturduğu yerden kendi iç oğlanlarına seslendi, fakat onlarda birer köşeye kaçtılar, çocuk ortada kaldı. Paşa, ellerini dizine dayamış, gözlerini açmış hiddetle soluyordu. Bir an keskin gözlerle az ileride şaşkın şaşkın duran çocuğa baktı, baktı; sonra birdenbire ayağa kalktı. Uzun boyu, herkesin hayret ve merakla açılan gözleri önünde dalgalandı. Sırtından kürkünü çıkardı, iskemlesinin üzerine attı ve hızla çocuğun yanına yürüdü.
Herkes, bütün paşa kulları, etrafa toplanan yeniçeriler ve halk biranda dehşetle ürperdi. Çünkü paşa çocuğu almış, çukurlardan birine doğru sürüklüyordu.

Nitekim, bir çukur başına gelince, paşa çocuğu kuvvetle silkeledi, yere yıkıldı, sonra yavrunun başını şiddetle burdu, sıktı, bedbaht çocuğun kısa süren çırpınmasına dizini dayayarak mani olduktan sonra küçük cesedini kaldırıp çukura attı.

Herkes buz gibi kesilmiş, gözleri yuvalarından fırlamıştı. Etraf kan koktuğu, her saniye bir baş koparıldığı halde, bu sahne tüyler ürpertmişti.
Paşa ayağa kalkıp da ellerini silkeledikten sonra yine hızla gelip otağ önündeki iskemlesine oturdu, derin bir nefes aldı ve kendisine dehşetle bakan maiyetine döndü:
-“Bilürsünüz, diye bağırdı. Kalenderoğlu da, Kara Seyit de anasından at ve mızrakla doğmadı. Hep böyle sabi idiler. Sonradan büyüyüp alemi fesada verdiler, binlerce insanı öldürdüler, ortalığı kasıp kavurdular. Bu oğlan bunlarla gezip evvela bunların huyunu aldı. Büyüyünce bu fesadın lezzeti dimağından gitmez. Bin kere terbiye edilse ıslah olmaz. Sonunda bu da bir bela olur. Fesadın kökünü kesmek, bu çeşitlerin hiç birine merhamet olunmamakla mümkündür!”

Sonra ayağa fırladı, kürkünü sırtına attı, otağından içeri girdi. (Ragıp Sevki YEŞİM)
 
Üst