Çocuğunuz İçin Birbirinden Güzel Masallar Burada...

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ASLANIN NASİHATİ

Bir zamanlar bir kurt varmış pek tembel,
Avını beklermiş mağarasında.
Bazen bir tepede çekermiş gazel,
Kalırmış çoğu kez açlık yasında…

Bir gün bir arslan oradan geçerken,
Görmüş dağ başında bu garip kurdu.
Varmış yanına ve hal hatır derken,
Bakmış kurdun çökmüş karnı, avurdu.

Demiş: “Nedir bu halin ey arkadaş,
Niçin böyle çelimsizsin zayıfsın.
Yoksa hasta mısın nedir bu kardaş,
Söylemezsen derde derman bulmazsın…”

Kurt demiş: “Yok bir derdim arslan kardeş,
Avlanma zorluğu beni ürküten…
Yiyeceğim valla bulsam kokmuş leş,
Bilmiyorum bu korkum niçin, neden…”

Arslan demiş: “Bu tembellik pek acı,
Yenmelisin bu kötü duyguyu sen.
Çalışmaktır bu derdin tek ilacı,
Tez zamanda düzelirsin istersen.”

Kurt dinlemiş nasihatı iyice,
Sonra çıkmış av için mağaradan.
Şöyle birkaç av bulup da yiyince,
Ölgün vücuduna can gelmiş birden.

Bir gün arslan ile karşılaşınca,
Teşekkür etmiş ona pek derinden.
Arslan bakmış ona inceden ince,
Neşe akarmış kurdun gözlerinden.

Arslan demiş: “Ha şöyle, böyle dinç ol,
Tembellik bir kula hepten zarardır.
Zordur deme kalk rızkını arabul,
Zorlukla beraber kolaylık vardır…”

Hak vermiş kurt arslanın öğüdüne,
Gayret, azim canlara can olurmuş.
Minik zorluklardan kaçar birine,
Belki de bu âlem zindan olurmuş…


MEHMET ERDOĞAN
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
DEVENİN GÖLGESİ




Bir zamanlar deve hükümdar imiş,
Hayvanların hükümdarı elbette.
Ama kimse ondan memnun değilmiş,
Çünkü hakkı görüyormuş kuvvette.

Böyle olmasına rağmen bu deve,
Yalan söyleyeni asla sevmezmiş.
"Bir hayvan ne kadar da acı çekse,
Asla yalan söylememeli!" dermiş.

Ama buna rağmen nice dalkavuk,
Bu zorbaya yağ çekermiş bitevi.
Çevresinde sallarlarmış hep kuyruk,
Yalancılar onu sarmış bir nevi.

Bir gün deve kurtulmak için bundan,
Bir toplantı düzenlemiş yaz günü.
Her yer ışıl ışıl, güllük gülistan,
Duyulmuş çok yerde o günün ünü.

Millet gelmiş diz kırıp boyun bükmüş,
Toplanmışlar büyükçe bir meydanda.
Devenin boyu hepsinden büyükmüş,
Herkesi görürmüş baktığı anda.

Demiş: "Bugün bir sınav yapacağım,
Sonunda mükafat ve ceza vardır.
Yalancıyı bu yurttan atacağım,
Bizden göreceği sade zarardır."

Doğru sözlü olan ödül alacak,
En güzel şeyler de onundur artık.
Çevresi hizmetçilerle dolacak,
Yalan yok sözümüz kanundur artık."
Böylece söylemiş deve kuralı,
Bütün hayvanlar kabul etmiş bunu.
Hepsi bekliyormuş o zor suali,
Neymiş acaba bu zor olan soru?

Deve şöyle ortaya çıkmış ve de,
İşaret etmiş uzun gölgesini.
Demiş: "Ne görüyorsunuz gölgemde,
Söyleyin doğrusunu, eğrisini?"

Dalkavuklar başlamış konuşmaya,
Demişler: "Ah ne eğrisi efendim.
Bakın ne kadar düzgün olduğuna,
Cetvelle ölçülür bu santim santim."

Ama doğrular gerçeği söylemiş:
"Eğri büğrü bir şekildir gölgeniz."
Diyerek hepsi de boynunu eğmiş,
"Doğru budur ceza verseniz de siz."

Deve dönmüş dalkavuklara ve de,
Demiş: "Hepiniz bu vatandan gidin,
Görünmeyin bir daha bu ülkede,
Kalbinizde doğruluk yoktur sizin!"

Dalkavuklardan biri öne çıkmış,
Demiş ki: "Ey kralımız suçumuz ne?”
Deve ona dönüp sertçe bir bakmış,
Üç cümleyle nokta koymuş sözüne.

Demiş: "Bire ahmak, suçunuz yalan,
Sahte bir söz kalpte değer bulur mu?
Vücudunda birçok eğrisi olan,
Birinin gölgesi doğru olur mu?"


MEHMET ERDOĞAN
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
UYSAL KEDİ




Tekir kedi pek uysalmış,
Uysallıkta ödül almış.

Bu yüzden herkes onunla,
Dalga geçermiş oyunla.

Bazısı vurup kaçarmış,
Üstüne toprak saçarmış

Kimisi vurup başına
Ortak olurmuş aşına.

Oyuncak olmuş ellerde,
İsmiyse "uyuz" dillerde.

Bir gün köpek onu görmüş,
Yanına varıp yürümüş.

Ona vurmaya başlamış,
Lâf ile epey haşlamış.

Tekir kedi hep sabretmiş,
Aldırmadan çekip gitmiş.

Ama köpek bu, durur mu?
Isırmış sağını solunu

Kedi kaçmış, o yürümüş,
Gözünü öfke bürümüş.

En son kedi pek mecâlsiz
Köşeye sıkışmış hâlsiz

Köpek, “Fırsat budur.” demiş
Her yanını hep dişlemiş.

Kedi bakmış iş çetindir,
Köpek ise pek haindir.

Hem ısırıp sırıtıyor,
Zevk ile de kırıtıyor.

Kaçacak yer de hiç yokmuş,
Kedi artık yayda okmuş.

Köpek ise işkencede,
Bakmadan vurmuş yine de.

Kedi bir anda fırlamış,
Köpek havlamış hırlamış.

Kedi üstte o alttaymış,
Bir de ona lâflar saymış.

En son köpek kaçmış ordan,
Yara almış şurdan burdan

Kedi kazanmış savaşı,
Bunu duymuş bütün çarşı.

Merak ederek sormuşlar,
Etrafını hep sarmışlar.

Demişler bu nasıl oldu,
Olay nasıl vuku buldu.

Kedi anlatmış olayı,
Şaşmış çarşının alayı.

Biri demiş: "Sen uysaldın,
Nasıl vahşi şekil aldın?"

Kedi demiş: "Bu pek açık,
Ben uysalım değil kaçık."

Sıkışınca bir an gelir,
Kedi de arslan kesilir!

MEHMET ERDOĞAN
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ÖPÜCÜK SAYAN MELEKLER





Biricik Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) çocukları çok ama çok sever ve “Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir.” derdi. Allah Resulü çocuklara olan bu sevgisini her fırsatta gösterirdi. “Kokusu Cennet kokusudur.” dediği çocukları öpüp koklar, mübarek dizlerine oturtur, bağrına basar, başlarını ve yanaklarını sevgiyle okşayıp onlara dua ederdi. Bazen de yolda gördüğü çocukları bineğine alıp gezdirirdi.
Bu sevgi o kadar çoktu ki Sevgili Peygamberimizin yanında yetişen Hz. Enes (r.a):
- Çocuklara karşı Hz. Peygamberden daha şefkatli olan hiç kimseyi görmedim, demiştir.
Onun sevgisiyle şereflenmiş şanslı çocuklardan olan İbnu Rebîa anlatıyor: “Babam beni, Abbas da oğlu el-Fadl’ı Resûlullaha gönderdi. Yanına gittiğimiz zaman bizi sağlı sollu oturttu ve bizi öylesine sıkı kucakladı ki daha içten sarılanını görmedik.”
Sevgili Peygamberimizi torunu Hz. Hasan’ı öperken gören Akra’ İbnu Hâbis bunu tuhaf karşıladı ve: “Benim on tane çocuğum var. Fakat onlardan hiçbirini öpmedim.” dedi. Peygamber Efendimiz de ona bakıp şu cevabı verdi: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” Yani çocuğuna şefkat gösterip acımayana Allah da şefkat gösterip acımaz.
Bir keresinde de bedevîlerden (çöl Araplarından) bir grup Peygamber Efendimize gelip “Çocuklarınızı öper misiniz?” diye sormuştu. “Evet” cevabını alınca “Fakat biz Allah’a andolsun ki öpmeyiz.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Allah kalplerinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?” buyurdular.
Sevgili Peygamberimiz, herkesi çocuklarını öpmeye teşvik etmiş ve şöyle demiştir: “Çocuklarınızı çok öpün. Zira her öpücük için size Cennet’te bir derece verilir. Melekler öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için yazarlar.”
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
HAYAL KUŞU





Furkan yine televizyonun başına geçmiş, televizyondaki çizgi filmi seyrediyordu.
Çok uzun zamandır televizyonun karşısındaydı.
Annesi mutfaktan seslendi:
-Furkan, yeter artık. Biraz da derslerine vakit ayır. Yakında göz doktoruna gitmek zorunda kalacağız. Bu kadar çok televizyon seyredilmez ki.
Furkan her seferinde kendi kendine bu kadar çok televizyon izlemeyeceğini söylüyor; ancak televizyona bir daldı mı vaktin nasıl geçtiğini anlamıyordu. Saate baktığında babasının işten dönme vaktinin yaklaştığını fark etti. Seyrettiği çizgi film bitsin, hemen derslerinin başına geçecekti.
Bu arada çizgi filmdeki çocuk ağlayarak kaçıyor, koca başlı çirkin robot onu kovalıyordu.
Çocuk kaçtı, robot kovaladı. Robot kocaman adımlarıyla koştu koştu, bir uçurumun kenarına geldi. Oradan hop atladı ve şimdi
Furkan'ın yanındaydı.
Furkan korkudan donakalmıştı. Çizgi filmdeki koca başlı, çirkin robot konuşmaya da başlamıştı.
-Merhaba çocuk, dedi.
Furkan cevap veremiyordu. Dili tutulmuştu sanki. Sonra kısık bir sesle:
-Merhaba, ama sen nasıl geldin buraya, diyebildi.
Ben senin gibi çocukların arkadaşıyım. Hayâlinde beni nereye istersen oraya koyarsın.
Furkan, bunu hayâl etmediğini düşündü. Acaba hayâl etmiş miydi? Bilmiyordu.
Kafası karıştı.
-Ben hayâl ettiğim için mi geldin?
-Sen, dedi çizgi filmdeki robot. Televizyondaki çizgi filmleri ve kahramanlarını o kadar çok seviyorsun ki biz de senin yanına gelmek istedik.
-Ama ben, senin gelmeni istememiştim ki, dedi Furkan.
Sözünü yeni tamamlamıştı ki arkasından Daltonlar’dan biri konuşmaya başladı.
-Sen bizi hayâllerinde o kadar büyüttün ki, bizler de senin gibi oluverdik.
Furkan çizgi filmlerdeki kahramanları hayâlinde çok büyütür, onlarla yatar, onlarla kalkardı. Defalarca izlediği filmlerdeki kahramanların neler yapacağını önceden bilse de yine filmi izlemeye devam eder, derslerini ihmal ederdi. Şimdi odanın içinde, çizgi film kahramanları birer birer ortaya çıkıyordu.
Kırmızı Başlıklı Kız koşuyor, kurt onu kovalıyor; Temel Reis ve Kaba Sakal kavga ediyor; öbür tarafta Safinaz ağlıyor; Red Kid atı ile odada koşturuyor; Gargamel, Furkan'ın üzerine doğru geliyordu. Furkan, bunlardan bazılarını hiç sevmez, hep onların yenilmesini isterdi.
Şimdi çirkin robotlar, ne olduğu belli olmayan hayvanlar, çizgi film kahramanları odaya doluşmuş, bir oraya bir buraya koşuyorlardı. Furkan nasıl hareket etmesi gerektiğini kestiremedi. En sonunda kulaklarını kapayıp:
-Çıkın, dışarı. Odamı hemen boşaltın, diyerek avazı çıktığı kadar bağırdı. Furkan'ın bağırmasına mutfakta yemek hazırlayan annesi koştu. Furkan elleri kulaklarında bağırıyor, ağlıyordu. Televizyonun sesi iyice açılmıştı ve televizyonda çizgi film vardı. Furkan'ın annesi televizyonu kapatıp oğluna sarıldı.
-Furkancığım ne oldu yavrum? Bak ben yanındayım, diyerek neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Furkan dili tutulmuşçasına hiç konuşmadan annesine sarıldı ve bir süre öylece kaldı. Annesi bir yandan Furkan'ın başını okşuyor; bir yandan da: Kimleri odadan çıkardın oğlum, kimse yok ki, diye Furkan'ı sakinleştirmeye çalışıyordu. Furkan annesinin göğsünden başını kaldırıp odaya baktı. Gerçekten de etrafta kimsecikler yoktu. Çizgi film kahramanları, robotlar hepsi kaybolmuştu. Demek hayâl görmüştü.
O kadar uzun süredir televizyonda çizgi film seyrediyordu ki babasına dediği gibi hayâlle gerçeği birbirine karıştırmıştı. Oturduğu yerden kalkıp odasına yöneldi. Bir yandan da hem kendine hem de annesine söz veriyordu.
Bir an önce derslerimi bitireyim. Artık uzun süre televizyon seyretmek istemiyorum. Biraz da kitaplarıma vakit ayırsam iyi olacak, dedi kendi kendine. Annesi Furkan'ın arkasından bakarken neler olduğunu hâlâ anlamamıştı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İĞNEYİ UNUTMA





Safiye, her gece anasını rüyasında görür; rüyadan uyanınca büyük bir acı hissederdi. Gecenin al yalazında gözyaşları üşütürdü yüreğini. Yatak sıcaktı, ama gözyaşları buz gibiydi. Ne kadar özlemişti böyle. Birkaç hafta olmuştu anası bu dünyadan göçeli.
Herkes, anasını "Güllü" diye çağırırdı. Asıl adı, Gülfikâr uzun geldiği için böyle derlerdi. Rüyasında anasına doğru koşuyor, tam elinden tutacak gibi oluyorken birden uyanıyordu. Tekrar gözlerini sıkıca kapatıp, yeniden aynı rüyayı görmeye çalışıyordu. Ama dalmak ne mümkün. Gözlerine hasret kokan gözyaşlarından başka bir şey gelmiyordu.
...
Sabaha kadar anasının özlemiyle için için ağladığından, yastık ıslanırdı. Bunu da, küçük kardeşinden gizlemek zorundaydı. Çünkü; anası, Selim'i Safiye' ye emanet etmişti. Son görüşmelerinde ellerini avuçlarının içine alırken güzel bir seyahate çıkacakmış gibiydi. Avuçlarına ne zaman baksa, anasının sıcaklığı parmak aralarından düşüp kaybolacakmış gibi gelir, ellerini sıkı sıkı yumardı.
İşte sırf anacığına verdiği bu söz yüzünden gece sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslanan yastığını kardeşi Selim'den gizlerdi. Görürse: "Abla, niçin ağlıyorsun ki?" diyeceğinden ve ona cevap verememekten korkuyordu.
İş yapmak Safiye’yi hiç mi hiç yormuyordu. Akranları dışarıda oynarken o kazları suya götürmek, çamaşır yıkamak, kardeşine ve babasına yemek hazırlamakla uğraşıyordu. Bu işlerin yanında bir de uyurken altını ıslatan Selim'in yatağını bahçe duvarına asmak vardı.
Safiye, anasından kalan bütün eşyalara gözü gibi bakardı. Tertemiz kullanır, onlara zarar gelmemesi için özen gösterirdi.
Anasının en sevdiği gül desenli önlük, bir gün koyunları sağarken yırtıldı. İçi parçalandı. Âdeta önlükteki güllerin dikenleri yüreğine sürtünmüş de acı veriyordu. Yırtılma sesini duyar duymaz, koyunun memesini bıraktı. Donakaldı. Önlüğü incitmekten korkar gibi nazik hareketlerle kollarının arasına alıp iyice kokladı. Sanki hâlâ anasının kokusu vardı. Akşam saatleri olduğu için sökük tam görünmüyordu.
Önlüğü tamir etmeyi düşündü, ama akşam vakti iğneyi ipliği nereden bulacaktı. "Köydeki dükkânlarda da yoktur."diye düşündü. Ancak babasına söyleyecek, ilçeden almasını isteyecekti. Süt sağmayı yarım bırakmamak için işini tamamladı.
Sütü sağıp, elinde bakraçla içeri girdiğinde babası da kapıdan giriyordu. Safiye'yi gören Zihni Ağa:
- Benim güzel kızım nasılmış bugün.
- İyiyim baba.
- Bize hangi yemeği yapacaksın bu akşam.
- Süt çorbası baba.
Süt çorbasını duyunca Selim'in gözleri parladı:
- Benim de nicedir aklımdan geçiyordu. Anamın da en çok sevdiği yemek, deyince bir an için odayı bir sessizlik kapladı. Zihni Ağa bu durumu geçiştirmek için Selim'i kucağına alıp:
- Bugün kazları iyi otlattın mı bakayım? dedi.
Selim, sarı kaşlarını heyecanla kaldırıp:
- He ya baba! Hem de en yeşil yerlerde otlattım.
- Aferin, benim aslan oğlum.
Selim, büyük adam gibi konuşunca evin neşesi gelirdi. Yemek hazırlanırken Safiye babasına yaklaşıp:
- Baba, yarın ilçeye giden biri var mı?
- Hayırdır ne oldu ki?
- Önlük yırtıldı da... Dikecek iğne iplik lâzım oldu.
- Hııım!.. Hele bir sabah olsun, bakarız çaresine kızım. Elbet bir giden bulunur.
...
Safiye, bütün akşam yırtılan önlüğü düşündü. Bu düşünceyle uykuya daldı.
Rüyasında, annesini gördü. Yine güller arasında duruyordu. Bu kez, Safiye'yi yanına çağırıp:
- Kızım, iğne iplik arıyorsan, ocağın üstündeki taşta, iğne ve iplik var. Onları oradan al, ama kullandıktan sonra komşu Zehra yengene götür. İğneyi ondan emanet almıştım, dedi.
Safiye şaşkınlıktan sadece : "Peki ana." diyebildi.
- Aman emanetleri vermeyi unutma, diye ilâve etti, Güllü ana.
- Unutmam ana, dedikten sonra bir daha anasına sarılacaktı ki yorgana sarılmış bir şekilde uyandı. Bütün bunların bir rüya olduğunu anladı.
Rüya devam etsin diye ümitle gözlerini kapadı, ama nafile; uyku girmiyordu gözüne. Sabah ezanı da okunmaya başlayınca, kalkıp abdest aldı.
Bu arada babasının da uyandığını fark etti. Babası namaz için camiye gidecekti. Safiye, namaz kıldıktan sonra: "Hava aydınlanana kadar ocağı yakayım." dedi. Kibrit almak için ocağın üstündeki taşa baktı. Rüyasında anasının söylediği yerde burulu bir kağıt gördü. Aceleyle aldı. İçini açınca hayretler içinde kaldı. Anasının dediği gibi kağıdın içinde iğne iplik vardı. Kağıdı bir kelebek kanadının narinliği ile iyice göğsüne bastırdı. Anasına hasret gideriyordu.

Bu arada, birazdan babasının camiden geleceğini ve ocağı hâlâ yakmadığını hatırladı. Ocağı bir çırpıda yakıp üzerine akşamdan kalma çorbayı koydu. Ardından da önlüğün yırtığını özene bezene dikti. Ocaktan kor alıp, kömürlü ütünün içine koydu. Dikkatli bir şekilde ütüleyip dolaba yerleştirdi.
Zihni Ağa eve geri geldiğinde bütün olanları ona anlattı. Babası gözyaşlarını gizlemek için koyunları bahane edip odadan çıktı. Kahvaltı hazırlanırken, babası da koyunları köyün sürüsüne katmak için köy meydanına gitti. O da Selim'i uyandırmak için odasına gittiğinde, Selim'in uyandığını, suç işlemiş gibi bir köşede beklediğini gördü. Anlaşılan yine altına kaçırmıştı. Safiye, kardeşini daha fazla üzmemek için yanına gidip:
- A benim güzel kardeşim. Ne üzülüyorsun; asarız dışarıya öğleye kadar kurur, çarşafı da yıkadık mı mis gibi olur, dedikten sonra yorganı kucaklayıp dışarı çıktı.
Kahvaltıdan sonra anasının söylediği iğne ipliği alıp, komşularının yanına gitti. Ne diyeceğini bilemediği için sadece iğneyi ipliği uzatıp:
- Anam rüyama girdi. “Bunlar Zehra yengenindir, ona ver.” deyiverdi.
Daha fazla konuşamadı. Yutkundu ve yerinde kalakaldı. Duyduklarını, Zehra hanımın aklı almıyordu. Başındaki yaşmağı düzeltir gibi yapıp yaşmağın bir ucuyla da gözyaşlarını sildi. Başını iki yana sallayıp:
- Hey gidi rahmetli. Senin gibi komşu az bulunur, diyebildi ancak.
...
Safiye, evde işlerinin olduğunu söyleyip evden çıktı. Zehra Hanım da:
- Kızım buraya kadar gelip hemen mi gideceksin. Bari bir ayranımı iç, dedi.
- Başka bir zaman inşaallah.
Safiye, geriye dönerken anasının vermiş olduğu görevi yapmanın huzuru ile evinin yolunu tuttu. Yolda, Selim'i kazları suya götürürken arkadaşlarıyla şakalaşmasını görünce hüznünün biraz daha azaldığını hissetti. Artık o kadar hüzünlü değildi.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
DEMİRDAĞ'IN LALESİ





Coşkun Bey sonunda istediği arsayı almıştı. Artık günlerce hayâlini kurduğu inşaata başlayabilirdi.

-Çok güzel olacak Coşkunkent, diye mırıldandı. Şehrin dışındaki bir tepenin üzerinde kurulacak bu sitedeki evleri bir yıla kalmaz satarım, diye düşündü.

Telefonun sesiyle hayâllerine ara vermek zorunda kaldı. İnşaat şefi heyecanla:

-Greyder bozuldu efendim. Getirmedik usta bırakmadık, bir türlü tamir edemediler, deyince Coşkun Bey kızdı:

-O tepe bugün düzenlenecek! Greyder bozulduysa hemen başka birini bulun!

Artık hayâl kuramazdı, büroda da duramazdı. Kalkıp inşaat sahasına gitti. Gördükleri karşısında şaşkınlığı arttı. İkinci greyder de bozulmuştu. Öfkeyle üçüncü ve daha sonra da dördüncü greyderin getirilmesini emretti. Onlar da getirildi, ama nafile.

Dört tane greyder, sarı bir lâlenin önünde çakılıp kalmıştı. Daha doğrusu lâleyi dört yandan koruma altına almışlardı. Coşkun Bey kızdıkça kızıyor, etrafa emirler yağdırıyordu. Emir demiri keser deseler de greyderlere etki etmiyordu. Ustaların burnundan tutsan canları çıkacak gibiydi. Herkesin yüzü asılmıştı. Sadece koruma altına alınan lâle sarı sarı gülümsüyordu güneşe karşı.

Sabahtan beri olanlara anlam veremeyen işçilerden biri:

-Bu akıl fikir işi değil efendim! Bu işte bir sır olmasın sakın, dedi korkarak.

Bu sözler üzerine Coşkun Bey çok eskilere gitti. Annesi de buna benzer sözler söyler, sonra da Yunus Dedenin yanına giderdi akıl danışmak için. Bunları düşünürken kararını verdi.

-Çalışmaları bırakın ve arabamı hazırlayın, dedi.

Yunus Dedeyi getirmesi için küçük kardeşini köye yolladı... Yunus Dede akşamüzeri inşaat alanındaydı. Olup bitenler hakkında bilgi aldıktan sonra sakalını sıvazlayarak düşünmeye başladı. Bir ara:

-Şunların yanına gidip hâl diliyle hâlleşelim, bakalım dertleri neymiş, diye mırıldandı.

Yunus Dedenin dediklerini duyan Coşkun Bey:

-İlâhî Yunus Dede! Orada cılız bir lâle, dört tane de demir yığını greyder var. Onlarla nasıl konuşacaksın, diyecek olduysa da bir bildiği vardır elbet, diye vazgeçti.

Yunus Dede gülümseyerek greyderlerin yanına doğru gitti. "Selamünaleyküm" diyerek oraya ilk gelen greyderin yanına oturdu. Gözlerini kapatıp başını sol tarafa doğru biraz eğdi. Yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. Bu arada alışılmışın dışında, fısıltıya benzer sesler duymaya başladı. Lâleyle greyderin kepçesi konuşuyordu.

Lâle mutlu bir şekilde:

-Çok sağol kepçe kardeş! Bu yaptığın iyiliği hiç ama hiç unutmayacağım. Fakat niçin böyle davrandığınızı anlayabilmiş değilim, dedi.

Kepçe, derin düşüncelerden uyanmış gibi anlatmaya başladı:

-Lâle kardeş! Çiçekler çok güzel varlıklardır, ama demir deyip geçmemek gerekir. Sana garip gelebilir, ama demirden de olsa bizim de bir yüreğimiz var.

Lâle özür dileyince gülümseyen kepçe:

-Özür dilemenize de teşekkür etmenize de gerek yok. Biz yıllar önce verdiğimiz sözü yerine getirdik.

Lâle merakla:

-Hangi sözü, diye sordu.

-Bizler Demirdağında yaşayan madenlerdik. Ne bir kuş konardı yanımıza ne bir çiçek açardı üstümüzde. Otlar bile yüzümüze bakmazdı. Fakat bir gün nereden geldi, nasıl geldi bilinmez sarı bir lâle gülümsedi üzerimizde. Yılların yalnızlığını onunla bölüştük, onunla ağladık, onunla gülüştük. Baharı onunla karşıladık, yazı onunla uğurladık. Daha doğrusu yaşadığımızı, sevmeyi ve sevilmeyi ondan öğrendik. Dostluğumuz o kadar ilerledi ki bir gün:

İyi günler gitmesin,

Güneşimiz batmasın,

Aylar, yıllar geçse de

Dostluğumuz bitmesin, diye bir sevgi yemini ettik.

Aradan yıllar geçti. Bizi maden olarak demir-çelik fabrikalarına götürdüler, oradan başka fabrikalara gittik ve sonunda kepçe olduk. Buraları düzlerken tam senin önüne gelince sevgi yeminimizi hatırladım. Bütün moleküllerimle beraber demir yüreğim titremeye başladı. Benim duygularım, plastik bölümler hariç greyderin bütün demir bölümlerine yayıldı. Plastik düğmeye bizi çalıştırmak için ne kadar bassalar da biz çalışmadık. Diğer greyderler de aynı şeyi yaptılar. Kısacası lâle kardeş, biz burada olduktan sonra sana kimse zarar veremez...

Sevginin ve dostluğun gücü karşısında sarı lâlenin yanakları kıpkırmızı oldu.

-Anlattıklarınızın hepsi iyi de bu böyle süremez ki, diye lafa girdi Yunus Dede.

Kepçe öfkeyle sordu:

-Sen kim oluyorsun da bizim sohbetimize karışıyorsun!

Yunus Dede tatlı tatlı tebessüm ederek:

-Ey vefalı ve asil kepçe! Sen nasıl yıllarca önce verdiğin söze sadık kalmaya çalışıyorsan, biz de "Kâlû belâ"da verdiğimiz söze sadık kalmaya çalışanlardanız. Şeklimiz ve yüzümüz seninle farklı olsa da özümüz aynı sayılır.

Bu sözler üzerine kepçe biraz yumuşadı:

-Seni sevdim ey bilge kişi! Madem "Böyle süremez!" diyorsun, o zaman teklifin nedir?

Yunus Dede, yine derin düşüncelere daldı ve sakalını sıvazlamaya başladı. Kepçenin biraz sertçe söylediği:

-Evet, teklifini bekliyorum, sözleriyle kendine geldi.

Yavaş yavaş anlatmaya başladı Yunus Dede:

-Şey! Gördüğüm kadarıyla lâleyi çok seviyorsun. Bir de sevgi yemininiz var. Bu güzel bir duygu. Ama buraya da güzel evler yapılacak ve yüzlerce çocuk sıcacık bir yuvaya kavuşacak. Hem biliyor musun, çocuklar da birer insan çiçeğidir!

Kepçe yine sertleşerek:

-Peki bizim sevgi çiçeğimiz ne olacak, dedi.

Yunus Dede yumuşak ve içli bir sesle:

-Kızma be kepçe kardeş! Bizim insan çiçeği olan çocuklar da çiçekleri çok severler. Diyorum ki; bu lâle kardeşimizin çevresinde elli metre kare genişliğinde bir boşluk bırakılsa ve oraya çiçekler ekilse, geri çekilmeye razı olur musunuz?

Kepçe, kuşkulu bir tavırla:

-Ya biz geri çekilince sözünüzde durmazsanız?

Bu sefer Yunus Dede sertleşti:

-Yok kepçe kardeş! O kadar da ileri gitme! Sen yüz yıl önce verdiğin sözü unutmuyorsun da ben bugün verdiğim sözü bir gün sonra niçin unutayım?

Sesini biraz yumuşatarak konuşmasına devam etti:

-Siz nasıl madenlerin en asiliyseniz biz insanlar da yaratılmışların en şereflisiyiz. Hem bizim güzel bir atasözümüz vardır: "Öl söz verme, öl sözünden dönme!"

İşi tatlıya bağlamak isteyen lâle:

-Kepçe kardeş! İnsanların bazısı yanlış işler yapsa da çoğu iyi niyetlidir. Hem benim içim ısındı bu bilge kişiye, dedi.

Yunus Dede çok duygulanmıştı. Oturduğu yerden yavaş yavaş kalkıp yaşlı ve gülen gözlerle Coşkun Beyin yanına gitti. Coşkun Bey çiçek bahçesi yapılmasına razı olduğunu söyleyince, şoförler direksiyon başına geçtiler. Greyderler tıkır tıkır çalıştı.

Yunus Dede ellerini açıp bir duaya başladı:

-Ya Rabbî! Dünyamızdan lâle çiçekleri, gönlümüzden sevgi çiçekleri eksik olmasın! Dostluk ve vefâ çiçekleri asla solmasın! İnsan çiçeği olan çocuklarımız da evsiz barksız kalmasın...

Orada bulunan canlı cansız bütün varlıklar kendi dillerince "Âmin!" dediler.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
DEVE KUŞU GİBİ





Erkan ailesiyle birlikte küçük ve şirin bir balıkçı kasabasında yaşıyordu. Babası sık sık eski bir tekne ile denize açılır, balık avlardı. Bu onların tek geçim kaynağıydı. Erkan her seferinde ona katılmak ister, ancak babası bunun tehlikeli olduğunu söyleyerek onu yanına almazdı.

“Bu iş göründüğü kadar kolay değil!” derdi.

“Yağmur var, fırtına var, hatta gidip de dönmemek var!”

“Ben artık büyüdüm!” dedi Erkan bir gün. “Denize açılacak yaştayım.”

Babası gülümsedi. “Öyle mi?” dedi. “O halde, buna hazır olup olmadığını anlamak için seni bir sınavdan geçireceğim.”

Erkan “Nasıl bir sınav?” diye sordu heyecanla.

“Babası “Zamanı gelince anlarsın,” demekle yetindi ve ağları onarmaya koyuldu.

Ertesi sabah, ezanlar okunur, horozlar öterken babası Erkan’ı uyandırdı. “Haydi oğlum, kalk. Birlikte sabah namazını kılalım!” dedi.

Erkan sıcak yatağını terk etmek ve tatlı uykusunu yarıda kesmek niyetinde değildi. Hem durup dururken bu da nereden çıkmıştı? “Aman baba…” diye sızlandı.

“Ben daha küçüğüm. Senin yaşına gelince kılarım…”

Güneş doğduğunda Erkan çekiç sesleriyle uyandı. Babası çatıyı onarıyordu. Kahvaltı saati çoktan geçmiş olmalıydı. Hemen yatağından fırladı ve üzerini giyindi. Bir dilim ekmek ve biraz peynir alarak bahçeye çıktı. Babasını çalışırken izlemeye bayılırdı. Badem ağacının iri gövdesine yaslanarak, babasının eski tahtaları yenisiyle nasıl değiştirdiğini gözlemeye hazırlanıyordu ki, “Buraya gel!” diye seslendi babası. “Şu tahta merdiveni kullanarak yukarı çık ve bana yardım et.”

Erkan’ın yapmak istediği bu değildi. “Bu iş benim için tehlikeli değil mi?” diye itiraz etti. “Henüz o kadar büyümedim ki!”

“Öyle olsun!.” dedi babası. “O halde bahçe çitlerini boyarsın.”

“Bu daha eğlenceli olabilir!” diye düşündü Erkan.

“Tamam!” diye karşılık verdi. “Gidip boya ve fırça getireyim.”

Eve doğru yönelmişti ki, arkadaşlarının sesini duyar gibi oldu. Onu sahilde yüzmeye çağırıyorlardı. Belki de, ılık meltemin getirdiği deniz kokusu Erkan’ı çağırıyordu ve buna karşı koyması imkânsızdı. “Ben gidiyorum,” diyerek bahçe kapısından dışarı çıktı. Babası “Çiti boyayacaktın…” diyecek oldu. Ancak Erkan çoktan uzaklaşmıştı.

Ertesi sabah babası denize açılmaya hazırlanırken, Erkan yine onun etrafında dolanıyor ve balığa çıkacak kadar büyüdüğünü tekrarlayıp duruyordu. Babası iskele kenarına oturup Erkan’ı yanına çağırdı. “Bir karar versen iyi olur!” dedi. “Büyüdün mü, büyümedin mi?”

Erkan bu soruya bir anlam veremedi. Babasının gözlerine baktı.

“Devekuşu gibisin!” dedi babası. “Deve kuşuna

“Kanatların var, uç.” demişler. Kanat¬larını sıkıca kapamış. “Ben deveyim,” demiş. “Madem devesin, yük taşı.” demişler bu kez. İşine gelmemiş. Hemen kanatlarını açmış. “Ben kuşum,” demiş. Kendi haline bırakmışlar. Yalnız ve savunmasız gezerken bir avcının tuzağına yakalanmış. Bu durumda ne yapmış biliyor musun?”

“Ne yapmış?” diye sordu Erkan. Hikâyeyi ilginç bulmuştu.

Babası,“Başını toprağa sokmuş!” diye cevap verdi.

“Neden?” diye sordu Erkan bu kez şaşkınlıkla.

“Avcı görmesin diye!” dedi babası.

“Boşuna kuş beyinli dememişler.” dedi Erkan gülerek.

Babası anlatmaya devam etti. “Başı toprakta, koca gövdesi dışarıda imiş. Avcı için kolay bir hedef olmuş.”

Erkan “Bunun benimle ilgisi ne?” diye sordu. Hikâye güzeldi, ama babasının kendisine yaptığı devekuşu yakıştırması pek hoşuna gitmemişti.

“Sen de işine nasıl geliyorsa öyle davranıyorsun.” dedi babası. “Allah’a ve ailene karşı sorumluluklarını yerine getirmeye gelince küçük, gezi ve eğlenceye gelince büyük oluyorsun. Bu durumda, başkasını değil, sadece kendini kandırıyorsun.”

Erkan ufka doğru dalıp gitti. Babası yanılmıyordu. Erkan her durumda kendini rahatlatacak bir bahane buluyordu. Ama bu nereye kadar sürecekti?

“Gerçeklerden ve sorumluluklardan kaçılmaz!” dedi kendi kendine. “Meğer bu şekilde sorumsuzca davranarak, Allah’ı ve insanları değil, sadece ve sadece kendimi kandırıyormuşum. Tıpkı devekuşunun yaptığı gibi!”
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
TOHUMLAR
İbret veren Hikayeler Dizisinden


O Sabah güneş yine her zamanki gibi yükselmiş, ısı ve ışınları bereketli topraklar üzerine cömertçe göndermeye başlamıştı. Ali dayı, sabah namazından hemen sonra yola koyulmuştu. Tarlasına ha vardı, ha varacaktı. Başını kaldırıp güneşe baktı.

- Allah´a şükürler olsun, diye mırıldandı..

Arabanın üstünde, uykusundan henüz uyanmış olan küçük Abdullah merakla başını kaldırip babasına baktı.
- Durup dururken niye şükrettin baba?
Ali dayı tebessümle oğluna baktı ve;
- Şükür her zaman yapılır evlat, dedi. Çünkü Allah´ın bize ihsan ettiği ni´metlerden her an faydalanıyoruz. Beş dakika nefes almazsan ne olur?

Abdullah dudak büktü:
- Ne bileyim, ölürüm herhalde.
- Gördün mü ya, dedi babası. Şükretmemiz gereken ne çok nimete sahibiz...
Derin bir nef es aldı ve;
- Az önce güneş nimetine şükretmiştim, dedi.
Abdullah merakla babasına bakıyordu. Babası devam etti:
- Güneş olmasa tohumlar canlanıp yeşermez, büyümezler.

Abdullah´ın küçük kafasında şimşekler çaktı. Öyle ya; tohumlar canlanıp büyümeseler hem insanlar, hem bütün canlılar aç kalırdı. Yani hayat olmazdı. Heyecanla babasına döndü:
- O halde toprak da nimet, su da! diye söyledi.
Babası gülerek onun saçlarını okşadı.
- Elbette yavrum, elbette! dedi.

Tarlaya gelmişlerdi. Ali dayı tohum çuvallarını arabadan indirdi. Karasabanı hazırladı. Küçük Abdullah sabırsızlanıyordu.
- Ben de tohum ekmek istiyorum baba! Ektiğim tohumların büyüdüğünü görünce çok sevineceğim!
- Tabii ekeceksin oğlum, dedi babası. Ama hemen değil. Ekilen tohumun bereketli olması için dua etmek gerek. Şimdi sen gölgede dinlen, ben iki rekât namaz kılıp dua edeyim. Sonra başlarız .
Abdullah gölgeye gidip oturdu. Ne çok şey öğrenmişti bugün. İyi ki babasıyla tarlaya gelmişti. "Keşke abimler de gelseydiler" diye düşündü. "Ama onlar büyük, benim öğrendiklerimi zaten biliyorlardır" diye avundu.
Babası namaz kılmış dua ediyordu. " Acaba babam nasıl dua edecek?" dive meraklandı. Yanına gidip oturdu. İşte duyabiliyordu:
- Yâ Rabbi! Yeri, göğü, herşeyi yaratan, yoktan var eden sensin. Ben de senin zayıf ve âciz bir kulunum. Şimdi toprağa atacağım tohumları Senin kudret ve merhametine emanet ediyorum. Onları yeşert, büyüt ve canlılar için bereketli kıl. Allahım; çünkü biz hepimiz bunlara muhtacız...
Abdullah da babası gibi "âmin" diyerek minik ellerini yüzüne sürdü. O gün, küçük Abdullah için unutulmayacak kadar güzel geçmişti. O da babası gibi avuç avuç tohum serpmişti tarlaya. Ve, tarla sürüldükçe o tohumların toprak altında kalışını ilgiyle seyretmişti.

Akşam eve dönünce, o gün yaşadıklarını heyecanla anlattı annesine. Abileri ise, onun bu heyecanına gülüp geçiyorlardı. Bir de bağı vardı Ali dayının O yıl tarla gibi bağı da çok verimli olmuştu. Birkaç gün sonra bağbozumu başlayacak, meyveler toplanacaktı. Bir sabah kahvaltıda büyük oğlu bu mevzuyu açtı:

- Baba her yıl yaptığın gibi bu yıl da bütün köylüyü toplayıp meyveleri dağıtmayacaksın değil mi?
Babası güldü:
- Herkes rızkını yer evlât. Elbette ki ihtiyacı olana istediği kadar vereceğim.

Ortanca oğul da abisi gibi itiraz etti.
- Biz emeğimizle kazanıyoruz başkaları yiyor. Satıp para kazansak daha iyi olmaz mı?
Ali dede çocuklarına hüzünle baktı:
- Böyle düşünürseniz kazanamaz, kaybedersiniz yavrum. Ben yıllardır ihtiyacı olan herkese yardım ettim ve hiç sıkıntıya düşmedim. Unutmayın ki komşuluk hakkı vardır. Verdikçe bereketlenir.

Çocuklar, babalarını ikna edemeyince kalkıp gittiler. Ali dayı tebessümle küçük Abdullah´ın başını okşadı ve;
- Sen onlara benzeme yavrum dedi. Unutma ki her zaman veren el alan elden üstündür.

Bağbozumu başladığı gün Ali dayının bağı bayram yeri gibiydi âdetâ. İhtiyaçları kadar ürün alan köylüler meyvelerin toplanması için Ali dayıya yardım ediyorlardı. Çocuklar da yere düşenleri toplayıp yiyerek neşe içinde eğleniyorlardı.

Ne yazık ki bu mutluluk f azla sürmemiş, Ali dayı o kış yakalandığı hastalıktan kurtulamıyarak vef at etmişti.
Artık tarla ve bağ işleri çocuklara kalmıştı.

Birgün en büyükleri kardeşlerini yanına çağırarak;
- Babamızın yaptığı yanlışı biz yapmayacağız, dedi. Çalışıp alın terimizle kazanacağız. Bir çöpümüzü bile başkasına yedirmeyeceğiz. Zengin olacağız, zengin!
Abdullah itiraz etti:
- Ben sizin gibi düşünmüyorum, dedi. Eğer Çok kazanmak istiyorsak, önce şükretmeliyiz. Sonra ürünü ekerken bereketli ve insanlara faydalı olması için dua etmeliyiz. Urünü toplarken de ihtiyacı olan komşularımıza yardım etmeliyiz.

Abileri küçük Abdullah´ı azarladılar.
- Hadi ordan sen, de! Bacak kadar boyunla işimize karışma!
Aradan zaman geçti. Birgün ektikleri tarlaya gittiler. Buğdayların daha büyümeden kuruduğunu, işe yaramaz ot olduğunu gördüler.

- Bu yıl yağmur yeterince yağmadı, dediler. Küçük Abdullah acı acı gülerek başını salladı. Çünkü abileri bu tarlayı ekerken bırakın dua etmeyi, bir besmele bile okumamışlardı.
Derken bağbozumu günü geldi çattı. Sabah erkenden hazırlanıp köylülere hiç haber vermeden bağın yolunu tuttular. Bağa vardıklarında karşılaşılaştıkları manzara dehşet vericiydi. Gece çıkan yangında bütün bağ yanmış, geriye kara bir duman ve is kokuları kalmıştı.

Oturup ağlamaya başladılar. Abdullah;
- Zararın neresinden dönersek kârdır, dedi. Gelin aç gözlülüğü bırakalım ve babamızın yolunda gidelim.
Abileri de bunun doğru olacağını kabul ettiler ve o günden sonra yanlış düşüncelerinden dolayı tövbe ederek çalışıp, bereketi Allah´dan beklediler. Cenâbı Allah elbette kendisine el açanları boş çevirmezdi. Onları da çevirmedi. Çok kazanıp, köylülerle birlikte mutlu bir hayat sürdüler.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
AFFETMEK BÜYÜKLÜKTÜR

Ayşe, o gün eve oldukça sinirli bir hâlde geldi. Çantasını yatağına fırlatıp, odasının kapısını hızlı bir şekilde kapattı. Bu davranışı annesinin dikkatini çekmişti. Kızının sinirli olduğunu anladığı için biraz sakinleşmesini bekledi ve daha sonra odasına gitti. Ayşe gerçekten çok öfkeli görünüyordu. Annesi yanına yaklaşıp saçlarını okşayarak:
- Benim güzel kızımı bugün birileri çok üzmüş anlaşılan. Bakalım kızım annesine anlatacak mı, dedi. Ayşe:
- Anne, öğretmen bugün bir kompozisyon ödevi verdi, dedi. Annesi
- Seni böyle üzen ve kızdıran şey bu mu, diye sorunca Ayşe:
- Hayır, kompozisyonun konusu beni sinirlendirdi. Affetmek büyüklüktür, cümlesinin bize düşündürdüklerini yazacakmışız, dedi. Annesi:
- Öğretmeniniz gerçekten çok güzel bir konu seçmiş, ama senin üzüntüne bir anlam veremedim, dedi.
- Anne bugün sıra arkadaşımla çok kötü kavga ettik. Babasının hediye ettiği kalemi kaybetmiş. Beni hırsızlıkla suçladı. "Kalemimi sen almışsın." dedi. Yemin ettim, inanmadı. Çok kırıcı sözler söyledi. Ben ona küstükten sonra kalemini çantasındaki defterlerinin birisinin arasında buldu. İyi bakmadığı için görememiş. Sonra gelip benden özür diledi. Sınıfta çok yaramaz bir arkadaşımız var. O sıra arkadaşım Aslı'ya kalemini benim aldığımı gördüğünü söylemiş. Aslı bu nedenle beni suçlamış. Yine de bana inanmaması ve güvenmemesine çok kırıldığım için bütün sınıf arkadaşlarımın önünde Aslı'ya kendisini asla affetmeyeceğimi, söyledim. Arkadaşlarım bu olayı öğretmenimize anlatmışlar. Öğretmenimiz de bu yüzden böyle bir konu seçti. Aslı'yı affetmek istemiyorum anne. Affetmezsem "Affetmek büyüklüktür." cümlesi ile ilgili ne yazabilirim ki? Şimdi neden üzgün ve sinirli olduğumu anlıyor musun, diye sözlerini bitirdi.
Annesi şimdi kızını ve hissettiklerini anlayabiliyordu. Onu kırmadan ve daha fazla öfkelendirmeden bazı şeyler söylemeliydi. Önce:
- Kızım sen sıra arkadaşın Aslı'yı sever miydin, diye sordu. Ayşe:
- Evet sınıfta en çok onu severdim. Zaten bu nedenle ona çok kırıldım, dedi. Annesi:
- Onun seni suçlamasının seni çok kırması gayet normal. Fakat her insan zaman zaman hata yapar. Bazen yanlış kararlar alabilir, bazen hiç düşünmeden hareket edebilir ve bazen de bazı yalan söyleyenlere inanıp sevdikleri kişileri kırabilirler. Aslı, eminim ki seni suçlamak istememiştir. Çok sevdiği kalemini kaybetmiş olmanın üzüntüsü içindeyken kendisine söylenen bir yalana düşünmeden inanmış ve ona göre hareket etmiş. Belki onun yerinde sen olsaydın sen de aynı şekilde davranırdın. Hem arkadaşının daha sonra pişman olup özür dilediğini de sen söyledin. Öyle değil mi kızım, dedi.
- Evet ama anne ben çok kırıldım. En sevdiğim arkadaşım beni böyle suçlamamalıydı. Onu affetmem imkânsız.
- Böyle söyleme kızım. Sen tabiî ki haklısın, ama kendini biraz da arkadaşının yerine koy. Bir anlık bir hatayla sevdiğin birini kırsan ve sonra pişman olup özür dilesen, fakat affedilmesen bu hoşuna gider mi? Ayrıca nefret etmeyi, küsmeyi ve asla affetmemeyi herkes başarır. Bunlar kimsenin zorlanmayacağı, herkesin kolayca yapacağı şeylerdir. Zor olan affetmektir. Şimdi öğretmeninizin verdiği cümlenin ne anlama geldiğini anlayabiliyor musun, dedi. Ayşe bir süre düşündükten sonra:
- Haklısın anne, affedilmemek hiç hoşuma gitmezdi. Bu beni çok üzerdi. Ayrıca söylediklerinden sonra affetmenin neden büyüklük olduğunu anlayabiliyorum. Şimdi çok güzel bir kompozisyon yazmaya çalışacağım. Yarın okuldan seni çok mutlu edecek haberlerle döneceğim. Seni seviyorum anne. İyi ki varsın, dedi ve annesine sarılıp yanaklarından öptü.
Ayşe bütün akşamını kompozisyonuna ayırdı. Ertesi gün sınıfta öğretmen en yüksek notu Ayşe'nin kompozisyonuna verdi ve Ayşe'den yazdıklarını yüksek sesle okumasını istedi. Ayşe kompozisyonunu okudu:
“Dün hepinizin iyi bildiği bir olay yaşadım. En sevdiğim arkadaşım beni asla yapmadığım ve yapmayacağım bir davranışla suçlamıştı. Sonra pişman olup özür dilemişti; fakat ben onu affetmek istememiştim. Çünkü nefret etmek, küçük şeyleri sebep edip küsmek kolay olan yoldu ve ben kolay olanı tercih etmiştim. Bunu sürdürecek olursam çok sevdiğim bir dostumu kaybedeceğim. Annem kolay olanı yani küsmeyi, tercih etmenin doğru olmadığına anlattı ve ben de ısrar etmenin yanlış olduğuna karar vererek arkadaşımı affettim. Affetmenin büyüklük olduğunu da çok iyi anladım.”
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
SIĞINAK ARAYAN ÇOCUK


Güneş batmış, ay gökyüzünde gezinmeye çıkmış. Gecelerden bir gece sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış…



Uzak memleketlerin birisinde tahtına düşkün, zengin mi zengin bir padişah yaşarmış. Adil olmasına adilmiş ama, burnu kanasa bütün ülkeyi ayağa kaldırırmış.



Birgün öyle hastalanmış, öyle hastalanmış ki; ayağa kalkamaz, sarayının bahçelerinde zevkle gezinemez olmuş. Ülkede ne kadar iyi doktor varsa çağırmışlar. Ne kadar ilaç varsa denemişler, ama bir türlü padişahın hastalığına çare bulamamışlar.



Yaz gelmiş, çiçekler açmış, kuşlar cıvıldaşmaya başlamış. Güneş parıldıyor, herkesi evinden dışarıya çağırıyormuş. Fakat padişahımız, iyileşemediği için bu güzellikleri pencereden seyretmekle yetinmek zorunda kalıyormuş.



Birgün bütün doktorlar bir araya gelerek padişahın hastalığını konuşmaya başlamışlar. Artık onlar da sıkılmış bu olaydan. Çünkü padişah hergün onlara kızıyor, bağırıyormuş:



- Siz ne biçim doktorsunuz. Hepinizi astırmak lazım. Zindanlarda süründürmek lazım. Kafanızı uçurmak lazım…



Doktorlar korkuya kapılmaya başlamışlar bu tehditler karşısında. En kısa zamanda padişahın hastalığına bir çare bulamazlarsa başlarının derde gireceğini seziyorlarmış. Nihayet içlerinden biri meydana çıkarak;



- Arkadaşlar, demiş. Buradan çok çok uzakta bir memleket var. Adı Sevilenya… Orası ilimde ilerlemiş bir memlekettir. Bütün alimler mutlaka oraya gider ve ilmine ilim katarmış. İşte o memlekette yaşayan bir doktorun ünü dünyaya yayılmış. İyileştiremediği hasta, çaresini bulamadığı hastalık yokmuş. Padişahımıza söyleyelim haber salsın çağırtsın onu. Biz de rahatlayalım.



Doktorların hepsi bu fikre katılmışlar ve içlerinden birisini sözcü seçerek padişaha göndermişler. Padişah anlatılanları dinledikten sonra hemen emir vermiş:



- Derhal hazırlıklar başlasın. Yarın sabah yola çıkacak bir birlik oluşturulsun.



En güzel hediyeler, kese kese altınlar doktora verilmek üzere hazırlanmış. Ve ertesi sabah bilinmeyen ülkeye doğru yolculuk başlamış.



Akrep yelkovanı, gece gündüzü, ilkbahar kışı kovalamış yaz gelmiş. Padişahımız her sabah heyecanla uyanır sorar olmuş:



- Geldiler mi?



Çevresindekiler çekinerek cevap verirlermiş:



- Henüz gelmediler padişahımız.



Birgün güneş yüzünü dağların ardından göstermeden, ay yıldızlarla gökten çekilmeden nal sesleri şehrin sokaklarını inletmeye başlamış. Saray kapısı açılmış, muhafızlar hemen doktorlara haber vermişler:



- Birlik geri dönmüştür.



Doktorlar, padişahın hastalığına derman olacak doktorun gelip-gelmediğini öğrenmek için bahçeye inmişler. Arabadan, siz deyin çınar boyunda, ben diyeyim kavak boyunda bir adam inmiş. Bir ân ürkmüşler. Bakışlarında bir baykuş keskinliği varmış. Hürmette kusur etmeden odasını göstermişler, dinlenmesi için. Fakat kabul etmemiş:



- Hastamız nerededir? Bir insan acı çekerken ben nasıl dinlenebilirim!



Doktorlar şaşkın şaşkın padişaha haber salmışlar. Padişah haberi alır-almaz;



- Aman hemen gelsin. Kaç zamandır gözlerime uyku girmez. Acıdan yüreğim duracak sanırım. Hemen gelsin hemen, demiş.



Bu, adı daha önce hiç duyulmamış ülkeden gelen doktor, elindeki ufak çantayla padişahın huzuruna çıkmış. Padişahın ağrıyan bacağını saatlerce incelemiş ve sonra şunları söylemiş:



- Dokuz yaşında bir erkek çocuk bulunmalı. Bu çocuk kesilecek ve midesi bacağınıza sarılacak. Üç gün içinde hiçbir şeyiniz kalmaz, ayağa kalkarsınız.



Padişah, askerlerini böyle bir çocuk bulmaları için göndermiş. Bütün okullar, bütün evler araştırılmış. Ve nihayet dokuz yaşında, çok güzel bir erkek çocuğu bulunmuş.



Askerler çocuğun annesiyle, babasıyla konuşmuşlar, durumu anlatmışlar. Zaten bütün halk padişahın hastalığından haberdarmış. Ama anne ve baba çocuklarının kesileceğine çok üzülmüşler. Ağlamış, sızlanmışlar. Yalvarmışlar. Ama kimse onları dinlememiş. Çocuğun babası vezire gelerek;



- Oğluma kıymayın, demiş. Onun yerine beni öldürün. O benim tek çocuğum. Beni ondan ayırmayın. Ne olur yapmayın bunu!



Vezir, çocuğun babasını karşısına oturtmuş ve şunları söylemiş:



- Sen bir çocuğun mu, yoksa bir padişahın mı ölmesini istersin? Eğer padişahımız ölürse hâlimiz nice olur hiç düşünmüyor musun? Düşmanlarımız memleketimizi istilâ ederler. Bu daha mı iyi? Akılsızlık etme. Sana bin altın veriyorum. Hiç oğlun olmadığını düşün.



Çocuğun babası o kadar altını daha önce birarada hiç görmediği için heyecana kapılmış ve razı olmuş:



- Varsın padişah yoluna öldürülsün benim oğlum, demiş.



Oğlunun karşılığı olarak aldığı altınlarla eve dönmüş. Çocuk, babasına sarılıp ağlamış.



- Beni öldürmeyecekler değil mi, diye sormuş babasına.



Adam oğluna diyecek bir söz bulamamış, susmuş kalmış. Ertesi gün de çocuğun annesi vezirin yanına gitmiş. Yalvarmış, yakarmış. Ama vezir ona da bin altın vererek bu işe rıza göstermesini sağlamış. Çocuğun annesi ağlamayı bırakarak;



- Eh, madem ki hayırlı bir iş için ölecek, ne yapalım ölsün, demiş.



Padişah, anne ve babadan izin aldıktan sonra devrin bilginlerini yanına çağırtmış. Bir de onlardan izin almak istiyormuş. Bazıları bunun yanlış olduğunu söylemişler, bazıları padişahın ölümünden daha hayırlıdır demişler. Sonunda çocuğun kesilmesinde bir sakınca olmadığı kararına varmışlar.



Bütün ülkeye bu olay duyurulmuş. Herkesin dilinde kesilecek çocuk varmış. Kimileri duyduklarına inanamıyor, kimileri çocuğa acıyor, kimileri de padişah iyileşecek diye seviniyormuş.



Kısa zamanda şehrin meydanı hazırlanmış. Halk merasimi seyretmek için meydana toplanmış. Çocuğun annesiyle babası halkın önünde çocuklarının kesilmesine izin verdiklerini, bilginler de çocuğun hayırlı bir iş için öldürüldüğünü söylemişler.



Zavallı çocuk hiçbir şey yapamıyormuş. Kesileceği yere çıkarılmış. Herkese bir bir bakmış ve babasına dönerek konuşmaya başlamış:



- Babacığım, hani ben senin tek çocuğundum. Hani beni çok severdin. Şimdi bensiz ne yapacaksın? O altınlar benim yerimi tutabilir mi?



Çocuk sonra da annesine dönerek konuşmuş:



- Ya sen anneciğim, nasıl izin verebildin biricik oğlunun öldürülmesine! Demek ki beni gerçekten hiç sevmedin. Üzülmeyecek misin?



- Peki siz, sevgili bilginler. Dokuz yaşındaki bir çocuğun öldürülmesinin yanlış olmadığını nasıl söylersiniz? Ben kimsenin canını acıtmadım ki. Padişahımızın hastalığının sebebi de ben değilim. Kimseyi de öldürmedim.



Son olarak padişaha dönmüş:



- Padişahım, iyileşmek için beni öldürüyorsun. Oysa biz seni sığınak kabul ediyorduk. Senin ülkende bunun için yaşıyoruz. Bizi koruduğun için… Demek ki ülkemize bir şey olsa hiçkimse sana sığınamayacak, demiş.



Çocuk bakmış kimse yardım etmeyecek, başını gökyüzüne kaldırmış ve dudaklarını kıpırdatmaya başlamış. Padişah onun bu hâlini görünce sormuş:



- Şimdi ne yapıyorsun?



Islanmış gözlerini padişaha çeviren çocuk, ağlamaklı bir sesle cevap vermiş:



- Sen annemi, babamı, bilginleri razı etmişsin. Bana da sığınabileceğim tek bir yer kalıyor. Yalvarıyorum ki beni kurtarsın. Siz beni anlamıyorsunuz.



Padişah bu sözleri duyunca şaşırıp kalmış ve hatasını farkedivermiş:



- Bırakın çocuğu, demiş. Benim ölümüm bu bacaktan olacaksa olsun.



Bu olaydan sonra padişahın bacağı nedense hiç ağrımamış. Ve padişah çocuğu yanına alarak beraberce güzel bir hayat geçirmişler.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
YÜZMESİNİ UNUTAN ÖRDEK




Bir varmış bir varmış. Her şeyden önce bir varmış. Her şeyden önce O varmış. Develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir ördek varmış. Bu ördek bir okula yazılmış. Derslerinde biraz başarısızmış ama yüzme dersinde çok başarılıymış.

Öğretmeni bir gün ona:

-Yüzeyi biliyorsun ama koşmayı hiç bilmiyorsun, demiş.

Zavallı ördek buna çok üzülmüş. Yüzmeyi bırakarak koşmaya başlamış. Ördek için koşmanın ne kadar zor olduğunu bir düşünün. Önce paytak paytak yürümüş sonra bu yürüyüşünü biraz daha hızlandırmış. Hızlandırmış ama hiçbir zaman tavşan gibi koşamıyormuş.

Tavşana gitmiş yalvarmış:

-Ne olursun tavşan kardeş bana koşmasını öğret diye.

Tavşan ona:

-Gel benimle koş, demiş ama tavşan bakmış ki ördek her defasında kendisinden geride kalıyor:

-Benim çalışılacak çok dersim var deyip onu terk etmiş. Hiç düşünmemiş öğretmeninin bir gün tavşandan yüzmesini isteyeceğini.

Tavşan nasıl yüzer diye düşünmemiş öğretmeni. Çünkü ona verilen program o şekildeymiş. O, bir an önce kendine verilen dersleri öğretmenin telaşını yaşıyormuş. Bütün hayvanlar kendilerinin başarılı oldukları derslerden bile başarısız duruma düşmüşler.

Tavşan bu defa ördeğe:

-Bana ne olursun yüzmesini öğret, demiş.

Ördek:

-Sen bana koşmayı öğretmemiştin ama ben sana yüzmesini öğreteyim demiş. Tavşan suya ayağını sokar sokmaz cup diye batıvermiş.

-Kurtar beni ördek kardeş diye, yalvarmış. Ördek de onu kıyıya çıkarmış. Bu arada tavşan çok su yuttuğundan öksürüyormuş. Kıyıda sinir krizleri geçirmeye başlamış.

-Ben okulda okumak istemiyorum. Okulu bırakacağım. Ben yüzmeyeceğim, diye haykırıyor, yırtınıyormuş.

Ördek de:

-Ben de okulu bırakacağım. Ben de koşamayacağım. Başaramayacağım bu dersi, diye ağlamaya başlayınca onların seslerini duyan öğretmen:

-Ben size gösteririm nasıl başaramazmışsınız. Mutlaka başaracaksınız. Biriniz koşacak, biriniz yüzecek, diyerek onları iyice dövmüş. Araya veliler girmiş. Veliler de öğretmene hak vermişler. Ne tavşan ne de ördek derdini kimseye anlatamamış.

İkisi beraberce anlaşıp okuldan kaçmışlar. Fazla da uzaklaşmamışlar okuldan. Diğer hayvanların okuldaki durumlarını izlemek istiyorlarmış. Okulun yakınında bir yerde kendilerine kulübe yapmışlar.

Yanlarına gelen bilge bir ördek onlara:

-Siz hiçbir zaman üzülmeyin sizin yapacağınız işler var. Hangi konuda başarılı iseniz o alanda çalışın, demiş.

Ördek için bir yüzme okulu açılmasını, tavşanın da koşma salonuna gitmesini sağlamış. Küçük ördek ve koşucu tavşan buluştuklarında birbirlerine hep başarılarından söz etmişler.
 
Üst