Dağda Gezinti

Türkkızı

Dost Üyeler
Katılım
12 Nis 2008
Mesajlar
236
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Türkiye/Antalya
Dağda Gezinti


Bulutlar, adeta öfkesini kusuyordu Karadağ’ın sarp yamaçlarına.
En cesur görünen ağaçlar bile ansızın başlayan bu su bombardımanına karşı sanki zar zor ayakta duruyor, onları hareketsiz kılan evrimlerine lanet yağdırıyor gibiydiler.
Ve ardı arkası kesilmeyen o şimşekler! O yıldırımlar!..
Hem kudreti hem de çaresizliği aynı notalara sığdırabilmenin gururuyla olağanüstü bir senfoniyi hiç yorulmaksızın çılgınca çalıyorlar; önüne kattığı herşeyi aşağılara doğru sürükleyen su-çamur karışımını acımasızca kırbaçlayıp unutulmaz bir güç gösterisi sergiliyorlardı.
Daha iki saat kadar önce öyle görkemli, öyle büyüleyici bir manzarası vardı ki ormanın. İnsanın bir ağaca yaslanıp da günlerce hiç kıpırdamadan seyredesi gelirdi herhalde.
Oysa şimdi öylesine tersyüz olmuştu ki herşey; o en hoş duyguları okşayan masum yüzü, bir anda şeytana hizmet eden zalim bir yaratığın ürpertici suratına dönüşüvermişti.
Henüz akşam üzeri olmasına rağmen bulutlar göğü tamamen kapatmıştı. Güneşi görmek bir yana şimşekler lütfetmese birkaç adım öteyi görebilmek dahi çoğunlukla imkansızlaşıyordu.
Ve ne yazık ki bu kaba gösteride istemeden rol almış iki talihsiz adam, sığınacak bir yer bulmak umuduyla ağaçlar arasından ilerlemeye çalıyorlardı.
Öndeki adam, arkasına dönerek olanca gücüyle bağırdı:
“Neredesin Nuri?”
“Dibindeyim!”
“Biraz dinlenelim”
“İyi olur”
Öndeki adam, bitkin vücudunu yıkık bir ağacın yarım gövdesine dayayıp bir dala sıkı sıkı tutundu. Bir yandan da söyleniyordu “Kahretsin! Mağara falan yok mu bu Allah’ın belası yerde?”
Nuri de aynı ağacın bir başka dalına yapışmış sağ salim kurtulabilmek için ezberindeki bütün duaları tekrar tekrar okuyor, “Amin” diye de ağlamaklı bir sesle ekliyordu sonuna.
Elektrik deşarjları, ardı ardına bir flaş gibi patlıyor; o kısa süre içinde de etrafa aceleyle göz atıp yüreklerini ferahlatacak bir umut ışığı yakalamaya çalışıyorlardı.
İki saat kadar sonra öndeki adam bir eliyle işaret edip “Şurada bir şey var!” diye bağırdı.
“Ne?”
“Biraz yukarıda. İşte!”
Nuri, bir yandan arkadaşının gösterdiği yere bakınıyor, diğer yandan da heyecanla soruyordu:
“Hani, nerede?’
“Kırk-Elli metre yukarıda.”
“Galiba gördüm.”
“O tarafa gidelim. Peşimden ayrılma sakın.”
Çamurlaşmış zemin üzerinde ve devrilmiş ağaçların arasından ilerlemek daha da tüketiyordu zavallıları. Öndeki adam her iki-üç adımda bir durup hedeflerine bakıyor; doğru yolda olduklarından emin olduktan sonra da devam ediyordu. Nuri ise arkadaşını takip etmeye çalışıyordu kendini zorlayarak. Ne de olsa iki saat boyunca fırtına ile boğuşmuşlar, sırılsıklam vücutları an be an daha da çekilmez bir yük haline gelmişti.
Yirmi dakika kadar süren temkinli ve yorucu bir tırmanıştan sonra “Çuvaldan bir duvar!” diye söylendi öndeki adam. Ağır adımlarla duvarın köşesine ulaşıp başını uzattı. Sonra da sırtını çuvallara verip soluklanmakta olan Nuri’ye döndü
“Burası da öyle! Ne garip. Çuvaldan bir kale inşa etmişler buraya!”
Bir süre daha bakındıktan sonra daha güçlü bir sesle “Bu taraf ta bir giriş var galiba.! Gel çabuk” diye bağırdı.
“Şükürler olsun diye mırıldanarak o tarafa yöneldi Nuri. Çuvallar arasındaki boşluktan geçer geçmez de iki elini göğe açıp haykırdı sevinçle:
“Şükürler olsun! Kurtulduk Yavuz, kurtulduk!”
Çuvallardan oluşmuş dört duvar arasında ahşap bir kulübe duruyordu. Birkaç saat boyunca vahşi bir yağmur altında nereye gittiğini bilmeksizin ilerlemiş iki adam için büyük bir talih sayılırdı bu. Tabi kaybettiği eşeğini bulduğu için sevinen köylününkinden daha büyük bir şans olduğu da söylenemezdi.
O sırada Yavuz kapıyı yumrukluyordu. Ancak bu vuruşlara cevap alamayınca kalan gücünü toplayıp sert bir omuz darbesiyle içeri daldı.
Kulübenin içi oldukça karanlıktı ve epey de kötü kokuyordu. Ama dışarıdaki tabloya oranla önemsenmeyecek kadar basit ayrıntılardı bunlar. Neyse ki bazı eşyalar siluet halinde de olsa farkedilebiliyordu. Tabi Yavuz, sırt çantasını karıştırıp da bir kibrit bulunca hem ışık hem de ısınma sorunu beraberce halledilmiş oldu. Zira kısa bir incelemeden sonra biraz odun ve bir şöminenin varlığını belirlemek pek de zor olmamıştı.
Her ikisi de üzerlerini tamamen çıkarıp kurumak üzere şöminenin önüne sermiş daha sonra da buldukları çuval parçalarını gelişigüzel örtünüp uyuyakalmışlardı oracıkta.
“Kalk Nuri!”
“..................”
“Sana söylüyorum, uyan artık!”
Nuri, daha göz kapaklarını kaldırmaya bile fırsat bulamadan yüzünü ekşitip sordu:
“Bu koku da ne böyle?’
“Bilmiyorum, ama gerçekten fena kokuyor..Şömineyi yakayım ben. Daha sonra da kokunun kaynağına bakarız” deyip Nuri’nin yanından ayrıldı Yavuz.
Nuri, kollarını iki yana açıp iyice gerdi vücudunu ve ağır ağır gözlerini açıp “Saat kaç?” diye sordu.
Yavuz, o sırada odunların yığılı olduğu köşede yere çömelmiş kucağına odun dolduruyordu. Nuri’ye dönerek “Sekizi on geçiyor, ama hava hala akşam gibi” dedi. Ardından da kafasını tavana dikti. “Lanet fırtına!” diye ilave etti.
‘Sabah mı olmuş yani?”
“Ne sandın. Saatlerdir uyuyoruz” diyerek şöminenin önüne çöktü. Topladığı odunları teker teker yerleştirip bir çırpıda tutuşturuverdi.
Nuri, midesinin bulanmaya başladığını hissetmişti:
“Yavuz!”
Yavuz, o esnada ateşi kuvvetlendirmeye çalışıyordu. “Yine ne var?’
“Midem kötü oldu”
“Kokudandır, istersen kapıya çık. Rahatlarsın”
Nuri, “İyi fikir” anlamında başını sallayıp doğruldu oturduğu yerden.
“Dur sana yardım edeyim” dedi Yavuz. Nuri’nin zorlandığını farketmişti.
Görünürde tuvalet ya da banyoya benzer bir yer yoktu. Sadece o ana kadar dikkatlerini çekmemiş olan bir kapı vardı.
“Bir oda daha var herhalde” diye mırıldandı Yavuz.
“Belki banyodur” dedi Nuri zorlukla.
Yavuz, bir eliyle Nuri’ye destek vermişti; ağır adımlarla kapının yanına sokuldular ve boştaki eliyle kolu çevirip ittiriverdi. Ancak kapının açılmasıyla birlikte öyle keskin bir koku yayıldı ki etrafa, Nuri olduğu yere çöküp boşaltıverdi midesini.
Yavuz ise kapının eşiğinde öylece kalakalmış; döşemenin üzerinde yatmakta olan cesede bakıyordu korku dolu gözlerle. Nuri, yeni emeklemeye başlamış bir çocuk gibi acemice sürünerek kulübenin dışına çıkıp ıslak zemine bırakmıştı vücudunu. Bir yandan soluklanıyor içerideki manzara gözleri önüne geldiğinde de yeniden kusuyordu.
Yavuz, usulca Nuri’nin yanına sokulup bir elini omzuna koydu:
“Adamı gömmemiz lazım dedi yumuşak bir ses tonuyla. Sonra da devam etti: “Şey... Bu, hoş bir durum değil, ama şu an yapabileceğimiz başka bir şey yok... Bu lanet yerden kurtulduğumuz zaman polise anlatırız olanları”
Yavuz, yeterince serin kanlı bir adamdı. Bir tüccar için biraz fazla maceraperest sayılırdı ama hem işini hem de tuhaf zevklerini beraberce götürmesini iyi bilen türden bir insandı. Henüz otuz yaşında olmasına karşın iki asra sığmayacak kadar hatıranın varlığı başka türlü de açıklanamazdı doğrusu. En büyük zevki riske girmekti. Gerçi çoğunlukla kaybederdi, ama bundan şikayet ettiği de duyulmamıştı. Zira, onu tanıyanlar “Umursamazlık” kelimesi ile ismini aynı anlamda kullanırlardı. Neyse ki babası, hatırı sayılır ölçüde bir miras bırakmıştı Yavuz’a.
Oysa Nuri, oldukça farklı bir insandı Yavuz’a göre. Farklılığı, beceriksizliğinden ve çekingenliğinden kaynaklanıyordu. O güne kadar elde ettiklerinde ya şansının ya da eş-dost çabasının rolü vardı; kendisinin değil. Babasının aşırı otorite düşkünlüğü, sesini içine yöneltmesine ve kendince gerçeklerle avunmasına neden olmuş olabilirdi ama sebebi her ne olursa olsun alışılmadık ölçüde pasif bir insandı. Yavuz gibi birkaç samimi arkadaşı dışında kimseyle kendi başına diyalog kurabilecek kadar yetenekli (!) de değildi kendi deyimiyle. Yavuz’un yanında sıradan bir işçi olarak çalışıyordu, fakat Yavuz onu çocukluğundan beri tanır, sever ve korurdu.
Yavuz, cesedi tek başına gömmek zorunda olduğunu biliyordu. Zira, Nuri’nin böyle bir işi hayalinde bile yapamayacağına rahatlıkla bahse girebilirdi.
“Ben şu gömme işini halledeyim” deyip kulübeye döndü.
Son pencereyi de kapattıktan sonra şöminenin hemen kenarına bağdaş kurmuş kıpırdamaksızın odunları seyreden Nuri’nin yanına çöktü.
“Pek koku kalmadı, değil mi?”
“Evet kalmadı” dedi Nuri, belli belirsiz. Yavuz, arkadaşının cansız bakışlarına pek yabancı sayılmazdı. Ancak yine de bir parça olsun onu rahatlatmak ihtiyacı hissediyordu. Aslında bunun bir yararı olmayacağını da biliyordu; çünkü bir kez içine kapandı mı, onu tekrar açmak zaman isteyen bir işti.
“Şey... Şu fırtına biter bitmez eve döneriz. Sıkma canını. Unutulur gider bunlar.”
Nuri’nin aklı hala adamdaydı.
“Kimdi acaba” diye mırıldandı mekanik bir sesle.
“Adamın biri işte! Üzerinden kimlik çıkmadı. Aslına bakarsan saatinden başka hiç bir şeyi yoktu... Belki odasında bir şeyler bulabilirim”
Nuri, ters ters baktı önce. “O, bir insandı” diye de ekledi sonuna. Yavuz sinirlenmişti “ Tabi ki insandı! Bir gün gelir insanlar ölürler. Onun zamanı da gelmiş olmalı, Hem söylesene O’nu biz mi öldürdük?”
“Hayır”
“O halde mesele yok. Allah rahmet eylesin”
Kızan, bu sefer Nuri olmuştu “Sana göre her şey çok basit, değil mi?” Ama Yavuz’un tartışmaya hiç niyeti yoktu “Evet, basit” diyerek ayağa kalktı.
“Ben o odaya gidiyorum. İhtiyacın olursa çağır beni” deyip ayrıldı oradan. Aslında amacı, kendisini toplaması için Nuri’ye zaman tanımak ve ölen adam hakkında biraz bilgi edinmekten başka bir şey değildi.
Nuri’nin kafası alabildiğince karışıktı. Önce bir fırtına ve arkasından da bir ceset. Halbuki sadece eğlenceli bir dağ gezintisi yapmayı planlamışlardı ve akşam olunca da sevgili karısının yanına dönecekti.
Evleneli daha bir ay bile olmamıştı. Ta ilkokuldan beri aşıktı Necla’ya. Aynı sokakta oturuyorlardı. Ama doğrusu Necla’nın Nuri’ye yüz verdiği falan da yoktu. Dahası Nuri’nin adı geçtiğinde “Salak şey!” diyerek dudak bükerdi her defasında. Ancak Nejla, kimseleri beğenmeyip de evde kalma bunalımına girince Yavuz’un sinsi planları işlemiş ve oldu bittiye getirilmişti her şey. Eğer iş Nuri’ye kalsaydı değil evlenmesi Nejla’ya beş metreden fazla yaklaşabilmesi bile mümkün olmazdı.
Şimdi Nuri için önemli olan bir an evvel eve dönmekti Daha bir gün geçmiş olmasına rağmen bir asırdır ayrıymış gibi özlemişti karısını.
Yavuz, önce kafasını uzattı kapı pervazından. Bir süre şöminenin önünde çuvallara sarılmış Nuri’nin anlamsızca öne arkaya sallanışını izledi donuk bakışlarla. Sonra da “Nuri, sanırım bir mesele var” dedi kekeleyerek.
Nuri, ani bir hareketle başını o yöne çevirdi. Zira Yavuz’un bir mesele var demesi, gerçekten bir mesele var demekti.
“Ne meselesi?” diye sordu çekinerek.
“Şu ölen adam var ya...”
Nuri sabırsızlanmıştı “Ne olmuş ölen adama?”
“Gömmeden önce kolundan çıkardığım bir saat vardı” deyip parmağıyla işaret etti “İşte orada... Sehpanın üzerin de duruyor. Onu alıp buraya gel lütfen”
Nuri, daha önce Yavuz’u hiç bu kadar donuk, bu kadar tedirgin görmemişti. Bu, ister istemez daha da ürkütmüştü onu. Saati alıp korku dolu adımlarla odaya yöneldi.
Yavuz, iki mumun aydınlattığı odada bir iskemleye çöküp derin düşüncelere dalmıştı bile.
Sesi titreyerek “Geldim” dedi Nuri.
Yavuz, derin bir nefes alıp yavaşça başını kaldırdı. Ardından da kararlı bir biçimde sordu:
“Zaman ne?”
Nuri şaşırmıştı. Saati mumlardan birine yaklaştırıp “Onbire yirmi var” diye cevapladı. Yavuz, başını iki yana sallayıp “Hayır onu sormadım, Tarih ne?” diye yineledi sorusunu,
Nuri iyici afallamıştı “Şaka mı ediyorsun?”
“Tarih ne!” diye yineledi. Nuri, önce dudaklarını büktü sonra da düğmelerle oynayıp tarihi yazdırdı ekrana. “18.Nisan.2014” dedi gülerek.
Yavuz ise bu cümleyle birlikte sinirlerinin daha da gerildiğini hissetmişti “Nasıl olur bu?” diye bağırarak ayağa fırladı. Nuri, endişeli gözlerle izliyordu arkadaşını.
“Anlayabilmek çok zor!” diye tekrar tekrar söyleniyordu, Yavuz.
“Neler oluyor Yavuz?”
Yavuz, bakışlarını Nuri’nin heyecanlı gözlerine çevirip “Sanırım, 2014’deyiz. Çağ atladık yani” dedi.
“Bu saatte 2014 yazıyor diye mi? Adamı gömene kadar kimbilir ne kadar ıslanmıştır.”
Yavuz, yeniden iskemleye çöküp “Diyelim ki o saat ıslandı. Peki bu dergiler, bu gazeteler de mi ıslandı?” diye sordu esrarengiz bir üslupla. O sırada somyanın üzerinden aldığı birkaç gazete ve dergiyi masaya koyup Nuri’ye doğru itmişti.
Bir süre sonra “Aman Allah’ım!” diyerek irkildi Nuri. Ağlamaklı bir sesle mırıldanarak “Şubat 2014 sayısı!” dedi ardından da.
“En eskisi Haziran 2012 tarihli” dedi Yavuz.
Nuri, neye uğradığını şaşırmıştı. Gelişigüzel hareketlerle tüm dergi ve gazetelerin yayın tarihlerini kontrol etti. Ciğerlerini patlatmaya çalışırcasına bağırdı “Saçmalık bu!” ve hepsini süpürüverdi elinin tersiyle.
“Saçma olduğunu biliyorum” diyerek derin bir nefes aldı Yavuz. Sakin bir biçimde “Ama ne yazık ki öyle” deyip yerde duran bir konserve kutusunu gösterdi:
“Üretim tarihi ağustos 2013. Yazdıklarını okudum, ölen adam bir politikacıymış.”
Sağ tarafındaki sehpaya uzanıp kalınca bir defter aldı eline masanın diğer ucunda bir buz kitlesi gibi ayakta duran arkadaşının önüne koydu.
“Hatıralarını yazmış. Hepsi var burada.”
Nuri şuurunu kaybetmiş gibiydi “Yerin dibine batsın anıları!” diye haykırarak yere kapaklandı. Hem hıçkırarak ağlıyor hem de “Mahvoldum... Mahvoldum ben” diye tekrarlıyordu durmadan.

***

Yavuz, Nuri’yi şöminenin kenarına kadar taşımış ve inceleme yapmak üzere odaya geri dönmüştü. Son yıllara ait dergileri okudukça daha garip bir heyecan duyuyor; daha bir meraklanıyordu, zira geçen onca zaman içinde akıl almaz olaylar yaşanmıştı dünyada.
Nuri ise ne baygındı ne de kendinde. Ancak gerçek olan, bunca fırtınaya uzun süre dayanabilecek kadar güçlü bir ruha sahip olmadığıydı. Ve hepsinden önemlisi bir daha Necla’yı göremeyecek oluşundan duyduğu dayanılmaz acıydı. Bir yandan çocuk gibi ağlamaya devam ediyor, öte yandan da beddualar yağdırıyordu kaderine.

***

Yavuz, elinde bir cihaz ile Nuri’nin yanına geldi. Aleti nazikçe yere bıraktıktan sonra topukları üzerine çöküp dikkatli gözlerle incelemeye ve düğmelerini kurcalamaya başladı. Bir taraftan da yorum yapıyordu kendi kendine: “Bir radyo olsa gerek. Belki daha pek çok fonksiyonu vardır... Ne de olsa 2010 yapımı”
Bir süre uğraştıktan sonra çalıştırmayı başardı. Parazitler arasında kısa bir gezintiden sonra heyecanlı bir ses yakaladı:
“Doğuda yeni gelişme olmadı, sevgili dinleyiciler. Ama güneydeki çatışmaların şiddeti dün öğleden itibaren artmaya ve civar ülkelere de yayılmaya başladı. İki gün önce varılan ateşkesin Almanların bir zaman kazanma oyunu olduğu da anlaşılmış oldu böylece. Toplama kamplarındaki vatandaşlarımızın açlık ve hastalık tehlikesi ile karşı karşıya bulunduklarını artık Almanlar da inkar etmiyorlar. Umarız 2008’de yaşanan trajedi bizim ülkemizde de yaşanmaz.
Sokağa çıkma yasağı üç ay daha uzatıldı. Bugün Alman karargahından ‘Dışarıda görülecek sivillerin mazeretsiz vurulacağı’ şeklinde bir açıklama yapıldı.
Sevgili dinleyiciler, yayın yerimizin tespiti tehlikesinden dolayı yayını kesiyoruz. Bizi barbar Almanların zulmünden koruması için hepinizi Allah’a dua etmeye çağırıyoruz.”
İkisi de soluk almadan dinlemişlerdi haberi. Yayın bitince Nuri. ağlamaklı bir sesle sordu:
“Ne demek bu?”
“5.Dünya Savaşa” dedi, Yavuz.
“Biz nasıl zaman atladık?” diye sordu Nuri, ama sorudan çok isyanımsı bir hava vardı cümlesinde.
“O elektrik deşarjları sırasında olmuş olmalı. Başka bir açıklama gelmiyor aklıma”
Nuri, Yavuz’un koluna sarılıp “Gidelim buradan.Gidip Necla’yı bulalım” dedi yalvarırcasına. Yavuz, arkadaşının elini tutup “Mümkün değil” anlamında başını salladı. Sonra da ‘Sen de duydun. Almanlar dışarıda kimi görseler vuracaklarmış. Buradan ayrılamayız, Nuri. Hem biz 1991’de değiliz artık. Nejla da diğerleri de çeyrek yüzyıl geride kaldılar... Çok üzgünüm” dedi.

***

Aradan tam iki gün geçmişti. İki uzun gün.
Yavuz, adamın odasına kapanmış, bulduğu herşeyi okuyor. kendince notlar alıyor ve ara ara da masanın etrafında yürüyüşe çıkıp ya öğrendiklerini tekrar ediyor ya da ilginç varsayımlar üretiyordu. Ne de olsa hiç yaşamadıkları bu yirmi üç yıl içinde çok şey değişmiş olmalıydı dünyada. Nelerin değiştiğini öğrenmek için de okumaktan başka çare yoktu. Neyse ki olan biteni ayrıntılarına kadar incelemiş bir politikacının hatıra defteri vardı. 1991’den bugüne; yani 2014’e kadar yeterince kayıt olduğu söylenebilirdi.
Nuri ise her zamankinden daha bir sessiz daha bir donuktu. Ve hemen kenarına bağdaş kurduğu şömineye hedeflemişti anlamsız gözlerini. Bir yandan da sallanan sandalye gibi sallanıyordu ağır ağır. Her geçen saat bir kapısını daha kapatıyor, biraz daha uzaklaşıyordu dış dünyadan. Bazen aynı türden cümleleri fısıltı halinde tekrarlıyor sonra da derin bir iç çekip gözlerini yumuyordu bir kaç saniyeliğine. “Yaşamın ne anlamı var ki artık” diye de ekleyiveriyordu sonuna.
Yavuz, zaman zaman Nuri’nin yanına gelip öğrendiklerini aktarıyor “Bunları bilmek zorundayız. Bundan sonraki yaşamımız buna bağlı’ diye de sıkı sıkı tembihliyordu. Ders bitince de tekrar hatıra defterine koşup yeni çağını yakalamak için sabırsızca çeviriyordu sayfaları.
Halbuki Nuri için durum öyle başkaydı ki. Daha dört hafta önce evlendiği sevgili karısı Necla acaba neredeydi, ne yapıyordu, yoksa ölmüş müydü? Hem ölmemişse bile onca yıl Nuri’yi bekleyecek değildi ya. Bir ismi unutmak için yeterince zaman geçmiş sayılırdı: Yirmi üç yıl!.. Ya da çeyrek asır!.. Kendi çağın da bile doğru dürüst yaşayamamış beceriden yoksun bir adamın, bu çağda elinden ne gelirdi ki? Zavallı Nuri’nin kafasında dönüp duran ve cevaplayamayacağı sorulardı bunlar. Her biri bir diğerinden daha ürkütücü birer hayalet gibi bir anda beliriyor, bir çıkmaza doğru kovalıyordu Nuri’nin aklını.
Yavuz, yine gözleri parıldayarak çıkmıştı odadan. Çabuk adımlarla şöminenin yanına kadar gelip her zamanki yerine çöküverdi. Ardından da bilmem hangi yıla ilişkin olayları anlatmaya koyuldu. Bir yandan da farkında olmadan el-kol hareketleri yaparak geçmişi kendince canlandırıyor daha bir heyecanlandırıyordu kendini. Oysa Nuri’nin aldırdığı bile yoktu. Kafasındaki karmaşıklığın altında an be an daha da ezildiğini hissediyor ve olası bir çarenin çaresizlikten daha acı verici olacağına inanıyordu. Mazide yaşayacak bir ruh ile gelecekte bulunacak bir beden arasında vicdanını rahat ettirecek bir köprü kurulabilir miydi?
“Kes artık, dinlemek istemiyorum bu saçmalıkları” diye bağırdı Nuri. Gözleri şeytanı bile ürkütecek kadar keskin bakıyordu o esnada.
Yavuz irkilmişti “Tamam. kesiyorum” dedi usulca. Nuri başını ağır ağır yanmakta olan odunlara çevirdi yeniden ve sakin bir sesle “Anlamıyorum” diye birkaç kez söylendi.
“Anlamaya çalışıyorum” dedi, Yavuz temkinli bir şekilde. Nuri, kafasını iki yana sallayıp “Hayır. beni anlayamazsın sen” dedi hüzünlü bir tonda. Bir iç çekip sözüne devam etti “Herşeyimi kaybettim artık. Hayata yeni baştan başlayabilecek kadar güçlü bir insan değilim ben.” Yavuz beklemeden söze girdi “Başka çaremiz yok, Nuri. 1991’de değiliz. Tarih şimdi 2014 ve biz yaşamak zorundayız”
Nuri dudaklarını büküp başını iki yana salladı tekrar. “Beni yalnız bırak lütfen” diye mırıldandı sonra da.
Nuri’yi daha önce de çaresizliğe düşmüş olarak pek çok defa gördüğünden, tavrını fazla önemsemedi. “Zamanla alışır nasılsa” diye içinden geçiriyor; onu kendi haline bırakmayı tercih ediyordu.
Yavuz’un diğer odaya çekilip tarih çalışmaktan başka bir seçeneği yoktu.
Odadaki tek sandalyeye oturup dirseklerini masaya koydu. Başını da iki eli arasına alıp savaş haberleri ile dolu satırlara dikti gözlerini. Okuyor ve ardından da not alıyordu önündeki sayfalara. Niyeti şu an hangi durumda olduklarını anlamaktan başka bir şey değildi; zira ömrünün sonuna kadar bu kulübede hapis kalamayacağını biliyordu. Anne ve babası öleli 1991’deyken bile epey zaman olmuştu. Evli olmadığından ve arkadaşlarını fazlaca önemsemediğinden düşünmesi gereken pek kimse yoktu. Ayrıca, zaman atlamış olmak, rahatsızlıktan çok heyecan veriyordu ona. Ama yine de, heyecanı dindiğinde uyanacağı bir rüya olmasını da tercih ederdi.
O sırada, sandalyesinin arkalığına iyice yaslanmış kendi kendine konuşuyordu:
“Bir çıkış yolu olmalı, ama ne?... Şu işe bak, şimdi de fırtına dinmesin diye dua ediyorum. Havalar düzelirse, Almanlar burayı kolayca bulurlar bu da iyi olmaz..Hem şu ölen adam, onca çuvalı laf olsun diye taşımadı ya buraya! Demek ki Almanlar, yakınlarda bir yerdeler. İyi de, bir bariyer oluşturmasının nedeni ne? Tek bir silah bile yok kulübede. Belki de bir bombanın etkisini falan azaltmak içindir. Kimbilir belki de bu çağa ait bir başka sebebi vardır... Bundan hiç bahsetmemiş ki lanet herif. Her neyse, şimdi düşünülmesi gereken, bu durumdan nasıl kurtulacağımız. Bir yolu vardır mutlaka. Çözmek zorundayım”
Hemen hemen iki saat olmuştu ki kulübenin kapısı, gıcırtılar içinde arka arkaya çarpmaya başladı. Bu da daldığı derin düşüncelerden çekip alıvermişti Yavuz’u. “Kapıyı iyice kapatmıştım halbuki” diye mırıldandı. Sonra da oturduğu yerden doğrulup kontrol etmek üzere odadan çıktı. Nuri odada değildi. Şaşkın bir ifadeyle “Nerede bu adam?” diye sordu kendi kendine. Ancak dış kapıya doğru yöneldiğinde gözleri faltaşı gibi açılmış halde dondu bir süre. Nuri birkaç metre dışarıda hiç hareketsiz, yüzükoyun yatıyordu.
“Aman Allah’ım!” dedi, Yavuz panik içinde. Ve soluğu arkadaşının yanında aldı. Zavallı Nuri’yi sırtüstü çevirdi hemen ve ardından da gözlerini yumup haykırdı “Ne yaptın sen geri zekalı!”
Nuri’nin karnına bir bıçak saplıydı ve yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı. Yumruk haline gelmiş elinde de uzunca bir plakanın iki ucu taşıyordu dışarıya. Yavuz arkadaşının kilitli parmaklarını zorlukla açıp plakayı aldı. Bir yandan ağlıyor diğer yandan da plakanın üzerindeki tek cümleyi okumaya çalışıyordu nemli gözlerle. Elleri öylesine titriyordu ki bir-iki defa yere düşürdükten sonra tamamlayabildi cümleyi:
“Ruh bedene değil. beden ruha uymalı.” Plakanın şöminenin üzerindeki eski tip bir vazoya dayalı durduğunu hatırlamıştı bir anda. O zaman da dudak büküp “Salaklık bu!” diye geçirmişti içinden. Ama şimdi, şuursuzca haykırıyordu arkadaşının cesedi üzerine kapanmış halde. “Salak!”

***

Yavuz, ellerini arkasında birleştirmiş, bir sağa bir sola yürüyordu kulübenin içinde. Yüz ifadesi, hesap sormak için karısının eve dönmesini bekleyen öfkeli bir kocayı andırıyordu. Nuri’nin intiharı ile serinkanlılığını yitirmiş ve hemen bu kulübeden kurtulması gerektiğine şartlamıştı kendini. Aksi taktirde sonunun Nuri’ninki gibi olabileceğine ihtimal vermeye başlamıştı.
Fırtına da neredeyse ilk günkü kadar şiddetlenmiş; yine inletmeye başlamıştı ortalığı. Ama bu gürlemeler, Yavuz’ un kafasında çakan şimşeklere oranla ancak bir böceğin ayak sesleri kadar güçlü sayılabilirdi.
Yavuz, dolanmayı bırakıp şöminenin önüne, Nuri’nin yerine çöktü. Şeytani bakışlarını alevler içindeki odunlara çevirip mekanik bir sesle söylenmeye başladı:
‘Burada kalamam.Yiyecek iki güne kalmaz biter. Açlıktan ölmek ya da bunalıma girip intihar etmek ile dışarıda askerler tarafından öldürülmek arasında fark yok. Nuri öldü, işte. Dışarıda, en azından yaşama şansım var. Evet, evet. En iyisi bu: Fırtına dinince yola çıkmak”
Bir an durup yüzünü buruşturdu “Tabi ya!” diye bağırarak ayağa fırladı. Kapıyı hafifçe aralayıp göğe baktı önce. Ardından da sırtını duvara yaslayıp “Fırtına sırasında zaman atladığımıza göre, bu yeniden gerçekleşebilir. Belki kendi zamanıma dönme şansım bile vardır” deyip kulübenin içine bakındı son kez ve derin bir soluk alıp Nuri’nin mezarına kadar yürüdü “Ben gidiyorum. Belki yakında görüşürüz, dostum. Kendine dikkat et’ deyip ağır adımlarla çuvaldan duvarın dışına çıktı. Ardından da geldikleri yöne doğru koşmaya başladı.
Her tarafı inleten gümbürtüler ve ışık oyunları arasından ilerlemeye çalışıyordu. İlk günkü kadar şiddetliydi yağmur. Bazen çamura saplanıyor bazen de dallara takılıp düşüyordu ama her defasında yeniden fırlayıp inatla eteklere doğru koşuyordu.

***

Biraz ötede çalıların arkasından yarısı görünen bir araba farkedince durup temkinli adımlarla o tarafa yöneldi. “Bu, benim arabaya benziyor... Galiba böyle bir yere bırakmıştım” diye geçirdi içinden. Çalıların arkasına gizlenip önce etrafı kontrol etti. Sonra da arabayı daha net görebilecek şekilde yaklaştı dikkatle.
“Arabam!... Bu benim arabam!”
Arabasının yıllardır aynı yerde ve tertemiz kalmış olmasını da garipsemişti. Beklemeden kapıyı açıp koltuğa yerleşti. Birkaç saniye öylece oturup “Tabi ya!” diyerek araç telefonuna sarıldı. Ezbere bildiği bir numarayı, bir arkadaşının numarasını tuşladı süratle “Haydi çık, birisi çıksın ne olur” diye de yalvarıyordu içinden. Her sinyal sesiyle yüreği daha da hızlanıyordu.
“Alo?’ dedi bir ses.
Yavuz, heyecanla sordu “Rıza?”
“Evet benim... Hey, dur bir dakika Yavuz, sen misin yoksa?”
“Rıza, söyle bana hangi yıldayız?”
Rıza şaşırmıştı “İyi misin sen?”
“Cevap ver bana!”
“1991’deyiz tabi ki” diye yanıtladı, Rıza. Ardından da devam etti “Neredesin kaç gündür? Nuri de yok ortalıkta” Yavuz, ahizeyi yerine koyup derin bir soluk aldı.
“Başaracağımı biliyordum” diye bir kaç kez bağırdı, deli gibi.

***





(İki gün sonra kulübenin önü)
Bir köylü, parmağıyla işaret edip “İşte burası” dedi. Yaşlıca bir adam ve orta yaşta bir kadına gösteriyordu kulübeyi.
“Gerisini biz hallederiz. Siz burada bekleyin” dedi yaşlı adam. Önde kadın olmak üzere kulübeye girdiler. Kadın, içeriyi kolaçan ettikten sonra “Dışarı çıkmış olmalı” diye mırıldandı.
Yaşlı adam, kadına dönerek “Hayatım boyunca tanıdığım en garip insan, sizin babanızdı” dedi gülümseyerek.
“O halde siz şanlısınız”
Yaşlı adam şaşırmıştı “Neden öyle söylediniz ?”
“Ben, babamı hala tanıyabilmiş değilim de ondan”
“Anlıyorum” diyerek başını salladı yaşlı adam. O sırada, kadın babasının çalıştığı odaya girmiş etrafı inceliyordu. Masanın üzerindeki dergilerden birini alıp yaşlı adama döndü:
“Bu da ne böyle?”
Yaşlı adam bir kahkaha atıp alaylı bir biçimde sordu:
“Nedir sizi hayrete düşüren?”
“Derginin tarihi. Şubat 2014 yazıyor.”
Adam sandalyeye çöküp gülümsedi “Babanızın bir prensibi vardır. Birisi gibi düşünebilmek için onun ayakkabılarını giymek gerekir.”
Kadın, meraklanmıştı “Açıklar mısınız, lütfen”
“Aslında bunu size açıklamamalıyım. Babanıza bu konuda söz vermiştim de. Yani eseri bitene kadar. Ama nasılsa burayı gördünüz artık.” Adam, yavaş hareketlerle piposunu yakıp devam etti. “Bu, babanızın en son kitabının taslağı.” O sırada, adamın hatıra defterini gösteriyordu parmağıyla “Takdir edersiniz ki oldukça saygın bir bilim-kurgu yazarıdır babanız. Ve o, der ki: Ruh bedene değil, beden ruha uymalı”
Kadın, adamın sözünü kesti “Sanırım anladım. Yani bu dergileri özel olarak bastırdı. Sırf kendini konuya adapte etmek için.
“Öyle” dedi yaşlı adam. Arkasından da devam etti “2014 yılına kadar yaşandığını varsaydığı olayları yazmaya karar vermişti. Bu sebeple de güya o yıllara ait olan bu dergi ve gazeteleri hazırlattı. Tabi tek nüsha basıldı bunlar. Hatta bir firmaya, özel olarak içinde üç aylık kayıt olan radyoya benzer bir alet de yaptırdık.”
Kadın gülmeye başladı “Bu adamın çocuktan farkı yok” diye de ekledi.
“Dedim ya sizin babanız garip bir adam diye. Kitabın sağlayacağı gelirin belki de iki katını bu kulübe ve düzeneğe harcadı”
Kadının yüzü birden ciddileşmişti “Ama biliyorsunuz; babam kalp hastası. Böyle bir yerde yardıma ihtiyacı olsa ne olacak?”
Adam, dizlerinden destek alıp ayağa kalktı.
“Bunu ben de söyledim, ama anlamış olmanız gerekir ki onun yüreği göğsünde değil. kafasının içinde atıyor. Öyle bir adamı asla durduramazsınız güzelim”
O sırada köylülerden biri şaşkın ama korkmuş bir ifadeyle içeri girip yaşlı adama döndü:
“Şey... Dışarıda iki mezar var efendim.”

SON

Alıntı

“Bazen öyle koşullar biraraya gelir ki inanmaktan başka çare kalmaz”
 
Üst