Farklı devletler ile belli nüfus gruplarının öfkesi, çatışma arzusu, izlenen hırçın politikalar, bölgesel anlaşmazlıklardaki tırmanma, uzlaşma kültürünün zayıflaması ve büyüyen riskler bu pencereden bakılarak değerlendirilmeli. 2004 itibariyle üçüncü dünya ülkelerinin borç toplamı 2,5 trilyon Dolara, yıllık faiz ödemeleri de 3.75 milyar Dolara yükseldi. Bu tutar, tüm üçüncü dünya ülkelerinin sağlık ve eğitim harcamalarının toplamından fazla, aldıkları dış yardımın da 20 katı.
Dünya ekonomisi 1970 yılında 17,9 trilyon Dolar büyüklüğündeydi. Bu rakam 1980’de 26,6 trilyona, 1990’da 36,7 trilyona, 2000’de 49,9 trilyona ve 2005 yılında 59,6 trilyon Dolara çıktı. Dünya ekonomisinin ürettiği mal ve hizmetlerin toplamı böylece 1990’dan itibaren 15 yıllık süreçte iki katına çıktı.
Bunun temelinde ise finans sektörü vardı. Örneğin, bir yatırım fonuna 1.000 Dolar yatıran birisi, bununla 3,000 Dolarlık bir borçlanma yapıyordu ve fon bu parayı 3’e ya da 4’e katlayarak, başka bir fona 10,000 Dolar olarak yatırıyordu. O fonda bu durumu başka bir fon veya yatırım aracı ile 10’a katlayarak, iletmeye devam ediyordu. Bu yöntem ile 1,000 Dolar gerçek para, mevcut ekonomide neredeyse 100.000 Dolarlık bir işlem hacmini meydana getiriyordu. Konut kredileri, tutsat, borsa, sigorta ve benzeri araçlar bu sürecin ve döngünün devamlılığına imkân veriyordu. Buradan ortaya çıkan para yüksek gelir beklentisi ile gelişmekte olan ülkelere yöneldi. 1970 yılında gelişmekte olan ülkelere gerçekleşen toplam yabancı sermaye transferleri: 10,8 milyar Dolar seviyesinde iken 1980’de 75 milyar Dolara, 1990’da 100 milyar Dolara ve 2000’de 295 milyar Dolara ulaştı. Dünya ülkelerinin bankacılık kesimlerinin aktif toplamları neredeyse 80 trilyon Dolar. Yani dünya gelirinin üç misline yakın. Dünya Bankası’nın verilerine göre, dünya ekonomisine küreselleşmenin damgasını vurduğu 1990–2004 yılları arasında düşük ve orta gelirli ülkelerin dış borçları 104 milyar Dolar artarak 426,9 milyar Dolara kadar çıktı.
En borçlu devlet ise ABD. ABD'nin borcu 9,7 trilyon Dolarla neredeyse milli gelirine eşit. Japonya miktar olarak en yüksek kamu borcu stokuna sahip ikinci ülke. Japonya'nın kamu kesimi borcu 5,3 trilyon Dolar ve milli gelirinin %128'i oranında.
Bunun sonucunda dünyadaki toplam sermaye piyasaları hacmi 1991’de 794 milyar Dolardan 2000’de 4 trilyon 324 milyar Dolara çıktı. Bunun başka veriler ile teyidi ise kendisini şöyle gösterdi:
OECD ülkeleri küresel nüfusun %19’uyla, küresel ticaretin %71’ine, doğrudan yabancı yatırımların %58’ine sahipler. ABD dünyadaki bütün patentlerin %95’ine ve en büyük on ekonomi toplam araştırma giderlerinin %84’üne sahipler.
Aynı sürecin neticesinde, bugün dünyada; 80 ülke on yıl önceki kişi başına düşen gelirlerinden daha düşük bir gelire sahip. 40 ülke yıllık %3’ten yüksek bir büyüme oranına ulaşmıştı. 55 ülkenin gelirleri 1990’dan bu yana düşüyor. En zengin ülkede yaşayan en fakir %20 ile en fakir ülkede yaşayan en fakir %20 arasındaki gelir farkı 1960’taki 30’a 1’den, 1990’da 60’a 1’e ve 1997’de 74’e 1’e çıktı. Yüksek gelirli ülkelerde yaşayan %20’lik bir nüfus dünya hâsılasının %86’sını, dünya ticaretinin %82’sini, doğrudan sermaye yatırımlarının %68’ini alıyor. 1950’den bugüne bir karşılaştırma yapıldığında dünya nüfusunun %80’ini oluşturan 73 ülkenin sadece 9’unda gelir eşitsizliğinin azaldığı görülüyor.
Savaşlar Böyle Başlıyor…
Şiddetli 19. Asır’da ve 20. Asır’ın ilk çeyreğinde yaşananların sonucunda dünyanın en zengin 360 kişisi dünyanın %45’inin -2,3 milyar- gelirine sahipti. 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın dünyanın ve kapitalist sistemin yaşadığı en derin ekonomik sarsıntı olduğu söylenir. 1929–1934 yılları arasında dünya ticaret değerindeki %66’lık düşüş o döneme kadar görülen en büyük ekonomik krizin en önemli verisi kabul ediliyor. Dünyada 18. Asr’ın ikinci yarısından itibaren on yıllık periyotlar ile ve giderek daha da sıklaşarak konjonktürel ekonomik krizler yaşandı. Her biri, bir refah döneminin devamında meydana geldi. Bu dizinin on dördüncüsü olan Dünya Ekonomik Buhranı, küresel sistemin çöküşüydü ve krizi tetikleyen kömür, de¬mir ve çelik sektörleri oldu.
Bu dönemde işsizlik korkunç boyutlara ulaştı. Devletler para politikalarında ve piyasalarda korumacı davranmak zorunda kaldı. Ekonomide arz-talep dengesinin üretici aleyhine bozulması sonucu, arz talebin altında kaldı. Zengin ülkeler ellerindeki mal ve hizmetleri satmak zorundaydı, ama zayıflayan ülkeler yüksek enflasyon, düşen tarımsal üretim ve yavaşlayan sanayi yüzünden istikrarsız ve mali açıdan zayıftı. Bununla birlikte ABD giderek güçleniyordu ve ekonomik dengelerini koruyabilmek için Avrupa’ya sermaye aktarıyordu. Bunun sonucunda ABD’nin toplam alacağı miktar ise 10,3 milyar Dolara ulaştı.
ABD ithalatını askıya aldı. ABD ticareti en çok gelişmiş 15 ülkenin ihracatının %40’ını karşılıyordu. Tarımsal mallar ve hammadde fiyatları üretimdeki artışla birlikte düştü ve stoklar büyümeye başladı. İzlenen spekülasyon ekonomisi, reel alandaki krizle birleştiğinde büyük çöküş önce Avrupa’yı ve giderek tüm dünyayı sardı. Dünya ticareti hacim olarak üçte bir, değer olarak üçte iki oranında azaldı.1927-1929 döneminde tarımsal fiyatlar yarı yarıya hatta bazı ürünlerde 2/3 oranında düşüş gös¬terdi. Buhranın temel nedenlerinden biri, his¬se senedi fiyatlarının yükselmesi ile ekono¬mik faaliyetlerdeki gelişmenin paralel gitmemesi ve bu farkın giderek açılması oldu. 1929’dan sonra ise A.B.D’de hisse senetleri piyasası çöktü. Dışa verilmiş borçların değeri sıfıra indi ve borç verme tamamen durdu.