Divân-ı Lügati't-Türk(Kaşgarlı Mahmud)

Gök Yeleli Bozkurt

New member
Katılım
29 Nis 2008
Mesajlar
1,947
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Bozkurtlardan Birine Sorun
Divân-ı Lügati't-Türk, Kaşgarlı Mahmut tarafından Bağdat'ta 1072-1074 yılları arasında yazılan Türkçe-Arapça sözlüktür. Türkçe'nin bilinen en eski sözlüğü olup, Orta Asya yazı Türkçesi hakkında varolan en kapsamlı ve önemli dil anıtıdır. El yazması nüshası 638 sayfadır ve yaklaşık 9000 Türkçe kelimenin oldukça ayrıntılı Arapça açıklamasını içerir. Ayrıca Türklerin tarihine, coğrafi yayılımına, boylarına, lehçelerine ve yaşam tarzlarına ilişkin kısa bir önsöz ve metin içine serpiştirilmiş bilgiler mevcuttur.

Klasik Arap leksikografisinin ilkelerine göre hazırlanmış olan sözlük, Kaşgarlı Mahmut'un Türk boyları hakkındaki etraflı bilgisinin yanısıra, Arap filolojisi konusunda da esaslı bir eğitim görmüş olduğunu gösterir.

Sözlüğün elde bulunan tek yazma nüshası 1266'da Şam'da temize çekilmiş ve 1915'te İstanbul'da Ali Emiri Efendi (1857-1923) tarafından tesadüfen bulunmuştur. (Ancak daha önceki yüzyıllarda Antep'li Aynî ve Kâtip Çelebi de Divân'dan söz ederler.) Ali Emiri yazması 1917'de Talat Paşa'nın (1874-1921) teşviki ile Kilisli Rıfat Bilge'nin (1873-1953) gözetiminde basılmış hemen bütün dünya Türkologlarının ilgisini çekmiştir. 1928 yılında Türkolog Carl Brockelmann, ayrıntılı notlarla sözlüğün Almanca çevirisini yayımlamıştır. Besim Atalay'ın modern Türkçe çevirisi 1940'ta Türk Dil Kurumu tarafından basılmıştır. Son yıllarda Dankoff'un Divan-ı Lügat-it Türk çevirisi, yeni bilgiler ışığında önemli yorum değişikliklerine yol açmıştır.


Divân-ı Lügati't-Türk Kitabının önsözü

Tanrı'nın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi. Ve yer yüzüne hakim kıldı. Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları Türkler'in eline verildi. Türkler Tanrı tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Haktan ayrılmayan Türkler, Tanrı tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Türkler ile birlikte olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular. Cihan hakimi olan Türkler'e herkes muhtaçtır, onlara derdini dinletmek, bu suretle her türlü arzuya nail olabilmek için Türkçe öğrenmek gerekir.



Divân-ı Lügati't-Türk: tarihin Türklere verdiği en önemli miras

Türkçe'nin neden öğrenilmesi gerektiğini şöyle anlatır:

"And içerek söylüyorum, ben Buhara'nın, sözüne güvenilir imamlarından birinden ve başkaca Nişabur'lu bir imamdan işittim. İkisi de senetleri ile bildiriyorlar ki, Yalvacımız (Peygamber), kıyamet belgelerine, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türkleri'nin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada, Türk dilini öğreniniz, çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır buyurmuştu.

Bu söz (hadis) doğru ise sorguları kendilerinin üzerine olsun Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iş olur. Bu doğru değil ise, akıl bunu emreder. Tanrı devlet güneşini Türk burçlarını yükseltmiş ve onların mülkleri üzerinde felekleri döndürmüştür. Tanrı onlara Türk adını vermiş ve yeryüzüne ilbay kılmış, hakanları onlardan çıkartmıştır. Dünya uluslarının yularların onlar eline vermiş, herkese üstün kılmıştır. Onlarla birlikte çalışanları aziz kılmış ve Türkler onları her dileklerini ulaştırmış, kötülerin şerrinden korumuştur.

Onlara hedef olmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, onların yolunu tutmak, derdini dinletebilmek gönüllerini alabilmek için dilleriyle konuşmaktır."

Türk adı altında da şu bilgileri verir:

"Bir ad olarak Türk adını Tanrı vermiştir, dedik. Çünkü bize Kaşgarlı Halefoğlu Şeyh Hüseyin ona da İbn ül-Gurkî denilen kimse İbn üd-Dünya demekle tanılan Şeyh Ebû Bekr il-Müfid ül-Cürcanî'nin Ahır zaman üzerine yazmış olduğu kitabında Ulu Yalvac'a tanık varan bir hadis yazmıştır. Hadis şöyledir, ' Yüce Tanrı' -Benim bir ordum vardır. Ona Türk adını verdim. Onları Doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri o ulus üzerine musallat kılarım, diyor. İşte bu,Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü , Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerine yerleştirmiş ve onlara 'Kendi ordum demiştir. Bununla beraber Türkler güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, övünmemek, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeye değer sayısız iyiliklerle görülmektedirler."
Kaşgârlı Mahmud'un 11. Yüzyılda Balasagun'u merkez alarak çizdiği Dünya Haritası o dönem Türklerinin yaşadıkları bölgeleri ve dağılımlarını göstermesi bakımından dikkate şayandır.

Mahmud Divân'da şöyle demektedir:

"Rum ülkesinden Maçine dek Türk illerinin hepsinin boyu beşbin ,eni sekizbin fersah eder. İyice bilinmek için bunların hepsi, yeryüzü biçiminde daire şeklinde gösterilmiştir."
Türklerin bulunduğu bölgeleri göstermek amacıyla çizilmiştir. Daire şeklinde olan haritanın çevresinde Doğu, Batı, Kuzey, Güney yönleri belirtilmiş, bazı deniz ve ırmaklar gösterilmiştir. Batıda işaret edilen yerler İtil boylarına, yani Kıpçakların ve Frenklerin oturdukları bölgelere kadar uzanır. Güney-Batıda Habeşistan'a , Güneyde Hint, Sint, Doğuda Çin ve Japonya'ya işaret edilmiştir. Ortada Yarkent, Kaşgar, Barsgan, Balasagun, Yifruç, İkiöküz, Asbuâli, Kumri, Talas v.s. gibi daha birçok Türk kentleri yer almıştır.

Asya'nın batısı, kuzeyi ve güneyi çizilmeden bırakılmış, bir plan olarak bile pekçok hatalarla dolu olmasına karşılık, Doğu bölgelerine ilişkin verdiği bilgiler gerçeğe uymaktadır. Haritasında Çin Seddi'ni göstermiş, bu seddin ayrıca yüksek dağların ve denizin Yecüc ve Mecüc'lerin dillerinin öğrenilmesini engellediğini bildirmiştir. Japonya'ya gelince; onu haritasının Doğusunda bir ada olarak göstermiş ve denizin onların dillerini öğrenilmesine olanak vermediğine işaret etmiştir.

Yukarda görüldüğü gibi, ilk Japon haritası bir Japon tarafından 14.yüzyılda çizilmiş, bir Dünya haritasında yer alması ise 15.yüzyılda olmuştur. Bütün bu bilgilerin ışığı altında, bir plan biçiminde olsa, yanlışlarla dolu da olsa ilk Japon haritasının 11.yüzyılda Kaşgârlı Mahmud tarafından çizilmiştir.


Türk dillerinin divanı anlamındaki adının da çağrıştırdığı gibi bir Türkçe sözlük makamındaki bu güzel eser de ağırlığınca altından daha değerli bir bilgiler hazinesidir.Türk dillerinin divanı manasındaki adının da çağrıştırdığı gibi bir Türkçe sözlük makamındaki bu güzel eser de ağırlığınca altından daha değerli bir bilgiler hazinesidir. Onun tarihini ve niteliğini araştıran pek çok kitap ve binlerce makale yazılıp yayınlanmıştır. Fakat bu temel eser, hâlâ sihirli güzelliğini ve büyüleyici hazinesini tamamiyle yaymış ve tanıtmış değildir. Güzel Türkçemizin ilk sözlüğü bu eserdir. Aynı zamanda taşıdığı zenginlikler bakımından da çok zengin bir Türklük ve Türkçülük hazinesidir. Bu kitap kendi zamanındaki bütün Türk dillerinin ve lehçelerinin yanında şivelerinin de tanıtıldığı eserdir. Eserini yazmadan önce müellifi Kaşgarlı Mahmutun bütün Türk dünyasını gezip dolaştığı, araştırıp malümat topladığı ve eserine bütün dehasını döktüğü anlaşılıyor. Türk kavimlerinin tarihleri, destanları, efsaneleri, ağıtları, atasözleri ve deyimleri, bütün incelikleri ile Türk kültür birikimleri bu eserin kapsamı içindedir.

ESER NASIL BULUNDU?

Eski İstanbulun en büyük kitap meraklılarının toplandığı Bayezid bölgesindeki sahhaf kitapçılar Türkiyenin ve o zamanki Osmanlı imparatorluğunun hemen hemen tek kitap borsası durumunda idi. Hele pek nadir Türkçe yazmalar arasında nadir rastlanan eserler pek yüksek meblağlar ödenerek elde edilirdi. Kitap meraklıları bunlardan herhangi birini elde etmek için servetler harcamaya teşne durumunda idiler. Bu kitap meraklılarından birisi ve en ünlüsü Ali Emirî Efendi idi. Kendi adına vakfettiği kütüphanesi bizim çocukluk ve ilk gençlik günlerimizde Fatih semtinde tramvay yolu üzerindeki Ali Emirî Kütüphanesi levhasını taşıyan medresede idi.


Daha sonraları nasıl bir tasarruf düşüncesi ve kimin fikridir bilinmez bu kitaplığın adı Millet Kütüphanesi olarak değiştirildi ve üzerinden banisinin adı çıkarılmış oldu. İşte bu büyük zat kendi yazıp yayınladığı kitaplarının dışında Tarih ve Edebiyat Mecmuası adını taşıyan emsalsiz bir kültür hazinesi de yayınlamıştır.

Benden intikal eden tam koleksiyonu Yıldız Sarayındaki İslâm Araştırmaları Merkezi kitaplığındadır.

Zikrettiğimiz Bayezid sahhaflarındaki kitapçıya Vani Köy sakinlerinden bir hanımefendi, eşinden yâdigâr kalan bir kitap getirir. İnce bir tülbent ile sarılmış kitabı gören kitapçı hayretler içinde kalır. Bu eserin değerini derhal anlamıştır. Eser Vanî Mehmed Efendinin kitaplığından çıkmıştır. Kadın da o aileye mensuptur.

Kitapçıya der ki: Rahmetli eşim bu eserin çok değerli olduğunu söylerdi. Eğer sıkıntıya düşersem çok pahalı olması lâzım gelen bir fiyata satmamı söyledi. Kitapçı eseri ilk defa Ali Emirî Efendiye gösterir ve kadının istediği yüksek meblâğı da belirtir. Ayrıca kendisi de bir komisyon istemektedir.

Bunu da kitabın fiyatına ekler. Ali Emirî Efendi bakar ki üstünde ancak istenen paranın beşte biri vardır. Derhal caddeye fırlar. İlk rastladığı tanıdıklarından borç toplar. İstenen parayı tamamlayarak kitaba sahip olur. Yüksek bir de bahşiş verir. Kitabı koltuğunun altına alarak oradan uzaklaşır. Kitapçı belki cayar yahut kitabın sahibi kadın çıkagelir ve eseri geri ister diye de korkmaktadır.

HEPİNİZ AYAĞA KALKINIZ: İLK TÜRK ESERİNE SAHİBİM!..

Ali Emirî Efendi, kitabı o akşam koltuğunun altına alarak en seçkin ilim adamlarının ve Darülfünûn müderrislerinin akşamları toplandıkları Lâlelideki ünlü şairler ve edipler kıraathanesine gider. Kapıdan girer girmez bakar ki bütün zevat oradadır. Orta yerde dikilerek söze başlar:

- Hepiniz ayağa kalkınız!.. İlk Türk eserine sahip olan şahısın önünde bulunuyorsunuz. Dünyada tek nüsha olan Divan-ü Lügat-it Türk elimde bulunuyor! der. Bütün kitap meraklılarını heyecan ve bekleyiş kaplar, ortadaki masa üzerine koyduğu kitabı bir kutsal kitabı okşar gibi açmaya başlar. Bir yandan da muhtevasını nakletmektedir. Hemen ilk sahifelerdeki ünlü Hadis-i Kutsiyi okuduğunda herkesi büyük heyecan kaplamıştır. Eserin kağıdı, yazısı ve tertip tarzı kitabın tarihîliğine ve emsalsiz kıymetine bir mesnet teşkil etmektedir.

ESER NASIL YAYINLANDI?

Böylesine değerli bir eserin varlığı ve yeniden keşfedilir olması bütün kültür ve ilim adamları çevresini heyecana garketmiştir. Olayı zamanın devlet adamları da öğrenmişlerdir. Ali Emirî Efendi kitabını büyük bir özenle korumakta ve adeta kimselere göstermemektedir. O sıralarda Birinci Dünya Savaşı çıkmıştır. Devlet üç kıtada ve on dört cephede dünyanın üçte ikisi ile savaş halindedir. Cephelerde oluk gibi kan akmaktadır.


Amma İstanbulun seçkin ilim adamları ve edebiyat çevreleri bu eserin bir an önce yayınlanmasını istemektedirler. Sonuçta Ali Emirî Efendiyi ikna etmek için devrin Sadrazamı Talat Paşayı devreye sokmak zorunda kalmışlardır. Ali Emirî Efendiyi ziyarete gelen Sadrazam, onu hiç ürkütmeden maksadını açıklamak zorunda kalmıştır. Önce Ali Emirî Efendinin bir hayli methini yaptıktan sonra asıl konuya gelerek eseri görmek istediğini belirtir.

Kitap getirilir. Sadrazam Talat Paşa eseri gördüğünde büyük bir heyecana kapılır. Ve Ali Emirî Efendiye der ki: -Efendi hazretleri, izin veriniz de Maarif Nezareti yayınları arasında bu eseri yayınlayalım. Ülkemizin aydınları sayenizde bu pek değerli kültür hazinesini okuyabilsinler!..
Daha pek çok sözlerden ve işi ağırdan almasına rağmen Türk Sadrazamı Ali Emirî Efendiyi ikna etmeyi başarır.


Yalnız bu defa Ali Emirî Efendinin bir şartının yerine kesinlikle getirilmesi gereklidir: Eser bulunduğu yerden dışarı çıkarılmayacaktır. Eseri orada yeniden temize çekerek matbaaya göndereceklerdir.

Bu şart da kabul edilir. Hattâ bir de eserin hazırlanış safhasında geceli gündüzlü her türlü felâkete ve yangına karşı bir koruyucu eserin başında nöbet tutmaktadır.

Sonuçta bu işle görevlendirilen Kilisli Rıfat Bilgenin nezaretinde eser üç büyük cilt halinde Osmanlı Maarif Nezareti Celilesi Yayınları arasında neşredilir. Bu aynı zamanda dünya ilim âlemi için de büyük bir olay olmuştur.
Eserin o zamandan beri çeşitli tercümeleri yapılmıştır. İlk tercümeyi İstiklâl Marşı şâirimiz Mehmed Akif Ersoy ve şâir Samih Rıfat beraber yapmışlardır.


Fakat bu tercüme yayınlanmamıştır. Daha sonra yapılan yeni bir tercümesi de yayınlanmamıştır. Söylendiğine göre bu iki tercümenin müsveddeleri Türk Dil Kurumu kitaplığında bulunmaktadır. Son tercümesi Besim Atalay tarafından yapılmıştır.

Üç ciltlik tercüme ve bir ciltlik dizin halinde eser dört cilt halinde yayınlanmıştır. Daha sonra bu eserin TDK tarafından bir de tıpkı basımı yapılmıştır. Metin kısmının da tıpkı basımı yapılmıştır. Onbeş yıl kadar öncesi eserin metin kısmının tek cilt halinde bir baskısı da Kültür Bakanlığı tarafından yapılmıştır. Fakat bugün için kitapçılarda ve yayınevlerinde bu eserin hiç bir baskısının mevcudu yoktur.

Eserin yeni ve özenli bir baskısına şiddetle ihtiyaç vardır. Kitap üzerinde de üç güzel araştırma yapılmıştır. Gerek Türk Dili dergisinin ve gerekse Türk Kültürü dergisinin de birer Divanü-lügat-it Türk özel sayısı yayınlanmıştır. Kitap üzerinde yapılan yayınlar ve makaleler bir kocaman cilt dolduracak kadar çoktur. Kaşgarlı Mahmud adını taşıyan üç ayrı kitap da yayınlanmış bulunmaktadır. Bu yayınların da yıllardır mevcutları kalmamıştır. Bunların da yeniden yayınlanması büyük bir boşluğu dolduracaktır kanısındayım

Divân-ı Lügati't-Türk, Kaşgarlı Mahmut tarafından Bağdat'ta 1072-1074 yılları arasında yazılan Türkçe-Arapça sözlüktür. Türkçe'nin bilinen en eski sözlüğü olup, Orta Asya yazı Türkçesi hakkında varolan en kapsamlı ve önemli dil anıtıdır. El yazması nüshası 638 sayfadır ve yaklaşık 9000 Türkçe kelimenin oldukça ayrıntılı Arapça açıklamasını içerir. Ayrıca Türklerin tarihine, coğrafi yayılımına, boylarına, lehçelerine ve yaşam tarzlarına ilişkin kısa bir önsöz ve metin içine serpiştirilmiş bilgiler mevcuttur.

Klasik Arap leksikografisinin ilkelerine göre hazırlanmış olan sözlük, Kaşgarlı Mahmut'un Türk boyları hakkındaki etraflı bilgisinin yanısıra, Arap filolojisi konusunda da esaslı bir eğitim görmüş olduğunu gösterir

Sözlüğün elde bulunan tek yazma nüshası 1266'da Şam'da temize çekilmiş ve 1915'te İstanbul'da Ali Emiri Efendi (1857-1923) tarafından tesadüfen bulunmuştur. (Ancak daha önceki yüzyıllarda Antepli Aynî ve Kâtip Çelebi de Divân'dan söz ederler.) Ali Emiri yazması 1917'de Talat Paşa'nın (1874-1921) teşviki ile Kilisli Rıfat Bilge'nin (1873-1953) gözetiminde basılmış hemen bütün dünya Türkologlarının ilgisini çekmiştir.

1928 yılında Türkolog Carl Brockelmann, ayrıntılı notlarla sözlüğün Almanca çevirisini yayımlamıştır. Besim Atalay'ın modern Türkçe çevirisi 1940'ta Türk Dil Kurumu tarafından basılmıştır. Son yıllarda Dankoff'un Divan-ı Lügat-it Türk çevirisi, yeni bilgiler ışığında önemli yorum değişikliklerine yol açmıştır.


Divân-ı Lügati't-Türk Kitabının önsözü

Tanrı'nın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm.

Tanrı onlara Türk adını verdi. Ve yer yüzüne hakim kıldı. Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı

Dünya milletlerinin yuları Türkler'in eline verildi. Türkler Tanrı tarafından bütün kavimlere üstün kılındı

Haktan ayrılmayan Türkler, Tanrı tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi
Türkler ile birlikte olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi.

Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular.

Cihan hakimi olan Türkler'e herkes muhtaçtır, onlara derdini dinletmek, bu suretle her türlü arzuya nail olabilmek için,
Türkçe öğrenmek gerekir.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Gök Yeleli Bozkurt

New member
Katılım
29 Nis 2008
Mesajlar
1,947
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Bozkurtlardan Birine Sorun
Kaşgarlı Mahmut
Divân-ı Lûgât-it’Türk
Düzelti: Mehran Baharî
Türk Dil Kurumu, 2003.
Türkçe| PDF| 2,01 MB | 261 s.

Dîvâni Lugâti’t-Türk’ün yazımına 1072 senesinde başlanmıştır. Asya içlerinden Anadolu’ya kadar uzanan coğrafyada dağınık bir biçimde yaşayan ve gün geçtikçe dünya sahnesinde etkilerini arttıran bu insanların kim olduğu sorusuna bir yanıt olarak yazılan kitap tüm Türk ve Türkmen lehçelerini bir araya getirmek amacıyla çıktığı yolunda, bu halkların yaşayışlarının, inançlarının, mitlerinin ve tarihlerinin tanığı olmuştur. Sayıları “sadece Cenab-ı Hak tarafından bilinebilecek” bu kavimlerin, alt-kavimlerin, kollar ve ailelerin kullandıkları sözcükler ve dillerini inşa ettikleri kaideler ve ilkeler Arapça lügatlarındaki tertip çerçevesinde aktarılmış ve âlimâne bir terkiple sunulmuştur.

Cömertlikte eli açık, ihsanda merhametli Allah’a hamd olsun. O ki, en sağlıklıların hasta, hitabeti en kuvvetlilerin konuşmaktan aciz oldukları bir devirde, haram ile mubahı açıkça belirten ayrıntılı bir İzahla, Vahiyle birlikte Cebrail’i Allah Yolunun yolcusu olan, Mürşidi ve Kandili yücelten Muhammed’e (Allah’ın salat ve selamı onun, ailesinin ve şerefli neslinin üzerine olsun) gönderdi. İmdi, kul Mahmûd ibn el-Hüseyin ibn

Muhammed [el-Kâşgarî] der ki:

1072 senesinde yazımına başlanan Kitâbu Dîvâni Lugâti’t-Türk bu sözlerle açılır. Asya içlerinden Anadolu’ya kadar uzanan coğrafyada dağınık bir biçimde yaşayan ve gün geçtikçe dünya sahnesinde etkilerini arttıran bu insanların kim olduğu sorusuna bir yanıt olarak yazılan kitap tüm Türk ve Türkmen lehçelerini bir araya getirmek amacıyla çıktığı yolunda, bu halkların yaşayışlarının, inançlarının, mitlerinin ve tarihlerinin tanığı olmuştur. Sayıları “sadece Cenab-ı Hak tarafından bilinebilecek” bu kavimlerin, alt-kavimlerin, kollar ve ailelerin kullandıkları sözcükler ve dillerini inşa ettikleri kaideler ve ilkeler Arapça lügatlarmdaki tertip çerçevesinde aktarılmış ve âlimâne bir terkiple sunulmuştur.

Dîvânû Lugâti’t-Türk adıyla maruf bu eserin yeni bir Türkçe çevirisinin yapılması ve bu gizli hazinenin Arapça bilmeyen okuyucu için yeni bir düzen içinde sunulması şiarıyla yayınevimiz işe koyuldu.

Kâşgarlı Mahmûd’un özgün eseri Arapça dilbilgisine ait sözcük özellikleri uyarınca sınırları çizilmiş sekiz kitaptan oluşur; her kitap, sözcüğün içerdiği harf sayısına/niteliğine göre kurulan çeşitli vezinlerle belirlenen alt bölümlere ayrılmıştır; sözcükler bu bölümler boyunca sıralanır ve dilbilgisi açıklamaları bu alt bölümlerin nitelikleri uyarınca ve -kitabın başındaki tanıtım bölümü hariç- yeri geldiğinde verilir. Bu düzen içinde sözcüklere ve açıklamalara ulaşmak modern okuyucu için zordur.

Buradan hareketle Kabalcı edisyonunu metni eksiksiz ve işlevsel bir biçimde sunacak iki bölüm üzerine inşa ettik - önce özgün tertipdeki sırayla sözcükler ve açıklamalar sunulmakta, sonrasında ise kitapta geçen tüm sözcükler A’dan Z’ye çağdaş bir sözlük biçimi içinde tanımlarıyla birlikte yer almaktadır. Dîvânû Lugâti’t-Türk’ün sayfaları içinde modern dilbilim kavramlarıyla aydınlatılmış kadim dili, tarihi, efsaneyi, katli ve katili, inancı ve inananları, yaşama ve ölüme, kışa ve bahara dair hikmetleri bulacaksınız…


Mahmûd ibn el-Hüseyin der ki: Kitabımıza başlarken bildirdiğimiz Türk lehçelerini bir araya getirme, ilkelerini gösterme, kurallarını açıklama ve aralarındaki farkları iyi bir düzenle tanzim etme niyetimizi gerçekleştirdik. Vaadimiz yerine getirilmiş ve gayemize ulaşılmıştır. Tüm fazlalıkları, gereksiz süsleri, aşırılıkları ve metni uzatan unsurları kitabın dışında bıraktım. Son söz geldi çattı ve yazdıklarımız ebedi bir hazine olarak baki kaldı.
Kitap bitti.
Hamd Ezeli ve Ebedi Olan Allah’a,
salat ve selam Muhammed’e ve onun soyuna.


http://rapidshare.com/files/102026049/Ka_garl__Mahmut_-_Divan-i_Lugat-it_Tuerk.rar
 

seybek

New member
Katılım
15 Eki 2008
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Divan-ı Lügat-it Türk'te yer alan günümüzde kullandığımız yabancı sözcükler yerine rahatça geçebilecek sözcükler derledim. Bu sitenin bağlantısını sizlerle paylaşmak istiyorum
htttp://ozturkcederleme.blogspot.com
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
DİVANÜ LUGATİ’T TÜRK’TE
KADIN VE ONUN DÜNYASI
Orta Asya Türk dünyasının en parlak dönemlerinden biri olan Karahanlı döneminde ve Türk-İslam kaynaşmasının yaşandığı XI. yüzyılda büyük Türk düşünürü Kaşgarlı Mahmut, çok değerli bir hazineyi, dil, edebiyat, toplum ve sosyoloji tarihimizin en önemli belgelerini içinde barındıran Divanü Lugati’t-Türk’ü bizlere bırakmıştır. Öyle ki bu eser, Türk Dili’nin ve kültürünün üstünlüğünün ortaya konulması ve geliştirilmesi amacına yönelik hazırlanmış olup dönemin Türk-İslam karşılaşması içinde kimliğini ve hafızasını kaybetmek istemeyen bir milletin hayatta kalmasını ve devamını sağlayacak unsurları unutturmamak gibi kutsal bir görevi de üstlenmektedir.
Türklerle Araplar arasındaki yoğun ilişkilerin Nihavend savaşından sonra (MS 642) artarak devam ettiği görülmektedir. Sasanilerin yıkılmasından sonra uzun yıllar süren çarpışmaların ardından Talas savaşı ile (MS 751) Türklerin hilafetteki rolü artmaktaydı. IX. yüzyılın başlarında Halife Me’mûn devrinden itibaren Türklerin orduda ve idarî kadroda yönetimi ele geçirmesi ve Selçukluların Abbasî halifelerini Büveyhilerin baskısından kurtarmasından sonra (1072–1092) Bağdat’ın Moğollar tarafından işgali, (MS 1258) İslam-Arap dünyasının doğu kısmına Türklerin sahip olmasını sağlayan belli başlı gelişmelerdi. İşte Barsganlı Hüseyin’in oğlu Kaşgarlı Mahmut, İran topraklarının Selçuklu hâkimiyeti altında olduğu 1072–1077 yıllarında Bağdat’ta bulunuyordu. Bu dönemde Budist ve Maniheist Uygurlar dışında kalan Türk topluluklarının hemen hemen hepsi İslamiyet’i kabul etmişlerdi. Böyle bir ortamda o, her fırsatta Türklüğü ve Türkçeyi övmekte; Türklerin Araplardan, Acemlerden üstünlüğünü dile getirmektedir. Arap ve Fars dili ile kültürünün kendisini iyice hissettirdiği, Türk kültürü ve dilini etkisi altına aldığı bir dönemde o, bilinçli olarak bu eseri yazmış; çağın egemen ideolojisi olan ümmetçiliği benimsemekle birlikte Türklüğe ait unsurları koruyup, onları adı geçen diğer iki ulustan üstün tutmayı bilmiştir.
Türk toplum hayatının her sahasına ait bilgiye ulaşmanın mümkün olduğu Divanü Lugati’t-Türk’te “kadın ve onun dünyası”na ait unsurlar dikkati çekmektedir. Biz bu bildirimizde Türk kadınının Kaşgarlı Dönemi toplumsal hayatındaki yerini belirlemeye, eski Türk aile yapısını, yazarın seçtiği kelime dünyasından hareketle çözümlemeye çalıştık. Günlük yaşam içinde kadının yeri neydi; kadın için kullanılan adlar, sıfatlar nasıldı; onu daha çok hangi eylemler içerisinde buluyorduk; ona ait eşyalar, giyimler nelerdi; dönemin evlenme âdetleri, karı-koca ve kadın-çocuk ilişkileri nasıldı; kadına bağlı olarak akrabalık adları hangi şekillerde ve çeşitlilikle karşımıza çıkıyordu; atasözlerinde ve nazım parçalarında kadının toplumdaki yeri ile ilgili olarak hangi bilgiler verilmekteydi. Tüm bu sorulara yanıt bulmak amacıyla Divanü Lugati’t Türk’ün Besim Atalay çevirisinden hareketle yaklaşık 8000 madde başı kelime arasından 310 tanesini kadın ve onun dünyası ile doğrudan ilgili bularak bir sözlük hazırladık. Ayrıca eserde konumuzu ilgilendiren 23 atasözü, 19 da nazım parçası tespit ettik. Bunlar arasında yaptığımız tasnif çalışması neticesinde konuyu şu başlıklar altında incelemenin uygun olduğunu düşündük:
1. Kadın ve onun için kullanılan adlar, sıfatlar, eylemler
2. Kadına ait süs eşyası, giyim adları ile sadece kadının yediği yiyecekler
3. Evlilik ve karı-koca ilişkisi
4. Kadın ve çocuk
5. Kadın ve akrabalık adları

1. Kadın ve onun için kullanılan adlar, sıfatlar, eylemler:
Sözlükte “kadın” için kullanılan 27 kelime bulunmaktadır. Fakat içlerinde en çok tekrarlanan, örneklerde en çok karşımıza çıkan kelime “uragut” tur. Kelimenin “urug” yani tohum, akraba ve “urı” oğul kelimeleriyle köken birliğini, kadın ile birlikte sahip olunan oğul ve akrabalık kurumuna bağlamak mümkündür. Yine Köktürk kitabelerinde de rastladığımız “işiler”, işler türeviyle birlikte 11 kez eserde kullanılmış bir kelimedir. “İşler” ile birlikte kullanılan sıfatların ve eylemlerin olumsuzluk bildirmesi de dikkati çekmektedir. 11 kelimenin 8’i kadın için olumsuzluk bildiren sıfat ve eylemlerle birlikte anılmıştır. Ekek “ortaya düşmüş”, ersek “erkek isteyen”, azgın, oynak, yaldruk “süslü”, yirük “güzelliği gitmiş” sıfatlarıyla birlikte “ol işler boş” cümlesi namuslu, faziletli, düzgün, evine bağlı kadın için “uragut”, aksi için ise “işler”in tercih edildiğini gösteriyor. Kaşgarlı, sözlüğünde kelimenin çoğul olduğunu, yeğnilik olsun diye sondaki “ye”nin atılarak “işler” dendiğini ve bu kelimenin büyük bir hikâyesi olduğunu belirtmekte ama o hikâyeyi anlatmamaktadır. Bunun dışında “katun” daha çok Afrasyab kızlarından olanlar için kullanılmaktadır. “Kis”, “kişi”, “tişi”, “evlük”, “kudhuz”, kadın anlamındaki diğer kelimelerdir. “Kırkın”, “as”, “avınçu”, “kırnak”, “küng”, “yalnguk”, “yinçü”, “yinçke kız”, “kaçaç” cariye anlamında kullanılırken; “karabaş”, “mamu” gelinle birlikte güveyi evine gönderilen hizmetçi kadın anlamına gelir. Ayrıca “kurtga”, “kançık”, “ohşagu”, “oynaş”, “kümüş”, “kosık” bir benzetme ilgisiyle; “sevük”, “tuzakı” ise sevgili anlamıyla kadına uygun görülen diğer adlardır.
Divan’da kadın ile birlikte anılan sıfatlara gelince; “kendisiyle avunulan”, “beşikli”, “emzikli”, “etekli”, “iştahlı”, “süslü”, “bakir”, “ipek kumaş giyinmiş”, “bedeni inci gibi”, “asil”, “ kısır”, “dul”, “boşanmış”, “ortaya düşmüş”, “oynak”, “azgın”, “çirkin” “kıval, çekme burunlu”, “kırmızı yanaklı ve parmaklı”, “yay kaşlı”, “dal boylu”, “benli”, “baygın bakışlı”, “esmer benizli”, “ay yüzlü” kadınların hepsini bu eserde bulmak mümkündür. Bezenen kozanan, nazlanan, bileziklenen, raks eden, kopuz çalan, şarkı söyleyen, bürünçük bürüyen, saraguç saran, yüzünün tüylerini alıp yüzüne bir çeşit krem olup parlaklık veren kirşen, yanağına allık süren, benzine renk veren, saçına zülüf, perçem kesen, boynuna boncuk kolye, kulağına inci küpe, parmağına yüzük, başına perûze, saçına takma örme saç takan, gebe kalıp doğuran, dokuyan, doyuran kadın; çikin çikniyor “nakış yapıyor”, küpe un tıkıyor; un eleyip ekmek yapıp ocağa yapıştırıyor, bazen de tencerenin dibini tutturuyor; karabiber dövüyor; keçe sırıştırıp ip eğiriyor, inci diziyor, çocuk emzirip, beşik sallıyordu. Ayrıca Divan’da erkeklerin de kadınların yaptığı bazı işleri yaptığına şahit oluyoruz. Örneğin; erkek çamaşır yıkıyor; elbisesini yamıyor; ekmek yapıyor; keçenin güvesini silkiyor.
2. Kadına ait süs eşyası, giyim adları ile sadece kadının yediği yiyecekler:
XI. yüzyıl Karahanlı Türk toplumunda kadınlar bilezik, küpe yüzük, taç, örgü saç gibi süs eşyalarını kullanıyor; saçlarını “targak” ile “közüngü” ye bakarak tarıyor ve ellerine kına yakıyorlardı. Cariyelerin taktığı misk ve râmekten yapılmış boncuklar; gerdek gecesi geline takılan altın, gümüş ve diğer değerli taşlardan yapılmış “bogmak” denilen gerdanlıklar ve yine bir çeşit gerdanlık olan “kılide”; “evlendiği gün geline takılan “didim” denilen taçlar; ökmek, tolgag da denilen küpeler, zenginlerin, mevki sahibi kişilerin oğul ve kızlarının alınlarındaki kesmelere taktıkları “but” denilen perûzeler, yüzükler, yanağa sürülen “englik” denilen allıklar, keçi kılından yapılan örme takma saçlar, hepsi, kadınların eşlerine ve diğer insanlara daha güzel görünmek için seçtiği yöntemler ve kadının fıtratı, yaradılışı gereği çok eskilerden beri yaptığı uygulamalardır.
“Bürüncük” ve “saraguç”, kadınların başlarına örttükleri örtü ve yaşmağın adıydı. “Engek” denilen bir iple boncuklu, pullu yazmalarını takan kadınlar; ayakları boğumlu, rengârenk, ipekli şalvarları, “büküm etük”, “mükim” denilen topuk kısmı yüksek yine renkli pabuçları, “terinçek” adlı iki parçadan oluşan giysileri ve “artıg”, “bagırdak” adlı göğüslükleriyle divanda karşımıza çıkmaktadır. Divan’da bir atasözünde güzel görünmek isteyenin kırmızıyı, nazlanmayı bilenin ise yeşil rengi tercih etmesi gerektiği belirtilir. “Kılnu bilse kızıl kedher, yaranu bilse yaşıl kedher.” Kaşgarlı, kadınların bu renkleri giyerek erkeğini daha iyi tutacağını, memnun edeceğini de söylemeden geçemez.
Kaşgarlı Mahmut, eserinde sadece kadınların yediği üç şeyden bahsetmektedir. Bunlar; “kagut”, “sıgun” ve “yung”dur. Kavut da denilen kagut, darıdan yapılan bir yiyecektir. Hatta Kaşgarlı bu yemeğin tarifini de verir: Darı kaynatılıp kurutulduktan sonra dövülür, un gibi inceltilir, yağ ve şeker ilavesiyle yeni doğum yapmış kadınlara yedirilir. Sıgunun, diğer adıyla yaban sığırının kökünün insana benzediğini söyleyen Kaşgarlı, otun dişisinin dişiye, erkeğinin de erkeğe yedirildiği bilgisini verir. Yung ise ciğere bitişik olan bezli bir ettir ve sadece kadınlar yer.
3. Evlilik ve karı-koca ilişkisi:
Eserde bu konuyla ilgili zengin bir malzeme bulunmaktadır. Kaşgarlı “beg” maddesini açıklarken, kadının kocasına böyle hitap ettiğini, çünkü onun evde tıpkı bir kabilenin, topluluğun başındaki “Bey”ler gibi olduğunu söylemektedir. Evde sözü geçen, sözü bir emir olarak görülen kocalar için böyle bir benzetme yapılmıştır. Ev kurmak, yeni bir ev açmak, ana baba ocağının dışında bir başka ocakta ev yurt sahibi olmak anlamlarıyla “evlen-“ fiilinin dışında kadın söylemiyle “erlen-“ “beglen-“; erkek söylemiyle de “kişi al-“ ve “kuthuzlan-“ aynı anlamlarda kullanılan kelimelerdir. Yalnız “kuthuzlan-“ dul kadınla evlenmek anlamında kullanılmaktadır. “katunlan-“ ise han karısı olmak demektir. Yine “Erkek tışıka kavuşdı.” cümlesi “erkek kadına, yaklaştı, ona nikâh kıydı” şeklinde açıklanmıştır. Evlenmek kadar boşanmak da doğaldır. Karı-koca ayrılırsa “begi kişi üzlüşdi” denir. Kadının erkeği boşaması ile ilgili örneklere de rastlanmaktadır. Kadınla erkek arasında “tok bolır”sa yani geçimsizlik baş gösterirse boşanılır. Çünkü “yavlak tıllıg begden kerü yalngus,” yani kötü dilli kocadansa yalnız dul olmak iyidir.
Evlenme âdetlerine de divanda pek çok maddede yer verilmiştir. İki kişi arasında aracı olan, dünürler arasında gidip gelen kişiler “arkuçı”lardır. Bekâret önemlidir, “kapaklıg kız” kızoğlan kız demektir. “Kizlençü kelindedir” O kendisini kocasına saklar. Gelin baba evinden koca evine giderken bir tahtırevana bindirilir ve yabancılara görünmemesi için bu tahtırevanda “didek” denilen gözlerden, nazardan koruyan bir perde bulunur. Geline gerdek gecesi “didim” denilen bir taç ve “bogmak” yani gerdanlık takılır. Gelin, attan inerken güveyi, omzuna dayanıp rahat inebilsin diye ona cariye yahut köle verir. Bu cariye ya da köle gelinin olur, onun hizmetine girer. Kaşgarlı bu “tayak verme” geleneğinin bir zengin geleneği olduğunu söylemektedir. Gelinle birlikte ona yardımcı olması için baba evinden “egetlig karabaş” ya da “mamu” yani hizmetçi kadınlar cariyeler gönderilir. “Sep” gelinin getirdiği çeyizdir. Gelinin çeyizinin hazırlanması için akrabalar bir araya gelir, elbise ve daha başka mal yardımında bulunurlar ki buna “yüfüş” denir. “Yüfüşlüg kelin küdhegü yafaş bulur” atasözü; gelinin eli dolu gelirse, güveyin bundan mutluluk duyup hoşnut kalıp geline daha yumuşak ve saygılı davranacağını anlatmaktadır. “Kalıng” ise kadına mihir olarak verilen çeyizdir, başlık parasıdır. “Kalıng veren kız alır, gelini bakire alır” “değerli olan şey, çok istenen şey pahalıya alınır” anlamında Divan’da geçen bir atasözüdür. Bir nazım parçasında da büyük sıkıntılarla, çabalarla kalıng parasını bir araya getiren damadın kayınpederine seslenişine şahit oluruz. Geceleyin “mendiri” de toplanılıp gelin ile güveyinin başına saçı saçılır, para atılır. Daha sonra gelin ipekle süslenmiş “münderü”ye, gelin odasına getirilir. Gelin odasının “tülvir denilen tülleri vardır. Gelin ve güveyin akrabalarına armağan olarak elbiseler göndermek âdettir. Bu bir saygı ifadesidir, bir çeşit ağırlık vermektir.
Kısrak maddesinde “Kız ile güreşme, kısrak ile yarışma” atasözüne yer veren Kaşgarlı, “çünkü kızlar kuvvetli olur seni alt eder, tıpkı kısrağın attan daha çevik olduğu gibi” diyerek bu atasözünün söylenme sebebini, ortaya çıkışını da açıklamaktadır. Gerdek gecesi, Hakanlılardan bir kızın ayağıyla kendisine dokunmasıyla Sultan Mesud yere yıkılmış ve bu sav bunun üzerine söylenmiştir.
4. Kadın ve çocuk:
Anaların çocuklarını “balu balu”larla, ninni söyleyerek uyuttuğunu, onlar yaramazlık yaptığında da “abaçı keldi” diyerek korkuttuğunu öğrendiğimiz eserde, umay, ısrık, avurta, tilkü, kap, tun, aştal, karındaş, kadaş, kangdaş, tüdeş, ikdiş, kamadı, kutuldı, kızlandı, ogulçuk, ohşadım, sırışdı, tapçurdum, ügridi, yenidi, yördi, yuvka, maddelerinde kadın ve çocuklarla ilgili önemli bilgiler verilmektedir. Kadın doğurduktan sonra karnından çıkan sonuna, çocuğun ana karnındaki eşine “umay” denir. “Umayka tapınsa ogul bolur.” atasözüyle Kaşgarlı, İslamiyet’in kabul edilmiş olmasına karşılık Türklerin eski inançlarını, Şamanizm’den gelen uygulamalarını hatırlatmakta, ama Umay’ın bir tanrıça olduğu bilgisini vermekten de sakınmaktadır. Yine çocukları perilere ve göz değmesine karşı efsunlamak için ilaç yapıldığı zaman “ısrık” kelimesinin tekrarlandığını öğreniyoruz ki bu da Türklerin eski diniyle Şamanizmle ilgilidir. Kadının ilk çocuğu için eğer kızsa “tun kız” denmektedir; son çocuk ise “aştal oğul” adını alır. Bir anadan doğan iki çocuğa bir karında beraber bulunmuş adında “karındaş” denir; ikisi bir kapta, zarfta yatmış anlamında “ka” kökünden türeyen “kadaş”, bir memeden emen iki çocuğu anlatan “emikdeş” de buraya eklenebilir. Babası bir kardeşlere “kangdaş”, anası bir olanlara ise ikdiş denilmektedir. “Kaplıg ogul” anne karnında içinde bulunduğu torba ile doğan çocuktur. Doğurmak anlamında “kutul-“, “yeni-“ kelimeleri de kullanılmaktadır. Doğum yapan kadın için “kutuldı” yani kut buldu denir. “Yeni-“ sadece kadınlar için kullanılır, hayvan doğurduğu zaman “yenidi” denilmez, doğan şeyin adına “-ladı” ek birleşimi getirilerek bu eylem karşılanır. Kaşgarlı yeni- fiilinin köken bilgisini de verir: “Sözün iştikakında iki yol vardır. Birincisi ‘yeni neng’ sözünden alınmış olmasıdır, ‘yeğni neng’ demektir. Kadın çocukladığı zaman yeğnilmiştir, onun için yenidi denir. İkincisi ‘yin’ sözünden alınmış olmasıdır. ‘Yin’ beden demektir. Kadın kendi vücudundan bir vücut çıkarmıştır. Bu yolun ikisi de güzeldir.”
“Tilkü” maddesinde Kaşgarlı, bu kelimenin kinayeli olarak kızlar için kullanıldığına dikkat çekmektedir. Bir kadın doğum yaptığında ebeden “tilkü mü togdı azu böri mü?” diye sorarlar. Yani kız mı doğdu, yoksa erkek mi? Kaşgarlı, kızlar aldattığı ve yaltaklandığı için tilkiye, erkekler ise yiğitliği dolayısıyla kurda benzetilir, demektedir.
Divanda kadınların, çocukların her türlü ihtiyacıyla, eğitimiyle ilgilendiklerini, günlük yaşam içerisinde yaptıkları işlere çocukların da yardımcı olduğunu görmekteyiz. Hem ev işleriyle hem hayvanlarla ilgilenen, ev ekonomisine katkıda bulunmak için dokuma yapan kadın; küçük çocuğunu, bebeğini düşmesin diye beşiğe bağlıyor, işlerini bitirdikten sonra beşikten çözüp onu emziriyor, okşuyor, onun altını temizliyordu. Kadının sütü olmadığında “avurta” yani sütanne tutuluyordu. Kızlar anneleriyle keçe sırıştırıyorlar, oğullar ekmek yapan annelerinin yanından ayrılmıyorlar. “Anası tevlük yuvka yapar, oglı tetik koşa kapar.” Anne kurnaz, yufkayı bereketli olsun diye ince yapar; ama oğlan da zeki, bunu anladığı için yufkaları ikişer ikişer kapar.
5. Kadın ve akrabalık adları:
Akrabalık adları bakımından Türkçenin çok zengin bir kelime kadrosuna sahip olduğunu biliyoruz. Divanü Lugati’t-Türk’te kadının içinde olduğu akrabalık adları da gerçekten hayranlık uyandıracak kadar ince ayrıntıları barındıran bir yapıya sahiptir. Aba, ana, apa, uma “anne”; açı, eçi “yaşlı kadın nene”; baldır kız “üvey kız”; baldız “kadının kendinden küçük kız kardeşi”; eçe, eke, eze “büyük kız kardeş”; ikdiş “anaları bir olan”; kelin “gelin”; kız, xız “kız çocuk”; kükü, küküy “hala”; namıja “kadının kız kardeşinin kocası, bacanak; singil “kocanın kendinden küçük kız kardeşi”; tüngür “dünür, kadının hısımları”; yenge “büyük kardeşin karısı”; kadhın “kayın, dünür, hısım”; karındaş, kadaş, emikdeş “kardeş” anlamıyla kullanılan akrabalık terimleridir.
Sonuç:
Türk kadını tarih boyunca yönetimde, orduda, evde, tarlada, toyda, yuğda, sanatta her zaman erkekle birlikte yan yana durmuş; saygı duyulan, sevgi beslenen, kutsallık atfedilen varlığını hep sürdürmüştür. Eski kavimler arasında Türk toplumu kadar kadınına geniş haklar tanımış, onu erkekle eş hatta erkekten üstün görmüş bir başka kavim yoktur. XI. yüzyılda kadın, mal sahibi olabiliyor, malını yönetebiliyor; erkeğini boşayıp miras hakkını elinde tutabiliyordu. Özellikle de halı dokumacılığı kadınların ekonomik hayattaki katkısını gösterdiği bir alan olarak bu yüzyılda göze çarpmaktadır. Divan’da “ip eğirmek” anlamına gelen kelimelerin çokluğu ve bu kelimelerin hep kadın ile birlikte anılması, ocağın dumanını tüttüren, çocuk doğuran ve at binip, ok atan Türk kadınının becerikliliğini ve çalışkanlığını da kanıtlar niteliktedir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; Türkler, İslamiyet’in kabulünden sonra kendi gelenek ve göreneklerine sonuna kadar sahip çıkmış, yeni dâhil olduğu kültür dairesinin unsurlarını, Türk muhayyilesinin, düşünce dünyasının süzgecinden geçirmiş, geleneksel Türk aile yapısını sarsmadan onun devamını sağlamayı bilmiştir.
Arife GÜLSÜN
(Ege Üniversitesi Türk Dili Bölümü Öğretim Elemanı)
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
TÜRK Kadının, geçmişte toplumdaki yeri ve önemi hakkında son derece kıymetli bilgiler içeren bir makale...Tarihi olaylar değerlendirilirken mutlaka o dönemin şartları içinde değerlendirilir.Ayrıca bir karşılaştırma, kıyas yapılacaksa o da aynı dönemdekilerle karşılaştırılabilir...Bu konuda da bir değerlendirme yapmak isteyecek olursak; TÜRK Kadını TÜRK Töresine göre daima sahiplenilmiş, korunmuş ve toplumsal hayatın içinde etkin bir şekilde yer alması sağlanmıştır.Savaşlarda erkekle beraber savaşan kadın düşmanlarına karşı obasını, vatanını, özgürlüğünü savunmuştur.Devlet yönetiminde HAKAN ile beraber HATUN da GÖKTANRI tarafından ''KUT'' yani devleti yönetme yetkisi verilen kişidir...Kız çocukları doğrdu diye yas tutan bir geri anlayış TÜRK töresinde yer almamıştır.DEDEKORKUT Hikayeleri bizim için son derece kıymetli kültür hazineleridir ve çok şey anlatırlar...Araplardaki cahiliye devrinde kız çocuklarından utanç duyup bazılarını diri diri kuma ya da toprağa gömerek öldürdükleri bilinen bir gerçektir.Dünyaya gelmeleri ve de cinsiyetlerini belirlmelerinde hiçbir şekilde sorumluluklarının olmamasına rağmen bu vahşet kız çocuklarına uygun görülmüştür.YÜCE ALLAH bu vahşete karşı ayetleriyle Arapları uyarmıştır.Kızı da erkeği de veren ALLAH'tır.İslamın getirdikleri ve başta HZ. Peygamber olmak üzere 4 halife döneminde kadına verilen değer ne yazıkki Emeviler döneminde tekrar geriye dönüş yapmıştır...Biz TÜRKLER içinde müslüman olanların bir kısmı ne yazıkki müslüman olurlarken dindendir sanarak cahiliye dönemi kadına bakış zihniyetini de almışlardır...Oysa bazı örnekler verecek olursak çok şey anlatmış oluruz...HZ.PEYGAMBER eşi HZ. AYŞE ile deve güreşi yarışlarını seyeretmeye gider bazı günler de beraber koşu yarışı yaparlardı...HZ. AYŞE çok sayıda erkeğe hocalık etmiş ve hadislerin naklinde çok önemli görev üstlenmiştir...UHUD Savaşında ÜMMÜ ÜMARE isimli bir kadın savaşçı HZ.PEYGAMBERİ korumak için adeta siper olmuş ve ağır yaralanmıştır... HENDEK savunma savaşında askeri çadır hastanesinde görevlilerin başında bir kadın hekim vardı...HZ. ÖMER zamanında Medine şehrinin bugünkü anlamda belediye işlerinden sorumlu olan kişisi de bir kadındı...Ama ne yazıkki bu örnekleri Emeviler devrinde göremiyoruz...

Divan_ı Lügat_it TÜRK kitabı 11. yüzyılın sonlarında KAŞGARLI MAHMUT tarafındanTÜRKÇE dilinin zenginliğini ve TÜRK Kültürünü tanıtmak, öğretmek amacıyla yazılmış ve ABBASİ Halifesine sunulmuştur.Önsözünde TÜRKLÜK adına çok anlamlı ifadeler yer alır.


Bu da benim yorumum.:)
 

DoGaN DuRMuS

Dost Üyeler
Katılım
6 Şub 2009
Mesajlar
218
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Lefkoşa-Giresun
Web sitesi
www.yakindoguforum.com
Cevap: Divân-ı Lügati't-Türk(Kaşgarlı Mahmud)

Divan-ı Lügat Türk'te Ayrıca Türkçe'nin diğer dillerden üstün olduğunu kanıtlama çabasıda görülür.Ayrıca Türk'lerin ilk dilbigisi çalışmalarındandır..
 
Üst