Dündar Taşer

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
HAYATI

Büyük Türk milliyetçisi, dava adamı ve gönül eri Dündar TAŞER 1925 yılında Gaziantep'te doğdu. Köklü ve gelenekli bir aileye mensuptur. Aile ve aile çevresinde köklü ve derin bir Türk terbiyesi almış. Çocukluk ve okul yıllarını burada geçirmiştir. Ailesinin desteği ve kendi isteği ile kara harbokuluna girmiş, bu okulun tank sınıfından teğmen olarak mezun olup ordu saflarına katılmıştır. Bilahare kurmay subay imtihanını başarı ile vererek kurmay olmuştur. Ordu saflarında başarı ile hizmet vererek kurmay tank binbaşılığına kadar yükselmiştir.

Türk-İslam Ülküsü'nün örnek bîr şahsiyeti, yılmaz bir savaşçısıydı. Milletinin derin ve saf kültürü ile mücehhez, insan sevgisiyle dopdolu, asil davranışlarıyla, efendiliği ve engin kültürüyle, bilge bir dava adamıydı.

İslam'a, Türklüğe, Türk'ün teşkilatçılığına ve büyük devlet kurma hassasiyetine hayran, keskin görüşlü, kıvrak zekalı büyük bir Türk milliyetçisiydi. Geniş tarih bilgisi, milletine olan inanç ve güveniyle meselelere fevkalade isabetli teşhisler koymuş, çözümü yine milletinde bulmuştu. Müstesna şahsiyetiyle davasını yaşayan yılmaz bir mücadele adamı olarak, Ülkücü Hareket'in şerefli mazisi ve mücadele geleneğinde önde gelen isimlerden biri olarak hak ettiği yeri almıştır.

İlk gençlik yıllarından beri milliyetçi ruha ve aksiyona sahiptir. 3 Mayıs 1944 Olayları'nda Türk milliyetçilerine karşı düzenlenen "Haçlı Seferi'nde" Atsız ve arkadaşlarının tabutluklarda, hücrelerde işkencelerden geçirilip, zindanlara atıldığı tek parti döneminin faşist diktatörlüğünde baskılara ve zulümlere kargı çıktığı için Harp Okulu'nda okuyan bir çok genç Türkçü gibi, soruşturmaya maruz kalan kişilerden biri olmuştur.

Taşer ismini, kamuoyu ilk defa 27 Mayıs Hareketi'yle birlikte duydu. Hiç beyanat vermediği, kendini tanıtıcı faaliyet göstermediği için baklanda bilinenler çok azdır. Onun hayat çizgisini takip edenler ağırbaşlı, mütevazi, zamanında konuşan ve davanın en çok kendisine ihtiyacı olan mevkilerinde yer alan sabırlı, metin ve cesur üslubuyla, Bozkurtlar'ın Bögü Alp'ini hatırlar. Taşer'in Ömrü "Taş yerinde ağırdır" sözünün tefsiri gibidir.

27 Mayıs Darbesi'nden vefatına kadar fikir birliği, kader birliği yaptığı Alparslan Türkeş'le birlikte olmuştur. Bu darbeye katılmasının sebebi ise, ülkenin içinde bulunduğu bunalım ve kaçınılmaz bir şekilde geliyorum sinyalleri veren askeri bir darbede ülke yönetimini CHP yanlısı İnönü taraftarı güçlere ve zihniyete yönetimi bırakmamaktı. Türkeş'le beraber ihtilal komitesinin içinde yer alarak CHP yanlısı güçlerin iktidar oyunlarını bir süre bozdular. Fakat daha sonra ihtilal komitesi içerisinde yer alan MBK üyeleri arasında komitacı oyunlar başlayacaktı.


Sürgüne Gidiş

Komite içerisindeki 13 Kasım Darbesi'yle, sürgüne gönderilen 14 kişinin içerisindeydi.

13 Kasım hadisesi onu çok üzdü. Bu hadiseyi hayatı boyunca hoş görmedi. Sürgün yıllarını Fas'ta geçirdi.

Taşer, iki yıl süren sürgün hayatından sonra yurda dönüşlerin serbest bırakılmasıyla, 1963 yılında, çok sevdiği vatanına ve toprağına kavuşacaktı. Onun gerçek değeri,yurda döndükten sonra yer alacağı siyasi hayatta çok çabuk farkedilecekti.

1965 yılında Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Numan Esin, Rıfat Baykal gibi darbede yer alan, birlikte sürgüne gittikleri arkadaşlarıyla, CKMP'de siyasi hayata girdi. CKMP'nin 30-31 Temmuz 1965 tarihlerinde yapılan kurultayında, partinin GİK üyeliğine seçildi. 1967 Kurultayı'ndan sonra Genel Bask Yardımcılığı görevine getirildi. Partide Türkeş'ten sonra gelen ikinci isimdi. CKMP'nin yeni döneminde fikri ve siyasi gelişiminde çok büyük hizmeti emeği vardır. Gecesini gündüzüne katarak, partinin Anadolu'da kök salması da. Milliyetçi Hareket Bayrağı'nın bir uçtan bir uca dalgalanmasında daima önde koşanlardandı.

Taşer 1965'de Gaziantep'den milletvekili adayı , 2 Haziran 1968 seçimlerinde senatör adayı 1969 Genel Seçimleri'nde İstanbul'dan milletvekili adayı oldu. İstanbul'daki adaylığında seçimi çok az bir farkla kaybetti. AP iktidarının milli bakiye seçim sistemini kaldırarak, yerine daha avantajlı çıkacağını düşündüğü nispi seçim sistemini getirmesiyle, birçok MHP'li gibi milletvekili olamadı. Taşer siyaseti bir gaye olarak değil, milletine ülkesine hizmet yolunda bir araç olarak görürdü. Siyasette dürüstlüğü, erdemliliği şiar edinmiş gerçek bir dava adamıydı. Politik hayatta Taşer, fazileti, inancı ve fedakarlığı, sevgiyi, tevazu ve ülkücülüğü temsil etmiştir. Siyasi arenadaki dostları da muarızları da onun engin tarih, kültür, siyaset bilgisine ve zekasına hayrandılar. Onun yapmış olduğu tespitler ve değerlendirmeler bütün kesimler tarafından dikkate alınırdı.

1970'ler Türkiye'sine baktığımızda onun yapmış olduğu tahlillerin ve tespitlerin ne kadar doğru olduğunu bugün bile görüyoruz. Meseleleri ele alırken kendine mahsus, sağlam ve rahat bir üsluba sahipti. Milliyetçi Hareket'in sözcülüğünü yapan Milli Hareket ve daha sonra yayına başlayacak olan Devlet Gazetesinde yazmış olduğu başyazılar ve parti sözcüsü olarak beyan ettiği ülke ve dünya meseleleriyle ilgili görüşler, hareketin ideolojik çizgisine de yön verirdi.



Taşer ve Ülkücü Gençlik

1965'li yıllardan itibaren Avrupa'da esen sol rüzgarlar ve sosyalizm modası Türkiye'yi de etkiledi. 1961 Anayasası'nda sağlamış olduğu siyasi haklarla birlikte çok sayıdaki komünist ve sol gruplar, illegaliteden legaliteye dönerek su yüzüne çıkacaklardı. İhtilalci sol hareketlerin fikri ve siyasi açıdan faaliyetlerini yoğun bir şekilde sürdürüp kitleselleşme çalışmalarıyla, milleti ve devleti tehdit edecek yıkıcı ve bölücü çalışmalarının ayyuka çıktığı bir dönemde, Türk Milleti'nin millî refleksi olan Türk Milliyetçileri sessiz kalamazdı.

Taşer, Alparslan Türkeş'in de bulunduğu CKMP'nin bir toplantısında ülkede yaşanan durumla ilgili; "Mutlak mana da millî, manevî, İslamî değerlere bağlı gençliği ülkü ve fikirler etrafında toplayacak aksiyoner bir hareketi oluşturmak zorundayız." diyordu. Taşer kolları sıvayarak, kendini parti çalışmalarından çok gençlik çalışmalarına ayırdı. Üniversitelerde ve Anadolu'da, Ülkücü Hareket ismiyle siyasi kimliğe kavuşacak olan ülkücü gençlik teşekküllerinin kurulma çalışmalarında öncülük ve önderlik etti. Gençlerle sadece bir arada oturarak dernekçilik yapmadı. Türkiye'nin istikbali ve geleceği olarak gördüğü milliyetçi, ülkücü gençliğin faaliyetlerinde bir ışık gibi duruyor, yön gösteriyordu. Ortaya çıkan problemler veya zorluklar karşısında ise, meselelerin nasıl çözüme kavuşacağını, bir taktisyen gibi öğretiyordu.

İçtimai yapıdaki bozukluğun sebeplerini ve kaynaklarını iyi bilirdi. Milliyetçi Hareket'in geleceğini ve Türkiye'nin kurtuluşunu Ülkücü gençliğin yetişmesiyle mümkün olacağına inanırdı. Gençliğin üzerine titrerdi. Türk Milleti'nin bekasının teminatı olan Ülkücü gençliğin düşmanların bütün oyunlarını bozacak kudretteki ruh sağlamlığında ve teşkilatlanma gücünde onun damgası vardır. Gençliğin yetişmesinde, şahsiyetini bulmasına önem vermesi sebebiyle, yöneticisi olduğu partiden bağımsız olarak bir araya gelmelerini arzu etmiş, dolayısıyla zaman içinde gücü, cesareti, şecaati milletçe takdir edilen, gençlik üzerindeki muesseriyetini geniş çevrelere göstermesini başarmıştır.

1967-1968 yılları arasında kurulmaya başlayan Genç Ülkücüler ve Ülkü Ocakları'nın kurdurulmasında ve eğitiminde önemli görevler ifa etmiştir. Milliyetçi Hareket ve milliyetçi gençliği parçalanmışlıktan, bölünmüşlükten kurtararak, onun birleşik millî bir güç haline gelmesinde oynadığı rol MHP hareken içinde önemli yer tutmaktadır.

İlk gençlik hareketlerinin başladığı yıllar içerisinde, onun en önemli özelliklerinden biri, gençliği millî, manevî değerlerle yetiştirecek, onları her türlü anarşist, materyalist düşüncelerden koruyacak bir teşkilatın nasıl kurulacağını bir tarihçi, sosyolog ve psikolog gibi düşünmesiydi.

Kendini bir siyasi parti yöneticisinden çok, mefkure insanı olarak görüyordu. Gençliğin siyasi kadroların programlan etrafında değil, fikirler ve ülküler etrafında toplanması gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden gençlik çalışmalarını parti çalışmalarından hep ayrı tutmuştur.

Dündar Taşer bir ülkücünün yaşama ve hareket şevkini net çizgilerle ortaya koyarken, millî şuur sahibi münevverlerimize de en güzel örneklerden biri olmuştur. Memleketin içinde bulunduğu şartların bir varolma kavgası olduğunu biliyor ve ülkenin, Akif in "Asım'm nesli" dediği dinine, milliyetine, kültürüne ve tarihine sahip vatanperver ülkücü kadrolarla kurtulacağına inanıyordu.

Taşer, temellerini oluşmasına katkıda bulunduğu, öncülük ettiği Genç Ülkücüler'in ve Ülkü Ocakları'nın düzenlemiş olduğu sohbetlerde en çok aranılan ve değişmez isimlerindendi. Onun aydınlattığı sohbetlerde Ülkücü gençler geleceği ümitle bakarlardı. Bazen gece yarıları başlayıp sabahlara kadar devam eden konuşmalar uzadıkça uzar ama hiç kimse sohbetlerin bitmesini istemezdi. Onun sıcaklığı, içtenliği bütün genç Ülkücülerin yüreğini ısıtırdı. Hele Osmanlı'yla başlayıp cumhuriyetle devam eden konulara girildi mi, sanki tarihin derinliklerinden gelen bir insan konuşuyor gibi, pür dikkat dinlerlerdi. O sanki yaşayan bir Osmanlı'ydı.

Kökü mazide olan âtinin tâ kendisiydi ve hali heyecanla yaşardı. Son derece gerçekçiydi. Günün hadiselerini en umulmadık yanlarından kavrar gerek teşhis gücü, gerekse değerlendirilişteki üstünlüğüyle zevkle dinlenirdi.

Türk tarihini çok iyi bilişi ve parlak zekasının hadiseleri millî tarih şuuruyla yorumlayışı, mükemmel bir kafa yapısına sahip oluşunun işaretiydi. Ülkücü gençlerle olan sohbetlerinde tarihi gelişmelerimizi bir sarkacın hareketine benzetirdi. Türk tarihinde sarkacın son noktasına gelindiğini ve artık zaruri olarak kabarıp taşma, büyüme istikametinde gelişeceğini söylerdi. Anadolu'ya bu halimizle sıkışıp kaldık, artık daha fazla küçülmemiz mümkün değildir. Sarkaç genişleme istikametinde hareket etmeye mecburdur. Bu hem maddî hem de manevî gelişmelerimize şamil bir ifadeydi. Sürekli bir şekilde Ülkücü gençlere hitaben "Biz kaybedilmiş medeniyetin çocuklarıyız o kaybedilmiş medeniyeti yeniden kuracak olan sizlersiniz" diyerek onlara ufuk açardı.

1967 yılından itibaren vefatına kadar her yıl Osmanlı Devleti'nin kurulduğu yer olan Söğüt'te düzenlenen Ertuğrul Gazi Törenleri'ne partinin ve gençlik kollarının da katılmasında önemli etkisi olmuştur. Düzenlenen törenlere katılımlarda Ülkücü gençliğin kalabalık bir şekilde yerini almasına, toplantılarda hazır bulunmasına özen gösterirdi. Söğüt'te düzenlenen bu ziyaretlerle gençliğin tarih ve milliyetçilik şuuruna, tarih sahnesinde büyük rol oynamış ecdadımız Osmanlı'nın daha iyi anlaşılması noktasında Ülkücü gençliğin misyonunun öneminin altını çizer, hedefler gösterirdi. Kafasındaki güçlü, millî bir devletin adı, tarihteki Osmanlı'ydı. Yeni bir Türk-İslam medeniyeti kurmanın yolunun Osmanlı'yı kavramaktan geçtiğine inanıyordu.

Fena Fi'd-Devlet, (Devlette fani olmuş, onda erimiş) bu sıfat arkadaşları tarafından onun için kullanılıyordu. Devlet mi mühim, yoksa hürriyet mi? Devlet olmadan hürriyeti ve meşrutiyeti ne yapacaksınız inancındaydı.

Resmi ideolojinin zihinlere nakşettiği, hala tartışmaları süren Kurtuluş Savaşı tezine karşı çıkarak; "Ne geri kalmış milletlerin birisi, ne de kurtuluş savaşı yapan kavimlerin birincisiyiz. İstiklalini son elli yıl içinde bizden almış on-dokuz ülkenin efendisiydik. Yüzelliyıldır her türlü uygulanan şekil kavgalarını terk zamanı gelmiştir. Millî şuur, milliyetçi hareket 'doğurmuştur. Bu hareket Şeyh Edebali gibi gönül pirleri, Çandarlı Hoca gibi ilim ülkücülerini beklemektedir" diyordu.

Taşer, bizim tarihimizde ki 'Veli" ve "Alp" tiplerini her ikisinin de özelliklerini üzerinde taşıyordu. Gençler ve tabii yaşlılar onu kendilerine bu kadar yakın bulurken, efsane devirlerden bugüne kalmış bir kahraman gibi onu bütün benliklerine bağlarken, bu vasıfların tesiri altındaydılar.

Türk siyasi hayatına damgasını vuran, Türkiye'nin en güçlü sivil hareketi olan Ülkücü Hareketin gerçek manada kurucularından ve öncülerinden olan Taşer, gençliğe üç önemli temel esası öğretmeye çalışmıştır.

1. İslam ahlâk ve fazileti
2. Türklük ve tarih şuuru
3. İla'y-ı Kelimetullah için Nizam-ı Alem

İşte, bütün hayati boyunca yapmış olduğu konuşmalar, yazmış olduğu makaleler ve o meşhur sohbetlerinde her şeyin özeti, bu esaslarda yatmaktaydı.



Şehit Süleyman Özmen'in Cenazesinde
Gözyaşlarını Tutamadığı An

Dündar Taşer, ülkücü gençliğin sadece sohbetlerine katıldığı fikir danıştıkları bir siyaset adamının ötesinde onların en zor günlerinde, çatışmalı yıllarda komünizme karşı vermiş oldukları kavgalarında, başları sıkıştığında, darda kaldıklarında o hep genç ülkücülerle birlikteydi.

Taşer, üniversitelerden hapishanelere, hastane kapılarından mezarlıkla, uzanan ülkücü mücadelede, onların arkadaşı, ağabeyi, güvendikleri bir dağ idi. 1969-70 yılların başlarında Kızıl terörün okullardan sokaklara kadar yansıyan saldırıları karşısında büyük bir azim ve kararlılıkla mücadele eden Ülkücü Hareket mensuplarının vermiş olduğu o büyük mücadelede ilk Şehitlerden olan, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi Süleyman Özmen'in Maltepe Camii'nde düzenlenen cenaze töreninde yaptığı duygusal konuşma herkesi derinden etkilemişti. Hatta tören esnasında yanında bulunduğu Galip Erdem'e söylediği "Ne kadar üzülürsem üzüleyim ağlamak adetim değildir. Hatta annemin ölümünde bile ağlamadım ama bu çocuğun gidişi ağlattı beni." Diyecek kadar etkilenmişti. Binlerce ülkücüye hitaben şu sözleri söylüyordu. " Süleyman , bu vatan , bu millet , hepimiz için ölmüştür. Süleyman bir semboldür bir şehittir. Şehitler kudsisidir. Süleyman hayatının başındaydı. Ne kapitalist ne de burjuvaydı. Hepimiz için öldü. Süleyman sizlersiniz. Süleyman yaşayacaktır. Çünkü Şehitler Ölmez."

MHP Genel Başkan Yardımcısı Dündar Taşer , 13 Haziran 1972 gecesi bir trafik kazası sonucunda ebedi aleme göç etti. Geri manevra yapan ekmek kamyonunun arkasından çarpmasıyla ağır bir şekilde yaralanan Taşer , kaldırıldığı Numune Hastane'sinde bütün çabalara rağmen kurtarılamamıştı. Acı haber kısa zamanda tüm Türkiye'ye ulaştı.

Cenazesi 15 Haziran 1972 Perşembe günü Hacı Bayram Camii'nde kaldırıldı.

Ruhu Şad ; Mekanı Cennet Olsun .. !






MHP Genel Başkan Yardımcısı Sayın Dündar Taşer'in vefatı dolayısıyla MHP Teşkilatına Genel Başkan Alparslan Türkeş aşağıdaki genelgeyi göndermişti :

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sayın Dündar Taşer�i 13 Haziran 1972 günü saat 20.30'da bir kamyonet çarpması sonucunda kaybetmiş bulunuyoruz.

Türk Ordusu'nun değerli bir subayı. Milli Birlik Komitesi üyesi, Milliyetçi Hareket Partisi Genel İdare Kurulu üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı olarak hayatı boyunca milletine fedakârca hizmet eden Dündar Taşer, bulun bu rütbe ve makamların üstünde ülkücü bir Türk Milliyetçisi idi. Türk Milliyetçiliği'ni sadece milletini sevmek değil, bu sevgiyi her türlü makam, parti ve benlik endişesinin üstünde tutmak, milleti için gerekeni kork­madan ve kararlılıkla icra etmek şeklinde anlayan Dündar Taşer'in aramızdan ayrılmasıyla yeri doldurulamayacak bir enerji, azim, bilgi, sevgi, ve imân hazinesinden mahrum kalmış bulunuyoruz.

Ona ancak ölümün bıraktırabildiği mefkure mücadelesini ülküdaşları aynı azimle sürdürmeye ve mutlak başarıya ulaştırmaya kesin kararlıdırlar.Büyük Türk Milliyetçisi Dündar Taşer'in naaşı yarın (15 Haziran 1972) Ankara Hacıbayram Camii'nden, öğle namazından sonra, askerî merasimle ebedi istirahatgâhına tevdi edilecektir. Törende Ankara içi ve dışındaki bütün Milliyetçi Hareket Partisi mensupları ve diğer ülküdaşları hazır bulunacaklardır.

Milliyetçi Hareket Partisi mensuplarına ve, ülküdaşlarımıza baş sağlığı, değerli dâva arkadaşımız Dündar Taşer'e Tanrı'dan rahmet ve mağfiret dileriz
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

Bayrağı Göndere Birlikte Çekecektik

Dündar Taşer'i dostları ve ülküdaşları ebedi istirahatgahına tevdi ettikten sonra, MHP Genel Başkanı merhumun mezarı başında çok içli, ve manalı bir konuşma yapmıştır. Başbuğ Türkeş'in konuşması özetle şöyledir:

Aziz Ülküdaşım!

Acı kader bizi mezarının başında konuşmak gibi aklımıza hiç getirmediğimiz bir vazifeyi yapmak mecburiyetinde bıraktı. Sen, milletimizin yiğit ve ülkücü bir evladı, partimizin çok mümtaz bir siması idin. Daha uzun yıllar omuz omuza çalışacağımıza, ülkümüzün bayrağını birlikte taşıyıp zafer gönderine çekeceğimize inanmıştık. Olmadı.

Ne yapabiliriz. Takdiri İlâhi.

Aziz Taşer, ömrünce Türk milletini sevmenin, büyüklüğüne inanmanın sırrına ermiş, hayatının gayesini milletine hizmette görmüş, dünya hırslarına iltifat etmemiş, biç bir mevkiin cazibesine kapılmamış, tam bir Türk Milliyetçisi olarak yaşamıştın.

Zekânın parlaklığı sevginin sonsuzluğu kültürünün zenginliği kadar, yüreğinde büyüktü. Talihsiz bir dönemde, nankör bir dünyada, milletini en çok sevenlerin horlandığı bir idrak yokluğu içinde yaşamak, kalbini kemiren bir dertti. Yine de dayanıklı idin. Ama kader nankörlüklerin, anlayışsızlıkların çökertmediği mukavemetini, bir arabanın çapmasıyla yıktı.

Biz de yıkıldık. Ama biliyoruz ki, ömrünü verdiğin mücadelenin zaferi uğruna, üzüntümüz ne kadar büyük olursa olsun, asla sarsılmadan ilerlememizi bekliyorsun.

Ruhunun daima bizi takip edeceğini, müşterek dâvamıza hizmet edebildiğimiz müddetçe müsterih olacağını çok iyi bilmekteyiz. Seni hep aramızda sayacağız.

Hayatının gayesi saydığın müşterek ülkümüzün zafere ulaşması uğrunda, birlikte kurduğumuz iman ocağının sönmeden yanacağına ve bir gün milletimizin kara talihinin değiştirileceğine manevi huzurunda söz veriyoruz.

Aziz ülküdaşım Taşer ,

Seni dâva arkadaşların ve bütün memleketimiz gelecek yıllarda daha iyi anlayacak ve mânevi şahsiyetinin, takipçisi olduğumuz kutsal dâvamızda bizlere destek olacağına inancımız tamdır.

Aziz ülküdaşım,

Seni ebedî bir yolculuğa uğurluyoruz. İnanıyoruz ki, huzur içindesin. Huzur içinde kal. Ulu Tanrıdan rahmet dileyerek, aziz hatıran önünde derin bir acı içinde eğiliyoruz."
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

DÜNDAR TAŞER SAGUSU

"Aman karlı dağlar ne olur
Esker ağam gelende yaralarım ey olur."

Dündar Ağam , çoh görestim hardasan ?
Eller sanir bir karanluk gordasan
Mene göre Tanrı nerde ordasan,

Get Cennette nebileri gör ağam ,
Muhammedin sağ yanında dur ağam.

Ilduz ahar , yuhudaki er bilmez ,
Yol nicedür , degeneksiz kör bilmez
Yadlar helbet gadir bilmez , ar bilmez ,

Beş bin yıldur biz tanışuh hey ağam ,
Esker ağam , yiğit ağam , beğ ağam,

Nece yıldur , bir işıhlı düşüm var,
Durağım yoh ; beyle böyük işim var .
Hele bahın , ne çileli başım var ;

Abu Felek merd ağamı apardı ,
Ciğerimin bir parasın kopardı

Her gavgede duzah olur , al olur ,
Ülkü içün boz tikenler gül olur .
Rehmet yağar ifak sular sel olur ,

Şahin kuşu ucalardan av gollar ,
Turan ilde düğümlenür sarp yollar.

Bahar gelür , mökkem buzlar çözülür ,
Gözelerden duru sular sözülür
Durmak olmaz ! Dündar Ağam üzülür ,


Allah deyip , öz yurtlara varalım ,
Zalımların bayrağını cıralım

Ataş yanıp tütün göğe ağanda ,
Delü kurtlar düşmanını boğanda ,
Tanrıdağ'da bayaz aylar doğanda

Dündar Ağam , Ötüken'de toy edek ,
Kara kımız göl olanda pay edek.

Beyle yazdım , Türklük bunu tez bilsin
Türkmen bilsin , Yörük bilsin , Uz bilsin.
Kafkas ilde bala bilsin , kız bilsin ,

Dündar Ağam heç çıkmasın ürekten,
Sayasında dertleşirih iraktan.

DİLAVER CEBECİ
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

TÜRKMEN AĞAM

"Dağlar dağımdır benim, gam ortağımdır benim.
Söyletme çok ağlarım, Dertli çağımdır benim.."

İşit beni, dinle beni, duy beni
Eğlendirmez düğün, dernek, toy beni
Yar beni, hey... Dil beni hey... Oy beni.
Dündar ağam bizi koyup gitti bil!
Uçmağ' içre, bir menzile yetti bil!

Ülkü yolu diken olur, taş olur..
Yağsız ayran, kuru ekmek aş olur..
Kim derdi ki Ağama bir iş olur?...
Kahpe felek bize oyun etti bil!
Attığı taş bağrımıza battı bil!

Uluna da Bozkurtlarım.. Uluna;
Uluna da ince aylar doluna..
Gafil durup güvenirsen soluna;
Başın üzre sefil baykuş öttü bil!
Özyurdunu iki pula sattı bil!

Tanrı bilir; dün de bizim, yarın da...
Bir gün olur, bir sabah tan yerinde,
Dalgalanır dokuz tuğ, gönderinde,
Türkmen ağam nağrasını attı bil!
Otağ kurup gölgesinde yattı bil!

Yol demeyen, yel demeyen yürüyem
Göğüs verem, şu dağlan kürüyem!
Ben Oğuz'un dediği Gök Bürüyem
Yine doğum sancıları tuttu bil!
Tanrıdağ'da kalk borusu öttü bil!

Sanmayın bu, ağlamaya ağıttır.
Bu ağamın kavlince bir öğüttür.
Ağlamak ne? Dündar ağam şehiddir.
Ağlar isen, kaşlarını çatı bil!
Oraları birbirine kattı bil.

NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

DÜNDAR'IN ÖLÜMÜ

Bazı işlerim için Antalya'da bulunuyordum. Gençlerden bir grup "Sizlere ömür, Dündar Ağabeyi kaybettik" dediler...


"- Ne?!. Ne zaman?!" diyebilmişim.. İlâve ettiler:
"- Şimdi radyo söyledi..."

Gençler bana bakıyordu, ben onlara... Hepimizin nutku tutulmuştu.

Dündar Ağabey, Dündar Bey, Taşer, Komutan, Binbaşım... Gençler arasında buisimlerle anılırdı. Bu kadar özel, güzel vasıfları olan bir adam... Nasıl ölürdü?. Karaciğerden rahatsızdı. "Acaba" diyorum, ondan mı öldü?. Birgün kendisine takılmıştım:


" Zaten sizin ciğeriniz beş para etmez" diye.. Gülmüştük.. Vay Dündar vay. Öldü ha.. Ne diri, ne canlı, ne hoş sohbet adamdı Dündar Taşer...


Dündar Taşer kimdi, nasıl bir adamdı, ne yapmıştı. Daha neler yapmak istiyordu? Şahsiyeti, fikirleri, dâvası...


Dündar Taşer, isim yapmış birçok milliyetçiler gibi, öteden beri bilinen milliyetçilerden "Haaa.. şu malûm adamlar"dan değildi. O bir tabiat hâdisesi gibi birdenbire ortaya çıkmış, değerini herkese kabul ettirmişti... Bu hâdise ne idi? Bu hâdise (Millî Birlik Hareketi) idi. 27 Mayıs 1960 fırtınası, seylabı, birtakım sel artığı gereksiz adamlarla birlikte böyle cevherler de getirmişti.


Bir Alparslan Türkeş'i, bir Muzaffer Özdağ'ı, Ahmet Er'i, hattâ Numan Esin'i eskiden biliyorduk. Ben "Serdengeçti'yi çıkarırken Özdağ ve Numan Harbokulu'nda talebe idiler. O zaman "Türkçülüğün Esasları'nı bastırmıştım. Bu gençler bu kitaptan alıp Harbokulu'nda dağıtıyorlardı. İhtilâl sabahı başta Türkeş olmak üzere bu arkadaşların isimlerini işitince yüreğime su serpilmişti. Bu arkadaşları kurulacak yeni düzenin bir garantisi olarak görüyordum.


Dündar'la çok sonraları tanıştık. Taşer'i kafama ilk sokan Hüseyin oldu. Bizim Hüseyin Üzmez. "Çok zekî bir adam" diyordu. "Askere benzemez" diyordu.. Hâdiseler bizi buluşturdu. Sonra da birleştirdi.


Evvelâ şunu arzedeyim ki Dündar beylik adamlardan değildi. Ne beydi, ne beylikti. Hakkında yazılanları okudum da bana biraz askerlik künyesi gibi beylik geldi. Şüphesiz güzel samimi yazılardı. Hepsi de Dündar'a lâyık yazılardı. Amma ne bileyim, nasıl söyleyeyim. Bu yazılar beylik, hazır elbiseler gibiydi. "Cesurdu, kahramandı, vefakârdı. Büyük milliyetçi, büyük fikir adamıydı" malûm şeyler. Bunlar kabir taşlarına yazılan "Hülvelbâki" gibi sözler. Gene hiç şüphesiz Dündar bu vasıflardan ayrı değildi, amma o daha bir başka şeydi.


Güzel olan her şey güzeldir, zekâ... Zekî insanda güzelliğin de ötesinde bir şey var. Dündar kelimenin tam manâsıyla zekî adamdı. Konuşmaya başladığı zaman tadına doyulmazdı. Her şeyi açardı, seçerdi... Konuşurken kendinden geçerdi zekânın terlemesiydi. Herkes gibi konuşmazdı. Kimsenin görmediği, bilmediği şeyleri bulur çıkarırdı. Yahut hepimizin bildiği, üzerine kati hüküm verdiğimiz nesneleri, fikirleri, kanaatleri yeniden öyle ele alışı, anlayışı ve anlatışı vardı ki, tutulur kalırdınız.


Bir gün bana "Yahu kumandan" dedi; (Ben ona kumandan dediğim için o da bana kumandan derdi.)
"- Emânet-i mukaddese var ya, Yavuz'un Mısır'dan alıp getirdiği mukaddes emanetler... Peygamberimizin hırkası, kılıcı vs. İşte bu eşyalar İstanbul'da, Hırka-i Şerif camiinde muhafaza ediliyor. Yavuz Sultan Selim bu mukaddes eşyaları İstanbul'a getirdiği andan itibaren Hırka-i Şerifte, mukaddes emânetlerin huzurunda devamlı Kur'an okunmuş, Bir dakika dahi ara vermeden 1515'ten 1919'a kadar. Tam dört yüz küsur sene. Allah Allah... Bu ne hürmet, bu ne gayret... Bu ne saffet. İşte Türk bu. Halbuki Araplar..."


Dündar tarihe böyle nirengi noktaları bulur, bu noktalardan bakardı. Mukaddes emânetlerden, Kur'an âyetlerinden kıt'alara, asırlara, nesillere böyle bir noktadan bakardı. O ne bir tarihçi, ne de bir edebiyatçı idi. Fakat kendisinde öylesine köklü, renkli, orjinal bir tarih şuuru vardı ki, şaşırırdık.


Edebiyatçı da değildi. Fakat edebî zevki vardı. Baklava yapmasını bilmezdi amma tadından anlardı. Divan edebiyatını anlatırken, bu edebiyattan parçalar okurken adeta dîvâne olurdu.


Asrımızın büyük zekâlarından biri olan ve hemen Allah'tan, Peygamberden, Abdülhakim Efendi'den başka kimseyi beğenmeyen Necip Fazıl; "Hayret askerden böyle bir adam çıksın" demişti. Esasen Dündar'da askerî hal asgarî idi. Sohbet adamıydı, dost adamdı. Her yerde herkes tarafından istenen adamdı.


İstanbul'da Marmara vatandaşları (Marmara Kahvesine devam edenler) "Dündar Bey ne zaman gelecek? Dündar Ağabey ne zaman gelecek?" diye sorar beklerdi. Gelince başta Ziya Nur ve şoför Kâmil olmak üzere herkesin gözü gönlü açılırdı. Şoför Kâmil'in arabası artık emre hazırdı. Ziya Bey Marmara Kahvesi'nin vefalı müdavimlerinden. Kültürlü bir arkadaş, öyle herkesle fazla konuşmaz. Müstehzî bir tip. Dündar gelince günü doğardı Ziya'nın Dündar'la bir köşeye çekilirler, konuşurlar, konuşurlardı. Millet bu iki dostun etrafını sarar, onların konuşmalarından bir şeyler anlamaya, bir şeyler dinlemeye çalışırlardı. Fakat ne mümkün... Bu iki adam bu kadar kalabalık içinde halvet olurlardı. Dinleyiciler onların sadece ağızlarının açılıp kapandığını görürdü. Sessiz film gibi... Dündar'ın bu hâli de vardı. Bir kafadarını buldu mu dünyayı gözü görmezdi.


O umumî adamdan çok hususî adamdı. Bu bakımdan da şu "halk adamı", "halk çocuğu" gibi herkesin sevdiği benimsediği tabirleri sevmezdi. "Hele, derdi, şu halk çocuğu tabirini hiç sevmiyorum." Ben "Sokak çocuğu gibi bir şey mi geliyor aklına?" deyivermiştim. "Hay ceddine rahmet kumandan... Tam öyle" demişti.


Zannedersem beni espri ve mizah adamı olarak sevmiş tanımıştı. Radyo konuşmalarımda İsmet Paşa için: "Paşam, bir zamanlar senin emrin olmadan Yenişehir'deki akasya ağaçları bile çiçek açmazdı. O zaman her şey senin emrinde elindeyken toprak kanununu niye çıkarmadın ha... Sandalyeden düşünce ayağın toprağa değince mi toprak aklına geliyor? Sen milleti, sen köylüyü toprağa kavuşturursun amma ne zaman, nerede? mezarlıkta mezarlıkta" demiştim. Bir de "Seçim sandığından ümidini kesen İnönü elini cephane sandığına attı. Gençliği ve orduyu kışkırttı. Şimdi de petrolden bahsediyor. Çünkü petrol çabuk ateş alır. İnönü ateşle oynamasını sever. İktidar kandilinin gazı bitince petrol kanunu ha..." gibi laflar etmiştim de rahmetli: "Bu seçimin en güzel konuşması, İnönü'ye verilecek en güzel cevap bu" demişti.


Sonra da Türk mizahı üzerinde durmuştuk.


Neler biliyordu, neler söylüyordu. Bir gün Öz türkçe pardon uydurma Türkçe ile yaşamlı maşamlı bir şiir yazmış. Bana okumuştu. Hayatımda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum.


Dündar Taşer gerçek bir milliyetçiydi. Esasen milliyetçilikte toplumculuk da var. Millet bir toplumdur. Fakat her toplum millet değildir. Türk milletini iyi anlamıştı. İyi anladığı için onun meselelerini iyi tahlil ederdi. Herkesin 2x2=4 gibi bildiği şeyleri yeniden ele alır, tarihî mantıklı ölçülere vurarak tahliller yapar, sağlam neticelere varırdı.


Zamana mekâna hatta imkâna karşı koyan adamdı. Şu herkesin ağzından düşürmediği "reformlar" şu "ilkeler" şu "ekonomik nedenler, sorunlar.." Dündar'ın zekâsı önünde tuzla buz olurdu. Millet nasıl aldatılıyordu? Memlekette ne kadar tembel, işlemez kafa vardı. Şu Ord. Prof.lardan çoğu bir "puftan ibaretti. "Halep orda ise arşın burda" idi. Akıl var, mantık var, ölçü var" diyordu. Heyhat memleketi akıl, ölçü, mantık idare etmiyordu. Bir curcunadır gidiyordu.


Küçük, diri "Hareket" li bir partinin fikir ve hareket mesuliyeti üzerinde idi. Son yıllarda anarşizme, komünizme, kürtçülüğe karşı Millî Hareket'in geçleri çetin bir mücadeleye girişmişlerdi. Gençlerimiz fakültelere sokulmuyor, yurtlarından kovuluyor, dövülüyor, öldürülüyorlardı. Ben bağrından vurulan Süleyman Özmen'i, bu dağ gibi imanlı çocuğu, üniversite koridorlarında bir dal gibi devrilen İmamoğlu Yusuf'u, ciğerleri pompa ile parçalanıp binanın üst katından sokağa atılan Önkuzu Dursun'u, daha tırnakları sökülenleri, tabanlarının alt üç-hilâl şeklinde yananları gördükçe perişan oluyordum. Bir gün dayanamayıp telefonu açtım. Dündar'a: "-Ne oluyoruz kumandan. Bu çocuklara ben dayanamıyorum" dedim. Dündar üç kelime ile cevap verdi.


"Darül harp... Harpteyiz..." Sonra ses yok. Kendi kendime "Darülfünun... darülharp... darülcünun.. Üniversiteler harp sahası haline geldi. Aman ya Rabbi" demiştim.


Dündar bir hayli "sivilize" olmasına rağmen ne de olsa askerdi. Var'la yok, ölümle kalım arasında konuşuyordu. Konuşmaları namluda bekleyen kurşun gibiydi. Bu kurşunun fazla beklemeye de tahammülü yoktu.


Kendisi anlatıyor: Bir gün yaman bir komünistle münakaşa ediyorlarmış. Komünist ikide bir "tarihin değişmez kaderi" deyip duruyormuş. "Sosyal determinizm. Marks.. Tarihî maddecilik v.s. "Buna karşı Dündar da vatanı kastederek; "Bu da coğrafyanın değişmez kaderi" demiş. Bravo kumandan dedim. Vatanımızın sıra sıra dağlarını ona gösteriverseydin. Bu dağlar çökmez, değişmez, aşılmaz.. Komünist bu dağları aşamadı.. Değil mi kumandan?"


Gözlerinin içi gülerek:
"- Aşamadı, aşamaz.. Aşırtır mıyız vatanımızın dağlarımızı.." demişti.
"- Sen de bir dağsın kumandan... Seni de aşamazlar..."
"- Sahi mi? Toroslar kadar yüksek miyim?." Bunları konuşan Güneyli İki Türk insandı.


Dündar sevimli adamdı da. O Güney insanlarının sıcaklığı vardır her hâline. Hafif tertip Anteplilik, Türkmenlik gurur ve şuuru da vardı. Türkmenlerin Anadolu'ya yerleşmesini, yaşayışlarını, maceralarını çok iyi biliyordu. Destanlarını, koşmalarını, varsağılarını zevkle okurdu. Amma bencileyin her şeyin bir püf noktasını bulur, alaya alırdı. Bazen kendisi de kendi istihzasından kurtulamazdı:
"- İşler nasıl kumandan?
"- İktidara geliyoruz., az kaldı..
"- Yaşadık öyleyse. Yaşasın 100 milyonluk Türkiye". İşte böyle...


Yazı hayatına gelince... Dündar'ın yazı hayatı yenidir. O çoktan beri aranan, bir türlü bulunamayan, fakat bir gün bir yerden fışkırıveren petrol gibiydi. Öyle çıkmıştı ortaya... Siyâsî içtimaî bir deprem 27 Mayıs'ta ortaya Dündar'ı da çıkarmıştı. Dündar düşünen, okuyan, güzel konuşan adamdı. Bir gün ona "Yazı yazsana.." dedim.
"-Nasıl yazarım alışkın değilim.."
"- Yazmaz gibi yaz. Konuşur gibi.. İşte böyle..
Kısa, canlı... Nefes alır verir gibi., sıcak.. Kısa ve askerce., emriyevmî gibi" dedim ve ilâve ettim:
"- Türkçenin kuvveti kadar zaafı da var: "rek", "rak", "ile", "dir", "dır" mümkün mertebe bunlardan kaçınacaksın. Hele uzun cümle.. Türk'ün uzun beklemeye tahammülü yok. Kısa, kat'i Canlı, sivri.. Buluşlar olacak.. Gevelemek yok.."
"- Çok güzel, bir deneyeyim" dedi. Denedi, yazdı, az zamanda kuvvetli bir yazar oldu. Fakat alnının yazısı da yazıldı. Kısa zamanda da yazıldı.. Kader...


Birgün "gazete çıkaramadık, olmadı, olmuyor" diye dertlenip duruyorduk. Dündar sesini yükselterek:
"Hiç merak etmeyin demişti. Az bir zaman sonra bütün gazetelerin baş makalelerini telefonla ben yazdıracağım. Ayrı bir gazeteye lüzum yok."


Gençler ne kadar ümitlenmiş, sevinmişlerdi.. Ben içimden "Dündar kendi kendini de, bizi de matrağa almaya başladı" demiştim.


Her insanın bir sürü zaafı, yenik yeri olur. Şüphesiz Dündar da bir insandı. Onun da zayıf yufka yerleri vardı. Meselâ bu , hakikatla hayali karıştırması.. Daha doğrusu barıştırması. Çocuku nikbinliği.. Çoğu zaman ciddîlikten kaçması. Bu tarafı Dündar'a ve ekibine çok şey kaybettirmisti. (Kendisi anlatırdı.)


Bir de 27 Mayıs zaafı vardı. Her sözüne tarihçilerin Milâttan evvel, Milâttan sonra diye başlaması gibi 27 Mayıs'la başlardı. 27 Mayıs'ı gözünde çok büyütürdü. Kısa bir zaman için milletin kaderine hükmetmiş olmaları, kendilerini ebediyyen milletin mütevellisi gibi görmelerine sebep olmuştu. Dündar da kendisini bu zaaftan kurtaramıyordu. "Türkiye'de bizim haberimiz olmadan, hatta muvafakatimiz alınmadan (olmadan) askerî bir darbe olamaz" diyordu ciddî ciddî. Hattâ ben dayanamadım yüzüne karşı:
"- Yahu siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Milletin kader terazisinde sizin yeriniz kaldı mı? Terazimin ipi çoktan koptu. Siz düştünüz. Hâlâ...
"- Eh, dedi, öyle oldu. Biz de o teraziyi bıraktık.. Üç hilâli aldık." (Partinin işareti evvelce terazi idi.)
"- Kumandan siz derken yalnız sizi değil, bütün Millî Birlikçileri kastediyorum."


Darılmadı, kırılmadı. Ama rahmetli Dündar'ın Milâd-ı İsa'sı (yine de) 27 Mayıs idi. Sonra Millî Birlikçileri teker teker ele aldı. Karakterinizi çizdi. Hepsini bir ipliğe dizdi. Şuraya astı.. Ne güzel, ne yaman, buluşlar.. Ne güzel karikatürize ediyordu onları. Hele Madanoğlu'nu falan...


İşte Taşer bu anlattıklarımın içindedir. Ama neresindedir? Hangi tarafı ağır basar, bilinmez. Tıpkı yemeğin içindeki lezzet gibi.. (Yemeği gösterebilirsiniz de lezzet denilen şeyi asla) Dündar çok tatlı, lezzetli adamdı. Anlatılamaz.. Yaşarın., dinlenir., konuşulur.. Öyle bir lezzet verirdi ki insana dayanamazdınız da.


(Eğer tesâdüfse) Ne aksi tesadüf. Ne berbat kaza.. Adamakıllı trafik kazası bile değil.. Şaka gibi. Zannedersiniz ki rahmetli bu oyunu kendi hazırladı. Bana hiç ölmemiş gibi geliyor. Gülen gözleriyle gözlerimin içine bakıyor.


"-Nerden kumandan" diye soruyorum.
O:
"- Şuradan geliyordum. Bir ekmekçi arabası geri geri geliyordu. Biz de gericiyiz ya, arabanın gerisinde idim. Bana çarptı araba. Hayır ben ona çarptım, işte böyle..
"- Demek ekmeğe hürmetinden ekmek arabasının gerisindeydin ha?"
"- Evet.. Sen bilmez misin, "Ekmeği ikram ediniz, hürmet ediniz" diye bir hadis-i şerif var.
"-Var.."


Bu şakaların, bu zavallı ekmek arabasının ardında bir ölüm olacağını nereden bilelim. Büyük bir ölüm.. Hem de Dündar Taşer'in ölümü... Bir ışığın sönüşü, bir dağın yerinden oynayışı, bir fırtınanın dinişi gibi bir ölüm.


Bizim kumandanımız, sevgili arkadaşımız, ağabeyimiz, binbaşımız Dündar Taşer...


Bağrımıza taş basıp susuyoruz. Huzurunda hürmetle eğiliyoruz.


Cenâb-ı Hak sana gani gani rahmet eylesin.
OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

MERHUM DÜNDAR TAŞER'İN EŞİ ASUMAN TAŞER HANIMEFENDİ İLE YAPILAN SÖYLEŞİ



Ülkücü hareketin Dündar Ağabey'i fikir ve aksiyon adamı, Dündar TAŞER Beyefendi'yi vefatının 29 . yıldönümünde rahmet ve saygıyla anıyoruz.


Yetişmekte olan genç ülkücüler Dündar Taşer Beyefendi ile tanışma şerefine ulaşamadılar, ama onun eserlerini ve onun için yazılanları okumaktılar yeni Dündar'lar yetişmekte. Gerek onun hakkında gerek ülkücü hareketin diğer büyükleri için vazgeçemedikleri bir şey de onların Dündar Bey'i hatıralarla anarken vazgeçilemeyecek bir isim de ülkücü hareketin Asuman Ablası Asuman Taşer Hanımefendidir. Onun hem hayat hem de dava arkadaşı. Asuman Taşer Hanımefendi ile dergimiz için bir röportaj yaptık. "Soframda oturmayan milliyetçi çok azdır. Ben ülkücü gençlik için bir anne olmak istedim." diyen Hanımefendi, sıcacık yüreği ve gözyaşları ile Beyefendi'yi bize anlam. 29 yıl önce şehid edilen Dündar Bey evdeki eşyaların düzeni ve acı tatlı anılarıyla hâlâ yaşıyor ve yaşatılıyor. Dündar Tamer'in sohbetinde ve seminerlerinde bulunamasak da o mütevazi evdeydi.


Muhterem hanımefendiye göstermiş olduğu ilgi ve alâka için teşekkürlerimizi arzediyor, Allah'a daha uzun bir ömür vermesi için dua ediyoruz...

"Ülkü Ocağı Dergisi: Kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız?


1935'te Halep'te doğdum. Babam, 150'liliklcrdendi. Sürgünde idik, Atatürk'ün emri ile Refik Halit ile birlikte Doğru Yol ve İstikamet gazetelerini çıkarmışlar. Dayımın birisi de İstiklal Mahkemesi azası ve milletvekili idi. Bütün ailem politikacı idi. Küçük yaşım Halep'te hayatımın bir kısmı Hatay Antakya'da geçti. Babam vefat ettikten sonra Gaziantep'e geldik. Dündar Taşer hayat ve ülkü arkadaşım yalnız eşim değil, teyzemin de oğlu idi. Liseyi Antep'te okudum. 16 yaşımda evlendik.

" Ülkü Ocağı Dergisi: Bir eş ve dava arkadaşı olarak Dündar Bey'i bize anlatabilirmisiniz?


Üst Teğmendi. Dündar Bey benden farklı idi. Gaziantep'de doğmuş. Sene 1925, her şey yeni, çiftlikler gelir getirmiyor. Kayınvalidem, çocuğunu almış, köye götürmüş. (Lisan bilen kültürlü bir hanım idi.) Dündar dört yaşında okuma yazma biliyormuş. Evde büyük bir kütüphaneleri varmış. Annesi o zaman 12 ciltlik ansiklopediyi okutmuş.

Şehre geldiği zaman okula gitmiş, okulda hocası (Allah rahmet etsin): "Benim hiç böyle bir talebem olmadı" demiş. Ortakokul'da lisede hiç kitap almamış. Pantolonun arka cebine koyduğu bir tek küçük sarı defterle okulu bitirmiş, tüm hocaları şaşırmış. Böylece onuncu sınıfa gelmiş. Oradan Harbiye'ye gitmiş. Orada da çok başarılı olmuş. Kurmay olmak için sınavlara hazırlanıyordu. İlk defa ders çalıştığını gördüm. Çok okurdu ama ders çalışmak farklı. Sınava girdi. Kazanacağından hem de soruları hiç eksiksiz yaptığından emindi. Sınav sonuç kağıdı geldi. "Kağıtta bütün soruları yapan bir kişi ilk defa gördük. Bu sebeple sınavınızı geçerli saymıyoruz" yazıyordu. Çalışkanlığının gadrine uğramıştı. Kırgındı fakat birkaç yıl sonra sınava tekrar girmek istedi. Hadi gir ne olur dedim. Bir soruyu yapmam dedi. Sınavı kazandı. Okula devam etti. Kısa zaman sonra ihtilâl oldu. Tabii ihtilâl olunca başka görevleri vardı. Okula gidemedi. İhtilâl muvaffak olamadı. Çünkü ihtilâlciler birbirini tanımıyordu. 38 kişi birbirinin huyunu, ahlakını, zihniyetini bilse muvaffak olunurdu. İhtilâl o zaman gerekli idi. Biri yakalanınca diğeri de yakalanmasın diye ihtilâlciler beş kişilik gruplar halinde teşkilatlandılar. Halk partililer çoktu. İhtilâl olunca Halk Partililer, ihtilâlin kendi lehlerine olduğunu zannettiler. Halbuki kimsenin lehine olamazdı. Zaten bütün partiler kapanmıştı. İsteklere uyulmadı. İhtilâlciler arasında müşterek hiçbir şey yoktu. Senatörlüğe ve idamlara karşı çıkıldı. 14'leri kurşuna dizmeye götürdüler. Bütün eşler metindi. İnönü haber yollamış; "onları öldürmeyin, ölüleri bizim için daha kötü demiş". Sürgüne gönderildik. Biz İsviçre'ye gönderilmiştik. İdamlara oradan engel olunmaya çalışıldı. Fakat ne çare, çok üzülmüştük. Sürgünde sık sık buluştular. Bizim ev, merkezi yer olduğu için bizde toplanılırdı. Ne yapabiliriz? diye tartışırlardı. İnönü dönmemizi asla istemedi.


" Ülkü Ocağı Dergisi: 60 ihtilalinden sonra Afrikaya gönderilen Dündar Taşer'in devamlı Türkiye'ye dönmek çabasında olduğundan bahsediyorsunuz. Yurt dışındaki yaşantınızdan ve Türkiye'ye döndükten sonraki çalışmalarınızdan bahseder misiniz?


Yurt dışında büyük teklifler oldu. Meselâ Kongo Devleti, kurulacak teşkilatı yok, asken yok, haber yolladılar. Gelin bizi teşkilatlandırın. İhtilâl yapmış asker, onların gözünde çok büyük. Katolik kilisesinden bile teklif geldi. Çok büyük teklifler oldu. Biz bütün teklifleri reddettik. İnönü'ye telefon edildi. Dedi ki; "Haritayı açın, nereyi beğeniyorsanız Büyükelçi olarak gidin yalnız ülkeye dönmeyin. "Selim Sarper, (Maliye Bakanı), haber gönderdi; "evlatlarım merak etmeyin nasılsa döneceksiniz." Talat Aydemir, haber gönderdi; "gelirseniz Öldürürüm," Türkeş Bey, dönmek için sürekli uğraşıyordu. İkinci yılda izin çıktı. Dündar Bey; "gitmeyin, komplo dedi". Neticede tutuklandı. Aslında bizde dönecektik. Fakat Dündar Bey'in mide fıtığı vardı. Ameliyat, o zamana denk geldi, dönemedik. Bir ara üç aile bizde kaldık. (Ekonomik sıkıntı sebebi İle) Bizim durumumuz biraz daha iyi idi. Bizim için çok üzüntülü sıkıntılı günlerdi. O günler. Sürekli döneceğimiz haberini bekler, dua ederdik (Dündar Bey orada da boş durmadı. Avrupalı işçilerle sohbetler düzenledi. Çok işçi dostlarımız oldu.) Valizlerimizi hazır bekletirdik. Haberi alınca kimseyle vedalaşmadan hemen döneceğiz diye düşünürdük. Öylede oldu.Vatana dönünce çok mutluyduk. Ya Rabbi! çok heyecanlı günlerdi. Dönünce çok teklifler oldu. Dündar Bey, partiye girerken önce etrafı dinle sonra gir dedim, Özdağ'ın hanımı da öyle demiş. Türkeş Bey, Dündar Bey'i almaya geldi. Gittiler, biraz sonra radyodan sesleri geldi. Çok gururlandım. Milliyetçilikle asker birleşmişti. Türkeş Bey, bir güçtü. Sesi bir güçtü. Güçlendik. Faşistlik suçlamaları daha o zaman başladı. Bir milletvekilimiz vardı. O da, Türkeş Bey idi, Halk Partili'ler meclisteki bir tek kişiden dahi çekmiyorlardı. Mücadele başlamışa. Dündar Bey, gençliğe heyecan vermişti. Gençlikten heyecan almıştı. Gençliğin başı üzerinde imanla inançla dalgalanan bir bayraktı. Bütün isteği birlik beraberlik içinde yönetildiğini görmekti. Bütün milliyetçileri bir arada görmek isterdi. Ama burada ama Azerbaycan'da, Bunun için adımız "Turancı" oldu. Parti kurulunca "Dündar Bey, ne yapıyorsun?" dedim. "Seminer veriyorum" dedi. Yeni kuruldu. Kime dedim. Ses çıkarmadı. Birgün Muhittin Çolak'la geldiler. Çok mutluydu. Ne oldu? dedim. Semineri 8 kişiye verdim dedi. Aradan uzun zaman geçti. Niye seminer vermiyorsun? dedim. Kime vereyim. Bir çığ gibi büyüdük. Şimdi önce benim seminer verdiklerim seminer veriyorlar, dedi. Partiden bir ayrılan olunca çok üzülürdü. 14'lerden ayrılanlara çok üzülmüştü.


" Ülkü Ocağı Dergisi: Dündar Bey'i bir aile reisi ve baba olarak anlatabilir misiniz?


- Dündar'ın aile bağları çok kuvvetli idi. Ailesine akrabalarına çok bağlıydı. Eve gelememekle beraber evin bütün ihtiyaçlarına yetişirdi. (Maddi ihtiyaç değil sevgi, muhabbet ihtiyaç) Bir kitap bile okusam, o kitap üzerine konuşurduk. Günlük siyaset hakkında konuşurduk. Biz milliyetçi idik, Milliyetçi büyüklerimiz üzerine, atalarımız, dedelerimiz, gençlerimiz üzerine konuşurduk. Kızının yetişmesine özen gösterirdi. Kendi yaşayarak örnek olarak yetiştirdi. O bizden çok ülkücü gençlerimizle birlikte oldu. Gençlerin yetişmesi için çok uğraştı. Partiden telefon ederdi. "Asuman valizimi hazırla, İzmir'e gidiyorum." Ben İzmir'e telefon ederim. Başka yere geçmiş. Gençler ağabey haydi şuraya da gidelim diye ısrar edince hiç kurnazdı. Çok enerjik idi. İki üç gün uyumadan çalıştığını bilirim. Yorulmak bilmezdi.Türkiye'nin her tarafı evi, ülkücülerin ise babasıydı.


" Ülkü Ocağı Dergisi: Efendim, Dündar Bey'în sohbetlerine ülkücülerin dışında kişilerin hatta bugün siyası parti lideri bulunan kişilerin dahi katıldığını işittik, farklı fikirdeki insanlara karşı tutumu nasıldı?


- Dündar Bey'in ikna kabiliyeti çok yüksekti. Çok geniş tarih bilgisi ve tahlil yeteneği, bu ikisi kabiliyeti ile birleşince bambaşka oluyor. Bir ara Bulvar Palas'ta konuşuyordu. Otel dolup taşıyordu. Yer yoktu. {Bir süre bende orada dinledim) Herkesimden insanlar gelir, solcular ikna olup değişmekten korkardı, insanlar bağdaş kurup yere otururdu. Ecevit'in Baykal'ın onunla konuşmak için gelişlerini hatırlıyorum. Bakanlıktan solcu bir müsteşar vardı. Kendince vatanını seven de bir adamdı. Bulvar Palas'ta Dündar Bey'in toplantılarını takip etmiş. "Setli çok sevdim. Ne olur halk partili ol, bize katıl" demiş. Münakaşalar etmişler. "Dündar Bey, seninle tartışmayacağım Önce git, tarihimizi oku ve sonra yanıma gel tartışalım" demiş. Adam hakikaten bir ay kayboldu. Okumuş geldi. Artık seni farklı dinliyorum demiş. Adam sonra değişti. En yakın dostumuz oldu. Dündar Bey'in vefatına da çok üzülmüştü. Sevgi verdi sevgi aldı. İkna kabiliyeti, enerjisi ve çalışkanlığı tehditler almasına sebep olmuştu Solcular, partiden çekil gençleri yetiştirme, partiler üstü bir varlık o , biz partiyle de başa çıkarız fakat senle baş edemiyoruz dediler. Seni öldürtürüz fakat seni tanıyoruz, bizimle konuşuyorsun bunu yapmak istemiyoruz dediler. Çok şey yapabilirdi. Onu engellemek için çalıştılar. Şehit edildiğine inanıyorum ve şehitlerin de ölmediği hususunda Islâm inancı malumdur.


" Ülkü Ocağı Dergisi: Kadın ve çocuk Dündar Bey için ne ifade ediyordu?


-'Kadınlara son derece saygılı idi. Nasıl saygılı olmazdı ki annesi, kız kardeşi ve eşi kadındı. Allah-u Teâlâ kadına peygamber doğurma şerefini bahsetmişti. Evimizde son söz onundu. Halbuki yaptığı her davranışı ben düşünmüşüm gibi hissederdim. M. Özdağ'ın eşi İsviçre'de üç aile bizde kaldığımız zamanlarda anlatmıştı. Ne zaman salona girse m Dündar Bey, ayağa kalkıyor demişti. Ben farketmemiştim. Dündar Bey, kadının okumasını kültür bakımından erkekleri geçmesini isterdi. Kadının zarif olması gerektiğini de söylerdi. Yasemin'e derdi ki;

"Çocuğum, hanımlar yürürken çiçeğe basıp onu ezmemeli" kadın şefkatli olmalıydı, (Çocukları çok severdi. Sokağa çıktığı zaman çocuklar yolunu keserdi. Cebinde her zaman hazır küçük paketli şeker ve çikolataları vardı. Eve geldiğinde önce kızının odasına girerdi.) Her toplantıda kadınların yerini almasını isterdi. İbrahim Doğan diye bir doktor oğlumuz vardı. Adı bir suça karışmıştı. Ama suçsuz idi. Kurtulması için elinden geleni yaptı. Ziyaret günleri, bana; "Asuman, bütün hanım arkadaşlarını topla. Hapishanedekiler şuurlu, kültürlü hanımlar görsün." dedi.


" Ülkü Ocağı Dergisi: Fikir ve aksiyon adamı olan Dündar Taşer Bey'in Türk Klasik Müziği dinlediğini biliyoruz. Bu yönüyle Dündar Bey'in sanata ve sanatçıya verdiği değerden bahsedebilir misiniz?


- Dündar Bey'in sesi çok güzeldi. Şeyh Galip'i çok severdi. Ölene kadar yatağında Şeyh Galip okudu. Evde olduğu zamanlar pikaba klasik müzik koyardı. Şimdi babası gibi oda Şeyh Galip seviyor. Dündar Bey, sanatkârları çok severdi. Onları dinlerken manevi haz alırdı İsmail Baha Bey'in bir ekibi vardı. Klasik Müzik dersleri verirlerdi. Görünce derslerini bizim evde yapar mısın? demiş. Eve geldi. "Asuman rahatsız olur musun?" dedi. Hiç olur mu? dedim. Dersler Dündar Ankara'da iken bizde yapılırdı. Onun Ankara'da olması için dua eder olmuştum. Kendisi severdi ama kanaatimce bütün bunları kızının yetişmesi için yapmıştı. Bizim aile edebiyat ve tarihi sever. Fakat ben okuduğundan zevk almayı ondan öğrendim. Okuduğu kitaba ruh verirdi. Evde III. Selim, Dede Efendi, Itri'nin eserleri zevkle dinlenirdi.

" Ülkü Ocağı Dergisi: Rahmetli Dündar Taşer Başbuğumuzun fikir ve aksiyon arkadaşı idi. Onun Başbuğumuz hakkındaki fikirlerini açıklar mısınız?


- Başbuğumuz bizim sembolümüzdü. O bayrağı tutan eldi. İyinin de üstündeydi. Birçok vasıflan toplamış eldi. Başbuğ bayrak idi. Ölüm her faniyedir ama bayrak elden ele taşınmaktadır. Bir toplantıya katıldım. Gençler çok güzel yetişmişti. Çok duygulanmıştım. Toplantı bitti dışarı çıktım. Ağlıyorum... Türkeş Bey ölürse ne yaparız diye düşündüm. "Dündar aklıma geldi. Ama oda ölürse ne yaparız dedim." Sonra Dündar, geldi. Dayanamadım sordum. Ne yaparız? dedim. Merdivenlerden men bir genci gösterdi. "Bunlar var" dedi. Onun şâhsında diğer ülkücüleri işaret etmişti bana. Önemli olan fikrin yaşamasıdır. Fikrin ve bayrağın taşıyıcıları olmasıdır. Türkeş Bey, çok okuyanlar içinde nadir insandı. Bir şey sorulunca doğru ve mantıklı cevap alınamayacak soru olamazdı. Dündar Bey Başbuğ hakkında "Onun yanlışı benim doğrumdan da doğrudur." ifadesinde bulunurdu.


" Ülkü Ocağı Dergisi: Son olarak Ülkücü Gençliğe mesajınız nelerdir?


- Dosdoğru güzel yolda ilerliyorlar. Çok şükür bugünlere geldik. Dündar Bey'in ideali birlik beraberlik sevgi idi. Milliyetçilerin birliği idi. Birlik beraberlik sevgi bekliyoruz. Okumak... Ölene kadar okumak.. Kendinizi kabul ettirmek. Başarı her yerde başarı dürüstlük, sevgi, dostluk..... Ayrılık yok. Dündar'ın hiç küçük hesabı olmadı. Büyük düşünürdü. Ayrılığa sebep küçük hesaplardır. Maddi hesap ufak hesaptır. Ülkücü gençlik onun ve bizim umudumuzdur. İyi yetişmelisiniz ve unutmayın sizler "ipeğe sarılmış çeliksiniz."
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

Korkuyoruz. Akıldan, fikirden, inançtan yürekten korkuyoruz. İstiyoruz ki: Kimse düşünmesin, bilmesin, anlamasın. Hele gençler; ot gibi taş gibi, eşya gibi olsunlar; ne dersek inansın, nereye korsak dursunlar.


Devleti, bizim nesil bu kafa ile yönetmek arzusunda. Bunun olmazlığını görünce de "Nedir, nedendir, nasıldır?" diye düşüneceğine, suçu başkalarına yükleyip kurtulduğunu sanıyor.


Son birkaç yılın olayları, devlet ve idare adamlarının bu tutumundan doğmuştur. "Evliyayı umur efendiler" tarafsız olmak, sorumsuz olmak ve rahat kalmaktan başka hiçbir şey düşünmemiştir. Amiri, memuru, müşaviri, cümlesi akıldan, fikirden, tedbirden mahrum ve sorumluluktan firar halinde yaşamıştır.


Suçlar işlenmiş, amma iktidar sahipleri suçlu ile mağdur arasında tarafsız, kamu oyuna karşı da mazur görünmek çabası ile "O da kötü, öteki de" demeyi alışkanlık edinmiştir. Bakanlar, müdürler, memurlar, cümlesi bu yolda yürümüştür.


FKFF diye bir dernek kurulmuş, Türkiye'yi Marksist, sosyalist, feminist bir düzene çevirmek istediğini, bağıra bağıra ilan etmiş, konferanslar, seminerler, açık oturumlar tertiplemiş, yazmış, söylemiş, metodunu açıklamıştır:


"Türkiye'de sefalet var!"
"Türkiye'de yolsuzluk var!"
"Türkiye'de sömürü var!" demiş.


Bu sözleri her usulle her yerde her zaman tekrarlamış. Yazarlar, profesörler, politikacılar tarafından bu iddialar söylene söylene herkesin kafasına yer ettirilmiş. Daha sonra:


"Bu düzen sağ düzendir!"
"Bu düzen geri düzendir!"
"Bu düzen sömürü düzenidir!" demiş.


Genç yazarları, prof'ları , politikacıları tarafından bu iddialar söylene söylene herkesin kafasında yer ettirilmiş, Arkasından:


"Bu düzen değişmelidir!"
"Bu düzen değişmelidir!"
"Bu düzen değişmelidir!"


naraları başlamış, gene aynı kişiler, bunu da söyleye söyleye herkesin kafasına çakmış...


Bu sefer ortaya bir soru atılmıştır. "Verine ne gelmeli?
Yazarlar, prof.'lar, politikacılar dillerini bilemiş ve ortaya fırlamışlar:


"Sosyal adalet gelmeli!"
"Sosyal güvenlik gelmeli!"
"Sosyalizan düzen gelmeli!"
"Bilimsel sosyalizm gelmeli!"
"Marksist, Leninist, Maocu düzen gelmeli!"


Gene o kişiler ortaya fırlayıp, yazmış, söylemiş, anlatmış. Herkesin kafasına bunu da çakmıştır.


Bu herkese bakanlar, müsteşarlar, müdürler, memurlar, politikacılar, şairler dahildir. Bütün yetki kullanıp, sorumluluk taşıyan kişiler, hiç olmazsa bir miktar solaklaşmıştır.


Şimdi yeni bir sual soruluyordu, aynı çevre tarafından: Kim manidir bu işlerin olmasına? Cevabı da verildi:


"Ağalar!"
"Sömürücüler!"
"Kapitalistler!"
"Gericiler!"
"Amerika ve NATO"


....... Veryansın ettiler bu mefhumlara. Bir süre de Türkiye aydını bu şartlanmaya tabi tutuldu. Zemin hazırlanmıştı... Türk aydınının büyük kısmı sola kaymış, toprak sahibine düşman, sermayeye karşı, Amerika'ya hasım, NATO'dan çıkmaya taraftar, gericiliğin (!) aleyhinde bir tutumu benimsemişti.


Böylece birinci safha tamamlandı. Aşağı yukarı 1967 senesi ortalarında Türk cemiyeti bu şartlara sokulmuş oldu.


Şimdi birinci safha açılıyordu. Solun tertipçi ve yöneticileri yeni bir soru ortaya attılar. Bütün bu gerici unsurlarla kim savaşacak? Bunları kim tasfiye edecek? Yeni düzeni kim kuracak? Yazarlar, prof'lar, politikacılar kesif bir tartışma açtılar ve sonunda baştan beri bildikleri cevabı verdiler. Tartışma hükme varmak için değil, dikkati çekmek içindi.


Cevap ilan edildi:
"Askeri, sivil aydınlar!"
"Bürokratlar!"
"İşçiler, köylüler!"
Gaye devrim, metot cebirdi. Kim başlatacak? Üniversiteler!


Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) feshedildi; yerine Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) kuruldu ve eylemler başladı.


Boykotlar, işgaller, mitingler, yürüyüşler safha safha icra edildi. Ortam hazırdı: Gençlik gericiliği, sömürücülüğü, ağalığı, Amerikancılığı istemiyordu. Haklı gördüler, tabii saydılar, takdirlerini sundular; oğulları, kızları da bu harekete dahildi. Çocukları kötü bir şey yapmıyordu ki, kendisi de böyle düşünüyordu. Bütün bu olaylar gericilik yüzünden çıkıyordu (!).


Nerede bu gericilik diye sordunuz n m cevap 31 Mart, Menemen vakası, vs. vs.. Bu sayılanlar 50-60 yıllık olaylar, kan ve ateşle bastırılmış hadiselerdi. "Dedem devrindeki işlere şimdi karşı çıkmanın anlamı var mı?" derseniz biraz şaşırıyorlar, cevap zorluğuna düşüyorlardı. Yazarlar, prof'lar, politikacılar onun da çaresini buldular. Faşistler, nurcular, Süleymancılar, şeriatçılar, ümmetçiler, hülasa aşırı sağ ; vardı. Hazırlanmış beyinler hemen bunu ezberledi:
"Aşırı sağ."
Artık iş kolaylaştı; suçlu bulundu. Her kötülük onlardan doğuyordu. Solcuların her işlemi, her eylemi, her şiddeti sağcılar yüzünden idi. Bu sağcılar olmasa her iş yoluna gerecekti... Ve Türkiye aydını böylece sıkıntıdan kurtuldu. Sola açık sağa kapalı; solu hoşgören, sağı yeren bir tavırla olayları seyre devam etti.


Bu işler böylece cereyan ederken bu hoşgörülü erkanın evladı sola şartlanmada hızlandı ve bir gün kendilerini sol eylemin göbeğinde buldular.


Devlet yönetiminde söz sahibi olanların durumu, biraz daha ciddileşmişti. Sola müsamahalı olmak evlat sevgisi ile de karışarak, solu koruma, solu savunma ve sola yardım şekline dönüştü. Vali'nin oğlu, mebusun yeğeni, bakanın kızı solun, aşırı solun saflarında yer tutmuştu. İktidar ve idarenin müsamaha, himaye ve müdafaasını, bu suretle sağlamış olan sol cephe, şimdi üniversite muhtariyetini kullanarak, cemiyeti yıldırıp, kendi iradelerini raim etmek istedi. Onun için, üniversiteye mutlak hakim olmaları şarttı. Bütün öğrencilerin ya kendileri gibi olması, yahut kendilerine itaat etmesi sağlanmalı idi.


Bu maksatla tedhişe giriştiler, öğrencilere baskı başladı. Bu, prof.'tan destek, idareden müsamaha basından himaye gördü. Kamuoyuna arzı ise sağcıların, gericilerin işbirlikçilerin kötülüğüne karşı, gençliğin mukavemeti diye yapıldı.


Solun bu tedhişine karşı öğrencilerin davranışı muhtelif oldu.
a) Bir kısmı sola katıldı,
b) Bir kısmı sola boyun eğdi,
c) Bir kısım da sola mukavemet etti.
Bu direnmeleri yıldırmaya giriştiler. Yurt kantininde oturan Ruhi Kılıçkıran adındaki genci bir solcu çekip vurdu.


Bu hareket, sola boyan eğmeyenlerin bir araya gelmelerine, dayanışmalarına sebep oldu. "DEV-GENÇ"in karşısında "Ülkü Ocakları" böylece doğdu.


Bu direnmeyi yıkmaları lazımdı; yoksa kötü örnek (!) olacaklar ve üniversitenin mutlak hakimiyetleri altına girmesi suya düşecekti. Bu sebeple, solun karşısına dikilen Ülkü Ocakları aleyhine kampanya başladı.


Yazarlar, prof'lar, politikacılar işe girişti. Ülkü Ocakları gerici, şeriatçı, ümmetçi, ırkçı, faşist, kapitalist, velhasıl aydınların kafasına göre neler kötü ise, hepsi ile suçlandı ve bir de sıfat takıldı. Aşın Sağ.
Veryansın ettiler aşın sağa. Fıkralar, makaleler, karikatürler hep onların aleyhine, onları kötüleyen, onları karalayan üslûp ve iddialarla dolu idi.


Bu kampanya, iktidar, idare ve politika adamlarını da şartlandırdı. Hattâ, gizli ve açık emniyet mensupları bile bu şartlanmaya karşı direnmedi, onların kafası da, ülkücüler aleyhine kurulmuş oldu.


Büyük devlet, siyaset, diplomasi adamı, demokrasinin babası ve aşığı ve dahi kurucusu İnönü, partisini sola açtığından, rektör evladı solda olduğundan, 31 Mart hatırasına sadakatından ötürü başı çekti ve ülkücü gençliğe hücumu açtı. Artık mesele hal yoluna girmişti. Devrin iktidarı da hem zayıf ve korkak, hem de idraksiz ve aciz olduğundan, basınla, üniversite ile, İnönü ve taifesi ile ters düşmektense, o da kafileye katıldı ve veryansın etti ülkücü gençliğe.


Ülkücü gençlerden Dursun Önkuzu, ETYÖ Okulu'nda solcular tarafından işkence ile öldürülüp pencereden aşağıya atıldı. İktidarın İçişleri Bakanı, katilleri arayacağı yerde, Türkocağı'nı basıp tarafsızlığını ispata gayret etti.


SBF'de M: Kuseyri isminde bir solcu öğrenciyi, yine bir solcu olan Nejat Arun öldürdü. Polis, katilin derhal tespit ettiği halde, İçişleri Bakanı bunun katili falandır diyemedi. Rektör, dekan, prof, asistan önde, bir sürü DEV-GENÇ'li arkada sol yumruklar sıkık, Mustafa Kuseyri'nin katili sağcıyı (!) telin için yürüdüler. İktidar da bel bel bakıp durdu.


Bütün sersemlikler 12 Mart'a kadar birbirini kovaladı. Şeytanla melek, mikropla ilaç, zalimle masum arasında tercihsiz, kararsız, tespitsiz olmak iktidarın politikası, idarenin icraatı ve zavallıların kanadı haline geldi. Herkes tarafsız, mutedil, dürüst olduğunu ispat etmek için "Hem ona, hem buna; hem ülkücüye hem DEV-GENÇ'e, hem sağa, hem sola karşıyım" demek alışkanlığını edindi.


Bu dangalaklığa karşı çıkan tek kişi, tek yetkili ye tek sorumlu Devlet Reisi oldu. İnönü'nün Ülkü Ocakları'nı DEV-GENÇ'ten de kötü göstermesine karşı, "Onlar vatanperver gençlerdir" diye gerçeği ilan etti.


Bundan bir buçuk yıl geçti. 12 Mart müdahalesinin birinci senesi oldu. Reform kabinesinin vaadlerine, sıkıyönetim tedbirine, ordunun iktidarına rağmen DEV-GENÇ adam kaçırdı, adam öldürdü, banka bastı, hapisten kaçtı, mahkemeye sövdü, generallere, bakanlara, hükümete faşist, satılmış, işbirlikçi dedi ve demektedir. Ülkücü gençlik ise okuluna girmekte, dersine çalışmakta, vatana millete hayırlı olmak için sükunetle yaşamaktadır. Gene de bakanlar, idareciler, politikacılar bu masum gençlere sataşmakta, suç istinat etmekte, iftirada bulunmaktadır.


Hakkaniyetli görünmek, bitaraf görünmek, mutedil görünmek için, cümle yetki ve sorumluluk sahipleri hem sağa hem sola, hem ülkücüye hem DEV-GENÇ'e karşı oldu! darını ilan etmektedirler.


Emniyet yetkilileri hala ülkücüleri takip etmekte, aleyhinde rapor tutmakta, şuradan kaldırıp buraya sürdürmek için tertipler almaktadır.


Bu kanaatsizliktir. İdraksizliktir. Tarafsızlık değil korkaklıktır. Akıldan, fikirden, mantıktan, yürekten korkmaktır.


DÜNDAR TAŞER
(3 Nisan 1975 Devlet Gazetesi)
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş ve hakimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz.

Bu imparatorlukların sonuncusu, varisi olduğumuz Osmanlı Devleti'dir.


Osmanlı Devleti Söğüt'te kurulduğu 1299 yıllarında 40 atlıya sahip bir uç beyliği iken, 1326'da Bursa'nın fethi sırasında Orhan Bey 38.000 süvariye kumanda ediyordu. Bu asker artışı, nereden geliyordu? Fethedilen topraklardan toplanamazdı. Zira bu yerin ahalisi Türk değildi. 400 gadirlik bir aşiret, 27 senede bu kadar çoğalamazdı. Selçuk Sultanlığı, asker yardımı yapacak halde değildi. O halde artış nereden geliyordu? Öyle anlaşılıyor ki, Bizans ucundaki bu beylik bütün Türk aleminin ülküsünü temsil ediyor. Türklük aleminin, fetret devrinde bile asla vazgeçmediği, İstanbul fethinin ve dünya hakimiyetinin mümessili sayılıyordu. Millî şuur ve ülkü Horasan'dan İzmir'e kadar her yerdeki Türk'ü Ertuğrul sancağına çekiyor, şeyhler, müftüler, müderrisler eli kılıç kabzasına yakışan her yiğidi, gönlü fazilet aşkı ile dolu her mümini, kafası salim düşünceye açılmış her talebeyi Söğüt Beyliği'ne sevk ediyordu. Küçük beylik az zamanda Türk aleminin otağı haline geldi..


Sultan-Medrese - Sipahi muvazenesi ile ne anarşi ne de despotluğa fırsat vermeyen bir devlet kuruldu. Başta hanedan olmak üzere bütün insanların devlete can borcu vardı ve bu borcu bütün tebaa hükümdarlar dahil tereddütsüz ödediler. Küçük devletin, fazileti büyük, müsamahası büyük, ideali büyüktü. Bu manevi azamet devletin topraklarım çok kısa zamanda kendi seviyesine getirdi.


Bu devir 1699'a kadar sürdü. Bu dört yüz senenin macerası şöyle özetlenebilir. Her yaz 3 ay sefere çıkılır, 3 gün 3 saat kılıç çekilir. Bir ülke bir vilayet olarak devlete katılırdı.


Her güz batıya, kuzeye doğru bir koşu asırlarca devam etti. Bu koşu, talan, istismar koşusu değil, müsamaha, adalet ve huzur tesisi içindi. Bu devrede Osmanlı hünkarı "Hakan-ı Berri ve Bahrin", "Sultan-ı İklimi Rum", "Halife-i Ruyi Zemin" sıfatları ile yeryüzünde kendine muadil otorite tanımadı.


Karlofça bu uzun koşuda tökezlenen bir nokta oldu. 1699'dan sonraki bütün çabalar, bütün düşünceler, o noktayı geçmek, o engeli aşmak için aranan çareler, ileri sürülen fikirlerin kavgasıdır. Ne tedbirler düşünülmedi: Sünnet adına Kadızade ile ortaya çıktı. Çakşır haram, kavuk haram, kaftan haram bunlardan soyunursak her iş yoluna girer dediler.


Avrupacılar türedi: Pantolon giyer, pelerin taşır, fes vurursak mesele çözülür dediler. Ne Kadızadeler İslamı anlamıştı, ne de Avrupacı'lar batıyı. 25 milyon kilometre karelik vatanı birleşik tutmak için taklitten başka tedbir düşünen olmadı.


İsyanlar, ihtilaller, sokak kavgaları oldu. Birbirimizi kırdık, sultanları kestik, nihayet kendi ordumuzu top ateşine tuttuk.


Mısır gitti, Cezayir gitti, bu yitirme devri 150 yılda bizi Sakarya sahiline getirdi.


Bugün hainlerin kandırdığı gençlerin bir kısmı hangi sebeplerle sosyalizmi istiyorsa, dün onlar kadar samimi kimseler liberalizmi istemişlerdi. Bugün demokrasinin yeter olduğunu sananlar gibi dün Tanzimat'ı yeter sayanlar vardı. Velhasıl 300 senedir kandaki mikrobun deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz.


Biz bu cihan devletinin kalıntısı üstünde cihan hakimlerinin evladan olarak utanıyoruz.


"Rüyama girdi bir gece bir fatihane zan" diyen şair kendini söylediği kadar bizi de söylemiştir. Ne geri kalmış milletlerin birisi, ne de kurtuluş savaşı yapan, kavimlerin birincisiyiz. İstiklalini son elli yıl içinde bizden almış 19 ülkenin efendisi idik.


"Azizi vaktîdik, o da zelil kıldı bizi."


Bu zilletin sebebini çıplak gözlerle aramalı ve açık yürekle ortaya koymalıyız. 150 yıldır her türlü uygulanan şekil kavgalarını terk zamanı gelmiştir. Milli şuur, Milliyetçi Hareketi doğurmuştur. Bu hareket Şeyh Edebali gibi gönül pirleri, Çandarlı Hocapaşa gibi ilim ülkücülerini beklemektedir. Bu bekleyiş demiri eritene kadar sürecektir. Ergenekon'dan demiri eritince çıkmıştık.


Binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu göstermiştir. Demiri eritinceye kadar sabır.


Şekil kavgaları ile, "go home" çığlıkları ile, grevlerle, öldürülecek vaktimiz yoktur. Sokaktan mektebe, kahveden fabrikaya koşmalıyız. Sanayiimizi kurmalı, büyük milletin imkanlarını, büyük geleceği kurmak için seferber etmeliyiz.



DÜNDAR TAŞER
Devlet / 7 Nisan 1969 / Sayı : 1
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

DÖRT GAZİ :"HİLAL GELDİĞİ YERLERE TEKRAR VARACAKTIR"


93 Harbi millet hafızasında bir tarih başlangıcı ve bir dönem sonudur. Bir felaket ifadesidir. 1699'da biten fetihler devrinden sonra düşmanın, Anadolu toprağına, kimsenin gelemeyeceğine inandığımız öze saldırmasıdır.


"Aldı Nemçe bizim Nazlı Budin'i" diye yas tutan bir milletin Erzurum'u, Kars'ı savunmaya mecbur oluşudur. Ne korkunç bir kader... Bütün kahramanlıklara, kumanda kademesinde Gazi Osman Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa gibi deha sahiplerinin bulunmasına rağmen, Rumeli'nin büyük kısmı ile Anadolu'nun üç vilayeti (Kars-Ardahan-Artvin) elden çıkmıştır.


Dahili azınlıkların, harici düşmanla beraber olduğu, onlar bayram ederken bizim yas tuttuğumuz bir tarihtir 93. "Üç vilayet" fethedilmiş, yabancı ülkesi değildi, himaye altında toprak değildi, ta "Dede Korkut" gününden beri Türklerin oturduğu, el sürülmez yurdumuzdu.


Yaslı devre 1923'e kadar kesiksiz sürdü. Osmanlı nizamı içinde eşitlik şerefiyle yetinmeyen kavim kırıntılarının, Avrupa tasmasını boyunlarına taktıkları güne kadar isyanlar, entrikalar, harpler birbirini kovaladı. Bir devlet olmak için gerekli ilk şarta sahip olamayan yani nizam için hürriyetini, istiklal uğruna canını verme; göze alamayan zavallıların akıbeti, Avrupalı'nın birbiri ile yaptığı müzakereler sonundaki muvazeneye tabi oldu.


Hıyanetler serisi, Türk'ü, Türkiye'de, Sakarya'da, Toroslar'da, Muş'ta dövüşecek kadar sıkıntılara düşürdü. 93'ten kalanlar torunlarıyla beraber buraları da korudular. "Nene Hatun'un" kardeşleri, Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın torunları bu savaşları yaptı , el değmez yerlerin iffetini korudu. Türk'ün lütfettiği eşitliği gasbedilmiş üstünlük sananlar, İngiliz-Fransız hakimiyetinde mal muamelesi görmekten gocunmadı!


93, büyük göçlerin de başıdır. Şamil'in savaşında son kozlarını kaybedenler Kars'a ; gelmişti. Kars'ın Rus eline düşmesi, Kafkas'ın mağlup yiğitleriyle, Kars'ın, Artvin'i Ardahan'ın kahramanlarını beraber göçürdü.


Türk'ü başka milletlerden ayıran en esaslı faktör; bu göçebilme, bayrağının gönderden indiği yerlerde, maldan, mülkten geçebilme vasfıdır.


Rumeli'nde çoğunluktuk. Fatih olduğumuz için sahiptik. Onbinlerce dönümlük çiftliklere malik Rumeli ağalan vardı. "Demir kuşaklı cihan pehlivanlarını taraf taraf gezdiren beyler bulunurdu. Bedestenlerde, on binlerce altını bir sene sonu gelecek mal için senetsiz yatıran tüccarlar vardı.


Bir gün bu ülkede bayrak değişti ve göç başladı. Bu efendiler, bu ağalar, T beyler her şeyi bıraktılar ve bayrak gölgesini takip ederek ta Ankara'ya kadar adım adım göçtüler. Zengin amma ikinci sınıf olmaktansa, aç ve fakat birinci sınıf insan olmayı tercih ettiler.


Tarlasındakini komşunun keçisi çiğneyince, adam öldürecek kadar malına sah çıkan Türk, bayrağın gölgesi çekilince dünyanın bütün nimetlerini hiçe sayabilmektedir.


Kıbrıs'ı düşünün, idareyi devrettiğimiz gün 3 Türk'e bir Rum vardı. Bugün Rum'a bir Türk kaldı. İki misli azaldık, her 9 Türk'ten 8'i Anadolu'ya göçtü.


Kapakta 4 gazi var, 93 Harbinden kalma. Mesut mağrur, mütevazi, neşeli, edepli, iddiasız, sakin, derli-toplu 4 gazi. Ak sakalları açık alınları, mahcup bakışları yan yanalar.


Hayasızlığa şarlatanlığa, soysuzluğa, ahlaksızlığa karşı sıradağ zirveleri gibi dikilmiş duruyorlar. Anadolu'da neden sağlam oturuyoruz? Bu gazileri görünce anlıyor insan.


Niçin çıktığımız yerlere dönmek ümidini yitirmiyoruz? İç bozguncuların, yabancı kanlısı, yerini yerli sapıklara bıraktığı, Türkiye'yi bölmek, parçalamak için ittifak etmiş fesatçı güruhuna rağmen neden milletçe güveniyoruz? Hükümet idaresi yüklenmiş kimselerin aczine, korkaklığına rağmen, neden korkmuyoruz?


93 kahramanlarının torunları; asil kanlı evlatların varlığını, gençlik kampları da aynı itaat, aynı ideal, aynı tevazu içinde gördüğümüz içindir. Fikri ve beden eğitimin en ileri seviyesinde yetişmiş bu gençler dedelerine layık bir kararlılık iç de 93'ün intikamını almak özlemiyle yanmaktadırlar.


Hilal geldiği yerlere tekrar varacaktır. Dünkü hıyanetin merkezi olan kavim kırıntıları, nasıl yalnız kendilerine zarar verdi ise, bugünkü hıyanetin mihrakı olan taklit mikropları da yalnız kendini ezdirecektir.


Canlı vakar abideleri, selam-saygı-tazim sizlere!


DÜNDAR TAŞER
Devlet, l Eylül 1969, Sayı: 22
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

dundar_taser.jpg

dundartaser_001.jpg

dundartaser_003.jpg

dundartaser_002.jpg

dundartaser_005.jpg
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

HAYATI

Büyük Türk milliyetçisi, dava adamı ve gönül eri Dündar TAŞER 1925 yılında Gaziantep'te doğdu. Köklü ve gelenekli bir aileye mensuptur. Aile ve aile çevresinde köklü ve derin bir Türk terbiyesi almış. Çocukluk ve okul yıllarını burada geçirmiştir. Ailesinin desteği ve kendi isteği ile kara harbokuluna girmiş, bu okulun tank sınıfından teğmen olarak mezun olup ordu saflarına katılmıştır. Bilahare kurmay subay imtihanını başarı ile vererek kurmay olmuştur. Ordu saflarında başarı ile hizmet vererek kurmay tank binbaşılığına kadar yükselmiştir.

Türk-İslam Ülküsü'nün örnek bîr şahsiyeti, yılmaz bir savaşçısıydı. Milletinin derin ve saf kültürü ile mücehhez, insan sevgisiyle dopdolu, asil davranışlarıyla, efendiliği ve engin kültürüyle, bilge bir dava adamıydı.


İslam'a, Türklüğe, Türk'ün teşkilatçılığına ve büyük devlet kurma hassasiyetine hayran, keskin görüşlü, kıvrak zekalı büyük bir Türk milliyetçisiydi. Geniş tarih bilgisi, milletine olan inanç ve güveniyle meselelere fevkalade isabetli teşhisler koymuş, çözümü yine milletinde bulmuştu. Müstesna şahsiyetiyle davasını yaşayan yılmaz bir mücadele adamı olarak, Ülkücü Hareket'in şerefli mazisi ve mücadele geleneğinde önde gelen isimlerden biri olarak hak ettiği yeri almıştır.


İlk gençlik yıllarından beri milliyetçi ruha ve aksiyona sahiptir. 3 Mayıs 1944 Olayları'nda Türk milliyetçilerine karşı düzenlenen "Haçlı Seferi'nde" Atsız ve arkadaşlarının tabutluklarda, hücrelerde işkencelerden geçirilip, zindanlara atıldığı tek parti döneminin faşist diktatörlüğünde baskılara ve zulümlere kargı çıktığı için Harp Okulu'nda okuyan bir çok genç Türkçü gibi, soruşturmaya maruz kalan kişilerden biri olmuştur.


Taşer ismini, kamuoyu ilk defa 27 Mayıs Hareketi'yle birlikte duydu. Hiç beyanat vermediği, kendini tanıtıcı faaliyet göstermediği için baklanda bilinenler çok azdır. Onun hayat çizgisini takip edenler ağırbaşlı, mütevazi, zamanında konuşan ve davanın en çok kendisine ihtiyacı olan mevkilerinde yer alan sabırlı, metin ve cesur üslubuyla, Bozkurtlar'ın Bögü Alp'ini hatırlar. Taşer'in Ömrü "Taş yerinde ağırdır" sözünün tefsiri gibidir.


27 Mayıs Darbesi'nden vefatına kadar fikir birliği, kader birliği yaptığı Alparslan Türkeş'le birlikte olmuştur. Bu darbeye katılmasının sebebi ise, ülkenin içinde bulunduğu bunalım ve kaçınılmaz bir şekilde geliyorum sinyalleri veren askeri bir darbede ülke yönetimini CHP yanlısı İnönü taraftarı güçlere ve zihniyete yönetimi bırakmamaktı. Türkeş'le beraber ihtilal komitesinin içinde yer alarak CHP yanlısı güçlerin iktidar oyunlarını bir süre bozdular. Fakat daha sonra ihtilal komitesi içerisinde yer alan MBK üyeleri arasında komitacı oyunlar başlayacaktı.





Komite içerisindeki 13 Kasım Darbesi'yle, sürgüne gönderilen 14 kişinin içerisindeydi.


13 Kasım hadisesi onu çok üzdü. Bu hadiseyi hayatı boyunca hoş görmedi. Sürgün yıllarını Fas'ta geçirdi.

Taşer, iki yıl süren sürgün hayatından sonra yurda dönüşlerin serbest bırakılmasıyla, 1963 yılında, çok sevdiği vatanına ve toprağına kavuşacaktı. Onun gerçek değeri,yurda döndükten sonra yer alacağı siyasi hayatta çok çabuk farkedilecekti.


1965 yılında Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Numan Esin, Rıfat Baykal gibi darbede yer alan, birlikte sürgüne gittikleri arkadaşlarıyla, CKMP'de siyasi hayata girdi. CKMP'nin 30-31 Temmuz 1965 tarihlerinde yapılan kurultayında, partinin GİK üyeliğine seçildi. 1967 Kurultayı'ndan sonra Genel Bask Yardımcılığı görevine getirildi. Partide Türkeş'ten sonra gelen ikinci isimdi. CKMP'nin yeni döneminde fikri ve siyasi gelişiminde çok büyük hizmeti emeği vardır. Gecesini gündüzüne katarak, partinin Anadolu'da kök salması da. Milliyetçi Hareket Bayrağı'nın bir uçtan bir uca dalgalanmasında daima önde koşanlardandı.


Taşer 1965'de Gaziantep'den milletvekili adayı , 2 Haziran 1968 seçimlerinde senatör adayı 1969 Genel Seçimleri'nde İstanbul'dan milletvekili adayı oldu. İstanbul'daki adaylığında seçimi çok az bir farkla kaybetti. AP iktidarının milli bakiye seçim sistemini kaldırarak, yerine daha avantajlı çıkacağını düşündüğü nispi seçim sistemini getirmesiyle, birçok MHP'li gibi milletvekili olamadı. Taşer siyaseti bir gaye olarak değil, milletine ülkesine hizmet yolunda bir araç olarak görürdü. Siyasette dürüstlüğü, erdemliliği şiar edinmiş gerçek bir dava adamıydı. Politik hayatta Taşer, fazileti, inancı ve fedakarlığı, sevgiyi, tevazu ve ülkücülüğü temsil etmiştir. Siyasi arenadaki dostları da muarızları da onun engin tarih, kültür, siyaset bilgisine ve zekasına hayrandılar. Onun yapmış olduğu tespitler ve değerlendirmeler bütün kesimler tarafından dikkate alınırdı.


1970'ler Türkiye'sine baktığımızda onun yapmış olduğu tahlillerin ve tespitlerin ne kadar doğru olduğunu bugün bile görüyoruz. Meseleleri ele alırken kendine mahsus, sağlam ve rahat bir üsluba sahipti. Milliyetçi Hareket'in sözcülüğünü yapan Milli Hareket ve daha sonra yayına başlayacak olan Devlet Gazetesinde yazmış olduğu başyazılar ve parti sözcüsü olarak beyan ettiği ülke ve dünya meseleleriyle ilgili görüşler, hareketin ideolojik çizgisine de yön verirdi.




Taşer ve Ülkücü Gençlik

1965'li yıllardan itibaren Avrupa'da esen sol rüzgarlar ve sosyalizm modası Türkiye'yi de etkiledi. 1961 Anayasası'nda sağlamış olduğu siyasi haklarla birlikte çok sayıdaki komünist ve sol gruplar, illegaliteden legaliteye dönerek su yüzüne çıkacaklardı. İhtilalci sol hareketlerin fikri ve siyasi açıdan faaliyetlerini yoğun bir şekilde sürdürüp kitleselleşme çalışmalarıyla, milleti ve devleti tehdit edecek yıkıcı ve bölücü çalışmalarının ayyuka çıktığı bir dönemde, Türk Milleti'nin millî refleksi olan Türk Milliyetçileri sessiz kalamazdı.

Taşer, Alparslan Türkeş'in de bulunduğu CKMP'nin bir toplantısında ülkede yaşanan durumla ilgili; "Mutlak mana da millî, manevî, İslamî değerlere bağlı gençliği ülkü ve fikirler etrafında toplayacak aksiyoner bir hareketi oluşturmak zorundayız." diyordu. Taşer kolları sıvayarak, kendini parti çalışmalarından çok gençlik çalışmalarına ayırdı. Üniversitelerde ve Anadolu'da, Ülkücü Hareket ismiyle siyasi kimliğe kavuşacak olan ülkücü gençlik teşekküllerinin kurulma çalışmalarında öncülük ve önderlik etti. Gençlerle sadece bir arada oturarak dernekçilik yapmadı. Türkiye'nin istikbali ve geleceği olarak gördüğü milliyetçi, ülkücü gençliğin faaliyetlerinde bir ışık gibi duruyor, yön gösteriyordu. Ortaya çıkan problemler veya zorluklar karşısında ise, meselelerin nasıl çözüme kavuşacağını, bir taktisyen gibi öğretiyordu.


İçtimai yapıdaki bozukluğun sebeplerini ve kaynaklarını iyi bilirdi. Milliyetçi Hareket'in geleceğini ve Türkiye'nin kurtuluşunu Ülkücü gençliğin yetişmesiyle mümkün olacağına inanırdı. Gençliğin üzerine titrerdi. Türk Milleti'nin bekasının teminatı olan Ülkücü gençliğin düşmanların bütün oyunlarını bozacak kudretteki ruh sağlamlığında ve teşkilatlanma gücünde onun damgası vardır. Gençliğin yetişmesinde, şahsiyetini bulmasına önem vermesi sebebiyle, yöneticisi olduğu partiden bağımsız olarak bir araya gelmelerini arzu etmiş, dolayısıyla zaman içinde gücü, cesareti, şecaati milletçe takdir edilen, gençlik üzerindeki muesseriyetini geniş çevrelere göstermesini başarmıştır.


1967-1968 yılları arasında kurulmaya başlayan Genç Ülkücüler ve Ülkü Ocakları'nın kurdurulmasında ve eğitiminde önemli görevler ifa etmiştir. Milliyetçi Hareket ve milliyetçi gençliği parçalanmışlıktan, bölünmüşlükten kurtararak, onun birleşik millî bir güç haline gelmesinde oynadığı rol MHP hareken içinde önemli yer tutmaktadır.


İlk gençlik hareketlerinin başladığı yıllar içerisinde, onun en önemli özelliklerinden biri, gençliği millî, manevî değerlerle yetiştirecek, onları her türlü anarşist, materyalist düşüncelerden koruyacak bir teşkilatın nasıl kurulacağını bir tarihçi, sosyolog ve psikolog gibi düşünmesiydi.


Kendini bir siyasi parti yöneticisinden çok, mefkure insanı olarak görüyordu. Gençliğin siyasi kadroların programlan etrafında değil, fikirler ve ülküler etrafında toplanması gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden gençlik çalışmalarını parti çalışmalarından hep ayrı tutmuştur.


Dündar Taşer bir ülkücünün yaşama ve hareket şevkini net çizgilerle ortaya koyarken, millî şuur sahibi münevverlerimize de en güzel örneklerden biri olmuştur. Memleketin içinde bulunduğu şartların bir varolma kavgası olduğunu biliyor ve ülkenin, Akif in "Asım'm nesli" dediği dinine, milliyetine, kültürüne ve tarihine sahip vatanperver ülkücü kadrolarla kurtulacağına inanıyordu.


Taşer, temellerini oluşmasına katkıda bulunduğu, öncülük ettiği Genç Ülkücüler'in ve Ülkü Ocakları'nın düzenlemiş olduğu sohbetlerde en çok aranılan ve değişmez isimlerindendi. Onun aydınlattığı sohbetlerde Ülkücü gençler geleceği ümitle bakarlardı. Bazen gece yarıları başlayıp sabahlara kadar devam eden konuşmalar uzadıkça uzar ama hiç kimse sohbetlerin bitmesini istemezdi. Onun sıcaklığı, içtenliği bütün genç Ülkücülerin yüreğini ısıtırdı. Hele Osmanlı'yla başlayıp cumhuriyetle devam eden konulara girildi mi, sanki tarihin derinliklerinden gelen bir insan konuşuyor gibi, pür dikkat dinlerlerdi. O sanki yaşayan bir Osmanlı'ydı.


Kökü mazide olan âtinin tâ kendisiydi ve hali heyecanla yaşardı. Son derece gerçekçiydi. Günün hadiselerini en umulmadık yanlarından kavrar gerek teşhis gücü, gerekse değerlendirilişteki üstünlüğüyle zevkle dinlenirdi.

Türk tarihini çok iyi bilişi ve parlak zekasının hadiseleri millî tarih şuuruyla yorumlayışı, mükemmel bir kafa yapısına sahip oluşunun işaretiydi. Ülkücü gençlerle olan sohbetlerinde tarihi gelişmelerimizi bir sarkacın hareketine benzetirdi. Türk tarihinde sarkacın son noktasına gelindiğini ve artık zaruri olarak kabarıp taşma, büyüme istikametinde gelişeceğini söylerdi. Anadolu'ya bu halimizle sıkışıp kaldık, artık daha fazla küçülmemiz mümkün değildir. Sarkaç genişleme istikametinde hareket etmeye mecburdur. Bu hem maddî hem de manevî gelişmelerimize şamil bir ifadeydi. Sürekli bir şekilde Ülkücü gençlere hitaben "Biz kaybedilmiş medeniyetin çocuklarıyız o kaybedilmiş medeniyeti yeniden kuracak olan sizlersiniz" diyerek onlara ufuk açardı.


1967 yılından itibaren vefatına kadar her yıl Osmanlı Devleti'nin kurulduğu yer olan Söğüt'te düzenlenen Ertuğrul Gazi Törenleri'ne partinin ve gençlik kollarının da katılmasında önemli etkisi olmuştur. Düzenlenen törenlere katılımlarda Ülkücü gençliğin kalabalık bir şekilde yerini almasına, toplantılarda hazır bulunmasına özen gösterirdi. Söğüt'te düzenlenen bu ziyaretlerle gençliğin tarih ve milliyetçilik şuuruna, tarih sahnesinde büyük rol oynamış ecdadımız Osmanlı'nın daha iyi anlaşılması noktasında Ülkücü gençliğin misyonunun öneminin altını çizer, hedefler gösterirdi. Kafasındaki güçlü, millî bir devletin adı, tarihteki Osmanlı'ydı. Yeni bir Türk-İslam medeniyeti kurmanın yolunun Osmanlı'yı kavramaktan geçtiğine inanıyordu.


Fena Fi'd-Devlet, (Devlette fani olmuş, onda erimiş) bu sıfat arkadaşları tarafından onun için kullanılıyordu. Devlet mi mühim, yoksa hürriyet mi? Devlet olmadan hürriyeti ve meşrutiyeti ne yapacaksınız inancındaydı.


Resmi ideolojinin zihinlere nakşettiği, hala tartışmaları süren Kurtuluş Savaşı tezine karşı çıkarak; "Ne geri kalmış milletlerin birisi, ne de kurtuluş savaşı yapan kavimlerin birincisiyiz. İstiklalini son elli yıl içinde bizden almış on-dokuz ülkenin efendisiydik. Yüzelliyıldır her türlü uygulanan şekil kavgalarını terk zamanı gelmiştir. Millî şuur, milliyetçi hareket 'doğurmuştur. Bu hareket Şeyh Edebali gibi gönül pirleri, Çandarlı Hoca gibi ilim ülkücülerini beklemektedir" diyordu.


Taşer, bizim tarihimizde ki 'Veli" ve "Alp" tiplerini her ikisinin de özelliklerini üzerinde taşıyordu. Gençler ve tabii yaşlılar onu kendilerine bu kadar yakın bulurken, efsane devirlerden bugüne kalmış bir kahraman gibi onu bütün benliklerine bağlarken, bu vasıfların tesiri altındaydılar.


Türk siyasi hayatına damgasını vuran, Türkiye'nin en güçlü sivil hareketi olan Ülkücü Hareketin gerçek manada kurucularından ve öncülerinden olan Taşer, gençliğe üç önemli temel esası öğretmeye çalışmıştır.


1. İslam ahlâk ve fazileti
2. Türklük ve tarih şuuru
3. İla'y-ı Kelimetullah için Nizam-ı Alem


İşte, bütün hayati boyunca yapmış olduğu konuşmalar, yazmış olduğu makaleler ve o meşhur sohbetlerinde her şeyin özeti, bu esaslarda yatmaktaydı.



Şehit Süleyman Özmen'in Cenazesinde
Gözyaşlarını Tutamadığı An


Dündar Taşer, ülkücü gençliğin sadece sohbetlerine katıldığı fikir danıştıkları bir siyaset adamının ötesinde onların en zor günlerinde, çatışmalı yıllarda komünizme karşı vermiş oldukları kavgalarında, başları sıkıştığında, darda kaldıklarında o hep genç ülkücülerle birlikteydi.


Taşer, üniversitelerden hapishanelere, hastane kapılarından mezarlıkla, uzanan ülkücü mücadelede, onların arkadaşı, ağabeyi, güvendikleri bir dağ idi. 1969-70 yılların başlarında Kızıl terörün okullardan sokaklara kadar yansıyan saldırıları karşısında büyük bir azim ve kararlılıkla mücadele eden Ülkücü Hareket mensuplarının vermiş olduğu o büyük mücadelede ilk Şehitlerden olan, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi Süleyman Özmen'in Maltepe Camii'nde düzenlenen cenaze töreninde yaptığı duygusal konuşma herkesi derinden etkilemişti. Hatta tören esnasında yanında bulunduğu Galip Erdem'e söylediği "Ne kadar üzülürsem üzüleyim ağlamak adetim değildir. Hatta annemin ölümünde bile ağlamadım ama bu çocuğun gidişi ağlattı beni." Diyecek kadar etkilenmişti. Binlerce ülkücüye hitaben şu sözleri söylüyordu. " Süleyman , bu vatan , bu millet , hepimiz için ölmüştür. Süleyman bir semboldür bir şehittir. Şehitler kudsisidir. Süleyman hayatının başındaydı. Ne kapitalist ne de burjuvaydı. Hepimiz için öldü. Süleyman sizlersiniz. Süleyman yaşayacaktır. Çünkü Şehitler Ölmez."

MHP Genel Başkan Yardımcısı Dündar Taşer , 13 Haziran 1972 gecesi bir trafik kazası sonucunda ebedi aleme göç etti. Geri manevra yapan ekmek kamyonunun arkasından çarpmasıyla ağır bir şekilde yaralanan Taşer , kaldırıldığı Numune Hastane'sinde bütün çabalara rağmen kurtarılamamıştı. Acı haber kısa zamanda tüm Türkiye'ye ulaştı.

Cenazesi 15 Haziran 1972 Perşembe günü Hacı Bayram Camii'nde kaldırıldı.

Ruhu Şad ; Mekanı Cennet Olsun .. !
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

Solculara kalırsa Kurtuluş (!) Savaşından sonra burjuva inkılâpçılığı, Atatürk'ün sosyalizmi bilmemesi veya bellemeye vakit bulmadan ölmüş olması yüzündendir. Eğer ömrü vefa etmiş olsa idi, inkılâpları daha ileriye götürecek ve sosyalizmi kuracaktı.
Bu iddia o kadar çok söylendi ki, nere- deyse inanmayan kalmadı. Halbuki vesikalar bu fikri teyit etmemekte, Atatürk'ün siyasî ve içtimaı nazariye ve tatbikatları çok iyi bilip bir karara vardığını göstermektedir. Şu sözlere Atatürk tacirleri acaba ne buyururlar:
"Prensip olarak devlet, ferdin, yerine kaim olmamalıdır. Ferdin inkişafı için umumi şartları göz önünde bulundurmalıdır: Bir de ferdin şahsı faaliyeti, iktisadı terakkinin esas membaı olarak kalmalıdır.
Ferdi inkişâfın, mâni karşısında kalmağa başladığı nokta, devlet faaliyetinin hududunu teşkil eder."
"Devletçilik bilhassa içtimaî, ahlâki ve millidir."
"Bizim takibini muvafık gördüğümüz devletçilik prensibi, bütün istihsal ve tevzi vasıtaları fertlerden alarak milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden, sosyalizm prensibine müstenit kolektivizm yahut komünizm gibi hususî ve ferdi; iktisadı teşebbüs ve faaliyeti meydana bırakmayan bir sistem değildir.
Demokrasi, bir içtimaı muavenet veya bir iktisadi teşkilât sistemi değildir. Demokrasi, maddi refah meselesi de değildir.
Böyle bir nazariye vatandaşların, siyasî? hürriyet ihtiyacını uyutmayı istihdaf eder."


Bolşeviklik:
"Rus milleti içinden bir ekâlliyet, iktisadı esaslara müstenit komünist partisi namı altında bir diktatörlük vücuda getirmişlerdir; gayelerinde milli değildirler. Şahsî hürriyet ve müsavat tanımazlar. Halk hakimiyetine riayetleri yoktur. Dahilde ekseriyeti cebir ve tazyik ile noktai nazarlarına itaata mecbur tutarlar. Hariçte propaganda ve ihtilâl teşkilâtı ile bütün dünya milletlerine kendi prensiplerini teşmile çalışırlar.
Halbuki hükümet teşkilinmde gaye, evvelâ ferdı hürriyetin teminidir."
"İnsan namuskârane sahip olduğu mal ve mülküne isltedigi gibi tasarruf eder. Satabilir, satmayabilir, istedigine verebilir onları mahvedebilir."
"Fikir ve kalpm mahsulü olan her eser dahi sahibinin hakkıdır."

Matbuat:
"Aşağı insanların para ile yaptırdıkları matbuat mücadeleleri vardır. En adı yalanları ifşada, matbuatın kullanıldığı vakidir. Matbuatın ve hattâ fikir cemiyetlerinin millî hükümetin tesirinden kurtularak siyasi veya iktisadı maksatlara âlet olmasından korkulur."
Yukarıdaki sözler S. Dr. Afet İnan'ın neşrettiği ve el yazılarının fotokopilerini de ihtiva eden Atatürk'ten Yazdıklarım" adındaki eserden alınmış parçalardır. Pek sayın solcularımıza soruyoruz, bu görüşlere ortak oldukları tek nokta var mıdır?
Atatürkçülük bezirgânlıgı yapmak, kendilerine Atatürkçü demek, heykeller önünde nöbet tumtmak, buna karçı da onun düşüncelerinin tamamen aksini onun adına ilân etmek, şerefsiz, ahlaksız insanların yapacağı bir hareket değil midir.
Ya CHP yöneticileri; bir yandan Atatürk mirasından maddi? hisse al, mülkunün mütevellisi ol onun bıraktıgı matbaada gazete bas, ondan kalan binada otur, onun adına İş Bankası'nı yönet, sonra da doğal hakkından bahset, komünizmi en ilkel şekliyle reklâm et, Atalan köyünde jandarmayı vazife yapmaktan men'e uğraş ve nihayet Atatürk şapka inkilâbını getirdi diye küçümse.
İnsan bütün bunlardan bahsedebilir hattâ bunun için teşkilât da kurabilir, hattâ komünist de olabilir, amma aynı zamanda Atatürkçü olmaz. Atatürkçü oldugunu ilân etmez, başkalarını Atatürk düşmanı diye suçlamaz. Atatiirkçü olmak, büst dikmekle degil, onun gibi düşünmekle tahakkuk eder. Büst dikmek olsa olsa heykelcilere hizmet olur. Solcular biraz daha haysiyetli olsalar, mertçe ortaya fikirlerini koysalar, kanaatlarının çirkefini Atatürk'e bulaştırmasalar olmaz mı?
Olmaz.
Çünkü korkaktırlar.
Çünkü haindirler.
Çünkü cahildirler.
Amma kurnaz ve aptaldırlar, müfteri ve yalancıdırlar, mürai ve menfaatçıdırlar.
- Servet sahibine kapitalist,
- İnanç sahibine, gerici,
Toprak ,sahibine, zalim
derken Atatürk'e hakaret ettiklerini biliyorlar. Bile bile söylüyorlar. Yine de "Atatürkçüyüm" diye iddiadan geri kalmıyorlar. Çünkü utanmazdırlar.

30 Mart 1970*DEVLET GAZETESİ
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

Atatürk ismi, bizim solcuların en çok istismar ettiği kelimedir. Önceleri "fese karşı, şapka sol, hilâfete karşı cumhuriyet soldur" diye başlayan istismar, zaman içinde dozunu arttıra, arttıra "Atatürk, bir solcudur" haline gelip dayandı. Artık Vietnamlı komünist, Atatürkçü sayılmakladır. Lenin, Che Guevera, Mao gibi komünist liderlerle Atatürk bir tutulmakta, her komünist Atatürkçü denilmekledir. O hale geldi ki, komüniste yapılan tecavüz, Atatürk'e yapılmış ilân edilerek umumi efkâr bulandırılmaktadır. Bu iddiaları dayandırmak için de Atatürk'ün ağzından vecizeler uydurmak, komünist sloganların altına, "Atatürk diyor ki," diye yazmak ,sahtekârlığı, yaygın bir usûl olmuştur. Bir yandan söylenmemiş nutuklar için belgeler uydururken, el yazısıyla bıraktığı "Komünizm nerede görülürse ezilmeli" sözü İsveç'te ne idüğü belirsiz bir merkeze gönderilip, kim olduğu belli olmayan kişilerden sahtelik raporu temin edilmektedir.
Bütün bu uydurmacılığa rağmen Atatürk gerek yaşayışı, gerek tatbikatı, gerekse düşünceleriyle iddia sahiplerinin yalanını açıkça orta koymaktadır.
Atatürk öldüğü tarihte Türkiye'nin en büyük ,servet sahiplerinden biriydi;
Türkiye İş Bankası'ndaki şahsî hesabında, (1.371.210) lira nakit bulunmaktaydı.
Türkiye İş Bankası hisse senetleri:
119.125adet 10 liralık;
569>5000>
Maden Kömürü T.A.Ş. hisse senetleri:
12750 adet nama yazılı
1250>hamile yazılı
125>kurucu
Eğer sermayeye düşman olsa, sermaye ve serveti kınasa. bizzat servet sahibi olmayı düşünmezdi. Bizim sosyalistlerin başlıca iddialarından biri de toprak reformudur. Derler ki: Bizim bütün meselelerimiz toprak ağaları (sahipleri) yüzünden olmuştur. Kimsenin toprağı olmayan bir düzen kurulursa her şey düzelir. Ondan, sonra sloganlar başlar. "Toprak işleyenin, su içenin, kılıç kuşananın at binenin, vs." "Atatürkçü toprak reformu isteriz" "Kahrolsun ağalar", "Atatürkçü gençlik toprak işgalcileriyle el ele", "Yaşasın doğa kanunu", Bu hususla Atatürk'ün tatbikatı şöyledir:
a) Orman Çiftliği (0rman, Yağmurbaba, Balgat, Macun. Güvercinlik, Tahar, Etimesgut, Çakırlar) Ankara'da.
b) Millet ve Baltacı çiftlikleri Yalova'da,
c) Tekir ve Şövalye çiftlikleri Silifke'de,
ç) Karabasamak çiftliği, portakal bahçesi. Dörtyol'da,
d) Piloğlu çiftliği Tarsus'ta...
Toprakta iştirakçilik isteyen, şahsi mülkiyeti reddeden bir kişinin tatbikatı böyle mi olur? Diyecekler ki, "efendim, ölürken hepsini hazineye ve kurumlara bağışladı." Bu hareket şahsi mülkiyetine ne kadar bağlı olunduğunun delilidir. Benden sonrasına karışmam dememiş, nasıl kullanılacağını ölümünden sonra bile iradesine tâbi kılmıştır.
Bütün vesikalar gösteriyor ki, Atatürk Türkiye'nin en büyük sermayeden, en büyük toprak sahibi idi. iktisaden solda değil, sağdadır.

Yâ mânen nerededir?
Solcularımıza göre devletin lâik prensipleri kabul etmesi sol bir işlemdir.
a) Evvelâ Atatürk'ün lâik devrinde Türkiye'de Müslüman azınlık kabul edilmemiştir.
b) Bulgaristan ve Yunanistan'daki bizden kalanlar için ısrarla Müslüman tabiri kullanılmış ve bu tâbirle anlaşmalar yapılmıştır.
c) Devlet hizmetlerinde bir tek gayri Müslim istihdam edilmemiş, hattâ, yedek subay bile yapılmamıştır.
Daha yarbayken yazdığı ve geç neşrettiği bir" kitabında, subayın vazifesini anlatırken şöyle der: "Herhalde askerlerimizin ruhunu kazanmak, bizim için bir vazife olduğu gibi, evvelâ onlarda bir ruh. bir emel. bir seciye yaratmak da Allah'tan ve Medine'i Münevvere' de yatan Cenab-ı Peygamber'den sonra bize teveccüh ediyor."
Aynı kitabın başka bir yerinde bir alay kumandanının nasıl davranması gerekliğini izah ederken: "İşte böyle bir cesaretin kurbanı olan alay kumandanının namına. heykel rekzine Cenab-ı Peygamber de razı ve ümmeti tarafından "Hel yeştevi'ilezine ya'lemûne ve'llezine la ya'lemun'' mazmununa bilmr iman-ı fiili gösterilmiş olmasından rehun mahzuz olurdu."
Bu satırların yazarı olan Atatürk, din düşmanı, dini gericilik sayan lâikliği: dini kaldırmak mânâsına anlayan bir kişi olabilir mi? Ya ölürken söylediği son söz: "Dilini tüm içeri çekti, başını biraz sağa çevirerek doktora dikkatle baktı ve Aleykümselâm, deyip komaya girdi"... Evet sayın, solcularımızın kinle. nefretle kınadıkları kimse aslında Atatürk'ün kendisidir.
Solcuların kapitalist toprak ağası ve gerici tarifleri ile kastettikleri Atatürk'ün kendisidir. Çünkü Atatürk fiilen ve dinen sağcıdır. Solcuların kızdığı bütün özellikleri maliktir.
Servet sahibidir.
Toprak sahibidir.
İnanç sahibidir.
Ama yine de solcular Atatürkçüdür, sağcılar düşmanıdır!
Dünyanın hiçbir yerinde bu acayiplik yoktur. İngiliz komünisti Churhilci, Fransız komünisti De Gaulle'cü
olduğunu iddia etmez. Ama bizimkiler Atatürkçüyüm demekten utanmazlar. Komünistler, her yerde komünisttir ama, bizde üstelik utanmazdır da.


23 Mart 1970
Devlet Gazetesi
 

DeliKurt

Dost Üyeler
Katılım
24 Ocak 2009
Mesajlar
133
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Türkistan
Web sitesi
WWW.EzenTurk.Com
Cevap: Dündar Taşer

Reisimizi rahmet ve minnetle anıyoruz mekanı cennet olsun...
Solcular Atatürkçülüğü bırak Atatürkün A harfi bile olamazlar onlar gitsin leninin maonun che nin uşaklığını yapsınlar,bölücü her türlü eyleme destek versinler,sonrada biz Atatürkçüyüz laikiz desinler bu devirler bitti o zamanlar kendilerini çok akıllı sanıyorlardı ama akılları başlarına gelecek
 

Tenrikut

Dost Üyeler
Katılım
16 May 2009
Mesajlar
39
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Hollanda - Amsterdam
Cevap: Dündar Taşer

Alıntı yapma yetkimiz yokmu, bilemiyorum ama tikladim çalismiyor.
DeliKurt beyin 6. mesajinin sondan birinci paragrafinda geçen bir cúmleye ilave yapmak istiyorum.

Dündar Taser beye soruyorlar, "niye sen Lider degilsinde Alparslan Türkes Lider?"
Dündar bey cevapliyor; "bir duvarin yikilmasi gerekse, ben bir denerim, iki denerim, üc denerim baktim olmuyor vazgeçerim. Türkes bey ise gerekirse o duvari kafa vura vura yikar yinede yikar o duvari. Bu yüzden o Lider'dir, Alparslan Türkes'in yanlışı benim dogrumdan ileridir."

Bir eklemek istedigimde, 1969 Adana mitinginde Bozkurt yerine üç hilalin getirilome teklifine en sert tepkiyi veren Dündar beydir. Söz alıp ; "Ormanin krali aslandir o bile dünyadaki sirklerin birçogunda gósteri hayvani olmustur, palyaçolarin mesai arkadaşıdır aslanlar sirkte. Halbuki Bozkurt palyaço olmaz olamaz, aslandanda üstúndür. Bozkurt degismemelidir"

Ruhu sad olsun, mekani Türk uçmag olsun.
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Cevap: Dündar Taşer

Türkçüler, ırkçılığı değişmez bir prensip olarak kabul etmişlerdir. Fakat bu ırkçılık, ırkçılığın ne olduğunu bilmiyen veya bilmezlikten gelenlerin ileriye sürdüğü gibi insanları ölçüden ve laboratuvar muayenelerinden geçirerek hangi milliyete mensup olduklarını tayin manasına gelmez. Hemen hemen her ırk başka ırklarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü tabiat bir müddet sonra melezliği tasfiye eder. Fakat bir ırk mütemadiyen başka ırklarla karışmakta devam ederse bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur.

Irkçılık tehlikelidir diye bağıranlar dünyadan haberi olmayan bir takım zavallılardır. Dünyanın her yerinde, hatta ırkçılık düşmanlığını kısmen bizim gafillere aşılayan İngiltere ve Amerikada bile mükemmel bir ırkçılık vardır. Amerikalılarla İngilizlerin ırkçılık düşmanı gözükmeleri İkinci Cihan Harbinde Almanların kendi ırklarının üstün olduğunu iddia edip bazı haklı neşriyatla Amerikan ve İngilizlerin karışma yüzünden düştükleri gösterince Anglosaksonlar siyasi rekabet ve kıskançlık sebebinden ırkçılığa düşman kesilmişlerdir. Fakat onların düşman olduğu ırkçılık resmi ve aleni Alman ırkçılığı olup gizli ve örfi Anglosakson ırkçılığı değildir.

Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri artık bugün popüler bilgi haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük düşüren hareketler İslav asıllı Hurrem Sultan yüzündendir. Osmanlı tarihinde büyük gözüken bir takım sadrazamların hainliği artık gün gibi aşikar olmuştur. Gedik Ahmet Paşa Maktul İbrahim Paşa, Sokullu gibi büyük sayılan Devşirmelerin iç yüzü ve Devşirmelerden mürekkep Yeniçeri ordusunun haince rolleri gizli kapaklı bir şey değildir. Bütün bu hususları tafsilatiyle öğrenmeleri için Türkçülere, İsmail Hami Danişmend'in "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi " adlı büyük eserini mutlaka okumayı tavsiye ederim. Balkan, Cihan ve İstiklal Harblerinin büyük ihanetleri ise herkesin bildiği şeylerdir.Biliyorum konunun dışına çok çıktım. Kısa ve öz olarak bu düzene dur diyen ve bu yolda canlarını ortaya koyan her Türk efradının mekanı uçmag olsun.
 

Bülent Baysal

Dost Üyeler
Katılım
21 Ağu 2008
Mesajlar
481
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Tanrı ve Hıra Dağlarında
Cevap: Dündar Taşer

Muhterem Delikurt Kardeşim,
Türk'lük aşığı ve neferi Aziz Dündar Taşer için emek verip hazırladığınız dizi ile O'nun ruhunu şadettiniz, bizleri de mutlu ettiniz. Tanrı O'na ve Türk'lüğe hizmet etmiş olup da göçenlere rahmet eylesin. Teşekkürler ve minnetler kardeşim Delikurt'a...
 

Shaman TÜRK

New member
Katılım
25 May 2009
Mesajlar
68
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Semerkand - İzmir
Web sitesi
www.Turania.com
Cevap: Dündar Taşer

Tinin şad olsun Türkmenağam! Seni komitacı komünist çakallar Tanrı Dağlarına yolladılar belki. Ama fikirlerin ve ülkün Türk gençliğince yaşatılıyor!
Şehit Bozkurt rahat uyu,
İntikanım alınacak Ülkücüler etti yemin!
Sen ölmedin, ölmezsin!
 
Üst