Gül Hüznü ve Ülkü Gülleri

SEVDALI REİS

New member
Katılım
25 Eyl 2008
Mesajlar
9
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
ANTALYA
Gül Hüznü ve Ülkü Gülleri
GÜL HÜZNÜ”

Hayat; hasreti, gurbeti, hicrânı ve vuslatı çileyle dokur...Umudu, sevinci, hüsrânı ve hüzzâmı birlikte yaşatır insanlara... Ezel ve ebed arasında ummanda bir katre olan zaman dilimidir hayat... Hayattan eksilen yıllar; yüreklerimizdeki bahar hasretiyle şekillenen bir kardelen olur kimi zaman... Kimi zaman; mâziye yaslanan hüzzamın hicrânıyla, hasretin efkârı yakıp kavurur sineleri...

Kimi zaman; gençlik yıllarındaki unutulmayan anların, baharda yaşanan hazanların, duygularımızı tutuşturan heyecanların, içimizi ısıtan “Ocak” adlı mekânların, “Eylül”de verilen imtihanların, Taş Medrese’lerin acısıyla hemhâl olan, çilesiyle kemâl bulan insanların ve akıncılar çağından bu güne gelip gönlümüze taht kuran isimsiz kahramanların; ışıklı yüzleri, buruk tebessümleri ve hüzünlü hâtıralarıyla yüreğimiz bir yangın yerine döner… Hazan mevsiminde düşen sarı yapraklar, insanın içindeki hüzün duygusunu harekete geçirir… Zâten hazan, çoğunlukla hüzünle birlikte anılır… Sonbahar, hep hicran mevsimi olarak adlandırılır… Fakat tam tersine bu hazan mevsimi, yeni bir baharı yaşattı kalbimize… Bu seneki Eylül , “Gül Hüznü”yle vuslat mevsimi oldu bize…

Gençliğimizin geride kalıp, ömrümüzün artık ikindiye merhaba dediği bu hazan mevsiminde; 1970’li yılların anarşi ortamında kırılan/kırdırılan “kayıp bir nesli”, “bir devrin delikanlılarını”, delikanlılık çağında yaşadıklarımızı, düşünce dünyamızı ve onun mütemmim cüzü olan hatıralarımızı anlatan bir kitap, İzmir’den çıkageldi... Bu kitabın, muhtevâsı isminden, ismi muhtevâsından güzeldi... “Söz uçar, yazı kalır” fehvasınca bir neslin müşterek mâzisine kayıt düşme, “tarihe şahitlik etme” adına gösterilen bir gayretin neticesinde hâtıralarımız tazelendi, hissiyâtımız coştu, kalp atışlarımız yükseldi…Kapağında; Taş Medrese ve Gül resmi, altında “Mehmet Karanfil” ismi olan “Gül Hüznü” adlı bu kitapta; yetmişli yılların toz-duman ortamını teneffüs ederken “baharlarına kan damlayan” ülkücü nesiller -özellikle İzmir’deki Alperenler- anlatılmaktaydı… Her nedense, ne zaman o dönemler anılsa Ahmet Haşim’in;

“Bize bir zevk-i tahattur kaldı,
Şu sönen gölgelenen dünyada”

dizeleri hüzünle düşer yâdıma…“Gül Hüznü”nün her satırında, milliyetçiliğin husûsî ve aksiyoner bir yorumu olan Ülkücü hareket anlatılmış, İ’lây-ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü dile getirilmiş... 336 sayfalık bu kitapta; bir avuç “delikanlı”nın “denize maya çalmak” adına İzmir’de verdiği ülkücü mücâdelede kağıda dökülmüş, Ahmet Yesevî’nin nefesiyle tüttürülen ve çok önemli bir eğitim ve terbiye mekanı olan Ocak’lar yâd edilmiş, yaşıyla değil, ama yaşadıklarıyla büyük olan gençlerin hayat verdiği teşkilatlar ve bu teşkilat mensuplarının yaşadığı sıkıntılar, çektiği ıstıraplar terennüm edilmiş…

Mehmet Karanfil; yüreğinin sesini dinleyen, yürek coğrafyasından eksik olmayan duygu çiçeklerini deren, bunlara şair duyarlılığı içinde mânâlar veren, iç dünyasını kelimelere resmeden, hissiyâtına hep hüzün hâkim olan ve tebliğini hayatı ve mücâdelesiyle temsil eden gani gönüllü bir dava adamıdır... Ve ”Gül” kokulu “Karanfil”in kaleme aldığı bu kitabın her satırında; kültür imbiğinden süzülen bize ait güzellikler, şiirin şuur hâlinde tezâhür ettiği yorumlar, siyâsî, içtimâî, târihî ve edebî meselelere ait değerlendirmeler, hâtıralara, hayâllere, hayata ve ölüme dâir görüşler serdedilmiş...

“Gül Hüznü”nde, fırtınalı yıllardan geriye kalan ve bedeli çok ağır olarak ödenen bir hareketin tarihine sayfa sayfa kayıt düşülmüş… Bu kitapta; yaşanan ve yaşatılan ülküdaşlıklar, kadim arkadaşlıklar, rûhumuza derin izler bırakan gönüldaşlıklar, paylaşılan yokluklar, çekilen yoksulluklar, eskimeyen dostluklar, “taş ve demir gurbeti” diye de nitelendirilen Yusûfiye’lerdeki geçmek bilmeyen günler, yapılan işkenceler, atılan iftiralar, revâ görülen zulümler, tükenen umutlar, bayraklara sarılı tabutlar, “zaman tüneline dalmış hayâller”, uğrunda can feda edilen ideâller, hebâ olan yıllar, darağaçlarında kesişen yollar, hülâsa, 80 öncesi ve sonrası yaşananlar bir çok yönüyle dile getirilmiş… “Gül Hüznü”nde; gözlerinde hünkâr tuğrasına özlemin gülümsediği, bakışlarına Evlâd-ı Fâtihan hüznünün çöktüğü, yüreğini; “Ülkü denen nazlı gelinin” yaktığı, “gönülleri birleşen, uzaklarda dertleşen” “Yusuf Yüzlüler”in âşina olduğu bir kutlu melâl anlatılmış… Onlar ki; büyük bir ülkü etrafında bir araya gelmiş, 1980 öncesinde yaşanan kirli senaryoların tam ortasında kalmış, gençliğini, okulunu, istikbalini, hayatını ve arkadaşlarını kaybetmişlerdi… “Tarafsızlık adına denge politikalarına malzeme yapıldığımız oduncu kantarına benzeyen 12 Eylül adâletinin (!)” getirdiği hüznü, garipliği, mağdûriyeti, mahkûmiyeti, mahzûniyeti, ve mazlûmiyeti tâ yüreklerinde duymuşlardı… Yaralı ve muğber olan bu nesil, ne hazindir ki “Öz yurdunda garip” kalmış, vatanda gurbeti yaşarken “öpmek istedikleri el” tarafından darp edilmişti…

12 Eylül öncesi ve sonrasında yaşananlar “Gül Hüznü”nde satırlara düşerken; kan ve gözyaşı dökülen, tarifsiz acılar çekilen bu zaman dilimi bir kere daha hatırlanmış, gönül yaralarımız yeniden depreşmiş ve hüznümüz meddi kerrâten âşikâr edilmiş… “Gül Hüznü”nün ilk sayfası, “ 5 Haziran 1983’te tan ağarırken idam sehpalarında gün yüzünü görerek Hakk’a yürüyen Halil ESENDAĞ, Selçuk DURACIK ve bütün şehitlerimize…” ithâfıyla başlamış… “Gül Hüznü”nde; kalemin kırıldığı, mürekkebin bittiği, konuşmanın beyhude olduğu yer ve zamanlardaki halet-i ruhiye en samimi duygular içinde ve en lâtif bir biçimde resmedilmiş…

“Gül Hüznü”nde, içimizi sızlatan bir hicrânın feryâdını duyarsınız ... Kalbimizi şâd eden nice hâtıralarla coşarken; yüreğimizi yakan ayrılıkların efkârında için için ağlarsınız... Anılarımızın, gençlik yıllarımızın, uykusuz gecelerimizin, fikir çilemizin, kutsî ideâllerimizin, en güzel hayallerimizin yaşandığı dönemleri bir daha hatırlarsınız … Zâten “Gül Hüznü”nde; tevârüs edilmiş bir asâletin bütün güzellikleri yâd edilirken; neş’emiz, sevincimiz, sabrımız, şükrümüz, derdimiz ve ıstırâbımız cümle cümle dile gelmiş…

Bu kitabın her sayfasına; yalın, vurgulu, fakat sarsıcı bir biçimde ilmik ilmik duygu dokunmuş, inanç dolu, samimiyet dolu bir üslupla bir döneme şahitlik edilmiş, bir şairin kendi yüreğine doğru yürümesiyle işittiği âşina seslerden ve ülkü gergefine işlediği ışıklı nağmelerden oluşan bir destan yazılmış, 12 Eylül vurgunuyla kırık bir saza dönen gönüllerde kopan fırtınalar anlatılmış, bir şair duyarlılığıyla kaleme alınan bu kitabın her satırı yürek devletimizi fethetmiştir… İşte bütün bu değerlendirmelerden sonra, “o dönemleri İzmir’de yaşayan bir ülkücü olarak ” “Gül Hüznü” hakkında şu tespitlerde bulunmak istiyorum:

“Gül Hüznü”; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu bir kafiyesi olmak isteyen, İ’lây-ı Kelimetullah dâvasına olan sadakât fermânını kanlarıyla imzalayıp, canlarıyla mühürleyen Alperenlerin destanıdır…

“Gül Hüznü”; ihtişamlı bir mâziyi muhteşem bir âtiye taşıma sorumluluğunu duyanların, Türk-İslâm Ülküsü’ne bütün kalbiyle inananların, Mutlak Hakikat’in yolunda olmayı en büyük hayat gâyesi bilenlerin, madde ile mânânın, ilim ile imanın terkibini yapmak için çaba gösterenlerin, vatan ve millet sevgisini Kur’ânî ölçülerle belirleyenlerin, hayallerini umutlara yaslayanların, mukaddes ülkülerini Turanî bir sevda ile süsleyenlerin destanıdır …

“Gül Hüznü”; gençliklerini yaşamadan en güzel yıllarını hapishanelerde geçirenlerin, izbe zindanların, rutubetli hücrelerin, karanlık koğuşların, gergin voltaların, tezgâhlara açık maltaların bütün zorluklarına inancı, imanı, idealizmi ve mukaddes ülküleri sâyesinde direnenlerin, Taş medreselerde yeni bir ruh ve aşk potansiyeli idrak edip, nefis terbiyesini tamamlayan, “sabır ve metânetleriyle cezâevlerini Medrese-i Yusûfiye hâline getirip”;

“Gün çekilir; başlar bir âlem hayâlden,
Geçer ömür bir mevsim geceden.
Yanık memleket türküleri dökülür;
Bir ağıt faslı başlar Yusûfiyeden...”

diye haykıran “Yusuf Yüzlüler”in destanıdır… “Gül Hüznü”, bir duâ yüceliğindeki, bir duygu inceliğindeki, sülüs bir hat zarafetindeki düşüncelerin, Turan sevdâsıyla için için yanan, vatan aşkıyla kor halinde gelen ülkülerin, Ocak’ta yanıp, Eylül’de donan ülkücülerin, sessiz çığlıklarını yüreklerine saplayan, acılarını kalbinde saklayan, “Bizim çocukların” destanıdır...

“Gül Hüznü”;

“Dedem Evlâd-ı Fâtihan,
Babam muhâcir,
Ben ise mahkûmum...
Ben kendi hayatımı değil,
Milletimin kaderini yaşıyorum...”

diyenlerin, ana-babaya hasret çekerken “durgun akan bir nehir gibi geçmek bilmeyen zamanların”, ziyâret günlerinin, “Kontrol edilmiştir” yazılı mektupların, bayram tebriklerinin, sigara dumanında sararan duyguların, kararan umutların, yeşerip boy veren hüzünlerin destanıdır…

“Gül Hüznü”; çıkarsız dostlukların, karşılıksız sevgilerin, kutsî bir dâvâ için yapılan mücadelelerin, yiğitlik ve cesaretin, ahlâk ve faziletin, kardeşlik ve samimiyetin, iç içe girip harman olduğu, fakat kan, gözyaşı ve çileden âzâde kalamamış olan bir dönemin destanıdır… Bu hazin destanın kahramanları; aynı yağmurlarda ıslandığımız, aynı sevgiden beslendiğimiz, aynı mâziye yaslandığımız, aynı karda kışta, soğukta şehit omuzladığımız; aynı ülküleri, endişeleri, ümitleri, acıları ve sevinçleri paylaştığımız; bir ocağı, bir evi, bir koğuşu, bir battaniyeyi, bir ekmeği bölüştüğümüz “kevser akan gül kokan” Alperenlerdir...

“Gül Hüznü”; alnı ak, başı dik, sevdası Hakk olarak ölümsüzlük denizine yelken açan, çoraklaşan vatan toprağını kanlarıyla sulayan, genç ömürlerine uzun bir hayat sığdıran, şehâdet şerbetini İzmir’de içen; Suat Kürşat’ın, Cengiz Şen’in, Mesut Yergin’in, Reşat Atalay’ın, Mustafa Gönül’ün, Kemal Fedai Coşkuner’in, Saffet Çelik’in, Nurettin Temiz’in, Turan İbrim’in....... hülâsâ mezar taşında “Ebedî yiğit / Adı yok, şehit / Kefeni vatan / Tabutu cihan” yazanların destanıdır… Onları her andığımızda gözlerimiz bulutlanırken, Yunusumuzun;

“Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim, göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi…”

mısraları hatırımıza gelir ve göz yaşlarımız yanaklarımızda gamzeleşir… “Gül Hüznü”, bekâsı için canlarını verdikleri bir devletin kurduğu idam sehpalarında “Kırılan Güller”in; İslam hakikatinin insana yüklediği keyfiyetle dünyayı değerlendiren, bu dünyayı ötelerin tarlası kabul eden, “O’nu bulan neyi kaybetmiştir ki; O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki...” hakîkatini bütün cihana ilan eden, “bir yıldız gibi kayıp giden” Mustafa Pehlivanoğlu’nun, Ali Bülent Orkan’un, Selçuk Duracık’ın, Halil Esendağ’ın, Fikri Arıkan’ın, Cevdet Karakaş’ın, Ahmet Kerse’nin, Cengiz Baktemur’un ve İsmet Şahin’in; “hatim duâsını kendisi yapıp, celladından bile helâllik isteyecek kadar olgun bir iman sahibi olanların” akıllara durgunluk veren metanet, fazilet ve cesaret destanıdır… Zaten “O Dokuz Şehit”; urganlı şafaklardan nurlu basamaklara mütebessim bakışlarla yol bulup, âhirete gülümseyip giderken bizleri ağlatan, ruhlarındaki sükûneti yüzlerine yansıtan, hayatlarını hesap günü kazançlı çıkmak için tanzim eden, dünyevî kazanç ve kayıpları önemsemeyen, Cenâb-ı Hakk’ın ve Kainatın Solmayan Gülü’nün sevdasıyla son yolculuklarına “Bir gül bahçesine girercesine” çıkan yiğitlik âbideleriydi...

“Gül Hüznü”nü okurken; elliye merdiven dayayan ömrümüzün öğrencilik yılları, kan ve gözyaşı dökülen anarşi günleri ve 12 Eylül’ün çileli, işkenceli, mahkemeli (?!) dönemleri bir film şeridi gibi gözlerimizin önünde yeniden canlanır… “Gül Hüznü”nün sayfalarında; 25-30 yıl öncesindeki anılarımızı, eskimeyen arkadaşlıklarımızı; yüreğimizin en mutena köşelerine oturttuğumuz, bâzen tarifsiz bir heyecan içinde, bâzen âh ederek, bâzen de kalbimize derin bir hüzün çökerek yâd ettiğimiz arkadaşlarımızı buluruz… “Gül Hüznü”yle; Çankaya’daki kurşûni renkli üç katlı teşkilattan, Bornova’daki bahçeli, eski yapı Ocak binasına, Yüksek Öğretmen’den Buca Eğitim’e, Kampüs’ten Hastaneye, Fen Fakültesinden Mîmarlığa, İktisat’tan Tıp’a, Yurtlardan Tariş’e, boykotlardan mitinglere, seminerlerden konferanslara, karakollardan DGM’lere, cezaevlerinden şehit cenazelerine, “İstikbal Yürüyüşü”nden “Altaylardan Tuna’ya Geceleri”ne,........ kadar her şeyi bir kere daha hatırlarız…

“Gül Hüznü”; yâd ederek düşünmemize, düşünürken hatırlamamıza, hatırlarken yeniden eski günlere gitmemize, müşterek hatıralarımızı tazelememize ve şehitlerimize karşı duymamız gereken mükellefiyetlerimizi bir kere daha idrak etmemize vesile olur... Bu sebeple “o dönemleri İzmir’de yaşayan Ülkücüler adına”, “Gül Hüznü”nün müellifi Mehmet Karanfil kardeşimize; gönül dolusu tebriklerimi, teşekkürlerimi ve en kalbî muhabbetlerimi sunuyorum… Cenâb-ı Hakk’ın, “Gül” kokulu Karanfil’i her iki cihanda azîz kılması ve Aleyhisselâtı Vesselâm Efendimiz’ (s.a.v.)’in şefaatine mazhar olması duâ ve niyâzıyla, O’na ve “Onlar”ın müntesiplerine bâkî selamlarımı gönderiyorum…

Dr. Mehmet Güneş
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
80 Öncesinin bir ülkücüsü olarak; bir gün bu yazıya uzun bir cevabım olacaktır...Ne güzel yazmış Sayın Güneş...Hazanda çok hüzünler yaşadık...Nice delikanlı koçyiğitleri toprağa verdik...Nice gözü yaşlı sevdalara, sevdalılara ağladık...Nice mangal yürekli arslanlarla, kurtlarla; dostluğu kardeşliği mertçe yaşadık...Ekmeğimizi, aşımızı paylaştık...Acılara ve hüzünlere rağmen coşkuyla da eğlendik efendicesine...O günleri o günlerin mangal yürekli Yunus gönüllü Kürşad ruhlu alpleri kaybettik mi, nerelerdedirler?Acaba yağız atlara binip dörtnala başka diyarlara mı göç ettiler?
 

Bige-tuğ Tulken

Halkla İlişkiler
Katılım
10 Haz 2008
Mesajlar
890
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Her yer benim vatanım..
Asla kaybetmeyeceğiz.. Çoğumuzun gözü kör olsa da bir tek ülkücünün dahi var kalması, hedeflerimizin hala ulaşılmaya hazır olduğunun göstergesi olacaktır.
 

20Temmuz

Alpagut Han
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
838
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Beşparmaklar
Nerede O Yiğitler?


Nerede o yiğitler ki gür
Sesleri ülkeyi bürür
Yürü dese dağlar yürür
Dur dese kalpler durur

Evet, nerde o yiğitler... Ve şu çağın gençlerine bakıyorum ve yine dudaklarımdan aynı söz dökülüyor “Nerde o yiğitler”. Bu sözü defalarca tekrarlasamda usanmayacağım sanki. Ve o çağlara dönüyorum, o yiğitleri tek tek gözümün önüne getiriyorum. Onlara baktıkça o yılları tekrar hatırlıyorum. Bir anda gözlerimden sulu sepken misali yaşlar boşanıyor.

Öyle derin düşünüyorum ve o gençleri hayal ediyorum. Çünkü ben o yılları yaşamadım ama bazı zamanlarda hayal ederek anlamaya çalışıyorum. Ve diyorumki hayali bile dünyaya bedel. Kendimi bu hayalde bir parça yapmaya çalışıyorum. Ama ben o kadar küçük kalıyorumki bu hayalde bir zerre bile olamıyorum. Bu halimi görünce onlara layık olabilmek için hergün davaya daha da dört elle sarılıyorum.

Bundan 40 yıl öncesi idi. Oğuz boylu, Avşar soylu bir Türkmen Beyi, Anadolu dağlarından, yaylalarından; o yiğitlere sesleniyordu. Ve bu Türkmen Beyi Başbuğ Türkeş’ti. Onun çağrısına binlerce yiğit uymuş ve onun peşinden bir çığ gibi geliyordu. O yiğitler Türklük töresine uymuştu, Başbuğ’un çağrısına uyuyorlardı.

Hedefleri, yeniden büyük ve güçlü Türkiye’yi kurmaktı. Bu hedef doğrultusunda gece gündüz koşuyorlardı. Çünkü hedef büyük, dava yüceydi. Ulaşmak için çok çalışmak gerekiyordu ve bu davayı dünyaya duyurmak gerekiyordu. Davamız Türk-İslam davasıydı. Davanın büyüklüğü ve yüceliği akılları baştan alıyordu. Başbuğ, davayı gençlere öğretiyor ve dava gereğince yaşamaya davet ediyordu.

Bu yiğitlerin davası bazı hainleri ölesine kıskandırdıki... Bu kıskançlık o yiğitleri katletmelerine kadar gidiyordu. Ve ilk canı, yiğidimizi Ruhi’mizi bu dava uğruna şehit verdik. Sadece Ruhi’yi katlederek kana doymadılar. Özmen’i, İmamoğlu’nu, Önkuzu’yu ve ardı arkası kesilmeden daha nice yiğidi katlettiler. Oysa bu yiğitlerin geleceğin büyük Türkiye’sini kurmak için okuyorlardı.

Bu yiğitler çok büyük zorluklar ve imkansızlıklar içinde okuyup, vatana hayırlı kişiler olmaya çalışıyorlardı. Bu yiğitlerin çalışması hainleri o kadar kudurttuki... Ve yiğitlerimizi, okul sıralarında, okul ve iş dönüşü veya gidişinde, ibadetten gelirken vurdular. Ama bu yiğitler gözlerini kırpmadan, erkekçe ölüme yürüdüler. Başbuğlarının emirinde, davalarının gereğine yaşıyorlardı. Bu örnek davranışlarıyla, Ülkücü duruşlarıyla herkesin herkesin gözünde değerleri kat ve kat artıyordu.

Ve bu yiğitlere halk arasında büyük bir isim verilmişti. Bu gençler Türkeşçiler unvanını aldılardı. Bu ismin kendisinde, ağırlığıda çok büyüktü. Artık bu yiğitleri durdurmaya kimsenin gücü yetmiyordu. Çünkü onlar yüce bir davanın neferi olma şerefine erişmişlerdi. Hepsi “ülkü” adlı yara sevdalıydı, ona erişme vakti ise ya büyük Türkiye’yi kurmak yada onun uğrunda şahadete ermekti. Bu sevdanın hayali bile dünyalara bedeldi. Ve bu neferlerin adları artık cihanı bürümüştü ve asırlar sonra bile adları ile cihanı titretceklerdi. Yüce Başbuğ’un askerleri geliyordu, Anadolu’nun yiğit bağrına yiğitçe seslenmeye ve cahalete, geriliğe, yobazlığa karşı mücadele etmeye.

Bu yiğitler en kahpe darbeyi 12 Eylül’de kendi devletinden yediler. Onları zindanlarda işkencelere maruz bıraktılar. Bazıları gözlerini kırpmadan idam sehpalarına yiğitçe, erkekçe yürüdü. Onlar ardında gözü yaşlı analarını ve yarlarını bıraktılar. Artık onlar şanlı bir ordunun askerleri olarak şahadete erdiler ve isimlerini geride bıraktılar. Arkada kalan yiğitler Yusufiye zindanlarında çilelerini doldurdular. Ve gördülerki ne Başbuğ’u ne de askerlerini yıldırabildiler. Artık davalarını ve o yiğitlerin emaneti olarak bıraktığı ocaklarını yeniden kurdular ve yaşatmaya devam ediyorlar.

Tarih bütün cihana, Ülkücü hareketin engellenemeceğini ve Milliyetçi Hareketin durdurulamayacağını gösterdi. O yiğitler, bu vatanı, bu milleti karşılıksız sevdiler ve onu için hizmet ettiler. Ve bu çağın gençlerinden davalarını yaşatmalarını ve yüceltmelerini beklerler. Taki davaları muzafferiyete erdiği anda ruhları rahata erecektir.

Ve diyoyorumki ey o yiğitler;

Sizin uğrunda canınızı verdiğiniz bu davayı yüceltmek için uğraşacağız. Bize bıraktığınız bu yüce davayı yüceltmek bizim boynumuza borçtur. Başbuğ’un izinden gitmeyi ve davayı yaşatmayı Cenab-ı Allah bize nasip eder inşallah.

Allah bütün Ülkücü şehitlere gani gani rahmet eylesin.

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN VE YÜCELTSİN




___________________________________
Ahmet Kürşad YILDIRIM​
 
Üst