Hunlar

Gök Yeleli Bozkurt

New member
Katılım
29 Nis 2008
Mesajlar
1,947
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Bozkurtlardan Birine Sorun
BÜYÜK HUN İMPARATORLUĞU

Türklerin tarih sahnesine çıkmaları
Batıda Roma İmparatorluğunun hüküm sürdüğü dönemde, Asya bozkırlarında Türkler fırtına gibi esmeye başladılar.
Orta Asya’daki kuraklık sonucu oluşan Büyük Göçlerin öncesi (M.Ö.5000), belgelenemediğinden iyi bilinmiyor. Göçler dünya uygarlığının gelişmesine ve yeni kültürlerin oluşmasına vesile oldu. Ancak bölgede kalanların durumu hakkında net bir bilgimiz henüz yok.

Göçlerden sonra bölgede kalan Türklerin yaşadıkları bilinen ilk yerler, Sibirya ormanlarıdır. Binlerce yıl bu bölgede tabiat şartlarının en çetiniyle mücadele ettikten sonra çoğaldıkça yer değiştirmişlerdir. Uzun süren bu mücadelelerin Türklere kazandırdığı bazı özellikler, onların tarih sahnesinde görülmeye başlamalarından sonra daha iyi anlaşılmıştır.

Boylar halinde yaşadıkları bölgelerden güneye Ötüken Vadisine (Tanrı Dağları ile Orhun Havzası arası) inmeleriyle Türklerin tarih sahnesine çıkışları başladı. Büyük Hun Türk İmparatorluğu şimdilik bilinen ilk Türk devletidir. (İskit Türkleri ve Uygur Türklerinin günümüzden 7.000 yıl öncesinde medeniyet oluşturdukları son yapılan kazılarla anlaşılmaya başlanılmıştır. Ancak biz kitapta kesin bilgi ve belgelerle hareket etmek durumundayız.)

Türkçe’de hun kelimesi “insan, halk” anlamına gelir. Çin kaynaklarında Hiung-Nu olarak bahsedilen bu devletin kurucusunun M.Ö. 210 yılında ölen Teoman olduğu konusunda tarihçiler şimdilik hemfikirdir.

Kimi tarihçiler kuruluşu M.Ö.13. yüzyıla kadar götürürler. Ancak Refik Özdek’e göre (cilt I, s.7), günümüzde henüz elde bulunan ilk belge M.Ö. 318 yılındaki bir antlaşma metnidir. Diğer taraftan Çinliler, imparatorları Şi Huangdi (M.Ö. 247-210) zamanında, Hun Türklerine ve diğer bazı kavimlere karşı Çin Seddini inşa ettiler. (Ansiklopedilerden anlaşıldığına göre, bu kişi Çin’in ilk imparatorudur. Çin’de ilk merkezi bürokratik devlet düzeni kurandır. Onun kurduğu sistem, sülâleler değişmesine rağmen günümüze kadar yaşamıştır.)

Gerek yazılı antlaşmanın tarihi, gerekse Çinlilerin büyük Çin Seddini daha önce yapmak zorunda kalışları, Hunların tarih sahnesine çıkışlarının daha eski olduğunu gösterir. Ama bugünkü bilgilerin ışığında kesin bir tarih verilemez. (Üç sayfa ileride görüleceği üzere ana madenlerin adları bütün Türk boylarında aynıdır. Türk boyları çok geniş alana dağılmışlar ve bilinen tarih içerisinde birbirleriyle çok savaşmışlardır. Bu durum bize maden isimlerinin daha önceden oluştuğunu göstermektedir. Buradan da Türklerin sahip oldukları medeniyetin çağdaşlarından farklılığı görülür. Sibirya ormanlarından çıkışlarının çok daha önceki tarihlerde olduğu ve büyük devletler kurdukları anlaşılır. Muhtemelen gerek “Oğuz Kağan” destanı gerekse “Ergenekon” destanı çok daha önceki tarihlerde oluşmuştur.)
Belgeli tarih tarafından, devletin kurucusu kabul edilen Teoman’ın halefi Mete’dir (M.Ö.210-174). Mete, devleti imparatorluk haline getiren en ünlü hakanlarıdır. Bu nedenle bazı tarihçiler onun, Türklerin destan kahramanı “Oğuz Kağan” olabileceği üzerinde dururlar. Bugünkü ‘on’lu birimlerden oluşan ordu anlayışını ilk Mete’nin uyguladığı söylenir. ,

İbrahim Kafesoğlu’nun aktardığına göre (s.47), Hunlarda her yıl ilkbaharın beşinci ayında (bugünkü Haziran ayının gündönümünde) devlet işlerinin görüşüldüğü günümüz anlamında kurultay toplanırdı. Çeşitli şenliklerin ve spor etkinliklerinin yapıldığı bu toplantılarda, bir taraftan da devlet işleri görüşülerek karara bağlanırdı. Bu meclislere ileri gelen boylar davet edilir, gelmeyenler devleti protesto etmiş kabul edilirdi. Tarihçiler bu toplantılarda Hakanların yanında her zaman (katun denilen) hanımının oturduğunu ve bazı elçileri hanımının kabul ettiğini söylerler. Bu gibi olaylar Türklerde devlet geleneğinin çok eski tarihlere dayandığını ve daha köklü olduğunu gösterir.

İmparatorlukta kadınlar çetin tabiat şartlarına uygun bir şekilde giyinirlerdi. Namus kavramına çok değer verilirdi. Toplumun düşüncesine aykırı davranmak ve fuhuş yapmak yasaktı. Aksi halde çok şiddetli cezalar verilirdi.

Çin kaynaklarına göre, Mete’nin oğlu Kiyük (veya Lao-Şang, M.Ö.174-161) zamanında Hunlar, hem batı hem de güney yönde ilerlemeye devam ettiler. Orta Asya’da yaşayan çok çeşitli boyları egemenlikleri altına aldılar. İmparatorlukları adeta bir halklar karışımı haline geldi. Bazı tarihçiler imparatorluk halkları arasında Türklerle birlikte Moğol, Tunguz gibi kavimlerin yer almasına dayanarak Hun İmparatorluğu’nun tam olarak bir Türk Devleti sayılamayacağını savunmuşlardır. Bugün ise devleti kuran ve yöneten asıl unsurun Türkler olduğu konusunda inandırıcı kanıtlar bulunmaktadır. Çinlilerin Hunlarla ilgili yıllıklarında geçen “tanrı”, “kul”, “il”, “ordu”, “tuğ”, “kılıç” gibi döneminin önemli sözcükleri Türkçe’dir. Belki de tarihçilerin bazılarını yanıltan, Türklerin diğer halklara karşı hoşgörülü davranmalarının sonuçlarıdır.

Türkler egemenlikleri altındaki halkları bir arada ve uyum içerisinde yaşatmaya çalıştılar. Onlara hoşgörü ile yaklaştılar. Jean Paul Roux’ya göre, çoğu zaman bu halkların; kendi dillerini, kültürlerini, geleneklerini, inançlarını, kısaca kimliklerini ve önderlerini muhafaza etmelerine izin verdiler. Din konusunda hiçbir zorlama yapmadılar. Din adamlarının toplum üzerindeki etkileri, yerleşik kültür olan Romalılara göre çok az oldu. Dindeki hoşgörü anlayışı daha sonra bütün Bozkır Türk Devletlerinde de devam etmiştir.
Egemenliklerindeki halklara hoşgörülü davrandıklarından dolayı onların da desteklerini alan Türkler, Çin’e sürekli olarak seferler düzenlediler. Çin, Türkleri ve Moğollar gibi bölgedeki diğer boyları engellemek için görkemli Çin Seddine ilaveler inşa etti. Halbuki o dönemde dahi Çin nüfusu, Türkler ve diğer milletlerin toplamının belki de on-onbeş katı kadar fazla idi. Ancak Çin Seddine yapılan ilaveler bile, Türkleri engelleyemedi. M.Ö. 150 yıllarında Mete’nin torunu Kun-Sin (M.Ö.160-126) döneminde Türklerin, Çin’in o dönemdeki başkentleri olan Çang-an’a girmelerine engel olamadı.

Nüfuslarının çokluğuna ve yaptıkları harika Çin Seddine rağmen, çetin tabiat şartlarında yetişen çetin ceviz Türkleri yenemeyeceğini anlayan Çin, başka yollar aradı. Sonunda tarih boyunca uygulayacakları bir politika geliştirdiler. Bu politika; Türk yöneticiler arasında sürekli olarak kıskançlıklar yaratmaktı. İmparatorluk ailesi üyelerini birbirlerinin karşısına çıkarmaktı. İsyanları teşvik etmekti. Kısacası Türkler arasına ikilik sokmaya yönelikti. Türklerin savaşçılık yapılarının oluşmasında önemli etkisi olan ferdiyetçilik özellikleri, Çinlilerin bu politikalarında başarılı olmalarını sağladı. Aslında, Çin ve diğerlerinin böyle oyunlarına gelmek, Türkler için zafiyet belirtisi olarak görülebilir. Ancak bu zayıflık yalnız Türklerde görülmez. Dünyadaki bütün halklarda görülür. Türklerde ise bu zafiyet halktan ziyade, ileri gelenlerin bazılarında gözlenir. Bu nedenle etkisi kalıcı olmamıştır. Türkler tarihin her döneminde, kendilerini toparlamasını başarabilmişlerdir.

12-13. yüzyıllarda Çin yolunun Türk boylarına kapanmasına, ya da daha doğru bir deyimle Türklerin yönlerini tamamen batıya çevirmelerine kadar, Çin bu politikasını uyguladı. Boylar arasında birliğin ve istişarenin azaldığı dönemlerde başarılı oldular. Ancak her zaman başarılı olamadılar ve bazı dönemlerde Çin’i Türk sülaleleri yönettiler.

Hun Türklerinin yaşadıkları toprakların yapısı çiftçiliğe müsait olmayıp ancak hayvancılığa elverişli idi. Çetin tabiat şartlarının etkisi ve Çin nüfusunun çokluğunun korkusundan kalelerle korunan büyük şehirler kuramadıkları sanılmaktadır. Belgeli tarihe göre Türkler, bazı verimli toprakların olduğu bölgeler hariç yerleşik düzene geçemediler. Bu nedenle felsefe, bilim ve sanatla yeterince uğraşamadılar. Ancak ilerideki bölümlerde görüleceği gibi yerleşik ilk Türkler olan Tabgaçlar bu konularda da başarılı oldular. Bu ve benzeri olaylar bize belgeli tarihten önceki Türklerin, dönemlerine göre ileri olan anlayışlarının olduğunu gösterir.

Türkler halı, kilim, keçe, eyer altı örtüsü, at koşum takımları, dört tekerlekli araba konularında çok güzel eserler verdiler. Böyle eserler, halkın kültür seviyesinin yüksekliğine işaret eder. Alma-Ata’nın 50 km doğusundaki Esik kurganında M.Ö.2500 yılına ait altın elbiseli Hun Türkü genç ile dört bin kadar altın plaka bulundu. Bu eserler Türklerin maden sanatında ileri olduklarını göstermektedir. Ayrıca adamın üzerindeki elbisenin şekli de çok önceden ileri bir kültüre sahip olduklarını gösterir. Mezarda bulunan bu gencin Türk olmadığını, başka bir halktan olduğunu ileri sürenler vardır. Ancak, burada bir soru akla gelmektedir. Bu kadar ileri medeniyetin göstergesi olan bu gencin mensup olduğu halk, Türkler değilse ve uzaydan da gelmedilerse, başka hiçbir hayat belirtisi göstermeden kısa sürede tarihten nasıl silinmiştir.

Ayrıca; altın, gümüş, bakır, demir ve kurşun bütün Türk lehçelerinde bir-iki harf farkıyla ortak kelimedir. Demek ki Türkler daha anadillerinin oluşmaya başladığı dönemlerde önemli madenlerin hepsini kullanmışlardır. Zaten Göktürklerin Ergenekon destanında demir dağı eritmeleri de bunu gösterir. Milletlerin destanlarında böyle bir olaya rastlamak zordur. Yine Esik kurganında bulunan gümüşten bir kadeh içerisindeki 26 harften oluşan yazıt, Hun ve Göktürk alfabeleri arasında ilişki olduğunu göstermektedir.
Tarih sahnesine yeni çıkan Türklerde görülen toprağı işleme, zanaatkârlık, çok çeşitli madenleri işleme gibi hünerler, onların bugünkü anlamda göçebe olmadıklarını gösterir. Türklerin göçebe şeklinde görünmelerine neden olan muhtemel bazı şartlar şunlardır: Bazen doğada görülen kıtlık, geniş bozkırlarda yaşarken çevrelerindeki boyların baskıları, çok kalabalık Çin nüfusu, kendilerindeki savaşçılık özelliğine ve hızla koşan bir atın üzerinden dünyaya bakarak çevreye düzen getirmeye bağlı gelişen fethetme duygusu gibi konular. (Cengiz Aytmatov ve Murat Şahanov’un aktardığı, Orta Asya’da halen söylenmekte olan bir atasözü, belki de bazı şeyleri açıklar:”Atın varken atla da dünyayı gez”.)

Daha önce de belirtildiği gibi, Türkler devlet anlayışı olarak, egemenliklerindeki halklar arasında ayrım yapmadılar. Herkese aynı hukuku uyguladılar. Onların kimliklerini korudular. Onları sömürmediler. Aksine doyurmaya çalıştılar. Dost bildiklerine iyilikle yaklaştılar. Jean Paul Roux’ya göre (s.27), Türklerin hoşgörülü davranışları, dünya uygarlığına yaptıkları en önemli hizmetlerindendir.
Halk olarak ise; atı en iyi yetiştiren, madenleri çok güzel işleyen, dotlarına karşı sevgi dolu, düşmanlarına karşı da savaşlarda acımasız, ama barışta yardımcı insanlar olarak tarihe geçtiler.

Romalıların imparatorluk kurdukları dönemde tarih sahnesine çıkan Türkler, Romalıların aksine hiç köle kullanmadılar. Eski Türkçe’de köle anlamına gelen söz yoktur. Romalılarda görülen köle kullanma alışkanlığı, Batı dünyasında ABD’deki Zenci kölelere kadar sürdü. Kölelik Araplarda da görüldü. Roma’da ünlü Spartacusisyanı (M.Ö. 73-71), Araplardaki zenci kölelerin yaptıkları Zenc isyanı (883), insanların kölelere karşı sert davranışlarının dayanılmazlığını gösterir. Nitekim Mehmet Ali Ağaoğulları ve Levent Köker (s.37), Spartacus öldürüldükten sonra yakalanan 6.000 isyancı kölenin Roma’dan Capua’ya kadar uzanan Appia yolu üzerinde çarmıha gerildiğini anlatır. Zenc isyanı konusunda kitabın Abbasi Hilafet ordusunda Türkler bölümünde daha geniş bilgi verildi. (Gemilerdeki forsalar ve Haremdeki bazı hizmetliler hariç köle kullanmayan Türkler, bazen şahıslar olarak kendileri köle durumuna düşmüşlerdir. Fakat tarihte, kölelikten komutanlığa yükselmiş ve yeni iki devlet kurmayı başarmışlardır.)

İnsanların bir kısmına köle muamelesi yapan Romalılar ve Araplar Tarih boyunca bir defa imparatorluk kurabilmişlerdir. Buna karşılık Türklerin savaşçılıklarına ilaveten sahip oldukları insanlık anlayışları, hoşgörüleri, onların sürekli imparatorluk kurarak gittikleri yeni yerlerde dahi yönetici olmalarını sağlamıştır.


TÜRKLER TARİH SAHNESİNDE FIRTINA GİBİ ESİYOR


Büyük Hun Türk İmparatorluğu ile tarih sahnesine hızla giren Türkler, kısa bir süre içerisinde ve aynı anda Macaristan’da, Çin’de ve Kâbil’de hüküm sürdüler.

AVRUPA HUN TÜRK İMPARATORLUĞU

Roma İmparatorluğunun çağdaşı olan ve Asya’da büyük bir imparatorluk kuran Hun Türkleri, Çinlilerin entrikalarına kapılan önderlerinin birbirlerine düşmeleri sonucu parçalandılar. Güneye, güney-batıya ve kuzey-batıya doğru guruplar halinde dağıldılar. Kuzey-batıya gidenler Balamir komutasında 374-375 yıllarında Don ve Dinyeper (Özü) nehirlerini aşarak Avrupa’ya yöneldiler. Gittikleri bölgelerdeki Germenleri ve diğer birçok kavimleri batıya doğru itelediler. Bu olay tarihe Kavimler Göçü olarak geçti.
Kendilerine yeni bir vatan arayan Türkler, sürekli göç ettiklerinden sistemlerini de ona göre kurmuşlardı. Jean Paul Roux’nun aktardığına göre (s.65), arabaları yürüyen ev gibiydi. Yükseklikleri 3 metre, genişlikleri 3.35 m. idi. Tekerlekleri ise 2.15 m. çapındaydı. Yolculuk sırasında besleyici ve kolay olmasından dolayı et taşıyorlardı. Etleri atlarının sırtına, eyer ile arasına koyuyorlardı.

Böylece et, hem pastırma haline geldiğinden yenebiliyordu, hem de atın terleyen sırtının eyer tarafından tahriş edilmesi önleniyordu. Pastırma halindeki bu çiğ etleri yediklerini gördükleri Hunlara Avrupalıların, çiğ et yiyen anlamına gelen “barbar” dedikleri zannedilmektedir. Normal zamanlarda barışçı olan Hunların, savaşlarda karşı taraf teslim oluncaya kadar, bazen önemli bir bölümünü yok edinceye kadar savaşmaları da, kendilerine barbar denilmesini etkilemiş olabilir.

Ancak, Alarik önderliğindeki Vizigotlar 402 yılında Roma’yı yağmalayınca, Batı Romalı yöneticiler Hunlardan yardım istediler. Çünkü Vizgotlar daha sonra çeşitli Germen kavimlerini (Vandallar, Saksonlar, Alamanlar) etraflarında toplayarak güçlenmişlerdi. Yardıma koşan Hun Hakanı Uldız, Vizigotları Floransa yakınlarında yakaladı. Liderleri Radagais’i yendi ve öldürdü. Daha sonra Romalılar, üzerlerine gelen Bizans ordusu için Hunlardan yeniden yardım istediler. Bu defa Hun lideri Rua (Atilla’nın amcası) Romalılara destek için, 60 bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Ama Rua’nın hareketini öğrenen Bizanslılar savaşmadan geri çekildiler.

Avrupa Hun Türk İmparatorluğu’nun en ünlü hakanı hiç şüphesiz Atilla’dır. J.P. Roux’ya göre (s.40), Atilla 434 yılında kardeşi Bleda ile birlikte hükümdar oldu. Ancak, dünyaca ünlü olması kardeşi Bleda’yı (İ.Kafeoğlu ise, Bigila olarak bahseder (s.81)) yargılayıp ölüme mahkûm ettiği 445 yılından sonradır. Savaşlardaki hızı, sertliği ve başarısı ona Avrupalıların “Tanrının kırbacı ya da gazabı” demelerine yol açtı. Onun çok acımasız olduğunu öne sürdüler. 451 yılında Roma’ya yönelip yakınlarındaki Champagne’da konakladığında çok korktular. Kendisine karşı koyabilecek güçleri de kalmamıştı. Papa I. Leo (olaydan önce henüz patrik idi) son bir umutla Atilla ile görüşmeye gitti. Görüşme sonunda Atilla Roma’yı almaktan vazgeçip geri dönünce Avrupalılar Papaya Büyük Leo dediler ve ermiş olduğuna inandılar. Çünkü aynı Atilla, 447 yılında bugünkü Lüleburgaz kentini ele geçirerek Bizanslıları Anatolias barışı ile vergiye bağlamış ve güçlenmişti. Roma’ya da girebilirdi. Kesin bir şey söylenemez ama Roma’ya girmemesinde belki de, geçmişte Romalılara yardım etmiş olmaları etkili oldu. Çünkü Türkler, müttefikleri ihanet etmedikçe onlara sert davranmamışlardır. (Türkler bu özelliklerini günümüzde de korumaktadırlar.)

Eğer sert olduğu bilinen Atilla, söylenildiği kadar acımasız olsaydı, Papayı dinlemez Roma’yı alırdı. Bu konuda Wess Roberts şöyle diyor (s.30): “Atilla, sırf eğlence olsun diye binlerce Hıristiyan’ı vahşi hayvanlara parçalatan Romalılar kadar vahşi değildi. Korkunç İvan, Cortez ya da Pizarro’dan daha az acımasızdı. Roma’yı almaktan vazgeçmesi, aynı kenti hiçbir şeye aldırmadan yerle bir eden Almanlar, İspanyollar, Belizar ve Genserich’den daha insancıl olduğunu göstermektedir.”

Gerçekten de 402 yılında Alarik komutasında Vizigotlar, 455’de Vandal kralı Genserich, 472’de Ricimer önderliğinde Süevler, 476’da Alman Odoaker, 547’de Belisarius, 1084 yılında Roberto Guiscardo yönetiminde Normandlar, 1527’de V. Karl yönetiminde Bourbon çeteleri ve nihayet 24 Mart 1944 yılında Almanların Gestapo teşkilatı Roma’ya girmiş ve talan etmiştir. Bourbon çeteleri için anlatılan vahşet ise akla hayale sığmayacak ölçüde olmuştur.

Atilla’nın seferlerinin fetih amaçlı olmadığını, yağma olduğunu iddia edenler çoğunluktadır. Halbuki Atilla’nın amacı sadece yağma olsaydı, karşısında hiçbir güç kalmamışken, Roma’yı talan ederdi. Nitekim Roma, o tarihe kadar Atilla’nın talan ettiği iddia edilen yerlerin toplamından daha zengindi. Yağmacı zihniyetinde olan bir insan, karşısında hiçbir güç yokken bu kadar zenginliğe sırt çevirmez.

İbrahim Kafesoğlu’nun M.S. 4. asır Latin yazarlarından A.Marcellinus’tan aktardıklarına göre (s.46), Avrupa Hunlarında yönetim, kral iktidarının şiddeti değildi. Hareket için hükümdarın meclislerden karar alması lazımdı.

Diğer taraftan Atilla’nın hanımı Arıg-Han da tıpkı Mete’nin hanımının yaptığı gibi, elçileri kabul ediyor ve kendi adına davetler veriyordu. Yani savaşlarda gösterdikleri sertlikler, Hun Türklerinin kadınlara karşı saygılarından hiçbir şey eksiltmiyordu. Orta Asya’daki devlet yönetimi anlayışları devam ediyordu

Avrupada yapilan bazi arkeolojik kazilarda ortaya cikan Hunlara ait olan iskeletlerde goze en cok carpan kafatasi sekilleridir. Kafataslarinin arka kisimlarinin diger insan gruplarinin kafataslarina gore cok daha uzun oldugu ortaya cikmistir. Bilimadamlarina gore bunun sebebinin bebek yastan itibaren Hun cocuklarinin kafataslarinin sıkı bir sekilde kapatildigi ve bu sekile geldiklerini belirtiliyor.

Bunun sebebinin tam olarak bilinmedigi ancak Hunlar tarafindan diger milletlerden kendilerini ayirt edecek bir ozellik olarak uyguladiklari dusunulmektedir.

Diger milletlerinde bir kisminin bu ozelligi kendi cocuklarinda da kullanmaya basladiklari ve Hunlar gibi guclu, savasci ve cesur ozellikleri bu sayede gostermeye calistiklari gorulmektedir

Hunların Başkenti, Zamanın Kumları Arasından Yükseliyor

Daxia Krallığının* başkenti Tongwan , 1000 yıldan fazla bir süredir, çöl kumlarının altında saklı olarak yatmaktaydı. Bugünkü Şansi Eyaletinin Jingbian ilçesinde yer alan bu şehir, 419’da Hunların şefi olan Helianbobo tarafından kuruldu. Çin’in kuzey sınırlarındaki bu göçebe kabilelerin, başarısına şahit oldu.

Yaklaşık 20,000 km2’lik alana uzanan Tongwan, engin Mu Us Çölünün hemen kuzeyindeki Ordos Yaylasının güney kenarındadır ki ikisi de İç Moğolistan Özerk Bölgesi sınırları içerisindedir. Doğu Batı ekseninde dış kent, iç kent ve yasak kent şeklinde yerleşmiştir.

Dış kent sıradan insanların evleri içindi. Kamu binaları ve Soyluların konutları iç kentte idi. Yasak kentin içinde ise Helianbobo’nun kendisinin yaşadığı çalışmtığı saray bulunmaktaydı.

Tarihi kaynaklar, 431 yılından itibaren Tongwan ve çevresinin, 40.000 Hun göçebesi ve Çinli çiftçi nüfusuna ev sahipliği yaptığını belirtmektedir. Fakat şehir, 984 yılından sonra terkedilerek kumların altında yatmaya bırakıldı.

1996’da şehir, sit alanı olarak devlet tarafından koruma altına alındı. Tongwan Şehrini Koruma Dairesi Yöneticisi olan Gao Zhan:“Yenileme Projesinin bir parçası olarak Yong’an Kulesi tekrar inşa edildi. Helianbobo’nun askeri geçitler yaptırdığı yer burasıydı. Bir sonraki hedefimiz, 31 metre yüksekliğindeki Güneybatıdaki Gözcü Kulesidir.” diye konuştu

Kuleler, kentsel alandaki yenilik çalışmalarının ilk projeleri olarak görülmektedir. Arkeolojik kazıların temeli olan üçgen yapılar , tek tek binaların bulunduğu kent duvarının yeniden bütünleştirilmesini ve onarımını amaçlamaktadır. Üçgenleri yinledikten sonra her biri 36 cm uzunluğunda, 20 cm genişliğinde ve 12 cm derinliğindeki açık renkli olan tuğlalar, kireç ve kumla ölçülen yapışkan beyaz kille ısıtılmıştır. Bunlar Yong’an Kulesininin tabanını sağlamlaştırmak için kullanılmıştır.

Yıllardır saha çalışmalarında ve üçgen kazılarda bulunmuş, ünlü bir arkeolog olan Dai Yingxin şöyle konuştu: “Tongwan Şehri, kuzeybatıda yükselen güneydoğuda alçalan şekilde toprağın doğal dış hatlarını takip ederek inşa edilmiştir. Bu sayede kuzeyin soğuk rüzgarlarından bir nebze korunması sağlanıyordu. Bu arada şehrin kuzeyindeki nehir, kanal açılarak şehrin sakinleri için bir su kaynağı olmakla birlikte, şehrin çevresinde hendek olarakta kullanılıyordu.”

Dai ayruca şunu da ekledi: “Şehir duvarı, yapışan pirinç bulamacı ve susuz kireçle birlikte karıştırılan beyaz kil ve kumdan tabakaların üst üste bindirilmesiyle inşa edilmiştir. Batı tarafı 16’ya 30 cm kalınlığıdaydı. Bu tarz bindirme yapısı kaya duvarları kadar sağlam ve dayanaklı olduğunu kanıtlamıştır.”

Şansi Devlet Üniversitesinden Prof. Hou Yongjian: “Tongwan şehrinin inşası çöldeki sert bir bölgede Hunların hayatta kalmak için verdiği mücadelelerin bir sembolüdür. Tarihi belgeler, şehrin, çölün bir ucunda taze su kaynaklarının bulunduğu bir yerde kurulduğunu göstermektedir. Tongwan’ın yükselişi ve çöküşü, Tarım ve Hayvancılığın aynı anda yapılmasına dayanmaktadır, insan hareketlerinin kırılgan ekolojik dengeyi nasıl ters etkilediğinde, kayıtlarda net bir şekilde geçmektedir.“

Şehri restore ederken, orijinal antik halinde nasıl gözükeceğine dair araştırmalar yapılırken, Şansi Devlet Üniversitesi ve Japon Yüksek Düzlükleri Ağaçlandırma Kurumu ortaklığında başlatılan bir program, Antik Tongwan şehrini tekrar yeşillendirmeyi amaçlamaktadır. 2002 baharında 2 yıl süren alanın haritasının çıkarılmasından sonra şehirde ağaçlandırma üssü kurulması için çalışmaya başlanıldı. Çalışmanın amaçları, geçtiğimiz Eylül ayında düzenlenen Tongwan Şehrini Koruma Maksadlı Uluslararası Forum’da ortaya konuldu.

Antik Başkentler Çin Topluluğu Başkanı ve Tongwan Şehri Yeşillendirme Projesine aktif bir katılımcısı olan Zhu Shiguang şöyle konuştu: ” Son yıllardaki Ağaçlandırma çalışmalarında öncelikle antik şehrin etrafındaki kumların, sabit ve yarı sabit kumul tepelerinin sürüklenmiştir. Doğal çevreninde yardımlarıyla, Tongwan Şehrinin nadir bulunan değerleri yani ekolojisi, coğrafyası, arkeoloji ve etnolojisi sebebiyle çok çok daha fazla insan burayı ziyaret edecek ve yoğun ilgi gösterecektir.”

Havadan çekilen fotoğraflar, üçgen kazılar, bütün kent içi ve dışı dekoratif tarzı ile; İç Ovalarda(Feodal Çin’in ana toprakları, Sarı Nehir’in aşağı ve orta kısımları) bulunan başkent şehirlerinden ayrılmaktadır.

Şansi Arkeoloji Enstitüsünden olan, Kuzey ve Güney Hanedanları Tarihi konusunda uzman bir tarihçi olan Xing Fulai : “ Tongwan Şehrinde çok iyi korunmuş ve günümüze kadar gelmiş olan değişik mimari tasarım özellikleri, ülke içi ve dışından araştırmacıların çok büyük ilgisini çekti.

Yerel Yönetim, şehrin dünya kültür mirası olarak kabul edilmesi için başvurmaya hazırlanıyor. Tongwan Şehrinin Korunması programı için tarih belirlenmiştir ve şehiri daha iyi korumak, tarihi kaynakların geliştirmek için daha iyi yoları keşfetmek amacıyla Araştırma çalışmaları, muntazam bir şekilde sürdürülmektedir.”

Şansi Eyaleti, Qin Hanedanına(M.Ö 221-206 ) İlk İmparatorunun toprağın altındaki askerleri ile atlarıyla birlikte gömüldüğü müzesiyle, çoktan dünya kültürel mirası listesine girmiştir.

Şansi Eyaleti Kültürel Kalıntılar Dairesi Yöneticisi Zhang Tinghao şunları belirtti: ” Batı Han Hanedanının(M.Ö 206-M.S 25) Changan Şehri, Tang Hanedanının Daming Sarayı(618-907) ve Xian’daki Dikilitaşlar Ormanı da dünya mirası listesine girmek için yarışıyorlar. Ancak Tongwan Şehri en şanslı olanıdır. Antik Hunların terkettiği tek başkent şehri olması dolayısıyla Tongwan Şehri binlerce yıl önce esrarengiz bir şekilde kaybolan bu göçebe insanların kaderi hakkında bir ipucudur.”

Hunlar Şimdi Neredeler ?

Tongwan şehri alanında duran ziyaretçiler yardımcı olamıyorlar, ama soruyorlar: “Neden? Kuzey Çin’in enginlerinde dörtnala at koşturup kaybolan bu antik insanlar, nereye gittiler ?”.

Tarihi belgeler ; bu cesur, mert insanların savaşı sürdürdüklerini, M.Ö 3.yy ile 5.yy’larda devamlı olarak Çin’in kuzeybatısı ve kuzeydoğusu arasında göç ettiklerini gösteriyor. Faaliyetleri sadece İpek Yolu trafiğini tehdit etmekle kalmıyor, Çin’de İç Ovalarda egemenlik kuran feodal hanedanların güvenliğinide sarsıyordu.

Ülkesini tamamen birleştirdikten sonra, Qin Hanedanı’nın ilk İmparatoru, İmparatorluk Ordusunu Hunlara karşı konuşlandırdı ve sonunda korunmak için ürkütücü gözüken Çin Seddi’ni yaptırdı. Bunu izleyen yıllarda İç Ovalardaki handanlerın durumlarındaki değişikliklerde artış oldu ve bazı Hunlar, Çinlilerin arasında asimile olmaya başladı. Diğerleri Orta Asya’ya ve Avrupa’ya doğru göç ettiler. 6.yy’dan itibaren Hunlar ayrı bir topluluk olarak tamamen tarihten silindiler, diğer topluluklara katıldılar.

Göçebe Hunlar farklı bir kabile olarak M.Ö 3.yy’da ortaya çıktılar. Diğer komşu kabileleri içlerine alarak hızla genişlediler. Sonuç olarak Kuzey Çin sınırlarında köleliğe dayalı bir idare kurdular.

Şansi Devlet Üniversitesi’nden Prof. Zhou dediklerine bakılırsa: “İç Ovalarda 300-400 yıl boyunca feodal hanedanlarla hem savaş hem de barış yaptıktan sonra Hunlar, içeriden ve dışarıdan istilaya uğradılar ve köleliğe dayalı imparatorlukları çöktü.”

İç Moğolistan Üniversitesi’nden Prof. Lin Gan söylediğine göre: “ 89 ve 91 yılları arasında savaşta yenilen Hunlar gruplar Halinde batıya İli, Don ve Volga Nehirlerinin vadilerine doğru ilerlediler.

Aslında 374’te Don Irmağının doğusunda uzanan Soğd İmparatorluğu’nun çökmesi , Hunların Avrupa’ya geçisindeki engelin kalkmasını sağladı. Bu andan itibaren Hunlar kıtadaki nüfus hareketlerinde ve göçlerinde önemli rol oynadılar. Gotları önlerine katıp kovalayarak, Roma İmparatorluğu’nun((M.Ö 27 – M.S 476) başkenti Roma’nın surlarına ulaştılar. 5.yy’dan itibaren Hun Kağanı Atilla, Tuna nehrinin kıyılarında Avrupa Tarihini derinden etkileyecek olan bir imparatorluk kurdu.”

Sui (581 - 618) ve Tang (618 - 907) hanedanları konusunda uzman bir tarihçi olan Şansi Tarih Müzesinden Wang Shiping şöyle konuştu: “ Atilla’nın kurduğu imparatorluk kısa olmasına rağmen pek çok Hun Avrupa’da kaldı ve araştırmacılar Macarlara Hunların torunları olarak kabul ediyorlar.

Açık konuşmak gerekirse Macarlar öteki Avrupalılara benzemiyorlar.” Wang’ın fikri hem Pekin Üniversitesi’nde Prof. Qi Sihe hemde Macaristan’ın Eski Çin Büyükelçisi Otto Juhasz tarafından da dile getirilmişti: “ Buna ilaveten Macarların pek çok halk şarkıları Şansi’nin kuzeyindeki ve İç Moğolistan’dakilerle benzer şekilde söylenmektedir. Eski dinlerinden kalma olan pek çok sesler vardır. Macarlar Ortodoks kilisesine sadakatle bağlanmalarına rağmen Çin’in kuzey sınırındaki Sibirya’lı göçebe topluluklardan çıkan şaman adetlerini ve orijinal kıyafetlerini yitirmemişlerdir.”

Çinli ünlü bir yazar olan ve Son Hun adında bir romanı olan Gao Jianqun şunları belirtti: “ Suona(tahtadan yapılan bir tür boynuz şeklindeki çalgı aleti) çalmak ve kağıt kesmek gibi Macar gelenekleri, Kuzey Şansi’de görülen adetlere benzemektedir. Pek çok Macar araştırmacı, Macaristan’ın kuruluşunun, Hunların torunları olmalarıyla yakın bir bağlantısı olduğu görüşünü desteklemektedir.”

Şansi Tarih Müzesinde Zhang Mingqia ise: “hunlar insan olarak kaybolmuş olsalar da, kültür kodları henüz solmamıştır. Mesela, halk şarkıları Moğol Halk Müziğini zenginleştirmiştir. Ağız kopuzu( Hujia) antik çağlarda Hunlar tarafından çalınan bir enstrümandı. Günümüzde halen İç Moğolistan ve Doğu Türkistan’da hatta Moğolistan ve Rusya’da dahi çalınmaktadır.

(China.org.cn, Yazar:Shao Da, 14 Nisan 2004)


Daxia Krallığı*: Hunların Çin'de kurdukları devletlerden biri

MERKEZİ ÇİN’DE KURULAN HUN DEVLETLERİ: I
İLK CHAO ( HAN) DEVLETİ (M.S. 304-M.S.329)



M.S. 56 yılında Kuzey ve Güney Olmak üzere ikiye ayrılan Hunlardan Güney Hunları Çin’e bağlanmış, varlıklarını Çin topraklarının kuzeyinde sürdürmeye devam etmişlerdir. Bir kaç asır boyunca siyasi başarı gösteremeyen Güney Hunlarına ait boylar, M.S. IV. yüzyılın başlarında isyan etmiş, Çin başkentlerini ele geçirerek Çin topraklarında devlet kurmuşlardır. Çin yönetimini asıl topraklarını bırakarak güneye taşınmaya zorlayan bu bir buçuk asırlık dönemde Hunlar, yeniden tarih sahnesine çıkmış ve farklı zamanlarda dört ayrı devlet kurmuşlardır. Bu devletlerden biri olan İlk Chao veya Han devletine ait bilgiler Türk tarihinin bugüne kadar karanlıkta kalmış bir dönemini aydınlatması açısından önemlidir.
M.S.179 yılında Hunlardan sorumlu olan Çinli general, merkezin haberi olmaksızın Hun Ch’an-yü’sünü öldürerek yerine Ch’iang ch’ü adlı bir Hun liderini getirmişti. Bu emrivaki ile Sağ ve Sol kanat Hunlarının arasında taht kavgaları başlamış ama buna rağmen Ch’iang ch’ü, 188 yılına kadar Hunların başında kalmıştı. Öldüğünde geriye Yü-fu lo (188-195) ve Hu-ch’u-ch’üan (195-216) adlı iki oğul bırakmıştı. Yü-fu lo, 195 yılında ölünce küçük kardeşi Hu-ch’u ch’üan, ch’an-yü olarak tahta geçti, oğlu Liu Pao ise geleceğin lideri olarak kendi boylarının başına getirilmişti. Doğu Han Hanedanlığının son büyük generali olan Ts'ao Ts'ao, Hunları beş gruba ayırdığı zaman grup liderlerini Çince “Liu” soyadını alan Tu-ku ailesinden seçmişti. Büyük Hun lideri Motun'un Çin'in hanedanlık ailesinden bir prensesle evlenmesi sonucunda onlarla akrabalık kuran Motun soyunun Tu-ku ailesi bundan böyle Han Hanedanlığı eski imparatorunun soyadı olan Liu adını benimsemiş ve kullanmıştır1. Özellikle Hunların Çin içine yerleşmeleri sırasında bu soyadıyla Çin tahtına adaylıklarının meşruiyetini vurgulamışlardır. İşte Liu Pao bu boydan, yani Tu-ku boyundan gelmekteydi.​

Beş gruba ayrılmakla birlikte Hunlar, Chin-yang' da Feng nehri civarında oturuyorlardı. Liu Pao ise bu dönemde Hsüan-shih2’ye yerleştirilen Sol grubu idare ediyordu. Liu Pao, “Sol Bilge Kralı” olarak veliaht yani geleceğin ch’an-yüsü idi. Pao, ünlü Hu-yen ailesinin kızıyla evlenmişti ve Yü-fu lo’nun amcası Ch’ü-pei’in oğlu olan Liu Meng’ın Hunların Kuzey Kanadının başına geçtiği yıl Liu Pao’ın ileride Çin İktidarını Ssu-ma ailesinden alarak bir bağımsız Hun devleti kuracak olan oğlu Liu Yüan-hai doğdu3.​

Tabiiyette olan birçok liderin veliahtı gibi o da Çin sarayında büyüdü ve yetişti. Hocası Shang-t'anglı Ts’ui Yo'dan tüm Çin klasiklerini öğrendi. Shih-ching4, İ-ching5, Shu-ching6,'i okur, özellikle Ch'ün-ch'iu7'yu,Tzo-chuan8 'ı ve Sun-tzu 'nın Savaş Sanatı9 adlı ünlü eserini çok severdi. Büyük tarihi Çin yıllıklarından olan Shih-chih ve Han Shu’yu ezbere, üstelik olaylar hakkında yorum yapabilecek kadar iyi bilirdi.​

Oldukça heybetli bir erkek olan Yüan-hai, usta bir okçuydu ve bu yüzden uzun ve güçlü kollara sahipti. Boyu 1.83 m idi10. 65-70 cm uzunluğundaki sakalında 3 kızıl tel vardı ve bunlar diğerlerinden uzundu.​

Liu Yüan-hai, yetenekleri ve zekasıyla çok küçük yaşta çevresindeki önemli kişileri etkilemeyi başarmıştı. Özellikle Chin Hanedanının imparatoru bu yetenekli gençle tanışmak için onu huzuruna çağırtmış ve onunla sohbet etmişti. Liu Yüan, böylece imparatorun güvenini kazanmıştı.​

266 yılında Çin hükümeti, Hun bölgelerinde yeni düzenlemelere gitmiş fakat Hunların Kuzey Kanat lideri Liu Meng bu müdaheleden hiç memnun kalmamıştı. Bunun üzerine 271 ve 272 yılında büyük bir isyan çıkararak Çin imparatorunu telaşa düşürdü. Çin devleti derhal bu tehlikeli girişimi bastırdı ve Liu Meng’ı öldürdü. Onun ölümünden kısa bir süre sonra yani 279 yılında Liu Pao da ölünce oğlu Liu Yüan-hai Sol Kanat Komutanı oldu11. Birkaç yıl sonra 287'de ise ''Kuzey Boyunun Lideri'' unvanını aldı12. Liu Yüan, Hunların beş grubunun liderleriyle her zaman iyi geçiniyordu. Bu yüzden tüm büyükler ve alimler onun yanına akın etmeye başlamışlardı. 290 yılında Yüan-hai, Hunların Beş Grubunun Baş Kumandanı ilan edildi ve ayrıca “Chien-wei Bölgesi Başkomutanı” da yapılarak bir Çin ünvanı verildi.​

Başa geçer geçmez gelecek vaadeden büyük bir lider olduğunu belli etmeye başlayan Yüan-hai, dürüst ve sadık görevlileri el üstünde tutmuş, onları layık olduğu görevlere getirmiş, cinayet işlenmesini yasaklamış ve suçluları adaletli bir şekilde cezalandırmıştır. Tüm bu davranışları onu halkın gözünde yükseltir. Böylece zamanla Çin sarayı tarafından ''İktidar Sahibi General'', ''Beş Hun Grubunun Komutanı'' ve ''Kuang-Hsiang Beyi'' unvanlarıyla taltif edilmiştir.​


299 yılında ona bağlı grubun içinden bazılarının isyan ettiği söylentisi ortaya çıktı, saraya şikayet edildiğini duydu. Bu aşağılayıcı durumu gururuna yediremeyen Yüan-hai Chin devletinin topraklarını terkederek aldığı tüm rütbeleri reddetti. Bunun üzerine Yeh şehrinde oturmakta olan ve Ch'eng-tu kralı ünvanını taşıyan ve imparatorun amcası olan Ssu-ma Ying tarafından yeniden ''Kuzeyi Sakinleştirmekle Görevli Komutan'' ve ''BeşHun Grubunun Askeri İşleriyle İlgili Müfettiş” ünvanlarıyla gönlü alındı13.

İmparator Hui-ti'nin otoritesi artık oldukça zayıflamıştı. Ülkenin her yerinde ayaklanmalar baş gösteriyordu. Yü Fu-lo'nun amcasının oğlu olan Liu hsüan, Hun büyüklerini bir mecliste topladı. Onlara atalarının bir zamanlar Büyük Han Sülalesi kadar güçlü olduğunu fakat Wei ve Chin Devletleri zamanına gelindiğinde bağımsızlıklarının ve topraklarının artık elden gitmiş olduğunu, Chin devletinin adaletsizce kendilerini köle olarak kullandıklarını14, ch’an-yü 'lerinin bile artık sıradan halk gibi etkisiz hale getirildiğini söyledi. Artık imparator ailesinin taht mücadeleleriyle birbirlerine girdiğini, bunun ise bağımsızlıklarını kazanmak ve yeniden eski güçlerine kavuşmak için en büyük fırsat olduğunu belirtti. Bu duygusal konuşma etkisini göstermekte gecikmedi ve Hun büyükleri kendi aralarında yaptıkları bu gizli toplantı sonunda yeni liderlerini saptadı. Liu Yuan-hai'ı “ch’an-yü” seçtiler15. Bu sırada Yeh şehrindeki görevinin başında olan Yuan-hai'ın bu durumdan haberi yoktu. Yüan-hai, ch’an-yü olduğu haberini alınca farklı bir sebep göstererek Ssu Ma-ying'den ülkesine gitmek için izin istedi ama reddedildi. Bunun üzerine Liu Hsüan, Hun liderlerinin İ-yang 'da toplanmasını istedi. Hun grupları bu toplantının o sıralarda başı bazı prenslerle dertte olan Ssu-ma Ying için yapıldığı söylentisini yaydılar. Ying, bir taraftan tahtta gözü olan Chin prensleriyle uğraşırken diğer yanda da Moğol saldırılarından korunmaya çalışıyordu. Bu durumda askeri olarak güçlü olmak zorunda olduğunu biliyor ve bu
yüzden de Hunlarla iyi geçinmeye çalışıyordu. Liu Yüan'i ''Muhafız generali'' ve ''Kuzey Şehirleri Baş Müfettişi'' yapmıştı. Bununla Hunların desteğini almayı amaçlıyordu. Yuan-hai, yardım alma bahanesiyle ülkesine gitmek için müsaade istediği sırada diğer Chin prensleri Ssu-ma Ying'i köşeye sıkıştırmışlardı. Ying, içinde bulunduğu endişe verici vaziyeti bertaraf edebilmek için onu yanında tutmaya çalışıyor ve yanından uzaklaşmasını istemiyordu.

Liu Yüan-hai, zor durumda onun yanında olacağına dair Ying'i ikna edince Ying onu ''Kuzey Shan-yü''sü, ''Müşavir komutan'' ve ''vezir” yaptı16. Böylece ülkesine gitmesine izin verdi. Sol Şehrine gelir gelmez Hun büyükleri ona ''Büyük Chan-yü'' unvanını verdiler. Kısa bir süre içerisinde ona bağlandıklarını göstermeye gelen askerlerin sayısı 50.000 kişi kadar oldu17.

Bu sırada Wang Chün, 302 yılında Yeh şehrine saldırdı ve şehir düştü18. Ssu-ma Ying, yapılan saldırılar sonucunda yenilmişti. Çareyi imparatoru da yanına alarak başkent Lo-yang'a kaçmakta bulmuştu. Liu Yüan onun içine düştüğü bu durumu duyunca, bu sadık ama güçsüz Çinli'ye acıdı ve ona yardım edeceğine söz verdiği için adamlarına 20.000 kişilik bir kuvvetle Hsien-pi'lere saldırmalarını emretti. Oysa Liuhsüan ve diğer Hun büyükleri onun bu savaşa girmesini uygun bulmamışlardı. Chin Devletinin eskiden, ataları Liu Meng'u öldürdüklerini, bağımsızlık hareketinin bu yüzden sekteye uğradığını, şuan onların taht için kardeş kavgası içinde birbirlerine düştüklerini söylediler. Onlara göre bu durum tanrının artık Çinlileri terkedip Hunların yanına geçtiğinin bir işaretiydi ve artık Hunların eski Büyük ch’an-yüsü Hu han-yeh'nin yapmak isteyip de yapamadan yarım bıraktığı işi gerçekleştirmenin zamanı gelmişti19. Bunun için Hsien-pi ve Wu-huan'larla işbirliğine gidilebilirdi. Eğer bu fırsat geri tepilecek olursa uğursuzluk gelebilirdi. Çünkü tanrının ve halkın iradesine karşı gelmek uğursuzluk getirirdi20. Liu Yüan ise Çinlilerin yardımına gitmesini şöyle açıkladı.

''Chin Devleti zaten artık çok zayıftır ve nasıl olsa kendi kendine yıkılacaktır. Onun bu zayıf durumundan faydalanmak, üzerine saldırarak onu yıkmak halkın gözünde bizi küçük düşürür. Han Hanedanlığının nesiller boyunca yaşaması faziletli insanların kalbine taht kurmuş olmasındandır. Üstelik Han hanedanlığından ötürü biz onlarla kardeşiz, büyük kardeş ölünce yerine küçük kardeşin geçmesi kaçınılmaz bir gelenektir. Biz böylece kendimize Han imparatorunun adını verebiliriz21.''

O, bu konuşmasıyla hem Çinli halkın gözünde Çin tahtına adaylığının meşruluğunu gösteriyor, hem de sadakatli bir davranış göstererek her milletten ahalinin güven ve memnuniyetini kazanmayı amaçlıyordu. Liu Yüan, kısa bir süre sonra P’ing-ch’eng şehrinde bir Çin tipi saray inşaa ettirip kendisini “Çin İmparatoru” olarak tanıtmak suretiyle Çin seçkin tabakasının desteğini kazanabileceğine inanıyordu. Nitekim onun sarayı zaman içerisinde Çin’in diğer bölgelerinden kaçan memurların da dahil olduğu çok sayıda mülteciyi cezbeden müstahkem bir mevki konumuna gelecekti.

Liu Yüan öncelikle başkenti derhal Sol Şehri’ne nakletti ve Hunların tamamına yakın bir kitle ona itaat ettiler. 304 yılında Güney Şehrinin dışında bir taraça yaptırarak tahta çıktı23. Bu devlete “Han” adını verdi. Hemen akabinde “Han Kralı” ünvanını aldı. Yılın adını Yüan-hsi olarak değiştirdi. Tüm ölmüş Han İmparatorları için şehrin tanrılarına kurbanlar sundu. Hu-yen ailesinden olan hanımını da ''kraliçe''ilan etti24.

Liu Yüan’ın Çinlilerin Han Hanedanlığı imparatorları için kurbanlar kesmesi, devletin adını o hanedana ithafen “Han” koyması kendini ve Hunları Çin asıllı kabul ettiğinden değil, politik bir taktikti. Çünkü Çin topraklarında hak iddia etmenin yolu Çin nüfusunun oldukça yoğun olduğu bir yerde Çinlileri ikna etmekten geçmekteydi. Eğer Çinli halk ikna edilirse isyanların önü alınmış olur, böylece amaçlarına ulaşmak için en önemli tehlike bertaraf edilirdi. Zamanı geldiğinde ise tıpkı ataları Hu han-yeh’nin düşündüğü gibi kendi milli devletlerini ilan edebilirlerdi.

Aynı yılın sonuna doğru Chin devletinin Tung-ying beyi olan Teng, bir generalini Liu Yüan'e saldırttı ama yenildi. Bunun üzerine Teng, intikam için Ping-chou'da bulunan 20.000 Hun ailesini başka yere göçe zorladı. Buna karşılık Liu Yüan, Liu Yao’ın komutasındaki bir orduyu göndererek T’ai yüan, Hsüan chih, Tun liu, Ch’ang tzu ve Chung-tu’ yu yağmalattı. 305 yılında Teng, bir kez daha generallerini Yuan-hai'ın üzerine sevkettiyse de her seferinde yenildi.

304 yılı dokuzuncu ayda Çinli vali Wang Chün, You-chou bölgesine saldırıya geçince Liu Yüan, Shih Lo ve Li Hsiung birlikte karşı saldırıya geçtiler, Çin imparatori- çesi Yang Chih yakalandı fakat Çin imparatoru Hui-ti kaçmayı
başardı25.

Aynı yıl kıtlık başgösterdi. Yüan yazlık saraya göç etti26. Bu sıkıntıların yanısıra bir de üstüste yenilgiler de alınınca danışmalarının da tavsiyesiyle durgun devlet politikasının yerine aktif bir politika izlenmesine karar verildi. Ho-tung bölgesi zaptedildi, Pu-fang ve P'ing-yang şehirleri yağmalandı, civar kasabalar tek tek ele geçirildi. Böylelikle bir kez daha erzak sıkıntısına girilmesi engellendi ve ekonomik rahatlama sağlandı.

307 yılında Liu Yüan, P'ing-chou'un tüm vilayetlerini ele geçirdi. Ordunun başına yeni kişiler geçirerek orduyu sağlamlaştırma çabalarına girişti. O sıralarda aslında kendine bağlı olan Chi Sang ve Shih Lo isyan etmişlerdi. Yeni topraklar elde etme girişimlerini bir süre erteleyen Liu Yüan isyancılardan oluşan bu çeteyi dizginleme faaliyetlerine girişti. Chi Sang ve Shih Lo 5.ayda Yeh şehrine girerek baştaki yeni görevliyi öldürdüler, sarayı yaktılar. Yeh ve daha güneydeki şehirleri yağmaladılar. Fakat daha sonra isyancıların lideri olan Wang Mi 10. ayda arkadaşlarıyla ve emrindekilerle teslim oldu.

10. ayda ''imparator'' unvanını alan Liu Yüan ülkede genel af ilan etti ve hükümet yılını ''Yung feng'' yılı olarak değiştirdi27. Oğlu Liu Ho 'ya Büyük mareşal ve Liang Kralı, Liu Huan-lo'ya Halk Nazırı ve Ch 'ien-liu Kralı , Hu yen-İ'ye ise İş nazırı ve Yen- men Bölgesi Beyi unvanlarını verdi. Oğullarına klasik Hun unvanları olan “Lu” ve “ch’i” gibi unvanlar vermeyi de ihmal etmedi28. Aile üyelerini akrabalık derecesine göre kral, bölge ve kaza beyleri atarken aileden olmayan yetenekli ve tecrübeli kişileri de değişik görevlerle istihdam etti. Başkent P'ing-yang şehrine nakledildi.

Burada Fen Irmağında yeşim taşından yapılmış eski bir mühür bulundu. Üzerinde ''Yeni Olan Bunu Korusun'' yazmaktaydı. Bulanlar sonradan bu yazıya ilaveten ''dalgalar, denizler parlasın'' ibaresini eklemişlerdi. Liu Yüan bu mühürdeki ''dalgalar ve denizler'' kelimelerinin kendi adındaki ''deniz'' yani “Hai” kelimesiyle aynı olmasını tanrısal bir işaret olarak kabul etti ve hükümet yılını Ho-jui yılı olarak değiştirerek genel af çıkardı. Oğulları Liu Yü'yü ''Ch'i Kralı'', Liu lung'u ise ''Lu Kralı'' yaptı29. Ve bu kutsal işaretle tanrı tarafından da onaylanmanın verdiği coşkuyla topraklarını genişletme faaliyetlerine girişti.

Aynı yıl 11. Ayda Shih Lo, Yeh şehrini yağmaladı30. Oğlu Ts'ung'a , eski asi yeni kumandan Wang Mi ile Lo-yang'a saldırı emrini verdi. Chin Devletinin Tung-hai kralı iki generalini onlara engel olmaları için üzerlerine gönderdiyse de başarılı olamadılar. Böylece Ts'ung ve ordusu İ-yang'a kadar ilerlediler. Ts'ung artık üstüste gelen başarılarıyla öylesine gururlanmıştı ki artık dikkati elden bırakmıştı. Bu yüzden teslim olmuş gibi yapan bir valinin ani gece baskınıyla ordu büyük yara aldı ve geri dönmek zorunda kaldı.

Kışın, Liu Yüan, oğlu Ts'ung, generali Wang Mi, evlatlığı Liu Yao ve Liu Ching ile başka kumandanları 50.000 kişilik en seçkin süvarilerden oluşan bir ordu ile yeniden Chin başkenti Lo-yang'a taarruza gönderdi. Bu kuvvetli süvari ordusunu geride artçı olarak Hu-yen İ'nin piyade birlikleri destekliyordu31. Önce Sarı Irmak’ın doğusunda onları bekleyen Chin İmparatorunun öncü birlikleri bozguna uğratıldı. Hun ordusu şehrin surlarına dayandı.

Fakat Ts'ung acele etti ve yardımcı destek kuvvetlerini beklemeden şehrin Hsi-ming kapısını ablukaya aldı. Chin kuvvetleri ise gece bir başka kapıdan ani bir atakla saldırıya geçti. Dikkatini başka kapıya vermiş olan Hun generali Hu-yen Ch’ing'i yakaladı32. Başı kesilen generalin birlikleri dağıldı.

Liu Ts'ung bunun üzerine önce ordusunu geri çekti, daha sonra yeniden harekete geçerek Hsüan-yang kapısını muhasara altına aldı. Aynı anda harekete geçen Liu Yao, Shan-tung kapısını, Wang Mi ise Kuang-yang kapısına abluka altına aldı. Hun generallerinden Liu Ching ise Ta-hsia kapısından saldırdı. Saldırı tüm hızıyla ve başarıyla devam ederken Liu Ts'ung'un, kendi yerine Hu-yen Lang ve Liu Li adlı generalleri bırakarak kutsal Sung Dağına dua etmeye gitmesi savaşın akışını kötü yönde değiştirdi.

Chin ordusu generalleri 3000 kişilik bir birlikle Hu-yen Lang'a saldırarak onu öldürdüler, general Liu Li ise suçlanacağını düşünerek intihar etti. Ts'ung aceleyle geri döndü ama ordu büyük yara almıştı. Wang Mi, bu başarısızlığı devam ettirmemek için geri dönmenin ve asker ile erzak toplayıp ikinci bir saldırı için hazırlık yapmanın daha iyi olacağını ifade etti.

O sırada Hun başkentinde saray yıldıznamecisi, Liu Yüan'e yıldız kümelerine göre ancak 311 yılında Lo-yang'ın alınacağını33 şu anda Chin Devleti’nin hala kuvvetli olduğunu, ordu eğer geri dönmezse büyük bir bozguna uğrayacaklarını söylüyordu. Bunun üzerine Liu Yüan orduya geri dönmesi için emir verdi34.

Liu Yüan, karısı Tan Chih ’yı “İmparatoriçe”, oğlu Ho’yu “Veliaht”, diğer oğlu İ’yi “Pei-hai Kralı” ilan etti. 8. Ayda hastalandı. Ölümünün yakınlaştığını anlayan Yüan, ölmeden önce yeni düzenlemeler yaptı. Ts’ung’u “Büyük ch’an-yü” ve “Başbakan” ilan
etti. Çok geçmeden, kurduğu devletin başında ancak altı yıl kalan bu büyük Hun lideri sarayın Kuang chih köşkünde öldü35.

Liu Yuan-hai öldüğünde son imparatoriçe Tan Wei’36’ den olan oğlu Liu Ho tahta geçti. Ho’nun yanındaki yüksek rütbeli memurlar bu, şiirden hoşlanan duygusal imparatora çeşitli baskılar yapıyorlardı. Kolaylıkla onu kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirmeyi başardılar, imparatoru kendi kardeşleri aleyhine kışkırttılar. Yüan’in diğer oğulları olan Ts’ung, İ, Yü, ve Lung’a aynı anda saldırılar düzenlediler. Kardeşlerden Yü ve Lung öldürüldü fakat Ts’ung bu duruma hazırlıklı olduğu için saldırıyı savuşturmayı bildi. Üstelik karşı atağa geçerek Hsi-men kapısına saldırdı, saraya girdi ve imparator kardeşini sarayın Kuang chih köşkünün batı odasında öldürdü37. Liu Yüan’ın en büyük olan oğlu olan ağabeyi İ’nin başa geçmesini teklif etti38. İ, çok yaşlı ve yorgun olduğunu ileri sürerek bu teklifi reddetti. Ts’ung buna çok kızmasına rağmen onu yaşlılığından ve çevresinin ısrarından ötürü affetti ve Yung Chia 4. yılında 39 tahta çıkarak genel af ilan etti. Tahta çıkış yılını Kuang-hsin yılı olarak değiştirdi40. Annesi Chang Chih’yı Ana İmparatoriçe, kardeşi I’yi Veliaht kardeş ve Büyük Ch’an-yü ve Pei-hai Kralı, karısı Hu-yen Chih’yı İmparatoriçe, ve ayrıca oğlu Ts’an ’ı ise Ho-nei Kralı ve Büyük General tayin etti41.

Sağlam yapılı, 2 chih’dan uzun boylu, yakışıklı bir erkek olarak tarif edilen Liu Ts’ung daha çocukken bile çalışkan ve akıllıydı. Hatta yaşından büyük aklıyla şaman Chih chih’yi şaşkınlığa uğratırdı. Çince’yi çok iyi öğrenerek babasının izinden giden Ts’ung henüz on dört yaşındayken Çin Klasikleri ve Hanedan Yıllıklarını okuyarak incelemiş, “Savaş Sanatı” adlı eseri neredeyse ezberlemişti42. Tam on beş hücum taktiği bilmekteydi. Savaşçı kişiliği diğer özelliklerini geride bırakmıştı. Bu yüzden çok küçük yaşlarda çeşitli savaş ve çatışmalarda fiilen görev almış, savaş taktiklerini uygulama fırsatı elde ederek bu konuda oldukça tecrübe edinmişti. Kardeşlerin küçüğü olmasına rağmen daha babasının sağlığında askeri yetenekleriyle kendini belli etmişti. Babası onu yaşının küçük olmasına bakmadan bir çok sefere göndermiş, ona orduda yüksek makamlar vermişti. Babasının ölümünden kısa bir süre önce general ünvanıyla büyük Lo-yang kuşatmasına katılarak yararlılık göstermiştir. İyi bir asker, savaşçı ruhlu bir lider olmasına karşın zayıflıkları olan, böbürlenmeyi seven ve çeşitli zaafları olan bir insandı. O da babası gibi iyi bir okçuydu. Kaynaklar onun bu yüzden uzun kollara sahip olduğunu yazar. Usta bir nişancı olan Ts’ung öylesine güçlü bir yapıya sahipti ki yirmi beş kilodan ağır bir yayı gerip kurabiliyordu43.

Ts’ung ilk iş olarak komutanlarını Lo-yang’a karşı gönderdi. Lo-yang, Hun saldırılarından ve yağmalarından sonra artık perişan ve içler acısı bir hale düşmüştü44. Bu yüzden Chin devletinin yüksek rütbeli görevlileri artık başkentin başka bir yere naklinde israr etmeye başlamışlardı. İmparator çaresiz bu teklifi kabul etti. Öncelikle İmparatorun başkentten çıkarılması gerekiyordu. O ve maiyetindekiler sarayda ve şehirde araba kalmadığı için şehri yaya terketmek zorundaydılar. Oysa şehir hırsız ve eşkıya dolmuştu. Henüz hala şehrin ara sokaklarındayken bir hırsız grubunun saldırısına uğradıkları için geri dönmüş, kaçma girişimleri başarısızlıkla neticelenmişti45.

311 yılının başında Hun ordusunun komutanlarından olan Hu-yen Yen, 27.000 kişilik bir orduyla öncü olarak gönderildi. Sarı Irmağın güneyine kadar ilerledi ve bu sırada yol üzerindeki Chin birliklerini tam on iki kez yenilgiye uğrattı.30.000 kişi öldü.46

Hu-yen Yen, Lo-yang şehri47’nin önce P’ing-ch’ang kapısını, sonra da Hsüan-yang kapısını alarak bütün resmi binaları yaktı. Destek kıtaları henüz yetişemediğinden yağma yapıp esir aldıktan sonra geri çekilmek zorunda kaldı. İmparator kayıkla Lo nehrinden kaçmayı denedi fakat Hu yen-Yen kayığı yakarak onun bu girişimini engelledi48.

Bir süre sonra destek birlikleriyle birlikte yeniden hücuma geçildi. Hun kumandanlarından Wang Mi Hsüan-yang kapısına, Liu Yao ise Hsi-ming kapısına geldiler. Hsi-min kapısında yapılan savaşın sonunda Tung-hai kralı Yüeh, onları yendi. Mi, geri çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine derhal yeni kuvvetler toplamak için civar kasabaları yağma akınlarına başladı Daha sonra 20.000 kişilik bir kuvvetle Lo ile birleşti ve yağmalarına devam etti. Bu akınlardan hemen sonra Yao’ın ordusu ile buluştu. Şehirde çıkan kıtlıkta insanlar birirlerini yemeye başlamışlardı. Halk bu yüzden şehir dışına kaçıyordu. Boşalan şehre yapılan son akında Yao ve Mi sarayın dış duvarlarını yıktılar ve Hsüan-yang kapısını alarak 6. Ayın 11 günü Güney Sarayına girdiler. İmparator Hua Ling Yüan kapısından kaçmayı denedi ama başaramadı. Hunlar onu esir alarak onu Tuan-man kapısına kapattılar. Prensler, görevliler ve asillerden toplam 30.000 civarında insan kadın erkek denmeden öldürüldü. Şehirde büyük bir yağma yapıldı, saray görevlileri yakalandı ve hazine ele geçirildi. İmparator mezarlarına saldırıldı, imparatorluğa ait binalar yakıldı, imparatoriçeye hakaret edildi ve veliaht öldürüldü49. Savaş bittikten sonra geri dönerken imparator ve imparatorluğa ait altı mühür Hun başkenti P’ing- yang’a götürüldü50. Bu büyük zafer üzerine Hunlar yılı değiştirerek Chi-p’ing yılı ilan ettiler. Fakat başkentin stratejik bir bölge olan Lo-yang’a taşınması teklifi tüm avantajlarına rağmen dört bir yanının düşmanla çevrili olması sebep gösterilerek reddedildi.51

312 yılının birinci ayında Chin İmparatoru Huai-ti, Hun başkenti P’ing-yang’ getirilmişti. Ona saygıyla davranıldı, “bey” ünvanı verildi ve Liu ailesinden bir prensesle evlendirildi52.

Liu Ts’ung özellikle Çin başkenti Lo-yang’ı alıp Chin Devletine karşı büyük ve ezici bir zafer kazandıktan sonra kendini büyük görmeye başlamış, bu ise onu adaletten ve hoşgörülü lider vasıflarından yavaş yavaş uzaklaştırmıştı.

Ts’ung’un büyük savaşçı generallerinde Shih Lo ise 311 yılının ikinci ayında Hsin- ts’ai şehrine saldırdı, kralını öldürdü. Müteakiben Hsü-ch’ang şehrini de aldı. İki ay sonra Chin prenslerinden biri olan Tung-hai Kralı Ssu-ma Yüeh’in cenaze töreni hazırlıkları yapılmaktayken Shih Lo, hafif süvarileriyle cenaze alayını takip etti. Kalabalığa Ku bölgesinin Ning-ping şehrinde yetişti. Chin askerlerine saldırdı ve yendi, cenaze alayının etrafını sardı. Cenaze töreni için ülkenin dört bir yanından gelen soylular ve halktan 100.000 kişi oklanarak öldürüldü. Kurtulan olmadı53.Ölenlerden kırk sekizi Chin prensiydi54.Ayrıca; “Sen yaşarken tüm halka büyük eziyetler ettin! Şimdi ben herkesin intikamını alıyorum!” diyerek tabutu yaktı.

Girdiği birçok savaştan galibiyetler alarak çıkan Shih Lo, Hun İmparatorunun gözde generallerindendi. Ancak bir diğer başarılı general Wang Mi de başarılarıyla ona rakip olmaya başlamıştı. Bu iki general içlerinden sürdürdükleri düşmanlığı asla dışa vurmamış, yüzeyde hep iki dost olarak görünmeyi tercih etmişlerdi. Wang Mi, Shih Lo’ya başarısız bir suikast düzenlemiş ama Lo, haberi yokmuş gibi davranmıştı. 311 yılının onuncu ayında Wang Mi’yi bir şölene davet etti ve orada onu öldürdü55. Wang Mi’nin ordusu Shih Lo’nun ordusuna dahil edildi. Böylece Hun generalinin önlenemez yükselişi ivme kazandı.

Çin’in iki başkentinden biri ve imparator ele geçirildikten sonra, Chin Devletinin tamamen ortadan kaldırılması için ikinci başkenti olan Ch’ang–an’ın da alınması gerekiyordu. Şehre yapılan saldırıda, şehrin etrafını koruyan kuvvetlerin komutanı Liang- chou generali Pei kuan-ch’un Hun ordusuna teslim oldu. Böylece Hun ordusu Ch’ang-an şehrinin etrafını sardı ve şehri muhasara altına aldı. Bu sırada Chin Devletinin Nan-yang kralı Mo’nun gönderdiği yardım birlikleri de yenildi ve büyük bölümü Hun ordusuna teslim oldu. Bu başarı üzerine Hun hükümdarı Ts’ung, Liu Yao’a “Araba ve süvariler generali” “Yung-chou Mu”su “Chung-shan kralı” ünvanlarını vererek Ch’ang-an şehrinin yönetimini ona bıraktı. General Wang Mi’yi ise “Büyük general” ilan etti56.

Chin Devletinin bir süre önce Hsien-pi’ler sorunun halletmesi için Kansu Bölgesine gönderdiği Chang Kui57 adlı ünlü general 312 yılında Ch’ang-an’ı geri almak için birçok girişimlerde bulundu. İki ordu bir çok defa savaştı. Chin kuvvetleri şehri aylarca muhasara altına aldılar. Defalarca yapılan saldırılara karşı koymaya çalışan Liu Yao, her seferinde yenilince şehir halkından kadın erkek 80.000 kişilik bir grubu da alarak Hun başkentine kaçtı58.

Bu sırada Hun başkentinde Liu Ts’ung memurları için verdiği yeni yıl töreni şöleninde Chin Devletinin esir İmparatoru Huai’ya uşak elbisesi sayılan lacivert renkli bir elbise giydirmiş ve misafirlerine şarap dağıttırmıştı59. Bu bir çeşit gövde gösterisiydi ve kendi emrinde çalışanlara kendisi ve devletinin, koskoca Çin İmparatorunu saki yapabilecek kadar güçlü olduğunu göstermeyi amaçlamıştı. Bu, mağlup bir imparator için son derece acımasız ve onur kırıcı bir durumdu. Öyle ki, Hun görevlilerinden bile bazıları gözyaşlarını gizleyemediler. Onların bu üzüntüsü Liu Ts’ung’u çok öfkelendirdi ve bir ay sonra kendisine komplo kurdukları söylentisini sebep göstererek bu görevlileri ve İmparatoru öldürttü60.Bu olay üzerine saltanat yılını Chia P’ing’den Chien Yuan yılına çevirdi61.

İmparatorun ölüm haberi ile prens Yeh, Batı Chin Hanedanlığının yeni imparatoru ilan edildi ve Ming-ti ( 313-317) adını aldı. Bu, oldukça aciz kalmış bir devletin sadece başsız kalmama çabası sayılabilir. Çünkü Yeh’in tahta geçtiği yer olan Ch’ang-an şehri
o sıralarda artık terkedilmiş, yıkılmış, harap bir şehir halindeydi. Öyle ki nüfusu yüz haneye bile ulaşmamaktaydı. Yalnızca dört arabanın kaldığı şehirde imparatorluk görevlilerinin üniformaları bile yoktu. Üstelik Liu Yao komutasındaki Hun birlikleri hala zaman zaman buraya saldırıyor ve yağmalayıp dönüyorlardı. Çinlilerin ve şehrin perişan durumuna ipek yolu üzerinden ticaret yapmaya gelmiş olan yabancı tüccarlar da şahit oluyorlardı. 1907 yılında Sir Auriel Stein ünlü İpek Yolu keşif gezisine çıkmış ve Tun-huang’ın batısındaki Çin seddinin batı kulesinde bir grup doküman bulmuştur. Bu dokümanlar farklı dillerde yazılmış mektup ve çince yazılmış bambu kalıplardı. Bunların içinde Temmuz 313 tarihli bir Soğdca mektup Hunların Çin başkentini harabe haline getirdiğini açıkca dile getiren sürpriz bir kaynaktır. Bu, Nanai Vandak adında bir
Soğd tüccarının hükümdarına yolladığı ama belli ki hükümdarın eline geçmemiş bir mektuptur. Bu mektup kağıt üzerine mürekkeple yazılmıştı. Mektup 41,5cmx25cm, zarfı ise 14cmx9,5cm boyutlarındadır. Şu anda Londra’daki British Kütüphanesi Stein Kolleksiyonunda bulunan mektubun bizim için en büyük özelliği Çin başkenti Lo-
yang’ın Hun saldırılarıyla içine düştüğü durumu dile getirmesidir. Mektubun tam tercümesi şöyledir:

Nanai Vandak’tan Semerkand’da bulunan Nanaithvar’a;

Efendim, ben iyiyim. Tun-huang62’daki Armatsach ve Liang-chou63’daki Arsach da iyiler ve benimle çalışması için gönderdiğiniz Ghromsach da benden ayrılırken iyiydi. O Güney Çin’e gitti ve kendisinden hiç haber alamadık. Şu an buraya gelen kimse yok. Son imparator-onlar böyle söylüyorlar-Kai Yüan’den (saray) kıtlık yüzünden çıkamıyor. Saray ve şehir ateşe veridi, saray yakıldı, şehir yerle bir edildi. Artık ne saray ne de Lo- yang64 şehri var! Hunlar Çin65’e girip Ch’an-an66’ın her yerine yayıldılar, geçmişte (dün) imparatorun sadece malı olan Hunlar sizin şehrinizi yağma ettiler. Efendim, biz geride kalan Çinlilerin Çin dışına çıkıp çıkmadıklarını veya diğer ülkelerine (bölgelerine) sığınıp sığınmadıklarını bilmiyoruz .Ve Tun-huang’da Semerkand’dan yüz kadar soylu ile Liang-chou’dan da kırk kişi bulunmakta...Ve efendim, eğer size Çin’in nasıl mahvolduğunu tüm detaylarıyla anlatsaydım, bu çok kederli bir hikaye olurdu ve bundan hiç hoşlanmazdınız. Son......den sonra sizin için Çin’e gönderdiğim casuslardan hiç haber alamadım.Dört sene önce gönderdiğim diğer kişi Artixw-vandak ise Lo-yang’ ulaştığında tüm Hintliler ve Soğdlular açlıktan ölmüştü. Bunun üzerine ben Tun- huang’a Nasyan’ı yolladım.”67


314 yılında Hun ordusu artık Çin başkentini ele geçirmek için doğru ve uygun zamanın geldiğine inanarak tüm hazırlıkları tamamlayıp harekete geçti. Yazın beşinci ayda Hun ordusunun iki büyük komutanı Liu Yao ve Chao Jan başkentin durumunu öğrenmek ve son dirençlerini de kırmak için Ch’ang-an’a yağma saldırısında bulundular. Akabinde bir ay içinde de şehre yakın yerlerde konuşlandılar. Bir süre sonra tüm Hun ordusu saldırıya geçti. Fakat bazı generallerin yenilerek geri çekilmesi ve dışardan gelen yardım saldırıları Hunların şehri alma çabalarını kırdı. Bu yüzden Yao, şehre saldırıyı bırakarak, dış yardımları kesme amacıyla önce Ho-nei valisine Huai’da saldırdı68. Şehri üç çember içine alarak muhasara etti. valinin erzağı bitti, zor duruma düştü. Saldırının kesilmesi isteğini iletmesi için karısını gönderdi. Yao bu ahlak dışı tutum karşısında çok öfkelendi ve derhal kadını boğdurarak cesedini şehre geri gönderdi. Son çaresinin de işe yaramadığını görüp dehşete düşen ve çaresizliğini kavrayan Mo, şehrin kapılarını açtırdı. Yao’ın askeri azdı, üstelik beş yüz atlı Hsien-pi askerinin yardıma geldiği haberini almıştı. Bu yüzden gereksiz riske girmedi ve savaşmadan geri döndü69.

Ch’ang-an’ı alma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanan Hun orduları ertesi yıl yani 315 de saldırılarını civar şehirlere yöneltti. Çünkü Çin başkenti artık her ne kadar güçsüz düşmüş olsa da Chin devletine ait civar şehirlerden askeri yardım alıyordu. Bu da Hun ordusunun Ch’ang-an’ı almasını engelliyordu. Dolayısıyla öncelikle bu şehirlerin üzerine gidilmeliydi. Yao, Shang-tang şehrine saldırarak sekizinci ayda Liu Kun’u yendi. Ardından Yang-chün adlı şehre saldırmak istediyse de Liu Ts’ung henüz Ch’an-an’ın işinin bitmediğini, öncelikle bu işi halletmek gerektiğini söyleyerek geri çekilme emrini verdi70.

315 yılı 9. ayda İmparator Ts’ung, kuzey doğu topraklarındaki büyük generali Shih Lo’ya ok ve yay gönderdi. Ayrıca tüm vali, general, bey ve yüksek rütbeli memurlarını çağırarak toplanmalarını istedi71. Aynı yıl komutan Yao, kuzey topraklarını muhasara girişiminde bulundu. Chin Devletine gelecek yardımları kesmek için civardaki hem farklı milletlere hem de Chin Devletine ait olan şehirlere gözdağı verme faaliyetleri olarak niteleyebileceğimiz bu girişimler kimi yerde kolaylıkla başarıya ulaşırken bazı yerlerde ise umulmadık sonuçlar getiriyordu: Yao kuzey topraklarını kuşattığı zaman, etraftan atlı ve piyade 30.000 kişilik bir ordu yardıma geldiği için geri çekildi ama geri çekilirken azami zarar verebilmek ve direnci kırabilmek için herşeyi yaktı. Yardım birlikleri geri döndüğünde ise kuzey topraklarını tamamen ele geçirdi72.

Nihayet 316 yılı kış aylarında Liu Yao, Ch’ang–an kentinin dış surlarına saldırdı. Saldırı sonucu dış ve iç şehrin irtibatları kesildi. Bunun doğal bir sonucu olarak şehirde kıtlık çıktı. Yiyecek kıtlığının boyutları öylesine büyüdü ki, bir ölçü pirinç iki ölçü altın karşılığında satılıyordu. İnsanlar önce ölüleri sonra da birbirleri yemeye başlamışlardı73. Şehir nüfusunun yarıdan çoğu açlıktan öldü. Şehirden çıkış serbest bırakıldı. Sağ kalabilenler şehir dışına kaçtılar. Artık şehir tamamen boşalmıştı. Sadece bin kadar kişi her türlü sıkıntıya direnmeyi göze alarak şehri terk etmiyordu. Bunlar ünlü komutan Chang Kui’in babası ve oğlu tarafından gönderilen ve şehri ölene dek korumaya söz vermiş olan gönüllülerdi. Ve söz verdikleri gibi de ölene dek şehri terk etmediler. İç şehirdeki imparatorluk sarayında dadurum dışardakinden çok farklı değildi:

İmparator çaresizlikten ağlıyordu. Yanındakilere halkın açlığa düştüğünü, artık dışardan da yardım gelmediğini, çok utandığını ama teslim olmaktan başka çaresi kalmadığını söyledi. Bu bir teslimiyet kararıydı.

Teslimiyet bildirisinin iletilmesi için İmparator saray memuru Ts’un Ch’ang görevlendirildi. Ts’un, Hun komutanı Yao’a kararı bildirmeye giderken başka bir görevli; Su Lin, kendi menfaatleri doğrultusunda Hun komutanına elçi yerine oğlunu gönderdi. Oğlu Hun ordusunun karagahına giderek Yao’a “şehrin hala en az bir yıllık iaşesinin olduğunu, bu yüzden Hun saldırılarına daha uzun zaman dayanabileceğini, fakat, eğer babası Su Lin’e “I T’ung” ünvanıyla birlikte 10.000 hanelik bir vilayetin beyliği verilirse Ch’ang-an şehrini teslim edebileceklerini” iletti. Yılların büyük savaşçısı Yao, bunun bir aldatmaca olduğunun derhal farkına vardı. Hiç tereddüt etmeden Su Lin’in oğlunun başını kestirerek cesedi babasına yolladı.

Ertesi gün İmparator bir keçi arabasına74 binmiş, yarı çıplak bir halde75, elinde imparatorluğa ait mühürlerin konulduğu kutuyla birlikte şehrin doğu kapısından çıkarak Hun ordusuna teslim oldu (Bkz. Resim 11). Batı Chin devletinin içine düştüğü bu durum ve imparatorun zavallı hali karşısında vezirlerin bir çoğu göz yaşlarına hakim olamıyorlardı. İmparatorun ona layık olmayan bu keçi arabasında olmasına dayanamayarak yapabilecekleri tek saygı ifadesini gösterdiler ve arabasını eller üzerine alarak taşıdılar.

İmparator, tüm Çin halkının onurunun ayaklar altına alınması demek olan bu durum karşısında büyük bir çöküntü ve yeis içindeydi. Koskoca, medeni Çin Devletinin, tarihi boyunca küçük gördüğü kuzey kabilelerinden biri olan Hunlara teslim olması, başkent Ch’ang-an’da bu duruma şahit olan herkes tarafından şaşkınlıkla izleniyordu. Özellikle saray görevlileri utançtan ve üzüntüden gözyaşlarını tutamıyorlardı. Hatta içlerinden teftiş orta entendanı olan Chih-lang “Aklım bunu kabul etmiyor!” diyerek intihar etti.

Yao, cenaze arabasını (imparatorun bindiği arabayı) yaktı, imparatorluğa ait mühürleri aldı ve saraya geri döndüler. İki gün sonra İmparator, yanındaki bazı görevlilerle birlikte Hun başkenti P’ing-yang’a götürüldü. Başkentte Ts’ung’un huzuruna çıkarıl- dıklarında imparator yardımcılarından biri olan Ch’ü-yün nicedir sakladığı göz yaşlarının akmasına mani olamadı. Bunu gören Ts’ung öfkelenerek onu tutuklattı. Acılarına bir de utanç eklenen Ch’ü intiharı seçti. Ts’ung başta çok öfkelenmiş olmasına rağmen sadakative onurundan etkilendiği için ölümünden sonra onu “Arabalar Generali” ünvanıyla ödüllendirdi.

Hun Hükümdarı Ts’ung, sarayındaki devrik Çin imparatoruna “Huai-an Beyi” ünvanını verdi. Savaştaki başarısından dolayı Liu Yao, çeşitli unvanlarla taltif edildi. Saltanat yılı değiştirilerek “Lung Chia yılı” ilan edildi76. Şehri teslim etmek isteyen Su Lin’in sonu ise hem acı hem de onursuz oldu; Ts’ung onu sadakatsizliğinin ve şerefsizliğinin göstergesi olarak herkese ibret olması için pazar yerinde astırdı.

Ancak çıkan bir isyan sonucunda Hun şehirlerinde on binden fazla insan öldü. Bu isyanın başarısının sebeplerinden biri ve en önemlisi de Hunlara karşı isyancı generali destekleyen Chin halkıydı. Ts’ung, eğer devrik imparator ölürse halkının ondan ümidini keseceğini ve artık bu isyancı generallere destek vermeyeceklerini düşünüyordu. Düşüncesi doğrultusunda hareket ederek Çin imparatoru Ming-ti’yi Hun başkenti P’ing- yang’da öldürttü77.

Ts’ung, Çin karşısında aldığı bu büyük başarılar karşısında kendisini yenilmez bir güç olarak görmeye başlamış, bu gururu ise onun devlet işlerini ikinci plana iterek zevk ve sefahata dalmasına sebep olmuştur.

Babası Liu Yüan-hai’ın bir Çin kurumu olan “imparator” luğu kabul etmesine rağmen Hun geleneklerindeki “ch’an-yü” lük sistemini reddetmemişti78. Liu Ts’ung ise tahta geçince kendini imparator ilan etti ama “ch’an-yü” unvanını ağabeyi Liu İ’ye devretti. Böylece Türk tarihinde yüzyıllardır devletin başındaki en yüksek lidere verilen “ch’an-yü” unvanı ilk kez önem kaybetmiş ve sıralamada ikinciliğe düşmüştür. Bu durum Liu Ts’ung’un ne Çin ne de Hun geleneklerine uymayan gerekli gereksiz bir çok kurum kurmasıyla da perçinlenerek özellikle geleneklerinden kopmak istemeyen Hunların tepkilerine sebep olmuştur. Hun Devlet geleneğinde yer almayan bu kurumların yanısıra Han Devletinde bir başka önemli bir kurum da getirmeye çalışmıştır: Harem

Ts’ung’un ölümünden önce yani 318 yılında Hun sarayındaki eş sayısının artmasını, kadınlara düşkünlüğü bilinen hükümdarın yalnızca bu zaafiyetine yormak doğru olmayacaktır. Son yıllarda ise imparatoriçelik makamında bulunan kadın sayısının yediye kadar çıkmış olmasını ise bu zamana kadar Hun (ve Çin) geleneklerinde bulunmayan bu durumun, harem müessesesinin nasıl işlendiğine dair yetersiz bilgi ve umarsız davranış olarak değerlendirmek gereklidir. Saray kadınlarının sayısının çokluğu bir hükümranlığın kamusal sergilenişi olarak ifade edilebilir. Hükümdarın ordularını bizzat yönetmeyi bırakmasıyla hanedanın hükümdarlık gücü üzerindeki hak ve meşruiyet iddiası, saray törenlerinin şatafatı ve hanedanın cömertliğini gösteren anıtlar vasıtasıyla, yani imparatorluğun ihtişamı ve yüce gönüllülüğü aracılığıyla daha fazla gösterilir79. Nitekim bu durum bir çok imparatorlukta olduğu gibi çok sonraları Osmanlı imparatorluğunda da
görülmüştür. İşte bu anlayışla Liu Ts’ung da saray kadınlarının sayısını arttırmış, dayısının kızlarıyla evlenerek onlara imparatoriçe statüsüne oturtmuş Ayrıca her hanımı için, her vesileyle saraya eklettirdiği bina ve köşklerin sayısı kırkı bulmuştu. Hükümranlık döneminin sonuna doğru sarayda imparatoriçe unvanı taşıyan dört, imparatoriçe mührü taşıyan yedi kadın vardı80.

Liu Ts’ung öldükten sonra yerine oğlu Liu Ts’an geçti81. Asıl adı Shih Kuang olan Ts’an küçük yaşta okumaya ve askerliğe yeteneği olmasına rağmen başbakanlık yaptığı dönemlerden itibaren eğlenceye oldukça meyil göstermeye başladı. Yapmaktan zevk duyduğu şeyler arasında en başta saraya yeni ve şaşaalı bölümler, köşkler eklemek geliyordu. Hatta kendi idari çalışma bölümünü tıpkı Kızıl Saray gibi yaptırmıştı.

Komutanlarından olan kayınbabası Chin Chün82’ün çoktandır tahtta gözü vardı. Yeni imparatoru kendi menfaatleri doğrultusunda ikna etmek için iki kızını ustaca kullandı ve yeni yetkileriyle, fikren çatıştığı bir çok komutan ve bürokratı görevlerinden azletti. Azledilen görevliler ise Ch’ang-an şehrinde bulunan Liu Yao’a kaçarak ona bağlandılar. Sarayda eğlenceye ve içki alemlerine dalan imparator tüm devlet ve askeri işleri başkumandan olan Chin’e terketmişti. Bunu fırsat bilen Chin, nihayet isyanı başlattı ve sarayın Kuang Chih köşkünün önündeki köşke silahlı ve zırhlı asker çıkartarak imparatoru yakalattı ve derhal öldürttü. Liu ailesinden yaşlı genç, kadın erkek demeden pek çok kişiyi doğu pazarında katletti. Eski İmparator Liu Yüan ve Liu Ts’ung’un kurganlarını tahrip ederek atalar türbesini yaktı. Ruhların ağlama sesleri binlerce kilometre uzaklara yayıldı83.

Böylece Chin Chün kendini “Hanların Büyük Kralı ve Başkomutan” ilan ederek Doğu Chin Devletine bağlılığını bildirdi. Bağımsız Hun devletini yıkarak devraldığı tüm mirasıyla Çinlilere bağlanmayı hazmedemeyen bir çok Hun general ve görevli Ch’ang-an’daki Liu Yao’a sığındılar ve birlikleriyle ona bağlandılar. Bazı yüksek görevliler hayatları pahasına da olsa imparatorluğun simgesi sayılan Doğu Sarayını korumak istediler, fakat öldürüldüler. İsyan çıktığını duyan Liu Yao, Ch’ang-an’dan yola çıktı, Kızıl Duvar’a geldiğinde Hu yen-yen ve bazı komutanlar başkent P’ing- yang’dan kaçarak ona sığındılar. Bu generallerin birlikleri onun birlikleriyle birleşti ve Yao, onların da desteğiyle Hsin Yüan yılında İmparator ünvanı aldı. Ülke içinde genel af ilan edildi. Fakat af sadece isyancı Chin Chün’ü kapsamadı.

Yao, ilk iş olarak komutanlarından Liu Ya’yı kuzey topraklarına yolladı. Ya, orada komutan Shih Lo ile birleşti ve ordusunun bir kanadını oluşturdu. Böylece Hun ordusu savaş durumunu aldı. Artık isyanı bastırmak için hazırdılar.

Bu sırada isyancı Chin Chün, komutanı Pu T’ai’84’yı teslim çağrısı için Liu Yao’a gönderdi. Teslim olmak bir yana, Yao, elçiyi derhal Chin Chün’e teslim çağrısını iletmesi için geri yolladı. Pu-T’ai başkente döndü ve Yao’ın isteklerini Chin’a aktardı.Chin, öfkeyle Yao’ın başkentte yaşayan annesini ve ağabeyini öldürterek Yao’a asla itaat etmeyeceğini böylece gösterdi85.

Aynı yıl yani 319 yılı 12.ayda86 isyancı Chin’in sağ ve sol süvari komutanları Chin K’ang ve Ma Ch’ung ile diğer ileri gelenler Chin’i öldürdüler ve aralarından Chin Ming’i lider seçtiler, imparatorluğun altı mührünü Pu T’ai ile Yao’a gönderdiler. Böylece Yao’ın imparatorluğu bu mühürlerle resmi olarak onanmış oldu.

Oysa bu, kuzey topraklarında gizliden gizliye imparatorluk üzerine hayaller kuran Shih Lo’yu kızdırdı. Askerlerinin sayısını çoğaltarak Chin ming üzerine P’ing-yang’a gönderdi. Saldırılara bir süre dayanan Ming’in birlikleri yorulduğu için kayıplar vermeye başladı. Bunun üzerine Ming, Yao’a adam göndererek yardım istedi. Yao, derhal iki birliğini yola çıkardıysa da Ming, şehir halkından 15.000 kişiyi de alarak şehri terketti Ch’ang-an’a geldi. Yao, hem şehri terkedip düşmana bıraktığı hem de yardımın gelmesini beklemediği için çok sinirlendi ve onu ve ailesini ölümle cezalandırdı87.

Yao, Hun başkenti P’ing-yang’ın artık güvende olmadığı, Shih Lo’nun tehdidi altında olduğuna kanaat getirdi. Öncelikle isyancı Chin’in öldürdüğü annesinin mezarını oradan Su-i şehrine naklettirdi ve anısına Yang Ling Kurganı’nı yaptırdı. Ölmüş baba ve büyük babasına ünvanlar verdi. Bunun üzerinden çok geçmemişti ki Shih Lo, başkente saldırdı ve Hun sarayını yaktı.

319 yılı ikinci ayda Shih Lo biat etmek istediğini iletmesi için emrindeki Wang- hsiu’yu Yao’a gönderdi88. Fakat emrindeki bir görevli onu uyararak Wang’ın asıl amacının Yao’ın ordusunun durumunu öğrenmek için gönderilen bir casus olduğunu belirtti. Yao, bu durumdan oldukça tedirgin oldu, çünkü ordu o sırada oldukça yorgundu ve çıkacak bir savaşta kaybetme ihtimali oldukça fazla idi. Düşmanın bunu öğrenmesi henüz kurulmuş olan devletin geleceğini etkileyecek kadar ağır bir bedelle ödenmesi demekti. Bu yüzden Shih Lo’nun elçisi Wang’ı pazarda astırdı.Gerçekten de Yao’ın bu kararı oldukça isabetliydi. Çünkü Shih Lo, P’ing-yang baskınından sonra ülkesine dönmemiş, üstelik Yao’ın en yakın adamını da kendi tarafına çekmeyi başarmıştı. Yao’a saldırmak için casus Wang’dan gelecek olumlu bir haber beklemekteydi. Fakat Wang
bu planı gerçekleştirememişti. Böylece Shih Lo üçüncü ayda kuzey topraklarına geri döndü. Birkaç ay sonra da burada kendi devletini kurdu.

Yao, aynı yıl başkenti Ch’ang-an’a taşıdı. Eşi Yang-chih’ı imparatoriçe, oğlu Hsi’yi ise veliaht ilan etti. Diğer oğullarından Hsi’yi Chang-lo şehri Kralı, Ch’an’ı ise T’ai-yüan Kralı yaptı. Yao, altıncı ayda Ch’ang-an kentinin kuzey güney doğrultusunda şehir dışında, inançları gereği Atalar türbesi inşaa ettirdi89.

Gerçekten de Liu Yüan-hai Hun devletini kurarken Çin topraklarını yönetme isteğini halkın gözünde meşrulaştırmak için Hunların Motun zamanında Han Hanedanlığı ile evlilik yoluyla akrabalık kurduklarını, yani soylarının Han soyundan geldiğini vurgulamaya çalışmıştır. Bölgede yaşayan halk genellikle Çinli idi. Ona göre tahtı ele geçirmek için askeri başarının yanısıra Çinli halkın hoşnut tutulması da elzemdi. Böylece iç huzur sağlanacak ve halk Chin Devletinden geriye kalan varislere destek vermeyecekti. İşte bu siyaset doğrultusunda Liu Yüan, devleti kurar kurmaz Han ataları için türbe yaptırmış, devletin adını eski Han hanedanlığına atfen “Han” koymuş ve Çinli halkın memnuniyetini kazanmaya çalışmıştı. Liu Yao ise artık bu siyasetin
amacına ulaştığını, Hunların Çin topraklarında yere sağlam bastığını görmüştü. Bundan sonra artık “kendi ataları” için türbe yapmak ve devletin “Han” olan adını değiştirmek gerektiğine inanmaktaydı. Böylece devlet, büründüğü “Çinli” kimliğinden sıyrılıyor ve millileşiyordu. Liu Yao, bundan böyle artık zamanının geldiğine inanarak devletin kuruluş aşamasında takip ettiği politikayı değiştirmeye başladı90. Böylece devletin kimliğinin “Hun” olduğunun altı çizildi.

Devletin yeni adı için sunulan teklif şöyle idi:

“Devletin ilk imparatoru Liu Yüan-hai Lu-nu şehri yöneticisiydi. Bu şehir Chung- shan’a bağlıdır. Siz ise P’in-lo da başarı sağladınız. Bu da Chung-shan’dedir. Chung- shan ise Liang Bozkırının bir parçasıdır ki Bu parçaya “Chao” denir. O halde devletin adı Chao olsun!" Yao bu teklifi çok beğendi ve memnuniyetle kabul etti. Şunları ekledi:

“Bizde büyük baş hayvanın kara olanı makbuldür. Öyleyse bayrağımız (tuğumuz) siyah olsun!”dedi.

Böylece ch’an-yü Motun “Gök” ile, İlk imparator Liu Yüan-hai ise “tanrı” ile eş tutuldu. Ülke içinde ölüm cezası altındaki tüm cezalara genel af getirildi91.

Ancak Kuzey Topraklarının güçlü komutanı Shih Lo, Liu Yao’ın başa geçmesini kabul etmedi ve bütün orduları ve halkıyla İlk Chao devletinden ayrılarak kendi topraklarında Chao Beyliğini kurdu. Batıda Tibetlilerle mücadele eden Yao, kısmen de olsa bu sorunu çözmüştü. Fakat biliyordu ki asıl büyük tehdit unsuru, kuzeyde giderek güçlenmiş olan Shih Lo idi. Üstelik Lo, Yao “imparator” ünvanı aldığı zaman kendini “Chao Kralı” ilan etmişti. Bu durum bu Hun liderinin bir anlamda kendini imparatora rakip olarak göstermesiydi. Lo’nun tek eksiği bir imparatorun sahip olması gereken imparatorluk mühürleriydi. Yao, batıda Tibetlilerle meşgulken Lo kendi ülkesi içinde yeni kanunlar çıkarıyor, iç düzeni sağlamaya çalışıyor, ekonomiyi düzeltme ve sağlamlaştırma çabalarına girişiyor ve zaman zaman da Yao’ın topraklarına saldırıyordu. 325 yılında Yao artık Lo’ya karşı seferberlik ilan etmenin zamanı geldiğine inandı. Komutanlarından Liu Yo’yı Lo-yang’da bulunan Shih Lo’nun komutanı Shih-sheng üzerine yolladı. Yao’ın generaline yakın bölgelerden katılan 5000 zırhlı asker eşlik ediyordu. Ayrıca bu birliğe bir gecede 10.000 civarında asker de katıldı. Liu Yo, orduyu Men-chin’den idare ediyordu. Bu arada ona destek olmak için Doğu bölgesi idarecisi Hu-yen Mu, Hsiao-ming’nin doğusundan yola çıkmıştı92.

Liu Yo, ilk önce Shih-sheng’a yardım gelecek yerleri kesme amacıyla Lo’nun, Meng Chin93 ve Shih-liang adlı iki sınır garnizonuna birden saldırdı ve ele geçirdi. Bu savaşta Shih Lo’nun 5000 subayını öldürüldü. Bu zaferin ardından ordu hiç duraksamadan asıl hedef olan ve Chin-yung şehrinde bulunan Shih-sheng’a saldırıya geçti, şehri kuşatma altına aldı. Fakat bu sırada Shih Lo’nun büyük komutanı Shih Chih-lung kuşatma altında kalan Sheng’e yardım için 40.000 kişilik bir kuvvetle Ch’eng-kao Kuan’dan yola çıkmış bulunuyordu. Liu Yo, hazırlıklı bir şekilde onu beklemeye başladı. İki ordu Lo-yang şehrinin batısında karşılaştılar. Bu büyük çarpışma sonucunda Liu Yo, ağır kayıplara uğradı ve bir müddet önce ele geçirdiği garnizonlardan biri olan Shih-liao garnizonuna geri çekildi. Onu takip ederek peşinden gelen Shih Chih-lung garnizonun çitli hendeğini kuşattı. Böylece Liu’nun artık kendini savunması imkansız hale gelmişti. Dışarıyla bağlantısı tamamen kesilen orduda kıtlık çıktı. Yiyecek hiç bir şey bulamayan askerler atlarını kesip yemek zorunda kaldılar. Bu sırada Shih Chih-lung, Liu Yo’ya yardıma gelen Hu-yen Mo’yu da yendi ve bu değerli komutanı öldürdü. Durumun vehameti üzerine Liu Yao, bizzat orduları yöneterek yardım için yola çıktı. Bu arada Chih-lung, ordusunu 30.000 kişilik taze güçle kuvvetlendirmişti94.

Yao’ın ordusunun öncü birlikleri komutanı Liu Hei, Shih Chih-lung’un generali Shih-ts’ung’u Pa-t’e pan denilen yerde hezimete uğrattı. Liu Yao, Chin-ku’da konuşlandı. Gece orduda sebepsiz bir panik yaşandı, ordu dağıldı, kalan kuvvetler derhal Min ch’ih’ya geri çekildi. Yao, burada henüz konuşlanmıştı ki, Liu Yo ve 80 en iyi subayının Chih-lung tarafından yakalanıp öldürüldüğü, 16.000 askerin Shih Chih- lung’a bağlandığı haberini aldı. Bu değerli subaylarının başına gelenler onu öylesine üzmüştü ki beyaz matem elbisesini giydi ve gözyaşlarını kimseye göstermemek için şehir dışına çıktı. Bir hafta boyunca onlar için yas tuttu ve ağladı. Bu sırada bir gece yine panik çıktı, askerler dağıldı. Orduyu yeniden toparlamak artık mümkün değildi. Böylece hiç savaş yapılmadan Ch’ang-an şehrine; başkente geri dönüldü95.

Yao, bu yolculuğunda hastalanmıştı. Ülkesine sağ salim geri döndüğü için ölüm cezasının dışındaki bütün suçları kapsayan büyük bir af çıkardı.

Shih Chih-lung, Shih Lo’nun emriyle beraberinde 40.000 kişilik bir kuvvetle Chih- kuan’ın batısından Liu Yao’a saldırmak için yola çıktı. Sarı Irmak’ın doğusunda kalan elliden fazla yerleşim yerini alarak P’u-pan şehrine girdi. Bu çok tehlikeli gelişme sonunda Liu Yao bizzat karşı koymak istedi ancak Tibetli düşmanları olan Chang chün ve Yang nan-ti’nin şehri boş buldukları anda Ch’ang-an’a saldıracaklarından çekiniyordu. Bu yüzden Ho-chien kralını Ch’in-chou bölgesindeki Tibet gruplarını dağıtma işiyle görevlendirdi. Kendisi de kuzey topraklarındaki asıl tehlike üzerine gitmeye karar verdi. Shih Chih-lung, bu haberi duyunca korktu ve ordusuyla birlikte geri çekildi. Yao, onu takip etti ve Kao-hou önlerinde yakaladı. Yapılan büyük muharebe sonunda Chih-lung’un ordusu büyük bir yenilgiye uğradı. Yao, onun generallerinden olan Shih Tan’i yakaladı ve öldürdü. Bu savaşın sonunda İlk Chao Devleti 200 li genişliğinde toprakları ele geçirdi ve çok büyük bir yağma elde etti. Bu sırada Shih Chih-lung, Ch’ao-ke’ya kaçmıştı. Yao, kazandığı zaferin ardından Ta-yang’dan yola çıktı ve Chin-yung şehrinde Shih Sheng’a saldırdı. Shih lo ile mücadelesinde peşpeşe kazandığı zaferler Yao’ı çok mutlu etmişti. Bundan dolayı artık asker üzerinde gerekli denetimleri yapmıyor, sevdiği veziriyle içki ve kumar alemlerinde eğlenmeye bakıyordu. Çevresindekiler onu uyarmaya çalıştılar fakat boşunaydı; o, hiçbir uyarıya kulak asmadığı gibi uyarıda bulunanları da cezalandırıyordu.

Aniden çıkan rüzgar, öylesine şiddetliydi ki ağaçları yerinden söktü, sis, ortalığı gözgözü görmez bir hale getirdi. Bu belitiler belki de Gök tanrının kızgınlığının bir ifadesiydi.

Yao, vezirleriyle eğlence içindeyken Shih Chih-lung, Shih-men’i işgal etmişti. Shih Lo, büyük bir ordu toplamaktaydı; at ve silah sayısını arttırıyordu. Derken Lo’nun Sarı At Geçidini tuttuğu haberi geldi. Lo’nun öncü birlikleri aniden Lo Nehri beylerine saldırıya geçtiler. Bu beylerin aralarındaki Chieh Hunlarından olanlar saf değiştirip kendilerinden olan Shih Lo’ya katıldılar. İşte bu beklenmedik gelişme savaşın dengesini Yao aleyhine değiştirdi. Derhal karşı atağa geçerek Chin-yung şehrini muhasara altına aldı. Lo Nehrinin batısında, Kuzey batı doğrultusunda on li’lik bir bölgeyi ele geçirse de ibre artık tersine çalışıyordu. Gençliğinden beri düşkün olduğu, yaşlandıkça dozunu arttırdığı içki onun bu zorlu savaş anlarında vazgeçemediği en büyük yıkıcı güç oldu. O büyük savaşın yapılacağı gün yine çok içkiliydi. Genellikle savaşlarda bindiği doru atı96 sebepsiz bir şekilde aniden ayağını burktu ve o da başka bir ata binmek zorunda kaldı Yola çıkarken birkaç kadeh daha içti. Savaş meydanında Hsi-yang kapısı önlerinde el işaretleriyle orduyu idare etmeye kalkışınca düşman tarafından farkedildi ve müteakiben ordusu kaçınılmaz olarak büyük kayıplara uğradı. Yao, sarhoş bir şekilde geri çekilmeye çalışırken atı tökezleyince yere düştü. Bu düşüş sadece onun değil İlk Chao devletinin de düşüşüydü.

Sayısı ondan fazla yara alan Yao yakalandı ve Lo’nun huzuruna götürülürken Lo’nun komutanlarından olan Shih sheng’e:“Shih Sheng! Ch’ung Men’deki zaferimizi unuttun mu?” diyerek eskiden dirsek dirseğe savaştığı insanlarla bugün boğaz boğaza geldiklerini ifade etmeye çalıştı. Bunun üzerine Lo ona; “Bugün olanlar Gök’ün isteğidir!” dedi. Böylece artık “kut”un kendisine devredildiğini, devletin başına kendisinin geçmesini Tanrının istediğini vurguladı.

Bir süre sonra Yao’ın yaraları kötüleşti. Yao’a mümkün olduğunca iyi davranmaya gayret eden Lo, onu imparator arabasına bindirerek en iyi hekimlerden olan Li yung’a tedavi olmaya gönderdi.

Bir gün, Pei yuan şehrinde yaşlı bir adam onunla görüşmek için yetkililerden izin aldı. Bu ihtiyar elinde bir içki kadehi taşıyordu. Ve Yao’ın huzuruna çıkarak: “Bukuk97 kral! Geçidin98 sağında imparator ünvanı aldınız. O zamanlar çok önemliydiniz. Sınırlarınızı ve topraklarınızı korudunuz. Ama ordunuzu iyi kullanamadınız ve Lo- yang’da yenildiniz. Bu kötü talih Gök’ün isteğidir. İşte size bu büyük ayrılma için özel bir kadeh!” dedi. Yao ona çok kızdı ve azarladı. Lo bunu duyunca:“Ülkesini kaybeden bir adamın yaşlı bir kişiyi azarlamak için yeterince hakkı vardır!” dedi.

Bir süre sonra Lo, Yao’ı Hsiang Kuo şehri civarındaki Yung Feng adlı küçük bir şehre yolladı. Orada rahat ikamet etmesi için herşeyi yaptı hatta ona birkaç cariye bile verdi. Fakat herşeye rağmen askerleriyle onu sıkı bir gözetim altında tutmayı da ihmal etmiyordu. Yao’ın generallerinden Liu Yo ve Liu Chen’ın atlı olarak, en iyi elbiselerini giymiş kadın ve erkekten oluşan grubun ise yaya olarak onu ziyaret etmelerine izin verildi. Şerefine bir ziyafet düzenlenmişti. Yao o gece onlarla bazen sohbet etti, bazen de başına gelen bu olayın sebeplerinden bahsetti. Gece sonunda grup ondan ayrıldı ve geri döndü. Lo, İlk Chao Devletinin veliahtı olan Hsi’ye yazılı bir buyruk göndererek derhal teslim olmasını emretti. Yao ise oğluna:“Büyük vezirlerinin yardımıyla ulusun sunağını99 koru! Bil ki benim düşüncelerimde hiçbir değişiklik yoktur!” diyerek oğluna devleti sonuna kadar korumasını, bunun için ona yardımcı olacak değerli adamların yanında olduğu mesajını vermeye çalıştı. Bunu duyan Lo çok öfkelendi ve onu öldürttü100.(328)

Bu arada İlk Chao Devletinin bürokrat ve subayları, Liu Yin’e Yao’ın ölümünden dolayı ordunun birlik ve bütünlük duyguları içine girdiğini, bu yüzden bu fırsatı kaçırmadan yeniden saldırıya geçilmesi gerektiğini söylediler. Yin, bu teklife çok sinirlendi ve bu teklifle gelen bazı görevlileri ölümle cezalandırdı. Başlarına aynı şeyin geleceğinden çekinen yüzlerce görevli kaçarak civardaki başka liderlere sığındılar. Bölgede büyük isyanlar başladı. İlk Chao Devletinin yıkılmakta olmasından faydalanmak isteyenler 10.000 kadar asker toplayarak Ch’ang-an şehrine saldırdı ve Lo’ya elçi gönderdiler. Lo, Shih sheng’ı göndererek Lo-yang’ın halkını teslim aldı. Ying, onbinlerce kişiden oluşan bir kuvvet topladı ise de Shih sheng, Ch’ang-an, Lung-tung, Wu-tu, An-ting, Hsin-p’ing, Pei-ti, Fu-feng ve Shih-p’ing bölgelerinin beylerinden topladığı kuvvetlerle Ying’e karşı koydu. Ying, Chung-chiao’da konuşlandı. Fakat Shih Lo, Sheng’a Shih-chih-lung’u 20.000 kişilik bir birlikle yardıma gönderdi. Savaş İ ch’ü adlı yerde oldu. Ying’in ordusu yenildi. 5000 kişi öldürüldü. Ying kaçmayı başardıysa da kısa bir süre sonra yakalandı. Shih Chih-lung Ying’i ve onun maiyetinde görevli 3000 kişiyi katletti.

Müteakiben İlk Chao Devletinin subay ve memurları ile geçidin doğusundaki göçebeleri ve Ch’in-yung’daki Büyük ulusun 9000 kişilik halkını Hsiang- kuo’yagötürdüler. Ayrıca onların kral ve beyleri ile Beş Bölgenin Tu-ku kabilesinden
5000 kişi’yi Lo-yang’a yerleştirdiler ( 329)101.

Böylece İlk Chao Devleti tarih içinde yer aldığı görevi bitirdi. Artık fikir ayrılığına düştükleri 318 yılından beri Chao Krallığı adını alarak Çin topraklarında kuvvetlenmeye başlayan başka bir Hun kabilesi aynı adla Chao Devletini devam ettirecekti. Tarihçiler bu devlete Sonraki Chao ya da II. Chao Devleti adını verirler.

Askerî Teşkilat

Sadece hafif zırhla korunmuş ve tamamı atlı okçulardan oluşan bir ordunun, nasıl bunca orduları yok ettiği ve hattâ iyi eğitimli, tam zırhlı ve yüksek tecrübeli Roma lejyonlarını yendiği, ilk bakışta hayret vericidir. Bu zaferlerin sırrını çözebilmek için, Hunlar'ın savaş taktiklerini, silahlarını ve nasıl organize olduklarını iyi bilmek gerekir.

Atlar, Hun askerî kuvvetinin temel taşıydı. Daha sonraları Avarlar ve Macarlar gibi Türk kavimleri de atı, ataları Hunlar gibi iyi kullanmışlardır. Hun atları, Avrupa atlarından farklıdır. Bunlar daha küçük, tüylü ve daha dayanıklı, cesurdular. Bu atlar sayesinde Hunlar, düşmanlarından 5 kat daha uzun mesafeleri, onlarla eşit sürede alabiliyorlardı. Bütün askerler, yanlarında en az iki at taşırlardı ve bu yedek atlar sayısı, 5 e kadar çıkardı. Bunun, iki nedeni vardı. Eğer savaşta atı ölürse, diğer atlardan birini kullanabiliyordu ve üstelik çok sayıda at, düşmanların, Hun kuvvetlerinin miktarını tam olarak kestirmesini engelliyordu. Hun askerleri, ikmal yolları kurmazlardı. Her asker, yiyeceğini, silahını, çadırını, sefere çıkmadan önce ayarlamak zorundaydı ve bunları yedek atlara yüklerdi. Hun atları da, askerleri gibi, çok hafif zırhlı idiler. Hunlar, semeri kullanmasını biliyorlardı, fakat, üzengiyi kullanmamışlardır. Aslında kullanmalarına gerek olmadığı da bazı Çin ve Avrupa tarihçileri tarafından bahsedilmektedir. Çünkü, Hun askerleri, ata, sözleri ile hakim olabiliyorlar, böylece ok ve kılıç kullanırken, çok rahat hareket edebiliyorlardı. Emirlerle atların düşman atlarını ısırması ve yere düşen düşman askerinin ezilmesi sağlanıyordu. Üzengi, Avarlar sayesinde 5. yüzyılda Avrupa'da yayılmaya başlamıştır.

Hun atlı okçuları, "Birleşik Yay" diye bilinen, çok güçlü ve etkili, ağaçtan yapılma, boynuz ve deriyle kaplanmış bir yay kullanıyorlardı. Elbetteki bu yaylar, yerin altında binlerce yıl kaldıklarından, bugün sadece kemikle kaplanmış kısımları mevcuttur. Bir Macar okçuluk uzmanı ve seyisi, Lajos Kassai, yıllar sonra Hun hikâyelerine, buluntulara ve arkeolojik kazılara dayanarak Macar, Hun ve Moğol yaylarını üretmeyi başarmıştır. Bu şekilde bir yayla, bir asker, 2 yaya sahip olmuş oluyordu. Bu yaylar, kuru tutulmak zorundaydılar. Askerler, yanlarında deriden yapılma bir sadak taşırlardı. Bu çeşit bir yayı üretmek, genelde yarım sene alıyordu. Öncelikle kayın ya da akça ağaç diye bilinen uygun ve şekil alabilir bir ağaç olması gerekiyordu. Yay'ın gövdesine, boynuz ve sert odun parçaları yapıştırılıyordu. Deriyle kaplanarak, nem karşısında önlemler alınmış oluyordu. Bu yay sayesinde, Avrupalı askerlerin kullandıkları yaylardan daha etkili ve hızlı bir şekilde atış yapabiliyorlar, daha az yoruluyorlardı. Şimdi düşünün, 10 000 atlı asker, düşman karşısında ve atlarını sadece sözleri ve diz hareketleri ile yönetiyorlar, ellerinde en az 3-4 ok var, yani bu bir dakikadan az bir sürede, aynı anda 40 000 ok demek.

Hun ordusu yakın savaşa pek girmese de, mecbur kaldığında genellikle mızrak ya da pala, hançer kullanırlardı. Askerler, küçük yaştan itibaren eğitilmeye başlanır, onlara at sürmesi, yay ve kılıç kullanması öğretilirdi. Okçuluk talimleri, genellikle fare, kuş, gelincik, daha sonra tavşan ve tilki gibi küçük hayvanlara karşı yaptırılırdı. Böylece, büyüdüğünde mükemmel derecede at süren ve yay kullanan, kusursuz bir atlı okçu savaşçı yetişirdi.

Hunlar gibi atlı göçebe milletler, genellikle savaşlarda mahvediciydiler. Kullandıkları taktikler, Avrupa orduları ve Çin piyadeleri için bilinmeyen ve sezilemeyen tuzaklarla doluydular. Hun askerleri, hep sayıca üstün kuvvetlerle savaştıkları için, öncelikle onların sayılarını etkisiz hale getirene kadar ok yağmuruna tutar, iyice yıpranan düşmana mızrak ve kılıç hücumuna çıkarlardı.

Oklara karşı kalkan kullanmayı deneyen ordulara karşı ise, grup halindeki okçularla ateş ederlerdi. Önce havadan ok yağmuru başlar, diğer grup da hemen, kalkanlarını havaya kaldırmış askerleri oklardı. Genellikle, pusu kurarak hücum etme taktiği kullanılırdı. Avrupalı ve Çinli tarihçiler, Hunlar'ın en tehlikeli ve hileli taktiğini, yani bizim bildiğimiz Turan Taktiğini şöyle tanımlamışlardır:

Ordu bütün kuvvetleri ile düşman hatlarına hücum eder, kısa bir süre çarpıştıktan sonra, bir işaretle geri çekilir, gözünü hırs bürümüş düşman, zaferi kazandığına inanıp Hun ordusunu takibe koyulur, ancak ani bir işaretle Hun atlıları, eğerlerinin üzerinde ters döner ve 3-5 ok atarak ön hücum hattının saldırısını kırarlar ve bu sırada yanlara açılmış Hun okçuları, düşmanı iyice çevirmiştir. Avrupa tarihçileri bile, bu taktikleri ve iyi organize olmuş savaş düzenini, barbar ve kana susamış ilkel kavimlerin yapamayacağını kabul etmiştir.

İktisat

Aslında İktisat ve Hun, birlikte düşünüldüğünde, çoğu kişi şaşırabilir. Çünkü Hunlar, bugüne kadar göçebe koyun çobanları olarak bilinirlerdi. Fakat yeni araştırmalar, bu bakış açısını değiştirmiştir.

Baykal Gölü etrafındaki son kazılardan sonra Bilim adamları, Hiung-nular'ın sadece koyun çobanlığına dayanan ekonomisi görüşünü terk etmişlerdir. Hunlar'ın şehirler kurduklarını, bunların etrafını sıkı duvarlarla koruduklarını, taştan ve odundan sürekli kullanmak için evler yaptıklarını, sadece çadır kullanmadıklarını tespit etmişlerdir. Bu bölgelerin ticaret ve tarım merkezleri olduğu, esnaf ve birçok zanaatkârın bulunduğu, ayrıca Hunlar'ın pulluğu kullandıkları, arpa ve buğdayı bildikleri ortaya çıkmıştır. Hunlar'a ait oldukları kanıtlanmış birçok mezarda ise, bazı tarım aletleri, bugünlerde Rusya'da bulunmuştur. Hunlar, buğdayı büyük çukurlarda saklamışlar, iki taşın arasında öğütmüşlerdir. Ayrıca çanak ve çömlek kullandıkları, demiri ve bronzu işledikleri anlaşılmıştır. Ticaret kervanları, Çin'e ve İran'a kadar ulaşmıştır. Ormanlar da Hunlar'ın ekonomisinde çok etkili olmuştur.

Son zamanlarda bazı gazete ve mecmualarda, Türklerin mensup olduğu ırk hakkında bazı yazılar çıktı. Bunların hülâsası şudur:

“Türkler Sarı Moğol ırkından değil, beyaz aryanî ırkındandır.”

İlim yolu ile söylenmek istenen ve fakat objektif esaslara istinat etmiyen bu hükümler hakkında düşündüklerimizi ve bugün bilinen şeyleri söylemek istiyoruz:

1- Bugün insan zümreleri artık renklere göre değil, dillere göre tasnif olunuyor. Eskiden beyaz ırk namı altında toplanan Aryanilerle Samilerin birbirinden çok uzak olduğu, keza eskiden sarı ırktan sayılan Türk ve Moğollarla Çinlilerin hiçbir ırkî yakınlığı olmadığı artık bugün herkes tarafından kabul edilmiştir.

2- Eskiden Türkler, sarı ırkın Ural – Altay zümresinden sayılır ve bu zümreye, Türkler, Moğollar, Tonguzlar, Finler ve Macarlar sokulurdu. Bugün Fin ve Macarların yakın akrabalığı ispat olunmuş ve hatta Fin, Eston ve Macarlardan mürekkep bir Fin – Ogur teşekkül etmişse de Türk, Moğol ve Tonguzların bunlarla akrabalığı ispat olunamamıştır.

3- Diğer taraftan Türklerle Moğolların bir asıldan geldiği kat’i suretle ispat olunmuş ve Tonguzların bu zümreye iltihakı için, muvaffakıyetli mesaiye başlanmıştır. Hatta şimdiye kadar sadece Türk sayılan Çuvaşların da Türklükle Moğolluk arasında olduğu anlaşılmıştır.

4- Türkler ve Moğollarla Aryaniler arasında ise şimdiye kadar hiçbir yakınlık gösterilmemiş ve ispata kalkışılmamıştır.

***

Türklerin aryani ırkından olduğu hakkındaki yanlış düşüncelerin niçin kabul edilmek istendiğini bilmiyoruz. Sanırız ki, Moğolların vahşi ve barbar, Aryanilerin ise medeni olduğu hakkındaki eskimiş telakkiler buna sebep oldu. Bu telakki bazan o kadar garip şekiller aldı ki, Kürtler hakkında bir seri makale neşreden bir zat, kendisine göre saydığı bir takım delillerden sonra “Kürtlerin de Türkler gibi Aryani ve Türk cinsinden olduğunu” ilan etti.

Bu meseleyi yalnız hissi düşüncelerin mahsulü de telakki edemeyiz. Vahşi Moğollarla akraba olmamak için, Turancılık inkar ediliyorsa, Çingenelerin de mensup olduğu Aryani ırkına girmek hislerimizi daha çok incitmez mi?

Moğol, ne kadar medeniyetsiz ve barbar olursa olsun, hiç olmazsa hakiki bir askerin meziyetlerine maliktir. Halbuki, Türk-Moğol akrabalığı bugün ilmi bir hakikattir. Bunları tarihleri ve kanları o kadar birbirine karışmıştır ki, ayrı ayrı tetkik edilmelerine imkan yoktur. Aynı adı taşıyan kabilenin yarısı Türkçe, yarısı Moğolca konuşuyor. Hatta bazan tarihin bir devresinde Türkçe konuştuğu halde bir zaman sonra Moğolca konuşan ve yahut her iki dili birden kullanan kabileler görüyoruz. Nitekim, Çingiz Han Moğollaşmış bir Türk’tü. Aksak Temür ise, Türkleşmiş bir Moğoldu.

***

Tarih tetkikatı ilerledikçe, Türklerin ve Moğolların barbarlığı hakkındaki telakkilerin çok mübaleğalı olduğu meydana çıkıyor. Bunların yaptıkları fütuhatın da büyük medeni neticeleri olduğu anlaşılıyor.

Türklerin Aryani sayılması neticesinde meydana çıkan telakkilerden biri de Hititlerin Türk olmasıdır. Bunu ileri süren nazariyeciler, Türklerin Anadoludaki eskilikleri ispat etmek ve bir veraset hakkı bulmak istiyorlar. Şüphesiz hissi cihetten bunu hepimiz isteriz. Fakat ortadaki hakikat şudur: Hititlerin abideleri okunmuş ve bunların Türk değil, Aryanî oldukları anlaşılmıştır. Hititlere intisap için Aryaniliği kabul ise, bizim için çok tehlikeli bir yoldur. Bir defa ırkımızın antropolojik hususiyetleri hiç de Aryanîlere uymaz. Hatta bizim antropolojik hususiyetlerimizi inkar ederek Anadolu Türkünü eski Yunanlıların bekayası diye göstermek isteyenlere faydalı bir zemin hazırlamış oluruz. Bugünün ilmî hakikatlerine dayanarak, düşüncelerimizi şöyle hulâsa edebiliriz:

Türkler için yabancı kavimlerin medeniyetine sahip çıkmaya lüzum yoktur. Biz, bizzat kendi yarattığımız medeniyeti tamamen meydana çıkarabilirsek vazifemizi yapmış oluruz.

Bugün medeni bir millet olarak yaşamak için, İsa’dan önceki asırlarda bir medeniyet yaratmış olmaya lüzum yoktur. Nitekim, bugünkü Avrupa milletlerinin hiç biri böyle eski bir medeniyete sahip değillerdir. Garbın medeniyette şarka üstün gelmesi 16’ıncı asırda başlamıştır. Eğer bilmediğimiz vesika ve deliller mevcut da bunlara müstenit yeni ve orijinal bir tez müdafaa edilmek isteniyorsa, şüphesiz bunun da yeri gazete sütunları değildir.

Böyle yazılar gençlerimizi ve henüz Türk tarihi ile yakından ve derinden alakadar olmayan kardeşlerimizin fikirlerini bulandırır. Mazimize karşı, itimat hislerini azaltır. Mevcut hakikatlere de şüphe ile bakmasına sebep olur. Bunun için Türk yavrularına gayet açık olarak söylemeliyiz ki: “Senin ataların çorak topraklarda, sert iklimlerde ve kalabalık milletlerin arasında yaşadığı için, mükemmel asker olmuş ve ömrü tabiatla ve milletlerle savaşarak geçmiştir. Buna rağmen fırsat bulduğu zaman, yüksek medeniyetler kurabilmiştir. Fakat askerlikte kazandığı yüksekliği, henüz medeniyet sahasında göstermeğe vakti olmamıştır.”

Bu halde, bizim anamız olan ırkın adı nedir?... Buna Altay ve Turan ırkı diyorlar. Biz bu ana ırktan türiyen ve sonra onun ayrıldığı şubelerden birini teşkil eden bir koluz. Aryanî olmadığımız ise, şarkî Türkistan’da bulunan resimler ve elde edilen Türk heykelleri ile de meydana çıkmıştır. Bu resimlerden mühim bir kısmı Alman âlimleri tarafından neşredilmiştir. Onlarda, Türk, Çinli, İranlı ve Hintli simaları gayet karakteristik bir suretle birbirinden ayrıdır. Bu mukayese de Aryanî olmadığımıza son ve müsbet bir delil teşkil eder.

H.NİHAL ATSIZ

TÜRK MİLLETİ

Anayurt

Türklerin anayurdu Orta Asyanın batı bölümleridir. Tiyaşan yahut Tanrı dağları denilen sıradağ Türkeli'nin belkemiğidir. Türkistan'a hayat veren büyük ırkların çoğu buradan çıkar. Bugün Moğolistan dediğimiz yer de eskiden Türk ülkesiydi. Türkelinin batı sınırı Edil ırmağıdır. Bu ülkenin iklimi umumiyetle sert olup büyük bozkırlarla doludur. Geniş mesafeler arasında az insanlar otururdu. Bu iklim ve yayla – bozkır hayatı Türkleri az konuşkan, ciddi, sert, kuvvetli ve cesur yapmıştır. Türklerin tarihini öğrenirken anayurtta oturan Türklerle anayurt dışına çıkan kalabalık yabancılarla karışan ve yabancılar üzerinde hakim ve azınlık halinde kalan Türklerin tarihini ayırmak lazımdır. Biz, tabii ana yurtta kalan Türklerden bahsedeceğiz. Anayurt Türklerinin tarihi aralıksız bir tarih silsilesidir. Anayurt dışı Türklerinin tarihi ise kesik parçalardır.


Türk Irkı

Türk ırkı tarihten önceki zamanlarda teşekkül ettiği için onu meydana getiren unsurları iyice bilmiyoruz. Yalnız bu ırk esas itibarile brakisefaldir. Bir kısmı sarışın – açık renk gözlü, bir kısmı da kara saçlı – koyu renk gözlü olmakla beraber yüzün biçimi bakımında birbirine çok benzerler. Elmacık kemikleri biraz çekiktir. Türk ırkı uzun veya orta boylu insanlardan mürekkeptir. Dilleri göz önünde bulundurulmak şartıyla Moğullar ve Monçularla akrabadırlar. Hatta Macar-Fin-Estonlardan mürekkep olan “Ural” veya Fin-Oğur” zümresi ile de akrabalıkları muhtemeldir. Bu takdirde Türklerin mensup bulunduğu “Altay” veya “Turan” zümresi ile Ural zümresinin yakınlığı şöyle bir şema ile gösterebiliriz.

“Turan” adını altı millete birden vererek “Ural – Altay” yerine “Turan” kelimesini kullananlar da vardır.


Sakalar

Tarihte bilinen en eski Türkler Sakalardır. Bunların varlığı millâttan önceki yedinci asırdan başlar. Hiç şüphesiz bunlardan daha önce de Türkler, yani Türklerin ataları olan boylar vardı. Fakat onlar hakkındaki bilgimiz pek eksiktir ve tarihi sayılamaz. Sakalar orta Tiyanşanda yaşıyorlardı. Bunların daha batısında, yani Aral Gölü ve Hazar Denizi arasında da Sakaların büyük bir kolu sayılan Mesagetler bulunuyordu. Sakalar, İranlılarla durmaksızın çarpışmışlardır. Bunarın bir kahramanı mitâttan önce 624’te İranlılar tarafından hile ile öldürülmüştür. İran padişahı Kirus milâttan önce 545-539 yıllarında Sakalarla çarpışarak Batı Türkistanın cenup bölümlerini zapetti. Sırderyaya kadar ilerledi. Fakat Masagetlerin kadın hükümdarı “Tamiris” yahut “Demurus”la yaptığı savaşta yenilip öldü.

Milâttan önce 330-327 arasında Makedonyalı İskender kumandasındaki Yunanlılar batı Türkistana cenuptan saldırdılar. Ozaman Türkistanın nüfusu pek azdı. Bununla beraber İskender pek sert bir müdafaa karşısında kaldığından birçok şehirlerin ahalisini kılıçtan geçirdi. İskenderin bu kıyıcılığı karşısında Türkistan halkının çoğu doğuya, Çin sınırlarına doğru kaçıştılar.


Kunlar

Bu kaçışanlar Çinin şimalinde yerleşerek ve daha önceleri de orada bulunanlarla karışarak birkaç beylik kurdular. Bu beğliklerden Kunlar ötekilerini ortadan kaldırarak bütün Türk ırkını bir bayrak altında birleştirdiler. Hakimiyetleri Koradan Edile kadar uzanıyordu. Bunların tarihinde mühim rol oynıyan ve edebiyata da geçen bir ünlü hükümdar vardır ki adı “Mete” veya “Motun”dur. Onun babası Tuman Yabgu milâttan önce 220’denberi Kunların yabgusu yani hükümdarı idi. Mete velihat idi. Fakat Tumanın başka bir karısı kendi oğlunu veliaht yapmak için bir pilân kurdu: Tumanı kandırarak Mete’yi cenup komşuları Yüeçi Türklerine rehin göndertti. O zamanın hukukunca rehin barış için bir teminattı. Barışı bozanın rehini öldürülürdü. Üvey anası Mete’yi gönderttikten sonra Tumanı yine kandırarak Yüeçilere savaş açtırttı. Tabii Yüeçiler de öldürmek için Mete’yi aradılar. Mete Yüeçilerin atlarına binerek kendi yurduna kaçabildi. Buna sevinen babası Mete’ye 10.000 çadır halkı tımar verdi. Fakat babasına ve üvey anasına karşı korkunç bir kin besleyen Mete onlardan öç almaktan başka bir şey düşünmüyordu. 10.000 çadır halkından 10.000 asker seçerek bunları görülmemiş bir disiplinle yetiştirmeğe koyuldu. Verdiği buyruklara baş eğmiyenin cezası ölümdü. Askerlerine en değerli malları olan atlarına ok atmalarını emrettiği zaman bir takımı bunu yapamadılar. Bunlar acımaksızın öldürüldü. En son pek zalimane bir emir daha aldılar. Mete sevgilisini nişangâh yapıp ok attı ve askerlerine de karılarına ok atmalarını emretti. Dehşet içinde kalıp buyruğa baş eğmiyenler idam olundu. İşte Mete bu kadar sadık ve disiplinli bir ordu ile babasının üzerine yürüyerek onu mahvetti. Üvey anası ve üvey kardeşini, onların taraftarlarını da mahvederek yabgu oldu. (m.ö 209)

Türk tarihinin harikulâde bir şahsiyeti olan Mete dahili bir savaş sonunda tahta çıktığı zaman doğu komşuları olan Tung-hular (bugünkü Mançurya’da oturuyorlardı) bundan istifade etmek istediler. Mete’ye elçi göndererek günde 500 kilometre koşan bir atını istediler. Kurultayın vermek istememesine rağmen Mete atını verdi. Tung-hular bu sefer Mete’nin karısını istediler. Savaşa bahane arıyorlardı. Kurultay bu hareketi pek vicdansızca görerek reddetmek istedi. Mete şahsi sevgisinin milletini korkunç düşmanlarla savaşa sürükliyecek kadar fazla olmadığını söyliyerek reddetti. Karısını gönderdi. Tung-hular yeniden elçi göndererek iki devlet arasındaki çorak bir toprak parçasını istediler. Burası Kunlarındı. Fakat çorak olduğu için oradan askerlerini çekmişlerdi. Kurultay bu değersiz toprağı vermekte mahzur görmedi. Fakat Mete at ve karısını kendi şahsına ait olduğu için verdiğini, toprağın ise kimsenin malı olmayıp devletin temeli olduğunu söyledi. Vermek fikrinde olan beğleri idam ettirdi. Ani bir baskınla Tung-hular üzerine yürüyerek onları mahvetti. Bütün ülkelerini ele geçirdi. Bunlardan sonra Çin’i yenip vergiye bağladı. Edile kadar yürüyerek oralardaki bütün Türk beğliklerini birleştirdi. Sonra devletinde teşkilat yaptı. Devleti iki büyük parçaya ayırarak herbirine bir beğlerbeği koydu. Herbirini de tekrar 12 bölüme ayırdı. Bu suretle devlet 24 parçaya ayrılmış oluyordu. Her parçanın başında bir tümenbaşı bulunuyordu. Ordu 10, 100, 1000 kişilik kıt’alardan mürekkepti. Bunların başında onbaşı, yüzbaşı ve binbaşılar vardı. Mete bugünkü Türk ordusuna kadar devam eden bir askeri teşkilat yapmıştı. Mete Türk milletini yaratan insandır. Savaşta enerji, dahilde disiplin, milli bir itaat ruhu ve devletçilik gibi vasıflar Türk milletine Mete’den kalan yadigârlardır.

Kun devleti Mete’den sonra miladi 216’ya kadar devam etti. Demek ki ömrü 436 yıldır. Bütün bu müddet zarfında hayatları Çin’le mücadele ile geçmiştir. Fakat edebiyat tarihini alâkadar eden bir ciheti olmadığı için bunu zikretmiyoruz.

Siyenpiler

Orta Asya hakimiyeti Kunlardan Siyenpilere geçti. Bunların hakimiyeti 216-394 arasında sürmüş, ömürleri Çin ile çarpışarak geçmiştir. Edebiyat tarihi bakımından ehemmiyetleri olmadığı için tarihlerini söylemiyoruz.


Aparlar

394 tarihinde hakimiyet Aparlara geçti. Bunların meşhur hükümdarı Tolun, Orta Asya’nın Mete’den sonra ikinci büyük ıslahatçısıdır. O zamana kadar Orta Asya hükümdarlarının lâkabı olan yabguyu küçük görerek kağan unvanını aldı. Bundan sonra yabgu ikinci derecede bir unvan oldu. Bunlar da Koradan Avrupaya kadar olan sahaya hakimdiler. Avrupalılar bunlara Avar derler. Edebiyat tarihi bakımından ehemmiyetleri yoktur.


Gök Türkler

Edebiyat tarihi bakımından gayet mühim olan Gök Türkler ilk önceleri Apar kağanlarına tâbiydiler. Altayda demircilikle uğraşarak kağanlarına silah yapıyorlardı. Apar Kağanı, kendisine karşı yapılan bir isyanı bastırmasını, Gök Türklerin reisi olan Bumun’a emretti. Bumun isyanı muvaffakiyetle bastırdı ve mükafat olarak Apar Kağanının kızını istedi. Kağanın, bu teklifi hakaretle reddetmesi üzerine silaha sarılan Bumun savaşta Aparları yendi. Kağan intihar etti. Bu suretle 552 tarihinde Gök Türk hanedanlığı başladı. Bumun Kağan “İl Kağan” lâkabını aldı. Memleketin batı tarafının idaresini kardeşi İstemi Kağana verdi. Bu suretle tarihte ilk defa Türk adı çıkmış oldu. Gök Türk kelimesindeki gök yani mavi kelimesi devletin büyüklüğünü göstermek için kullanılmıştır. Renk isimleri Türklerde büyüklük,çokluk, şöhret göstermek için kullanılır. (kara cahil, kara keder, ak soy, kızıl cehennem gibi...)

Gök Türk devleti eski Türk devletlerinden daha iyi teşkilatlı idi. Memleket esas itibarıyla doğu ve batı diye ayrılmıştı. İkisinde de bir kağan bulunuyor, fakat bu kağanlardan bazan doğudaki batıdakine, bazan da batıdaki doğudakine tâbi bulunuyordu. Hatta bazan devlette dört kağanın birden bulunduğu olurdu. Fakat biri büyük kağan sayılır, diğerleri üzerinde hâkimiyet hakkı olurdu. Doğu ve batı diye ikiye ayrılan devletin herbirinde kağandan sonra en büyük rütbe olmak üzere yabgu ve şadlar bulunur, bunlar memleketin büyük birer bölümünü idare ederlerdi. Kağanın hükümdar olmıyan çocukları tigin lâkabını taşırdı. Yabgu ve şadlar çok defa tiginlerden tayin olunurdu. Devletin yüksek rütbeli memurlarına tarkan, buyruk, şadapıt denir, bütün tarkanlar, buyruklar, şadapıtlar ve boy reisleri beg unvanını taşırdı. Unvanlar çok defa irsi idi. Teşkilat tamamı ile askeri idi. Kağan ölünce yerine oğlu yahut kardeşi veya amcası geçerdi.

Gök Türklerin diğer büyük bir ehemmiyeti de bunların kendileri hakkında ilk defa eser bırakmış olmalıdır. Gök Türklerden önceki devirde atalarımız kendileri hakkında hiçbir yazı ve vesika bırakmadıkları için onlar hakkındaki malûmatı medeni komşularından alıyoruz. Bumun Kağandan sonra kağan olan İstemi Kağan zamanında devlet garbi Roma ve İran imparatorlukları ile siyasi ve iktisadi münasebetlere girdi. Fakat onların sözlerini tutmaması yüzünden her ikisiyle de harbolunarak topraklar alındı. 610 tarihine kadar azçok birliğini muhafaza ederek yaşayan Gök Türk devleti bu tarihte doğu ve batı kağanlarının birbirini tanımaması yüzünden ikiye ayrıldı. Bundan istifade eden Çinliler 630 tarihinde Doğu Gök Türklerini yenerek doğu hükümdarı Kara Kağanı birkaç yüz bin Türk’le beraber esir edip Çin’e götürdüler ve çinlileştirmek için Çin’in ötesine berisine dağıttılar. 659’da da batı kağanlığını yıktılar.

Esarette bulunan Gök Türkler birkaç defa isyan ettiler. Bilhassa 639’da Kür Şad’ın 40 kişi ile Çin payitahtında yaptığı ve Çin imparatorunu tevkif ederek ve Gök Türk prenslerinden birini Türkistan’a götürerek Türk kağanlığını diriltmek maksadını güttüğü ihtilal pek şanlı oldu. Fakat bastırıldı. Nihayet 681’de İlteriş Kutluk Kağan’nın 17 kişi ile dapa çıkarak yaptığı ihtilal muvaffak oldu. Etraftan koşuşanlarla 70’e, biraz sonra 700’e çıkan ihtilâlciler istiklallerini elde etmeye muvaffak oldular. Böylelikle Gök Türk devleti dirildi.

İlteriş Kutluk Kağan 681-693 yılları arasında kağanlık etmiştir. Kendisinin akılda eşi, şerefte yoldaşı olan “Bilge Tonyukuk” ilk dağa çıkıştan beri yanında bulunuyordu. Ve devletin hem baş kumandanı, hem de baş veziri idi. Bu iki gayretli adam isyan etmiş olan Dokuz Oğuzları, Kırgız, Kurıkan, Otuz Tatar, Kıtay ve Tatabıları yenip itaata aldılar. Çinlileri yendiler. Gök Türkleri zengin ettiler. Bu devrede Gök Türklerin sayısı pek azdı.

Kutluk Kağan öldüğü zaman oğulları sekiz ve yedi yaşında idiler. Onun için yerine kardeşi Kapağan Kağan geçti. (693-716) Bilge Tonyukuk yine devletin baş veziri idi. Kapağan Kağan zamanında da birçok seferler yapıldı. Batı Türkleri de itaata alındı. Çinliler yenildi. Fakat Kapağan Kağan ihtiyarlığında bazı yolsuzluklar yaptığından kendisine karşı isyanlar oldu ve bir suikasta kurban gitti.

Oğlu Bögü Kağan yerine geçtiyse de Kutluk Kağan'ın oğulları Megren ve Kül Tigin bunu tanımadılar. İsyan edip Bögüyü öldürdüler. Kutluk Kağanın büyük oğlu Megren, “Bilge Kağan” unvanıyla tahta geçti. 720’de Çinliler Gök Türkleri ortadan kaldırmak için 300,000 kişilik bir ordu ile savaş açtılar. Dokuz Oğuz, Kırgız, Basmıl, Kıtay gibi tâbi boyları da isyana kışkırttılar. Fakat Gök Türkler bu müşterek hareketi karşılayıp Çinlileri bozguna uğrattılar. Çin, hediye adı altında ipek kumaş vergisi vermeye mecbur kaldı. Biraz sonra Bilge Tonyukuk öldü. (aşağı yukarı 720 yıllarında)

Türk birliği için yıpranırcasına çalışan kahraman Kül Tigin 731’de Dokuz Oğuzlarla yapılan bir harpta karargahı korumak için öldü. Bilge Kağan da 734’te vezirlerinden biri tarafından zehirlenerek öldü. Bu üç mühim şahsiyetin ölümünden sonra Gök Türk devleti yavaş yavaş alçalmaya yüz tuttu. 742’de Dokuz Oğuz, Karluk ve Basmıllar birleşerek devlete karşı isyan ettiler. 745’te Gök Türk hanedanlığını yıkarak yerine Dokuz Oğuzlar hakim oldular.


Dokuz Oğuz – On Uygurlar

“Dokuz Oğuz” dokuz boy demektir. Ok kelimesi boy manasına gelirdi. Sonunda “z” ile yapılan çoğullar bugün de vardır; ikiz, üçüz gibi… Eski Türklerde siyasi zümrelerin adları ekseriya o birliği teşkil eden boyların sayısını da gösterirdi. Dokuz Oğuz, On Uygur, Sekiz Oğuz, Üç Kurıkan, Otuz Tatar gibi. Dokuz Oğuzlarda On Uygurlar da sekizinci asırda Moğulistanın şimalinde yaşıyorlar ve birlikte hareket ediyorlardı. Gök Türklerin kitabelerinde bunlara Dokuz Oğuz ve bazen yalnızca Oğuz denildiği halde, Moyunçur Kağan kitabesinde Dokuz Oğuz – On Uygur denilmektedir. 840 tan sonra ise Dokuz Oğuz adı büsbütün kaybolarak yalnız Uygur adı kalmaktadır.

Bunların ikinci kağanları olan Moyunçur Kağan (746-759) en ünlüleri olup fütuhatı ile meşhurdur. Kendi adına Orhun yazısı ile bir abide diktirmiştir. Kendisinden sonra tahta geçen oğlu Bögü Kağan, yahut resmi unvanı ile “Alp Külüg Bilge Kağan” (759-780) ise 763 tarihinde manihaizmi devlet dini olarak kabul etmekle ün salmış bir kağandır. Moyunçur Kağan zamanında Dokuz Oğuz – Uygurların çoğu manihaist olduğu halde kağan şamanî idi. Bu devletin dayandığı unsur olan Dokuz Oğuz – On Uygurlar arasında e medeni olanları Uygurlardır. Uygurların bir kısmı, bugün Şarkî Türkistan dediğimiz ülkede, sekizinci asırdan birkaç asır önce medenî hayata geçmişlerdi.

Bunların hakimiyeti 840 yılına kadar büyük imparatorluk halinde devam ettikten sonra sarsıldı. 840’taki büyük kıtlık ülkede isyanlar doğurdu. Şimalde yaşıyan Kırgızların isyanı pek yaman oldu. Bunlar Dokuz Oğuz – On Uygurları tamamı ile yendiler. Bu kırgın birkaç yıl sürdü. Uygurlar ikiye ayrılarak cenuba doğru göçtüler. Cenubî şarkiye göçedenler açlıkla, cenuptan Çinlilerin, şimalden Kırgızların saldırması ile mahvoldular. Cenubî garbiye kaçanlar ise zaten kendilerine tabi olan Şarkî Türkistan ülkesine gelerek evvelce burada olan şehirlere yerleştiler. Kendilerine de yeni şehirler yaptılar. Bu şehirler kale ile korunan müstahkem şehirlerdi. Merkezleri Kocu şehri idi ki bugün Kara Hoca adını taşır. Beş Balık, Can Balık, Yeni Balık, Sülmi gibi şehirleri de Uygurlar yaptılar. (Balık eski Türkçede şehir demektir.) bu bölgeye yerleştikten sonra artık Dokuz Oğuz adı silinip yalnız Uygur adı kaldı.

Devlet böylece küçüldükten sonra Uygurlar kahramanlıklarını muhafaza etmekle beraber çok medeni bir hayat yaşamaya başladılar. Aralarında budizm, manihaizm ve biraz da nasturîlik dinleri yayılmıştı. Bu dinlerin birbirleriyle mücadelesi barış içinde oluyor, her din kendisini propaganda ile ileri sürmek istediğinden dini eserler de meydana geliyordu.

Uygur devleti 940 yıllarında Karahanlılar devleti kuruluncaya, yahut bir ihtimale göre zaten batı Gök Türklerin en güçlü boyu olan Türgişlerin devamı olmak üzere mevcut olan Karahanlı devleti genişlemeğe başlayıncaya kadar devam etti. Bu tarihten sonra ise Karahanlıların batıdan yaptıkları sıkıştırma ile küçülüp daha sonra doğuya çekilen Uygurlar on dördüncü asra kadar küçük bir beğlik halinde devam ettiler. Sonra Çingiz Han imparatorluğu içinde siyasi varlıkları sona erdi. Bunların artıkları olan Sarı Uygurlarela, Kara Uygurlar bugün hala yaşıyorlar. Kara Uygurlar şimdi moğullaşmış olup moğulca konuşurlar. Sarı Uygurlar Türklüklerini ve eski adetlerini saklıyorlar. Kendilerine “Sarı Yoğur” diyorlar. Budisttirler.

Din

Sakalar zamanında Türklerin nasıl bir dine bağlandıklarını bilmiyoruz. Fakat bu, hiç şüphesiz bir tabiat dini idi. Yani gök, yer, ateş vesaire gibi tabiat kuvvetlerinden birine veya birkaçına tapıyorlardı. Kunların dini hakkında ise pek az da olsa bilgimiz vardır. Bu bilgiye göre Kunlar yılda bir defa gök ve yer Tanrılarına ve atalarının ruhuna kurban keserlerdi. Demek ki Türk dini o zaman iki tanrılı bir dindi. Gökte ve yerde iki tanrı tanıyan bu din Gök Türkler çağına kadar gelmişti. Gök Türklerde fazla olarak “yer sub” (yer su) da Tanrı olarak tanımaktadır. Fakat Gök Türklerde “Tengi” yani sema bütün dünyayı ve beşeriyeti yaratan bir Tanrı değil, bir Türk tanrısıdır. Yine Gök Türklerde “Umay” adında bir kadın Tanrı tanılıyordu ki bu da iyilik ve acıma Tanrısı idi. İşte Türklerin bu milli dinine Şamanizm diyoruz.

Dokuz Oğuz – Uygurlar zamanında ise millet yavaş yavaş şamanizmi bırakıp manihaizme girmeğe başladı. Daha sonra, 840’tan sonra ise Budizm ve hırıstiyanlığın bir mezhebiî olan nasturîlik de Uygurlar arasında yayıldı.

Budizm Hindistanda “Buda”nın kurduğu bir dindir. Buda, milattan önce 477’de ölmüştü. Budanın dinine göre bu dünyada duyduğumuz sevinç, keder gibi şeyler bizim duygularımızın ve düşüncelerimizin yanılmasından doğan kuruntulardır. Bu dünyada her şey gelip geçicidir. İstikrar yoktur. Fakat buna mukabil bir de edebi alem vardır ki ona Nirvanna derler. Orada edebi bir değişmezlik vardır. Nirvanna alemi bütün mahlukların nereden gelip nereye gittiğini bilen, “benlik”lerden ibarettir. Bu benlikler insanlara hulul ederler. İnsan irade ile nefsini terbiye eder, ergin ve olgun bir insan olursa o benlik onu öldükten sonra Nirvannaya ulaştırır. Aksi takdirde bu benlik yüz binlerce yıl içinde daha birçok insan veya hayvanlara hulul ederek ıztırap içinde yuvarlanıp gidecektir. Budanın dininde bizim anladığımız manada bir Tanrı yoktur. Buda dünyanın başlangıcı ve sonu hakkında da bir şey söylemiyor. Buda yalnız iradeyi kuvvetlendirecek talimat vermiştir. Buda dinine göre aşk ile nefret, şefkat ile zulüm aynı derecede kötü şeylerdir. Doğru ve mutedil olmak, kendini yüksek görememek, lüzumsuz yere söz söylememek budizmin esaslarındandır. Budizmde ibadet de yoktur. İhtimal ki bu sadeliği Türkler arasında yayılmasına sebep olmuştur.

Manihaizm ise Babilli Mani (214-277) tarafından ortaya konmuştur. Mazdeizm yani Zerdüşt dini ile hırıstiyanlığın karışmasından doğmuş bir dindir. Hırıstiyanlığın tesirinde kalmış olmasına rağmen iki Tanrılı bir dindir. Asıl Tanrı iyiliği ve ışığı temsil eder. Bunun yanında 12 tane yardımcı Tanrı vardır ki, aşk, iman, doğruluk, zeka, bilgi, anlayış, sır saklama gibi faziletleri temsil ederler. Fenalık tarafının Tanrısı da “Hümâme” dir. Kadındır. Bunun yanında da 12 tane yardımcı Tanrı vardır.

Manihaizme göre hayvan eti yemek, şarap içmek haramdır. İyilikle kötülük daimi bir savaş halindedir. Fakat günün birinde iyilik tarafı galip gelecek, o gün kıyamat kopacaktır. Ruhlar edebi olduğu için kıyamatte fenalar Cehennemde ceza göreceklerdir. Mani şair ve ressam olduğu için dinini yaymakta bu iki şeyden istifade etmiştir

Devlet

Türklerde devlet pek eskidenberi teşekkül etmişti. Sakalar çağında Türklerin devlet kurduğunu bilmiyorsak da Kunların başlangıcından beri Türklerde devlet vardı. Türk devletleri aristokratik idiler. Devlet reisi devleti mutlak olarak idare eder, yanında beğlerden mürekkep kurultay bulunurdu. Devlet reisine Kunlar ve Siyenpiler devrinde “Yabgu” derlerdi. Aparlar, Gök Türkler, Dokuz Oğuz –Uygurlar devrinde “Kağan” denilmeğe başlandı. “Hakan” ve “Han” kelimeleri “kağan”ın sonradan aldığı şekillerdir. Devlet reisine kağan denilmeğe başlayınca yabguluk ikinci derecede bir rütbe ve unvan oldu. Devlet reisi öldüğü zaman yerine oğlu, kardeşi, yahut amcası geçerdi. Kimin geçeceğini ekseriyetle kurultay seçer, bazen de prenslerden birisi kendi gücü ile hükümdarlığı alırdı. Kunlar ve Gök Türkler devrinde devlet çok büyük olduğundan doğuda ve batıda olmak üzere iki bölüme ayrılmıştı. Bu ayrılık bazen kökleşir, iki düşman devlet olurdu. Gök Türklerin bazı çağlarında doğudakilerle batıdakiler düşman olarak çarpışmışlardır. Bununla beraber çok defa biri ötekini metbu tanırdı.

Devlet ademi merkeziyetle idare olunurdu. Yani Türk birliğine dahil olan muhtelif boylar kendi reisleri tarafından idare olunurdu. Bazı boylara, hükümdar kendi ailesinden prensleri reis olarak seçerdi. Umumiyetle bu boyları merkeze bağlıyan şey muayyen zamanda vergi vermek, savaşta asker göndermekten ibaretti. Başka bütün işlerinde serbesttiler. Hatta devleti teşkil eden boyların bazen birbiriyle çarpışması bile devlet fikrine aykırı değildi. Kunlardan itibaren Türk hükümdarlarının komşu ülkelere, bilhassa Çin’e muntazaman elçi gönderdikleri tarihçe malûmdur. Gök Türkler devrinde İranlılar ve Bizanslılar ile de siyasi münasebetler olmuştur.


Aile

Türk ailesi Kunlar devrinden beri babanın hakimiyeti altında ana ve çocuklardan mürekkep bir ailedir. Araplarda, İranlılarda, Yunanlılarda, Romalılarda olduğu gibi kadın aşağı veya esir sayılmazdı. Kadın muhteremdi. Kapalı değildi. Fakat bilhassa yukarı tabaka ahalinde birden fazla kadın almak adeti ve hakkı vardı. Evlenmelerde iki tarafında birbiriyle denk seviyede olması şarttı. Ağabeyleri ölenler yengeleriyle evlenirlerdi. Bu bilhassa hükümdarlar arasında böyle idi. Bu adet Anadoluda bugün bile vardır. Evlenme çağına gelen çocuk evlenince baba ocağından ayrılıp başka bir aile kurardı. Türklerde aile bu kadar eski ve muntazam olmakla beraber devlet fikri aile fikrinden üstündü.


Yaşayış, Ahlak ve Adetler

Türklerin büyük kalabalığı göçebe idi. Hayvanların eti, sürü ve derisiyle geçindikleri için otlaklar ararlar, öteye beriye göçerlerdi. Bununla beraber Kunlarda ve Gök Türklerde herkesin bir toprağı olurdu. Orayı ekerlerdi. Demek ki bunların göçebeliği herhangi bir şekilde olmayıp muntazam kaidelere tâbi, muntazam zamanlarda yapılan ve muntazam yerler arasında olan göçebeliktir. Türklerin küçük bir bölümü ise şehirlerde otururlardı. Moğulistan ve bilhassa Maveraünnehirde şehirleri daha çoktur. Herhalde İskenderin istilasından sonra Türklerde şehircilik hayatı daha fazla ileri gitmiştir. Dokuz Oğuzların 840 felaketinden sonra ise Türk milleti artık şehirli haline gelmiştir.
Umumiyetle Türkler yüksek ahlak sahibi insanlardı. Kunların düşmanları olan Çinliler Kunlarda verilmiş bir sözün tutulmamasına imkan olmadığını kaydediyorlar. Hırsızlık eden on mislini verirdi. Evli bir kadına sataşmanın, savaştan kaçmanın, büyük hırsızlık yapmanın cezası ölümdü. Kunlar devrinde bir mahkum hakkında en çok on günde karar verilirdi.

Asker millet oldukları için çocuklar milletin menfaatlerine uygun olarak yetiştirildi. Kunlarda çocuklar küçükken koyunlara binerek biniciliği öğrenmeğe başlarlar, pek usta biniciler olurlardı. Eli silah tutan herkes askerdi. Savaşta ölmek şeref, evde ölmek ayıptı… Kişi çadırda doğar, çayırda ölürdü.
Türklerde erkeklerin de saçları uzun olurdu. Galiba Sakalar devrinden beri Türkler uzun saçlı bir millet olarak tanınmıştı. Kısrak sütünden yapılmış olan kımız milli içkileri idi. Pek besleyici bir içki idi.
Gök Türkler zamanında Türklerde balbal dikmek adeti vardı. Bir kahramanın, bilhassa kağanların mezarına hayatta iken öldürdüğü veya yendiği en ünlü düşmanının heykeli dikilirdi. Bu heykele balbal derlerdi.
 
Üst