1- GÜLMEZ YÜZLÜ KADIN
Hattuşaş şehri sevinç içinde çalkalanıyordu. Ülkenin en güzel zamanı olan bu yaz gününde şanlı kıral Subbiluliyuma’nın bir oğlu doğmuştu. Hatti milleti doğumu kutlulama için çılgınca eğleniyordu. Kıralın subayları savaş arabalarına binerek, bütün şehirlere bu müjdeyi vermek üzere uçar gibi sürüp gitmişlerdi.
Sarayın bahçesi ileri gelenlerle dolup taşıyordu. Şölen masaları kurulmuş, prensler, rahipler, kumandanlar, vezirler, tüccarlar ve elçiler en güzel yemeklerin başına üşmüşlerdi. Kırala getirilen hediyeler saray kapısına dizilmiş, önüne saray askerleri dikilmişti.
Başkumandan Tutaşil sarayın önünde, masaların arasında dolaşıyor, karışıklık olmasın, gelenler saygılansın diye ardı sıra gelen birkaç subaya buyruklar veriyordu. Kısa boylu, gür ve kıvırcık sakalları, kalın gövdesiyle Tutaşil su katılmamış bir Hatti idi. Çok eski, yüce bir aileden geliyordu. İlk atası, Hatti devletini kuran Pampa ile birlikte çalışmış, bütün ataları hep kumandan olarak kanlarıyla devlete hizmet etmişlerdi. Çok sert bir adamdı. Kıral uygunsuz bir işi yaptığı zaman bunu kendisine ancak Tutaşil söyliyebilirdi. Yorulmak bilmezdi. Vakit gece yarısına yaklaştığı halde bir an bile oturmamıştı. Arkasında yürüyen genç subaylar yorgunluklarını belli ediyorlar, fakat o daha yeni kalkmış gibi dipdiri, sapsağlam yürüyüp dolaşıyordu.
Bu gece gökte yuvarlak, parlak bir ay vardı. Kıralın oğlu doğdu diye Tanrılar göğü bulutsuz, rüzgarı serin, ayı parlak yapmışlardı. Her iş yolunda gidiyordu. Fakat Tutaşil yine memnun değildi. Zaten onun bir defa bile memnun olduğunu gören yoktu ki…
Şölen masalarının ortasında sarayın muzıka takımı çalıyor, konukları eğlendiriyordu. Başkumandan, subaylardan bir ikisini daha öteye beriye yolladıktan sonra yanında kalan yaveri ile bahçenin uzak yerlerine doğru yürüdü. Ağır ağır ilerliyerek buradaki sık ağaçları gözden geçirmeğe başladı. Karşıda, ağaçların en çok sıklaştığı yerde birisi duruyordu. Yaver eliyle orasını göstererek: “Kumandanım! İlerde birisi var” dedi. Tutaşil gözlerini dikkatle baktıktan sonra omuzlarını silkerek cevap verdi: “Hantilyas olacak. Gel bakalım. Yanına gidip burada ne aradığını soralım”.
Hantilyas, sarayın esrarengiz kadını idi. Yıllardan beri sarayda olduğu halde ne yaptığı, kimin nesi olduğu belli değildi. Şimdiye kadar, onun bir defa bile güldüğünü kimse görmemişti. Çok kimseler adını bilmez, “gülmez yüzlü kadın” diye anarlardı. Yüzüne, gözlerine, saçlarına bakılırsa bir yabancı idi. Başkumandan da onu yabancı olduğu için sevmezdi. Çünkü o Hatti olmıyan herkesten tiksinirdi.
Hantilyas, iki kişinin kendisine yaklaştığını duyunca başını çevirip her zamanki elemli gözleriyle acı acı baktı. Bu bakış genç yaverin içinde bir acıma duygusunu kabartmadı değil. Fakat sert huylu Tutaşil böyle düşünmüyordu. İçinde hiçbir yumuşaklık, hiç zayıflık olmıyan bir sesle sordu:
- Burada ne arıyorsun? Kalabalığa karışıp eğlensene…
Gülmez yüzlü kadın bu sözlerden şaşalamış gibiydi:
- Eğlenip ne olacak? Ölsem daha iyi.
Tutaşil’in sesinde alay kıvılcımları parladı:
- Ölmek istiyorsan seni alıkoyan yok. Ölümünle Hatti devleti batmaz. Sarayın mahzenlerinde Kıral Murşil çağından kalma fıçılarla zehir olduğunu da biliyorsun. Bundan bir tas içersen dileğine kavuşursun!
Hantilyas cevap vermedi. Âdeti üzre hazin gözlerle karşısındaki iki kişiye baktı. Sonra yavaş yavaş uzaklaşarak kayboldu.
Başkumandan bir zaman onun ardından baktı. Sonra yaverine dönerek öfkeli bir sesle: “Hatti ülkesindeki bütün yabancıları mahzene doldurup ağızlarına zehir akıtmalı… Yarı deli bir Hantilyas’tan ne çıkar” dedi.