Hüseyin Nihal Atsız-Deli Kurt

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
KUTLU GECE


Gökçen döndüğü zaman Deli Kurt , dünyaya yeniden gelmiş kadar sevinçliydi. Bunu yüzünden yahut davranışından belli etmiyordu ama içi içine sığmıyordu. Bu sevinç arasında yeni bir şeyin farkına varmıştı. Gökçen'in yanında iken bir çok şeyleri hatırlamıyordu. Şimdi de öyle olmuştu. Yaralarına gene o merhemden sürüldüğünü , o içkiden bir kaç yudum içirildiğini biliyordu. Fakat başını Gökçen'in dizlerine nasıl koyduğu aklına gelmiyordu. Kendi mi yatmıştı , yoksa kız mı yatırmıştı , bunu bir türlü hatırlamıyordu. Büyüleniyor mu idi ? Hasta mı idi ? Bir şeyler oluyordu ama anlamıyor , anlamak için de kendisini zorlamıyordu. O kadar büyük bir bahtiyarlığın içinde yüzüyordu ki , bir adım ilerisini görmüyor , bir an sonrasını düşünmüyordu.

Güzel , serin bir geceydi. Ay doğmadığı için ortalık karanlıktı. Fakat Deli Kurt , kendisinin ışıklar arasında yattığını biliyordu. Ay , şu tepenin ardında idi. Biraz sonra doğacaktı. Ayınkinden bin kat güzel olan yeşil ışıklar ise hemen yanıbaşında idi ve kendisinden bir peçe ile ayrılmış bulunuyordu.

Sevimli sarı ayı çok görmüş , onun ışıklarından çok faydalanmıştı. Yeşil ışıklar ise yarım yamalak iki defa görmüş , daha doğrusu görür gibi olmuştu. Acaba bu gece onları doya doya , kana kana görebilecek miydi ?

Deli Kurt , kendisini yolculuk yapabilecek kadar güçlü hissediyordu. Yarın ayrılması mukadderdi. Gökçen de böyle söylemişti. Gururuna dokunmakla beraber , burada biraz daha kalabilmek için yaralarının çabuk iyileşmemesini gizliden gizliye istediğinin farkında idi.

Asker olduğu için her şeyi asker kafası ile düşünmeye alışıktı. Gökçen'e karşı duyduğu sevgiyi de askerce düşünüyordu. Bu sevgi bir savaştı. Savaş olduğu için de kıyasıya bir uğraşma, karşı taraf ne kadar kuvvetli olursa olsun sonuna kadar bir didişme gerekti. Sevdiğini söylemek teslim olmak demekti. Hiç insan son kozlarını oynamadan yenilmeyi kabul eder , teslim olur mu ?

Deli Kurt , bütün bahtiyarlık kasırgası arasında bunları düşünüyor , fakat kendisini içinden dürten kuvvete karşı gelemeyeceğini anlıyordu. Adeta istemeksizin :

- Gökçen ! Oba beğinin oğlu seni çok seviyor , dedi.

Bunu 'Ben seni çok seviyorum' diyemediği için söylemişti. Sözlerinin nasıl bir tesir bıraktığını anlayacak kadar zaman geçmeden kızın büyülü sesi duyuldu.

- Oba beğinin oğlundan başka birisini de söyleyemez misin sipahi !

Deli Kurt , zevk ve heyecandan titredi. Gene sarhoş olmuş , kendisine sarhoşluğun çekinmezliği gelmişti. Cevap verdi :

- Söyleyebilirim !

Gökçen , konuşulmasını istemediği konular gelince susardı. Bu sefer öyle yapmayarak sordu :

- Bu bir sipahi mi ?

- Evet !

- Adı Murad mı ?

- Evet !

Gökçen , dizinde yatan yaralının yüzünü okşadı ve Deli Kurt bu okşama ile adeta kendinden geçti. Hayatı boyunca böyle bir zevk görmemişti. Kendisini cennette sanıyordu. Tatlı bir baygınlık arasında :

- Gökçen , dedi bana gözlerini gösterecek misin ?

Deli Kurt , bunu bir ülkü edindiği için sormuştu. Yoksa o bakılmaz gözleri göremeyeceğini , Gökçen'in göstermeyeceğini biliyordu. O halde alacağı cevap kesin bir 'Hayır' olacaktı. Fakat Gökçen 'Hayır' diye cevap vermedi :

- Bu gece göreceksin , dedi

Deli Kurt inanamıyor , yanlış işittim sanıyordu :

- Bu gece mi ? diye sordu.

Bu gece sipahi...Birazdan istediğin olacak...

Deli Kurt bahtiyarlıktan bitkindi. Dünya güzelinin gözlerini görerek onun dizlerinde ölmek...Artık başka bir şey düşünemiyordu.

Gökçen uzun uzun sustuktan sonra :

- Sipahi dedi. Beni gördükten sonra ne olacak ?

Deli Kurt cevap verdi :

- Bir zaman benim iyileşmemi bekliyeceksin...

- Sonra ?

- Sonra seninle ok atıp yarışıp güreşeceğiz...

Gökçen'in sesi büsbütün büyüledi :

- Okun belki okumu aşar. Atın belki atımı geçer. Ama güreşte mutlaka yenilirsin...

- İkisini kazanmam yetmez mi ?

Gökçen , şiir haline gelmişti :

- Senin için yeter sipahi...Fakat sen evlisin...

Deli Kurt , o zaman içindeki acının nerden geldiğini kavradı ve büyük bir çaresizlik içinde :

- Dinimize göre bir erkeğin iki evdeşi olabilir, diye cevap verdi.

Kız , büsbütün güzelleşen sesiyle sordu :

- Evdeki hatunun buna ne der ?

Deli Kurt , yanındaki dünya güzelinin kendisini benimsediğinin farkında değildi. O kadar büyük bir bahtiyarlık duyuyordu ki , duyguları ve düşünceleri başka zamandakilere hiç benzemeyen bir şekilde işliyordu. Belki de ne söylediğinin farkında olmadan cevap verdi :

- Hiç bir şey demez.

- Üzülmez mi ?

Deli Kurt , o zaman Satı Kadın'ın sözünü hatırladı. Gökçen Kız'ın bütün sert ve yabani görünüşüne rağmen çok iyi yürekli olduğunu söylemişti. İşte , dediği çıkıyor , bu kadar derin bir gönül işinde başka birisinin kendisi yüzünden kırılmasını istemiyordu.

Deli Kurt , bu güzel gecede yabancı bir kızın dizlerinden yatarken evdeki Melek Hatun'u hatırladı. Huyu ve yüzü ile gerçekten bir melek kadar güzel olan o sadık ve vefalı kadın gözünün önüne gelince içi sızladı. Fakat o kadar büyülenmiş, Varsak kızının sevgisine o kadar tutulmuştu ki , onu daha fazla düşünmesine imkan yoktu. Artık kendi kendisine buyruk olmadığını anlıyordu. Kendisini ölümden kurtaran bu yiğit kızın tutsağı olmuştu. Bu öyle bir kızdı ki , güzellikte eşi bulunmadığı gibi kuvvet ve cesarette de örneğine rastlanmazdı. Daha biraz önce okta ve yarışta beni geçsen bile güreşte mutlaka yenilirsin diye meydan okumamış mıydı ?

Bu sözler bir övünme değildi. Oba beğinin oğlunu tek kolu ile kaldırarak atın üzerine nasıl aldığını görmüştü. Kendisini de o şekilde kavrayarak kaldırmıştı. Kolunun bu gücü neyse ne ama hele o gözlerindeki kuvvet... Deli Kurt , tatlı bir uyuşukluk içinde kendinden geçmek üzereydi. Toparlanmaya çalıştı ve nasıl söylediğine kendisinin de şaştığı kolaylıkla :

- Gökçen , dedi. Yanıklık canıma değdi. Sensiz yaşayamam. Beni ölümden kurtardığın gibi ruhsuz bir ölü gibi yaşamaktan da kurtarır , evdeşim olur musun ?

Sonra onun sustuğunu görerek tamamladı :

- Karası'daki hatun buna bir şey demeyecek , üzülmeyecektir.

Uzun , Deli Kurt'a pek uzun gelen bir zaman geçti. Gökçen cevap vermiyordu. Umutsuzluğa kapılmak üzereydi. Birden bire onun en güzel sesiyle 'Peki !' dediğini işitti. Bunu söylerken Deli Kurt'un yüzünü de hafifçe okşamıştı.

Yaralı sipahi , her şeyi unutmuştu. Nerede olduğunu , niçin burada bulunduğunu hatta kendisinin kim olduğunu bile unutmuştu. Anlatılmaz sevinçli duygular arasında başka bir dünyada yaşıyordu. Kişi oğlu Cenette de ancak bu kadar bahtiyar olabilirdi. Fakat bu bahtiyarlığın son ucuna varmak için Gökçen'in gözlerini de görmesi lazımdı. O gözlere bakanların öldüğünü biliyordu. Bu kadar kutlu bir gece geçirdikten, bu kadar sevdiği dünya güzelinin dizlerinde yattıktan , onun kendisiyle evlenmeye razı olduğunu işittikten sonra yeryüzünde başka ne dileği kalırdı ki ? Artık ölüm seve seve katlanacağı bir şeydi. Bu kadar bahtiyarlığı tatmak , doğrusu ölüme değerdi.

Zaten ölüm korkulacak bir nesne değildi ki...Tımarlı sipahiydi ve işi gücü can pazarında alışveriş etmekti. Bir kaç defa ölümle yüz yüze gelmiş , ölmemişti. Ölebilirdi. Bir sipahi ölmekle kıyamet kopmazdı ya...

Bu son tadı tatmak için heyecanlı bir sesle :


- Gökçen ! Artık gözlerini göster ! diye yalvardı.

Gökçen bir şey söylemedi. Bir eliyle Deli Kurt'u başının altından tutarak kaldırdı. Çimenlerin üzerinde oturmuş oldukları halde karşı karşıya idiler. Dünya güzelinin billurdan sesi işitildi.

- Başını eğ !

Deli Kurt bakışlarını yere çevirdi. Gökçen peçesini çıkardı ve son buyruğunu verdi :

- Başını yavaş yavaş kaldırarak bana bak !

Hiç bir şeyden korkusu olmayan Osmanlı sipahisi korku ve heyecandan titreyerek başını yavaş yavaş kaldırdı. Kamaştırıcı bir ışığın gözlerine ve içine dolacağını sezerek önce Gökçen'in çenesini , sonra dudaklarını gördü. Göz göze gelince ok yemiş gibi sarsılarak ve ejderha görmüş çocuk gibi titreyerek :

- Aman Allahım ! diyebildi. Bunu gayet yavaş ve kısık bir sesle söylemiş , çünkü bütün gücü kesilmiş ve şaşkınlıktan aklı başından gitmişti. Bağıracak kuvveti olsaydı bütün çevrede yankılanacak bir kükreyişle haykırırdı. Bir çift çekik yeşil göz ışık saçarak kendisine bakıyor , bütün iradesini yok ediyor , gözlerini kamaştırıyor , Deli Kurt'u zevkten bayıltacak hale getirirken , korkunç şekildeki yırtıcı bakışlarıyla da titriyordu.

Deli Kurt bütün dirliğinde böyle korkunç şey görmemişti. Bakamıyor , korkudan sarsılıyordu. Fakat bu kadar güzel şey de görmemişti. Bakmaya doyamıyor , sarhoş oluyordu. Tekrar 'Aman Allahım ' diye inledi. İçine bir baygınlık gelmişti. Yıkılacaktı. Onun :

- Elinle gözlerini kapa , diyen sesini duydu , kapadı.

Kapadı ama kızın yeşil gözlerinden çıkan yeşil ışık bütün benliğini o kadar sarmıştı ki , gözleri kapalı olduğu halde yine yeşil bir boşluk görüyordu. Birden Gökçen'in elini kendi bileğinde hissetti. Gözlerini kapayan elini yavaş yavaş çekerken 'Bana bak' diyordu.

Deli Kurt yeniden baktı ve içine anlatılması imkansız bir hazzın dolduğunu duydu. Bu gözlere dayanılmazdı. Yavaşça :

- Artık ölmek istiyorum , diyebildi. Gökçen gülümsedi. Gülümseyince yırtıcılığı kaybolan fakat ışıkları kuvvetlenen gözlerini Deli Kurt'un gözlerinden ayırmadan cevap verdi :

- Yaşayacaksın...

Gerçekten de Deli Kurt , içinde bir başkalık bir ferahlık duymaya başlamıştı. Böyle olduğu halde onun gözlerine uzun zaman bakamayarak başını eğdi. O zaman Gökçen çenesinden tutarak onun başını kaldırdı :

- Artık alıştın . Gözlerini kaçırma ! dedi

Evet , alışmıştı. Ölmeden , bayılmadan , yıkılmadan bakabiliyordu. Fakat yine de bu bakış belalı bir şeydi. Bu kadar güzel gözlere bakmak , sonra da ölmemek... Ya hele o ışıklar... Gökçen , evleneceğim erkeği gözlerime bakmaya alıştırırım demiş ve dediğini yapmıştı. Deli Kurt artık kendisinde ayakta duracak değil , oturacak kuvvet bile kalmadığını anlıyordu. O zaman Gökçen eliyle onu yine dizlerine yatırdı ve artık Deli Kurt'a bakmayarak gözlerini ufka dikti. Ay doğuyordu. Peçesini örtmemeişti. Deli Kurt , başını kıpırdatmadan hem ışıklı gözlere hem aya bakıyor , nasıl olup da bu kadar güzel bir yüzün yaratılmış olduğuna şaşıyordu. İnsanı dize getiren gözleri ve gönüllere işleyen sesiyle Gökçen Tanrının büyüklüğüne ve en büyük tanıktı. Tanrı onu herhalde düşünerek ve överek yaratmıştı.

Yabani ve umursamaz görünüşü altında bu kız , göğsünün içinde en duygulu yüreklerden birini taşıyordu. İnsanların bildiği bir çok şeyi bilmiyor, bilmedikleri bir çok şeyi biliyordu. Olağanüstü kuvvetleri vardı. Fakat işte o da şu dizlerinde yatan yaralı ve yakışıklı sipahiye gönül vermişti. Zaten öyle olmasaydı Deli Kurt , dayanamaz , ötekiler gibi ya çıldırır ya ölürdü.

Gökçen birden kavalını dudaklarına götürüp bir şeyler çalmaya başladı. Her zaman güzel ve dokunaklı çalardı ama bu geceki ezgileri büsbütün başkaydı.

Deli Kurt , bu kadar güzel bir gecede , bu kadar güzel ayı seyrederek bir dünya güzelinin dizlerinde yatmış olduğu halde onun korkunç güzelliğine baka baka , gözlerinden saçılan ışıkları içe içe eşsiz kavalının sesini dinliyor , yaşamanın tadını çıkarıyordu.

Gökçen çaldı , çaldı. Deli Kurt'u büsbütün sarhoş etti. Sonra kavalı bırakarak billur sesiyle bir türkü okumaya başladı :

Gönül , kader adında

Bir tuzağa atılmış.

Gönül bir çok duygudan

Ve oddan yaratılmış.

Yasa neymiş , anlamaz ;

Tasa çeker , inlemez,

Gönül ferman dinlemez,

Çünkü aşka satılmış.

Gönül için acı ne ?

Her söz gider gücüne.

Gönüllerin içine

Biraz ağu katılmış...

Gökçen doğru söylüyordu bu kadar büyük bir bahtiyarlık gecesinde bilr Deli Kurt , gönlünün bir yanında ağu katılmış bir nokta olduğunu seziyordu. Fakat birbirinden üstün güzellikler arasında bunu içinden sildi. Kendisini , Gökçen'in güzelliğine kaptırarak başka bir aleme daldı. Uyku , baygınlık , sarhoşluk arasında bir duruma düşerek hayatının en kutlu gecesini geçirdi.

Dünya güzeli Gökçen ise sabaha kadar hiç kıpırdamadan çelik gibi yaradılışının verdiği bir dayanıklılıkla, dizlerinde yatan yaralıyı bekledi...


 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
KAYBOLAN SİPAHİ


Deli Kurt , köyüne bitkin bir gönülle dönmüştü. Sevginin ve bahtiyarlığın bitkinliği... Oldukça da arıklamış ve yüzü süzülmüştü. Çakır onu görünce :

- Neredeydin be Deli Kurt ? Seni ölmüş biliyorduk , sarılmış ve Deli Kurt'un boynunda olan eli,giyiminin üzerinden sol omuzundaki yaranın yerini anlayarak :

- Yaralı mıydın ? diye sormuştu.

Deli Kurt altı aydır olup bitenleri nasıl anlatabilirdi ? Karaman Elinden dönüşte 'Köylüler em sürdüler' cevabı ile dövüştüğünü , bu dövüşte yeniçerinin öldüğünü , ama kendisinin de yaralandığını , köylülerin iki ay kendisine baktığını , dönüşünden bir müddet sonra kimseye haber vermeden Yassı Tepe'ye gittiğini , orada Gökçen'i gördüğünü , Oba Beğinin oğlu ile vuruştuklarını ve şimdiki yaralarını da bu dövüşte aldığını söyleyebilir miydi ? Fakat Çakır bir türlü bırakmıyor , boyuna soruyordu. Deli Kurt'un kaçamaklı cevaplarından şüphelenmiş , işin içinde iş olduğunu anlamıştı. Çakır , bir gönül işine , izinsizce Karaman ülkesine gitmeye hatta bir yeniçeri öldürmeye o kadar ehemmiyet vermezdi. Deli Kurt'un herhangi bir tesadüfle bir Osmanlı şehzadesi olduğunu öğrenmesinden korkardı.Daha kötü olarak da başkalarının , onun şehzade olduğunu bilmelerinden çekinirdi. Çünkü o hala merhum İsa Beğ'in hatırasına sadıktı.

Deli Kurt'un yarasını görünce onun bazı şeyler sakladığını anlamakta gecikmedi. Çünkü ilk yara kılıç , kargı , yahut ok yarası değildi. Üstelik dağlanmıştı da...Deli Kurt galiba Karamanlılara tutsak olmuştu o zaman diye düşündü ve artık üstelemedi.

Deli Kurt, aşağı yukarı altı ay sonra ikinci defa yaralı olarak yurduna dönüyordu. Belinde yeni bir bıçak vardı. Bunu Gökçen vermişti. O da kendi bıçağını Gökçen'e bırakmış ve ne zaman , nasıl gelebileceğini anlatmıştı. Gökçen , o billur sesiyle :

- Sen sağ oldukça seni bekleyeceğim , demişti.

Deli Kurt , sipahiydi. Emir kuluydu. Öyle seferlere çıkabilirdi ki yıllarca gelmesi imkan olmazdı. Bunu düşünerek:

- Gelmem uzarsa sağ olup olmadığımı nerden bileceksin ? diye sormuştu. Gökçen kısaca :

- Bilirim , diye cevap vermişti.

Gerçekten de bilirdi. O , birçok gizli şeyleri bilen bir büyücü değil miydi ? Sonra vedalaşıp ayrılmışlardı. Gökçen , Yassı Tepe'nin doruğundan onu uğurlamıştı. Deli Kurt son dönemeci kıvrılırken Yassı Tepe'ye bakmış , orada duran Gökçen'i görerek kılıcını çekip onu selamlamış, Gökçen de elindeki kavalı sallayarak karşılık vermişti. Bu kadar uzak bir mesafeden bile Deli Kurt , onun gözlerindeki yeşil ışıkları görmüştü.

***

Deli Kurt , bu yıl da çok sert geçen kışı hiçte sıkıcı bulmadı. Şimdi nerede olursa olsun gönlü umutla doluydu. Dünya güzeli Gökçen kendisini bekleyeceğini söylemişti.

Köyde her şey her zaman olduğu gibi geçip giderken bir nokta köylülerin dikkatini çekti. Tımarlı sipahi Murad, köyün güzel kaval çalan yaşlı çobanından ders almaya başlamıştı. Ona uzun uzun yanık havalar çaldırarak dinliyor , sonra kendisi en basit ezgileri meşketmeye başlıyordu. Böyle bir teklif karşısında kalacağını hiç bir zaman aklına getirmemiş olan çoban sevinçle ve istekle öğretiyordu. Deli Kurt , çabuk öğreniyordu. Gökçen de çalıyor diye kavalı o kadar sevmişti ki , iyi bir kavalcı olmamasına imkan yoktu.

Bazan kar yağarken kırlara çıkıyor , fırtınanın uğultuları arasında kaval çalıyor , Gökçen'e sesleniyordu.

Gökçen bunları duyuyordu. Uzun yolların , dağların , derelerin ötesinden Deli Kurt'un çaldığı kavalı işitiyordu. Çünkü onun olağanüstü kuvvetleri vardı. Gönüllerden çıkan duyguları , beyinlerden fırlayan düşünceleri bilirdi.

Deli Kurt da Gökçen'in kavalla kendisine verdiği cevapları duymaya başladı. Bunu kendi kudretiyle duyuyor değildi. Gökçen'in kudreti ona bu sesleri duyuruyordu.

***

İlkbahar gelirken Deli Kurt'un Gökçen'e kavuşmak umudu yeni bir sefer buyruğu ile suya düştü. Osmanlı Padişahı İkinci Murad Beğ , Semendire üzerinde yürüyüş emretmişti. Sırb'ın yaptığı iki yüzlülüğün cezası verilecekti. Osmanlı ordusu Edirne'de toplandıktan sonra hızla yürüyüşe geçmiş , Rumeli'den gelen kuvvetleri de alarak Sırpların başkenti Semendire üzerine yürümeye başlamıştı. Sırp Beği Brankoviç , Türk ordusunun ne olduğunu iyi biliyordu. Bundan dolayı iyice berkittiği şehirde duramamış , Sırp ordusunun başbuğluğunu oğluna bırakarak kendisi Macaristan'a kaçmıştı.

Semendire haziran sonunda kuşatıldı. Bu Sırb'ın bir akçalık bile değeri yoktu , ama sağlam kalenin ardında bütün ordusunu toplamış olduğu için dayanıyordu. Yoksa Sırp Sındığı'nda , Kosova'da yaptığı gibi meydan savaşına çıksa bir iki saatte işi bitirilir , ordusu yok edilirdi. Zaten şu Rumeli'deki milletler arasında dayanıklı hangisi vardı ki ?.. Ama Macar'a gelince iş değişiyordu. Hele atlısı pek yaman , gözü pek oluyordu. Bu yüzden değil midir ki , şairin biri Macarlar için :

Kafirde yiğit varsa eğer sade Macardır ,

Hem kendi yavuz , hem atı eşkin ve acardır.

demişti. Doğrusu Türkle Macar çarpıştığı zaman savaş savaşa benziyor , tadına doyum olmuyordu. Onun için Osmanlı ordusundaki sipahilerle akıncıların çoğu kale duvarları dibinde sipahilerle akıncıların çoğu kale duvarları dibinde oyalanmaktan ise Macaristan'a yönelip şöyle bir erce vuruşmayı cana minnet biliyorlardı.

Nihayet bir ağustos gününde ordu Semendire'ye girdi. Deli Kurt da Karası sipahileriyle birlikte kaleye ilk girenler arasında idi. İçeride büyük bir kırışma olacağı hakkındaki tahminler boşa çıkmış , çünkü Sırp beğinin oğlu teslim olmuştu.

Tutsakların toplanması yeni bitmişti ki , çalkalanan bir haber bütün gönülleri hoş etti. Kırallarıyla birlikte Macarlar geliyordu. Hem de oldukça yakında idiler.

Türk ordusu , İshak Beğ ile Osman Beğ komutasında olduğu halde Macarlara doğru yıldırım gibi ilerledi ve eylülün ılık ve güzel bir gününde onlarla karşılaştı.

Çakır Bölükbaşı , Macarların dizi dizi olduğu savaş alanına gözlerini dikerek , kır düşmüş saçlarına rağmen , dinç kalmış gövdesini üzengiler üzerinde kaldırıp şöyle bir bakındıktan sonra :

- Bu Macar , Sırba benzemez , yine zorlu bir uğraş olacak , dedi.

Bütün bölük erleri gibi Evren ve Deli Kurt da onun bu sözlerini işitmişlerdi. Kimse bir şey söylemedi. Fakat hepsi içlerinden bir şeyler geçirdiler. Evren , şimdiye kadar Macarlarla hiç vuruşmamıştı. 'Hele şu Macarları da bir görelim' diye düşündü. Deli Kurt ise 'Gökçen'e kavuşmak için sağ kalmaya bakmalı' dedi.

Biraz sonra Macarların düzgün diziler halinde ilerlemeye başladığı görüldü. Aynı zamanda Osmanlı ordusunun gerisinden mehter takımının savaş havaları çalmaya başladığı işitildi. Bu havalar çerilerdeki savaş isteğini arttırıyordu.

Tecrübeli bir savaş kurdu olan Çakır , Macar kargılarının eğildiğini ve atlarının hızlandığını görünce yakında kendi taraflarından da ileri borusu çalınacağını kestirerek hazır ol buyruğunu vermek üzere başını arkaya çevirdi :


- Macar atlarının göğüsleri zırhlı , dedi. Oklarınızı ayaklarına boşaltarak kılıçlara davranacaksınız.

Bunu söylerken de kırk kişilik bölüğün pusatlarına bir göz fırlattı ve göre göre , bu düzgün pusatlar arasında , Deli Kurt'un kemerine sokulmuş kavalı gördü. O kadar şaşırmıştı ki , az kalsın atından aşağı yuvarlanacaktı. Gözleri fal taşı gibi açılarak bağırdı :


- O da ne ? Savaş düğün dedikse gerçkten çengili , zilli düğün mü sandın ? Macar cengine o düdükle mi gireceksin ?

Deli Kurt'un yüzü kıpkırmızı oldu. Çakır da öfkeden kızarmıştı. Semendire önündeki günlerde bu kavalı görmeyip de şimdi görmenin sırası mı idi ?

Fakat daha çok düşünmeye , biraz daha söz etmeye ve öfkelenmeye zaman kalmadan Türk ordusunun ünlü boruları , Macar atlarının gürültüsünü bastıran bir keskinlikle havayı çınlattı. Arkasından Osmanlı atlılarının dört nala fırladığı görüldü.

Çakır'ın sözleri Deli Kurt' çok ağır gelmiş , onun bütün delilik damarlarını kabartmıştı. Kabaran deliliğin verdiği hazla düzen falan tanımayarak atını en korkunç hızı ile sürdü. Bölükbaşı Çakır'ı geçti. Okunu fırlattıktan sonra kılıç sıyırarak ve küçük kalkanıyla kendini koruyarak Macar dizisine daldı.

Çakır ve Evren onu bu çılgınlığının görmüşler , yalnız bırakmamak için yanına gitmek istemişlerdi. Fakat Macarlarla göğüs göğüse gelince Deli Kurt'u kaybetmişler ve kendi savaşlarını yapmaya mecbur kalmışlardı.

Bütün ova iki ordunun savaş haykırışları , at kişnemeleri , kılıç ve kargıların zırhlara , kalkanlara , insan gövdelerine çarparken çıkardığı seslerle dolmuştu. Havaya tozlar yükseliyor , yerde kanlar akıyordu.

Çakır Macarları zaten biliyordu. Evren ise daha ilk kılıçlaşmalarda bunun öteki düşmanlara benzemediğini anlamıştı. Yüzleri de bir başkaydı. Çıyan suratlı Bulgar veya Sırb'a benzemiyordu. Basbayağı insan gibiydiler , Türk'e benziyorlardı.

Deli Kurt'u yalnız Çakır ve Evren değil , yalnız Çakır'ın bölüğü değil , bütün Karası Sancağı tımarlıları tanır ve severlerdi. Şimdiye kadar kimseyi kırmamıştı. Yiğitliği kadar alçak gönüllü oluşu , her isteyene yardım etmesi onu herkese sevdirmişti. Bölükdaşlarından Koç Mehmed , onun tek başına Macar'a daldığını görünce başına bir iş gelmesin diye hemen yardımına koşmuştu. Koç Mehmed , yaman bahadırlardandı. Daha ufak bir çocukken , döğüşlerde koç gibi kafa vurduğu için kendisine 'Koç' demişlerdi. Otuz yaşlarında olduğu halde dokuz çocuğu vardı. Dokuzu da oğlan olan bu çocuklardan başka iki küçük kardeşi , bir öksüz yeğeni , yaşlı kaynanası hep onun eline baktığından , tımarın geliri kendisine yetişmez , arasıra Deli Kurt'tan borç alırdı. Bu borçları hiçbir zaman ödeyemez , Deli Kurt da 'Senin oğlancıklar büyüdüğü zaman ödersin' diye işi kapatıverir , arada bir de hediye şeklinde öte beri verirdi.

Koç Mehmed bu kadar iyi bir arkadaşı böyle bir gününde yalnız bırakamazdı. Karşısına çıkanları devirerek yanına vardı ve o ciddi anda bile Deli Kurt'un çılgınlar gibi vuruştuğunu görmekte gecikmedi.

Deli Kurt öyle vuruşuyordu , o kadar kendini korumuyordu ki , fırsat ve imkan olsa 'Niçin böyle yapıyorsun?' diye sorardı. Şimdi bunu soracak zaman olmadığı için bu koruma işini kendisi yapmalıydı.

Türk atlıları zırhsız olduğundan , çok geçmeden ikisininki de vuruldu ve iki sipahi kendilerini yerde buldu. O zaman Koç Mehmed'in haykırışı işitildi :

- Davran bre Deli Kurt ... Yanındayım...

Arka arkaya vermişlerdi. Atlardan yapılan dürtüşleri kalkanlarıyla durduruyorlar , kılıçlarıyla da Macar atlarını sinirliyorlardı. Böylece kısa bir zamanda bir çok Macar'ı atlarından ettiler ve kendileri gibi yaya kalmış Macarlarla bir ölüm dirim savaşına girdiler.

***

Akşam çöküyordu. Macar bozulup yenilmiş , meydanı Türklere bırakmıştı. Çakır , yarılanmış bölüğünün başında , kaşları çatılmış olduğu halde içlerinde bazılarını sorguya çekiyordu. On dokuz şehitlerini bulmuşlardı. Fakat Deli Kurt'un dirisi de , ölüsü de yoktu :

- Bre Koç Mehmed ! diye seslendi . Deli Kurt'la yan yana idin , değil mi ?

- Evet !

- Sonra nasıl oldu ?

Yaralı , kan ve toz toprak içindeki Koç Mehmed , bölükbaşıya şaşkın bakışlarıyla baktı. Çakır , bu soruyu üçüncü defa soruyordu. Acaba anlayışı mı körelmişti ? Elli altı yaşındaki bir adamda bu kadar unutkanlık olmazdı ama nedense aynı şeyi soruyordu. Koç Mehmed de aynı şeyleri üçüncü defa tekrarladı :

- Atlarımız vurulunca sırt sırta verip Macar'a karşı koyduk. Atlarını sinirliyor , yaya Macarlarla pir aşkına vuruşuyorduk. Önce işler yolunda giderken yeniden atlı Macarlar saldırınca düzen bozuldu. Deli Kurt'tan ayrı düştüm. Yaralandığım için ona bakacak halim kalmamıştı. Gücüm kesilmek üzere iken karşımdaki iki Macar'ın düştüğünü görerek çevreme bakındım. Evren gelmişti. Birlikte Deli Kurt'u aradık , yoktu.

Çakır , Evren'e döndü. Evren de aynı şeyi üçüncü defa anlatıyordu :

- Macarlar bozulunca ileride bir kaç kişinin boğuştuğunu görerek oraya seğirttim. Ben yetişinceye kadar Koç Mehmed birini devirdi. İkisini de ben hakladım. Deli Kurt nerde diye sordum. Biraz önce yan yana idik , diye cevap verdi. Oraları aradıksa da ölüsünü ,dirisini bulamadık.

Çakır , bölüğüne buyruk verdi :

- Bütün çevreyi arayın !

Sipahiler aramak için dağılırken kendisi de Evren ve Koç Mehmed'le birlikte Deli Kurt'un boğuşmuş olduğu yere geldi. İzlere bakarak bir sonuç çıkarmaya çalıştı ama binlerce atın ve insanın hora teptiği bu yerde iz bulmaya imkan var mıydı ?

O zaman Evren'e bakarak sordu :

- Sakın tutsak düşmüş olmasın ?

Evren , bu düşünceyi reddetti :

- Tutsak mı ? Macarları çil yavrusu gibi dağıttığımız bir savaşta Deli Kurt onların eline düşer mi ?

Çakır , adeta öfkeyle bağırdı :

- Öyleyse bu deli ne oldu ?

Evren , Çakır'ı iliklerine kadar donduran şu cevabı verdi :

- Şehit olmuştur. Yarın sabaha kadar çakallar bitirmezse ölüsünü buluruz.

***

Çakır , tımarının başına gözleri yaşlı döndü. Macarlarla yapılan savaşın ertesi gününde cenk meydanını hemen bütün Karasılılarla birlikte aradığı , sancak beğine söyleyerek orduda münadiler bağırttığı halde Deli Kurt'un ne ölüsü bulunmuş , ne de onu gören çıkmıştı. Her halde Evren'in dediği gibi olacaktı : Ölmüştü.

Döndüklerinin ertesi günü Evren gelerek anasına gitmek için izin istediği zaman , Çakır 'Beraber gidelim' dedi. Hemen ata bindiler ve bütün yol boyunca bir tek kelime konuşmadan Türkmen obasına vardılar. Satı Kadın seksenini aşmış ve iyice kocamıştı. Fakat karşısında yalnız iki kişi görünce , daha hoş geldiniz demeden 'Deli Kurt nerde ?' diye sormaktan kendini alamadı. Sonra , yıllar boyu , kaç gidenin dönmediğini görmeye alışmış bir katı yüreklilikle :

- Yoksa şehit mi oldu ? diye sordu. Ötekilerin sustuğunu görünce , gözlerinden iki damla yaş akarak :

- Allah devlete , millete zeval vermesin , diye dua etti.

O akşam , anlaşılmaz bir duygu ile Satı Kadın , oğullarını yine Gökçen Pınarına götürdü. İsteksizce yemek yediler. Pınarın soğul suyundan içtiler. Havaların serinlemeye başladığı günlerdi. Oba , yakınlarda kışlağa göç edecekti.

Birden bire üçü de , yine süzülür gibi bir yürüyüşle gelmekte olan Gökçen'i görerek dikkat kesildiler. Yüzü peçeliydi. Elinde davgana olduğu halde pınara gitmeyerek yerde oturan üç kişinin önüne geldi. Üçünü de şaşkınlıktan aptala döndüren şu soruyu sordu :

- Deli Kurt'tan haberiniz var mı ?

Çakır , aksi bir cevap verecekti ki , Satı Kadın buna zaman bırakmadan atıldı :

- Deli Kurt şehit oldu kızım.

Gökçen'in sesi üçünün de gönlüne işleyecek kadar güzelleşip manalandı :

-Hayır Satı Nine ! Deli Kurt sağ. Uzak bir yerde kaval çalıyor.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
TUTSAKLIK


Gökçen doğru söylüyordu. Fakat ne Satı Kadın , ne de Çakır'la Evren birden bire onun sözlerine mana verememişler , Gökçen uzaklaşıncaya kadar epsem bir halde kalmışlardı. İlk önce Çakır'ın aklı başına geldi. Deli Kurt'un belinde gördüğü kavalı hatırlamış , Gökçen'in 'Uuzak bir yerde kaval çalıyor' demesiyle bunu bağlamıştı. Bu kız herhalde doğru söylüyordu. Yoksa Deli Kurt'un savaşa bir kavalla girdiğini nereden görecekti ? Heyecanla :

- Ana ! Bu kız doğru söylüyor , dedi. Satı Kadın da inanmak isteyen bir davranışla :

- Nereden bildin ? diye sordu ve Çakır , hikayesini anlatıncaca da :

- Gökçen Kız bilir. O büyücüdür , diye kestirip attı.

Gökçen Kız gerçekten bilmişti. Deli Kurt o anda Macaristan'da tutsak bulunuyor ve onun dediği gibi hapsolunduğu yerde kaval çalıyordu.

Macarlarla o kanlı savaşın yapıldığı günde Koç Mehmed'den ayrılıp da tek başına bir kaç kişiyle vuruşurken garip bir tesadüf olmuş , İmre Bator adında bir Macar beği savaşın kaybedildiğini görerek adamlarıyla birlikte savaş alanından çekilmeye başlamıştı. Yolu , Deli Kurt'un vuruştuğu yerden geçiyordu. Macar beği Türkleri iyi tanıyan , Türkçe bilen ve yiğitliğe değer veren birisiydi. Bir Türk'ün çevrilmiş olduğu halde tek başına bu kahramanca savunması pek hoşuna giti. Biraz sonra nasıl olsa bitecek , fakat dünya bir kahramana kaybedecekti. İmre Bator'un gönlü buna razı olmadı. Adamlarına 'Diri yakalayın' buyruğunu verdi. Kementle Deli Kurt'u düşürüp bir anda ellerini bağladılar. Hemen bir Macar atına oturttular. İki yanında da Macar atlıları olduğu halde sürdüler. Bu işler o kadar çabuk olmuştu ki , biraz sonra savaş alanına hakim olan Türklerden hiç kimse bunu görmemiş , hatta pek yakında olup da üç Macarla boğuşan Koç Mehmed bile farkına varamamıştı.

İmre Bator , kendi memleketine gelinceye kadar Deli Kurt'la konuşmamış , yalnız uzaktan uzağa onun davranışlarını kontrol etmişti. Bu Türk'ün gözüktüğü kadar metin bir adam olduğu anlaşılıyordu. Macar beği ilk iki gün ona yiyecek ve su verilmemesini emretmiş , fakat o ağzını açıp da en ufak bir şikayette bulunmayınca , hatta mahsus kendi karşısında yemek yiyen Macarlara başını çevirip bakmayınca hayranlığı artmıştı. Üçüncü günü yiyecek ve su verdirilmiş , fakat Deli Kurt bu yiyeceği aç bir adam gibi değil , mutad yemeğini yiyen birisi gibi yemişti.

İmre Bator , ancak konağına geldiği zaman Deli Kurt'la konuştu.

- Adın ne ?

- Murad.

- Nerelisin ?

- Karasılı

- Kaç yaşındasın ?

- Otuz altı.

Macar beği sağlam yapılı Türk'ü iyice süzdü. Sonra , dolaşık yollardan gitmeye lüzum görmeyen bir açık yüreklilikle teklifini yaptı :

- Murad ! Bizim dinimize girersen sana burada rütbe ve malikane verir , soylu bir Macar kızıyla da evlendiririz , ne dersin ?

Deli Kurt'un gözlerinde parlayan bir öfke ışığı ve yanaklarında kızartı görüldü. Arkasından kısa ve keskin bir 'Hayır !' işitildi.

Bu 'Hayır !' , uzun ve gürültülü bir konuşmadan daha tesirliydi. Macar beği de direnmedi. Mutaasıp bir Hıristiyan olmakla beraber insaflı ve doğru adamdı. Bu Türk'ün , dinine bağlılığını hoş gördü ve hatta beğendi.

Deli Kurt'u konağın yer katında bir odaya kapadılar. Yemek veriyorlar , bazan bahçeye çıkarıyorlardı. Fakat ne de olsa tutsaklıktı ve pek ağır geliyordu.

Deli Kurt o zaman kendisiyle bırakılan kavalına sarılıyor , mahpus olduğu odanın dört duvarı arasından çok uzaklardaki Gökçen'e sesleniyordu.

Kavalı güzel ve yanıktı. Hele bu gurbetteki duygulu gönülle çalınan kaval daha tesirli oluyordu. Macar beğinin adamları da kavalı dinlemeye ve zevk almaya başlamışlardı. Deli Kurt'un kaval üflemedeki ustalığı yayıla yayıla İmre Bator'un kulağına kadar gitmişti. Şimdi bazı geceler o bahçede ziyafet veriyor ve birçok Macar birden bu Türk'ün hüzünlü kavalını dini bir sessizlik içinde dinliyordu. Bu kadar sert ve yırtıcı savaşçılar olan Türklerin öyle içten gelen , hazin bir müzikleri oluşu Macarların tuhafına gidiyordu.

Deli Kurt , vakur sessizliğiyle Macarların sevgisini kazanmaya başladı. Bir zaman sonra kendisine daha iyi bir oda verdiler ve hürriyetini genişlettiler. Fakat o , verilenden fazla hiç bir şey istemiyordu. Hatta şehirde gezip tozmaya bile yanaşmıyor , ömrünün çoğunu konağın büyük bahçesinde geçiriyordu. Deli Kurt , bu bahçede kendiliğinden yemiş ağaçlarıyla ilgilenmiş , yeni fidanlar yetiştirmeye başlamıştı. Bu işleri iyi bilirdi.

Günden güne zayıflıyordu. Bu , tutsaklıktan değil , kendisini saran kara sevdadandı. Gökçen onun bütün varlığına işlemişti. Onun çaldığı kavalı duyuyor , dünyasından geçecek gibi oluyordu.

Bir kaç ayda öğrendiği yarım yamalak Macarca ile bir gün beğin muhafızlarından birisine :

- Şehrin yakınlarında yeşil , az ağaçlı , yassı bir tepe var mı ? diye sordu. Macar hayretle bakarak cevap verdi :

- Böyle bir tepe var . Nereden aklına esti de böyle bir tepeyi soruyorsun ?

Nereden estiğini yalnız Deli Kurt bilirdi. Şimdi aysız gecelerde o tepeye gidiyor , kaval çalıyor , bazan uzaktan çalınarak kendisine kadar gelen başka bir kavalın sesini dinliyordu.

Deli Kurt'un , bu esrarlı hali Macarlara dert olmuştu. Bir kaç tanesi gizlice ardından giderek o tepeden ne yaptığını gözetliyor ve kavalını dinliyordu. Çok güzel çalıyordu. Ara sıra da bir tümseğe başını koyarak yatıyor , göğe dalıyor , hatta bazan da kendi kendine konuşuyordu.

Macar beğinin adamları arasında Mikloş adında birisi vardı ki , Deli Kurt'la iyice arkadaş olmuştu. O da çok güzel Macar sazı çalıyordu. Bazı akşamlar konağın bahçesinde karşılıklı saz ve kaval yarışması yapıyorlar , bazı bazı tepeye birlikte gidiyorlardı. Macarlar , o tepeye Kaval Tepesi adını takmışlardı.

Bir gece Mikloş'u ürküten bir şey oldu. Yine Kaval Tepesi'ne gitmişler ve Deli Kurt , yine bir kaval faslı yapıp sunmuştu. Her zaman olduğu gibi şimdi Mikloş saz çalacaktı. Fakat daha tellere dokunur dokunmaz Murad onu bileğinden yakalayarak :

- Dur , çalma , dinle ! dedi.

Mikloş , şaşkın :

- Neyi ? diye sordu.

Deli Kurt , eliyle güneyde bir yeri göstererek cevap verdi :

- Kavalı ...

Mikloş , dikkatle dinledi. Kaval sesi falan yoktu. 'Hangi kaval ?' der gibi Murad'ın yüzüne baktı. O hiç oralı değildi. Uzaklara bakarak bir ses duyuyordu. Gerçekten de duyuyordu. O sırada Gökçen , Yassı Tepe'de kaval çalıyor , Deli Kurt'a sesleniyor ve olağanüstü kudretiyle kavalının sesini çok uzaklardaki sevgilisine ulaştırıyordu.

Mikloş , Türk sipahisine dikkatle baktıktan sonra : 'Galiba deli' diye düşündü. Fakat aylardan beri aralarında olduğu halde en küçük bir kusuru gözükmeyen bu delinin gizli bir derdi olduğunu kestirerek acıdı ve ona sevgisi arttı.

***

Deli Kurt'un üç yılı sonsuz bir hüzün içinde tutsak olarak geçti. Bir gün gözüne çarpan bir şey onu üç yıllık dalgınlıktan uyardı. Macarlarda bir hazırlık vardı. Bir savaş hazırlığı...

Kendisine belli edilmek istenmediği , o da çevresiyle ilgilenmediği halde sipahi gözüyle bunu anlamıştı. Yalnız bunu anlamış değil , seferin Türkler üzerine olduğunu da sezmişti.

O gece yatıp daldığı bir sırada Gökçen'in :

- Sipahi ! Artık dön ! diyen sesiyle sıçradı. Gayet açık bir şekilde duymuştu. Gökçen'in o billurdan , o ahenkli sesiydi ve çok yakından söylenmişti. Herhalde Gökçen odanın içinde olmalıydı. Mumu yaktı. Odanın dört bucağında gezdirdi. Kimseler yoktu.

Deli Kurt , yatağına oturarak sabaha kadar , şimdi uzağında olduğu yakınları düşündü.

Güm doğduğu zaman kararını vermişti. Macar kendi yurduna sefer ederken , Gökçen onu çağırıken artık buralarda duramazdı. O zaman gözlerinde bir perde kalktı. Nasıl olmuştu da üç yıldır bunu düşünmemişti !

O gün çevresine bambaşka bir gözle bakıyordu. Çevresini kollamak , işi tasarlamak ve harekete geçmek için yarım gün yeterdi. Macar askerlerinin güneye doğru alay alay yola çıktığını görmüştü. En kısa yol olan bu yol tehlikeliydi. Erdil ve Eflak üzerinden gitmeye karar verdi.

***

Gece olurken ilk bulduğu ata atladı. Yönünü önceden tasarlamıştı. Dört nala sürmeye başladı. Geceleri Kaval Tepesi'ne giderek geç vakitlere kadar orada kalmasına alışık olan Macarlar kaçışı ertesi sabah olmadan anlayamazdı. Bu düşünceyle atını hızlı sürüyordu.

Dönüş zahmetli oluyordu. Gündüzleri ormanlarda , derelerde saklanmak , geceleri yürümekle yapılan bu yolculuk tehlikeliydi de. Pusat olarak kendisine iyi bir değnek bulmuştu. Bir iki defa Macar köylülerinden azıcık öte beri alıp yemiş , sonra da yabani yemişler ve otlarla yetinmişti.

Bir akşam üç yol ağzında yolunu şaşırdı. Gökyüzü kapanık olduğu için yıldızlara bakarak yön seçmek ihtimali de yoktu. Aksi bir yola gitmek , o zamana kadar harcanan bütün emekleri boşa çıkarabilir , kendisini yine tutsak düşürebilirdi. Deli Kurt , bir ara durarak uzun boylu düşündü. Çok yorgun olduğu için başını atının yelesine eğerek gözlerini kapadı. İçi geçti.

Birden bire omuzuna dokunan bir elle gözlerini açtı ve yanı başında hafif bir ses duydu.

- Orta yoldan yürü sipahi !

Gökçen'in sesiydi. Atının üstüne dinelerek bakındı. Kimse yoktu. Fakat omuzuna dokunuşu ve sesi o kadar açık duymuştu ki , mutlaka orada birisi vardı :

- Gökçen ! diye seslendi. Çok uzaktan , pek hafif duyulan bir ses cevap verdi :

- Yürü !

Deli Kurt , tereddüt etmedi. Büyücü , peri kızı sevgilisi , olağanüstü kuvvetleri olan Gökçen kendisine yol gösteriyordu. Bütün yorgunluğunun geçtiğini hissetti. Şimdi mesafeleri yırtarak aşıyor , sanki bir an önce Gökçen'e kavuşacakmış gibi at sürüyordu. Bu delicesine gidişi çok iyi oldu. Çünkü yalnız uzun bir yolu geçmiş olmakla kalmadı , bir hayli yiyecek de buldu. Fazla olarak şimdi yanında bir baltası vardı.

Bu balta , sonraları işine yaradı. Biraz Macarca bildiği için Macar ülkelerinden geçmesi o kadar güç olmamıştı. Fakat Eflak'a girince iş değişti. Gayet kaba , hayvan kadar yabani ve domuz kadar pis olan Ulah'ların arasından geçmesi hiçte kolay olmadı. Bir kaç defa başı belaya uğradı. Ulahlarla kapışıp kafa , göz yardı. Bir defa ikindiden akşama kadar süren bir yarışma ile canını kurtardı. Bir gün bir batağa saplandı. Az kalsın boğuluyordu. En zorlusu da Eflak beğinin çerileriyle çatışması oldu. Baltasıyla bir hayli vuruşup bir ikisini devirdikten sonra atını güneye çevirerek dizgin boşalttı. Ardına düşen Ulahlar , okla atını vurup onu yaya bıraktılar. Fakat Deli Kurt , Tuna'yı görmüştü.

Olanca hızıyla koşarak kendisini ırmağa attı. Arkasını kollayarak kulaçlamaya başladı. Ulahların her ok çekişlerinde suya dalıyordu. Akşam karanlığı çökmekte olduğu için daha çok üstelemediler.

Deli Kurt , karşı kıyıya çıkınca Tanrıya şükretti. Artık Osmanlı topraklarında idi. O kadar yorgundu ki , sırt üstü yatarak derin solumaya başladı. Yanına gelip kim olduğunu soran Niğbolu beğinin çerilerine :

- Önce biraz su verin de içeyim , dedi.

Bu düzgün Türkçeyi işiten çeriler birbirlerine bakıp dudak büktüler. Biri :

- Türk'e benziyor , dedi.

Deli Kurt yattığı yerden kalkarak öfkeyle sordu :

- Gavura mı benzeyecektim ?

Çerilerden biri onun giyimini işaret etti :

- Bu kılık ne ?

Deli Kurt ayağa fırladı :

- Ne kılığı olacak ? Tutsak kılığı....

- Bunları beğe anlatırsın...

Bunu söyleyerek Deli Kurt'u Niğbolu beğinin karşısına götürdüler.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
İZLEDİ GEÇİDİ


Deli Kurt , Niğbolu'da olduğunu beğin huzuruna çıktığı zaman öğrendi. Kim olduğunu anlatmaya çalışırken kendisini tanıyan bir askerin çıkması güçlükleri çözüverdi. Niğbolu beği , Macarlarla yeniden savaşın başladığını söyledikten sonra Deli Kurt'a bir takım sipahi giyimi buldu. Harçlık verdi ve Karası tımarlılarının nerede bulunduğunu bilmediği için üç yıldır uzak kaldığı tımarına gitmesi için müsaade etti.

Üç yıldır yerinde bulunmadığı için tımarını başkasına vermiş olabilirlerdi. Bu düşünceyle , aynı zamanda çoluk çocuğunu ve hele Gökçen'i görmek isteğiyle , ne kadar hızlı gitmek kabilse o kadar hızlı giderek ve denizi aşarak Karası'ya vardı. Tımarın alınmamıştı. Bunu Çakır'ın sağladığını , onun da bir iki yol Gökçen Kız'ı görerek sağlığını öğrendiğini Deli Kurt bilmiyordu.

Evdeşi Melek Hatun'u solgun ve zayıf buldu. Üç kızı büyümüştü. Hele büyük kızı Zeynep şimdi yirmi yaşında boylu boslu gelinlik kız olmuştu. Genç bir köy ağası onu istiyordu.

Deli Kurt , Karası Sancağı tımarlılarının hep birden , savaş için Tuna boyunda olduğunu öğrenince onlara katılmak için elini çabuk tuttu.

Köyünde ancak bir hafta kaldı. Tımarının işelerini düzene koyup akçasını aldı. Zeyneb'in düğününü savaş dönüşü yapacağını söyleyerek yola koyuldu.

Deli Kurt , cepheye koşuyordu. Fakat dosdoğru oraya gitmeden önce bir çark çizerek Gökçen'in obasına uğrayacaktı. Kırk yaşlarında gün görmüş bir Sipahi olmasına rağmen yirmi yaşındaki bir gencin heyecanını duyuyordu. At çatlatırcasına giderek obaya , her zaman vardığından daha çabuk ulaştı. Artık Yassı Tepe'nin yolları , beynine karış karış işlemişti. Uzaklardan kendisine kavalı ile seslenen , tutsaklıktan kaçması gerektiğini hatırlatan , üç yol ağzında şaşırdığı zaman doğru yolu gösteren insan üstü Gökçen'e yaklaşmanın yürek çarpıntısı içindeydi. Fakat neden içinde anlaşılmaz bir acı vardı ? Bunu biraz sonra Yassı Tepe'yi aşınca anladı. Alan bomboştu ve Gökçen'den eser yoktu. Atından indi. Gökçen'in her zaman yaslandığı ağaca yaklaştı. Onu ilk defa buraya dayanarak kaval çalarken görmüştü. Şimdi neredeydi ? Acaba ölmüş müydü ? Gökçen ölür müydü ?

İçinde bir sızlama duydu. Başını ağaca dayadı. Bütün bu yeşil alan , ta aşağıda akan suya kadar Gökçen'in beğliği idi. Burada yalnız onun buyruğu geçer , başkaları yaklaşamazdı bile.

Başını kaldırarak bakındı. Türkmen beğinin oğlu ile vuruştukları yeri gördü. Nasıl da kıyasıya vuruşmuşlar , nasıl onulmaz yaralar almışlardı ? İşte o onulmaz yaraları Gökçen onarmıştı. Gönlü de , gövdesi de Gökçen sayesinde yaşıyordu.

Ya o son gece ? Gökçen'in gözlerini gösterdiği o kutlu gece ?.. Ah şu yere batası tutsaklık !... Kendisini üç yıl sevgilisinden ayırmış , üstelik de şimdi onu kaybetmişti.

Deli Kurt'un gözleri birden ağacın gövdesine takıldı. Buraya bıçakla bir ağaç resmi kazılmıştı. Bu resim , gövdesine kazıldığı ağacın kendisine tıpa tıp benziyordu. Ağaç resminin altında temreni aşağıya doğru bir ok , bunun altında yine öyle ikinci bir ok vardı. Sonra üçüncü bir ok geliyordu. Fakat bu kıvrık bir oktu. Yarısına kadar , aşağıya indikten sonra öteki yarısı kıvrılarak yukarıya dönüyor ve okun temreni yukarıya yönelmiş bulunuyordu. Bunun üstünde iki ok resmi yer alıyor ve sonuncu okun temrani ağaç resmine değiyordu.

Bunları Gökçen'in yaptığı belliydi. Başka ki yapabilirdi ki ? Acaba manası neydi ? Deli Kurt , fazla zihin yormadı. Ağaçtan uzaklaşıp yine ağaca gelen oklar Gökçen'in buradan uzaklaştığını , fakat yine döneceğini bildiriyordu.

İçi sevinçle dalgalandı ve aşağıya , şifalı su ile yıkandığı yere doğru yürüdü. İşte kuyunun başındaki büyük taş oluk da , tahtadan yapılmış büyük su kazanı da ordaydı. Birden durarak oluğun içindeki çevreye baktı. Gökçen'in çevresindeydi. Yanında da küçük bir kutu duruyordu. Onu da tanıdı. Gökçen'in anasından getirdiği ilaçtı. Beyaz çevreyi açtı ve bir tarafında kızıl kan lekelerini görünce kaşları çatıldı. Gözlerini dikti. Bunlar leke değil , kanla yazılmış yazı idi. Çevreyi ters tutarak doğrulttuktan sonra kanla yazılmış olan yazıyı okudu : Yine geleceğim. Altında da bir imza : Gökçen.

Deliye döndü. Hep Gökçen , Gökçen... Bu yaylada yazı yazmak için kalemi , mürekkebi nerden bulacaktı ? Fakat o Gökçen'di. Her güçlüğü yenmesini bilirdi. Mürekkep denilen nesne boya değil miydi ? İşte Gökçen , boyaların en güzeliyle , kendi kanıyla mektup yazıyordu. Deli Kurt , yeniden heyecanlandı ve çevrenin kanla yazılı yerini öptükten sonra yere bakarak düşünmeye başladı. Gökçen yazı yazmasını biliyor muydu ? Bunun üzerinde fazla durmadı. Satı Ana'ya gitmeye karar verdi. Çevreyi ve em kutusunu alarak atına sıçradı.

Satı Ana seksen beş yaşındaydı. İyice kocamış , hareketlerine ağırlık gelmişti. Gözleri iyi görmediği gibi unutkanlık da başlamıştı. Deli Kurt'u :

- Nerelerdeydin oğlum ? diye karşıladı.

Deli Kurt , başından geçenleri kısaca anlatınca , ihtiyar kadın başını salladı :

- Tanrının işine bak ! Bunların hepsini Gökçen Kız bize söylüyordu.

- Nasıl biliyordu da söylüyordu ana ?

- Oğul ! Onun işine akıl erer mi ? Sana peri kızıdır yahut cindir dedim ya. Kaç yıl önce oba beğinin oğlunu öldüresiye vurmuşlardı. O yaralarla kim olsa yaşamazdı. Bu kız ne yaptıysa yaptı , onu yaşattı. Birtakım gizli ilaçları vardır dediler. Geçen yıl kuraklık oldu. Yağmur duaları falan kar etmedi. Gökçen yağmur yağdırdı. Bütün oba halkı binlerce taş yığıp yağmur yağdıramadı da bu kız , bir tek taşla bu işi yaptı. Yada taşı derler , tılsımlı bir taşmış. Türklerin ilk atasından kalmışmış. Bu yakınlarda da köyün hocasından okuyup yazma öğrendi...

Deli Kurt'un sesi yükseldi :

- Ne ? Okuyup yazma mı öğrendi ?

- Öğrendi ya... Hoca , böyle akıllı kız görmedim diyordu. Herkes beş altı ayda öğrenirmiş. Gökçen sekiz on günde kavrayıvermiş. Hoca da kızın büyücü olduğunu söylüyordu. Ders verirken kız acayip , tılsımlı gibi bir yazıyla birşeyler yazarmış.

Hoca o yazı nedir diye sormuş. Öğrettiklerini yazıyorum diye cevap vermiş. O yazıyı kimden öğrendin diyince de anamdan öğrendim demiş. Hoca , yazının ne yazısı olduğunu öğrenmek istemiş. Adını söylemişti ama unuttum.

Deli Kurt , Varsak obasında duyduklarını hatırlayarak sordu :

-Uygur yazısı olmasın ?

- Evet . evet , Uygur yazısı imiş. Velhasıl kızın öyle işleri var ki , insan yapamaz , ancak cin yapar.

- Ne gibi ana ?

- Ne gibi olacak ? Yaz kış aynı giyimleri giyer , üşümez. Yassı Tepe'deki kuyunun suyunu oradaki taş oluğa doldurup yıkanır.

Deli Kurt , yıllardır ilk defa gülümsedi :

- Bunda ne var ana ? Belki o şifalı suda yıkandığı için bu kadar sağlamdır.

Satı kızdı :

- Ne söz anlamaz çocuksun sen ! Dur da bitireyim. Sen onun yalnız yaz gününde mi taş oluğa girip yıkanır sandın O , yaz kış demiyor , o kuyudan su çekip oluğu dolduruyor , sonra içine girip yıkanıyor. Türkmen obası kışlağa indikten sonra da gidip gelmesi yarım gün tutan Yassı Tepe'ye her gün gidiyor. Kara kışta , hayvanların bile donup yola çıkamadığı soğuklarda oraya gidip geliyor. Sade yıkansa iyi. Sonra da çıkıp vücudunu karla oğuşturuyor.

Gökçen'in insan üstü olduğunu kabul eden Deli Kurt bile bu kadarına inanmadı :

- Amma da yaptın ana ? Bunu da kim görmüş ?

- Kim görecek ? Kara kışta yolları oraya düşen Akkavakoğlu Ahmed'le Ali... Kızı öyle görünce ödleri patlamıştı. Kışlağa nasıl geldiklerini görmeliydin !

- Deli Kurt , sözü uzatmak istemedi :

- Peki ana , dedi. Şimdi Gökçen nerde ?

- Nerde olacak ? Varsak'a gitti altı , yedi ay sonra geleceğini söyledi.

***

Deli Kurt , gece gündüz at sürerek bölüğünü bulduğu zaman Niş şehrine yaklaşmıştı. Koca bölükbaşı Çakır hemen boynuna sarıldı ve takıldı :

- Neredeydin be keyif ehli ? Başımızdan neler geçtiğini bir bilsen... Yanko diye bir Macar başbuğu çıktı. Anamızdan emdiğimizi burnumuzdan getirdi. Geçen yıl Hermanstad ve Vasag önünde bizi iki defa bozdu. Birincisinde başbuğumuz Mecid Beğ şehit oldu. İkincisinde Başbuğumuz Kula Şahin Paşa tutsak oldu. Binlerce sipahi ve akıncı kaybettik. Sen nerelerdeydin ? Yıllarca haberini alamadık ama o büyücü kız senin sağ olduğunu ve kaval çaldığını söylüyordu.

Çakır , bunları söyleyerek sustuktan sonra bir şey hatırlamış gibi yeniden söze başladı :

- Evet , evet... Senin bir kavalın olacaktı... Ne yaptın ?

Deli Kurt , cevap vermeyerek kemerine iliştirilmiş kavalı gösterdi. Çakır gülümsedi :

- İyi iş , dedi. Sizi hala çocuk huylu gördükçe ben de kocadığımın farkına varmıyorum. Altmış yaşında olduğumu biliyor musun ? Bu yaşta insanın bağında oturup ayran içmesi yakışık alır , ama bir defa savaşa alışmışız. Ne dersin ? Alışmış kudurmuştan beterdir...

Deli Kurt , bölükbaşlarıyla selamlaşıp Evren'le tokalaştıktan sonra dizideki yerini aldı.

1443 yılının 3 kasım günü idi. Osmanlı Padişahı İkinci Murad Beğ , bundan önceki iki yenilişin öcünü almak için ordusunun başına geçmişti. Osmanlı beğlerinin en ünlüsü olan Türk Turahan Beğ , Evrenuzoğlu İsa Beğ , Demirtaşoğlu Ali Beğ , Sofya Beği Umur Beğ , Tokat Beği Balaban Beğ , Beğlerbeği Kasım Paşa , padişahının damadı Mahmud Çelebi , Davud Beğ , Civan Beğ hep kendi birliklerinin başında idiler.

Macar ordusunun başında da Kıral Ladislas ve başbuğ Yanko Hunyad bulunuyordu. Sırp Beği Brankoviç de orada idi.

Padişahın tuğları kalkınca mehter takımı savaş nöbeti vurmaya başladı. Osmanlı ordusu çok hırslı gözküyor , Macarlar ve müttefikleri olan Sırplar , Ulahlar ve Almanlar da bunu anlamış gibi sıkışık düzen halinde bekliyorlardı. İlk hücumu her zaman Macarlar yapardı. Fakat bugün saldırışı Türklere bırakmış gözüküyorlardı.

Murad Beğ'in buyruğu üzerine Evrenuzoğlu İsa Beğ kendi buyruğundaki birliklerle taaruza geçti. Bunlar akıncıydılar. Yıldırım hızıyla düşmana doğru at teptiler. Bir yandan da ok yağmuruna tutuyorlardı.

Büyük kalkanlarla kendilerini koruyan zırhlı Macarlarla bu ok yağmuru pek de tesir etmiyordu. Akıncılar bir kaç defa geri çekilerek yeniden saldırış denemesi yaptılar. Boşuna... Macar dizisini sökememişler , üstelik düşmanın ok atışlarıyla bir çok kayba uğramışlardı.

Bunun üzerine padişah , Turahan Beğ'in de saldırışa katılması için buyruk verdi. Turahan Beğ , eski bir savaş kurdu idi. Yaman atlıları ile Macarlara dalmakta gecikmedi. Göğüs göğüse geldiler.

Deli Kurt , Karası Sancağı atlılarıyla Osmanlı ordusunun sol kanadının ucunda , ikinci dizide bulunuyor , sıranın kendilerine gelmesi bekliyordu. Padişah , savaşı idare ettiği tepeden , çatık kaşlar ve sert bakışlarla ileriye bakıyor , gidişi beğenmiyordu. Turahan Beğ atlıları da Macarı yaramamışlardı. Yanı başındaki elli altmış solak'tan başka yeniçerilerle birlikte bütün birliklerin ileri atılması için buyruk verdi. Yanko Hunyad'ın çok usta bir başbuğ olduğunu denemişti. Onun manevralarına meydan bırakmadan , akşama kadar kesin bir sonuş almalıydı.

Bütün Osmanlı ordusu , düzgün diziler halinde savaş haykırışlarıyla düşmana saldırdı. Karasılar en soldan ok serperek seğirdim yapmışlar sonra dalkılıç Macar dizilerine dalmışlardı.

***

Karanlık basarken iki ordu ayrıldığı zaman Murad Beğ , ordusunun fazla kayıp verdiğini , birliklerin birbirine karışmış olduğunu , Yanko'nun ise henüz son kozlarının oynamamış bulunduğunu gördü. Aynı yerde , ertesi sabah yeniden vuruşmak , orduyu bu kurnaz tilkiye kaptırmak olacaktı. Ne yapsalar , düşman , çaşıtları ile haber alıyordu. Çevre gavurla doluydu. Murad Beğ çekilme kararını verdi ve ordu , savaş yorgunluğu arasında sessizce ve düzenle Sofya'ya doğru çekilmeye başladı.

Murad Beğ , Macarların kendisini düzgün bir şekilde takip edemeyeceklerini sanıyor , düşman birliklerini birbirinden ayrılırsa onları teker teker vurup yenmeyi tasarlıyordu. Fakat umduğu olmuyor , hatta her zaman aralarında geçimsizlik çıkan Macarlarla Ulahlar ve Sırplar ve sefer büyük bir anlayış içinde harbediyor ve ilerliyorlardı.

Sofya'dan bir gece vakti geçerek Filibe'ye doğru yollandılar. Kış iyice bastırmış , karlar dört yanı bürümüştü. Deli Kurt , soğukta daha çok sızlayan sol pazısına aldığı yarayı düşünmüyordu bile. Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri Aksak Temür Beğ'ie yapılan kırk yıl önceki Ankara Savaşı müstesna , böyle bir yenilme görülmemişti. Haydi , öteki yeniliş hiç olmazsa Çağataylıya karşı olmuştu. Onlar da Türktü. Ya bu sefer ki ? Macar umduklarından da zorlu çıkmıştı. Deli Kurt , üç yıllık tutsaklığının öcü alınmadı diye kızıyor , Gökçen'e kavuşma gecikti diye de kendi kendini yiyordu.

Osmanlı Başkumandanı Padişah Murad Beğ , en doğru tedbir olarak ordusunu İzledi Geçidi'ne götürüyordu. Burası savunma bakımından en elverişli yerdi. Kışın soğuğundan da buzlardan engeller yapılabilirdi.

Murad Beğ , ordusuna korkunç bir buyruk verdi. Askerin bir takımı , bütün gece , ertesi sabah buz tutması için dağın yamacına su akıtırken , bir takımı geçidin her yerine iri buz parçaları yığıyordu. Bu işler sabaha kadar , bir dakika dinlenilmeden yapıldı. Ortalık ışıdığı zaman düşman ordusunun taaruz için yürüyeceği yol baştan başa buzlarla kaplı idi. Murad Beğ , iyi düşünmüş , iyi yapmıştı.

24 Aralık 1443'te Macarlar Yanko'nun yiğitliğinden hız alarak taaruza geçtiler. Buzlar ve çığlar onları durduramıyordu. Bir yandan baltalarla buz engellerini kırıyorlar , bir yandan da Osmanlı oklarına karşı kalkanlarıyla siper ederek ilerliyorlardı.

Bölükbaşı Çakır'ın otuz sipahisi , Macarların en son azılılarının bulunduğu bir kesime düşmüşlerdi. Burada at üzerinde savaş yapılamayacağı için yaya idiler. Macarlar da yaya geliyor , iki taraf her an biraz daha yaklaşıyordu.

Biraz sonra göğüsleştiler. Ayakların kaydığı bir yerde yapılan savaş bir acayipti. Macar zırhları çok dayanıklı olduğu için değme sipahi vuruşu bile onları kolay kolay kesemiyordu.

Yenilerek buraya kadar çekilmek ve Macarlar kaysın diye yamaca su akıtmak Deli Kurt'un ağrına gitmişti. Pervasızca daldı. Deliliği tutmuştu. Bir Macarı devirdi. Evren yanı başında aynı gözü peklikle kılıç savuruyordu. Bu ilk kademeyi dağıttılar. Sağ kalan bir kaçı yüze geri etti.

Fakat arkadan daha sık olarak geliyorlardı. Okları bittiği için onların yaklaşmasını beklemekten başka yapılacak iş yoktu. Bu sırada Çakır'ın öfkeli haykırışı işitildi :

- Gavuru burada da yenemezsek tımarına dönmek nasip olmasın !...

Gözler bölükbaşıya çevrildi : Yüzündeki kılıç yarasından kan sızıyordu. Yüzünü yeni ile silerek yeniden gürledi :

- Davranın bre sipahiler ! Sıkı vurun !

Sipahiler 'Allah ! Allah! diye bağırdılar ve tam o sırada yardımlarına gelen bir bölük azap'la birlikte Macara saldırdılar. Yaman bir boğuşma daha oldu. Düşmanı yine attılar.

Öğle olmuştu. Macarlar yeniden yürüdüler. Yanlarında Lehliler de vardı. Karasılıların zayıflayan kesimine de bir çok yardımcı gelmişti.

Kimi sipahi , kimi akıncı , kimi yeniçeri idi. Belliydi ki bu sefer son koz oynanacaktı.

Deli Kurt , ömründe ilk defa tehlikeli bir işin içinde olduğunu seziyordu. Buzların üzerinde karma karışık boğuşuyorlardı..

Deli Kurt , yanında Evren ve Koç Mehmed olduğu halde çelik zırhlı Macarlarla yıldırım gibi kılıçlaşıyor , biraz beride , bütün Karası Sancağının tımarlılarından sağ kalmış olan on , on beş kişi , vurulan sancak beğlerinden sonra başlarına geçen Çakır Bölükbaşı ile birlikte , hala düzgün bir dizi halinde vuruşuyordu. Bir yanda bir kaç çevik akıncı , kendilerini sarmış olan Sırplara karşı uzun bıçaklarıyla kendilerini koruyor , daha ötede bir kaç Yeniçeri , Almanlara karşı satır , topuz , nacak ve pala kullanarak ölüm - dirim savaşı yapıyordu.

***

Ayaz bir gece inmişti. Türk ordusu savaşı kaybetmiş , İzledi Geçidi'nden aşağıya atılmıştı.


Deli Kurt , binlerce cesedin yattığı yerden doğrularak kalkınca olanları hatırladı. En sonra başına vurulan bir topuz kendisini bayıltıp yere sermişti. Elini tereddütle başına götürdü. Tulgası başında yoktu. Demek ki topuz , onu parçalamıştı. Kendini bir yokladı. Umursanacak bir yarası yoktu. Kolunda , yüzünde bir kaç çizgi...Hepsi o kadardı. Yanı başında bir kıpırdama oldu. Aydınlık gecenin her şeyi seçtirdiği bu alanda Deli Kurt , bunun bir Türk olduğunu görmüştü.

- Kimsin ? diye sordu.

- Tokatlı Sipahi Mehmed.

- Yaralı mısın ?

Göğsümdeki yara bir şey değil ama bacağımdaki beni yürütmeyecek. Gavur elinde kalacağım.

Deli Kurt'un aklına Gökçen'in merhemi geldi :

- Merak etme , kalmazsın dedi. Koynundan merhemi çıkardı. Tokatlı Mehmed'in giyimleri zaten göğsünden parçalanmıştı. Sonra bacağındaki yaraya baktı. Dizinin üstünden kılıç yemişti. Oraya da sürdü.

Deli Kurt , kendini sağlam hissediyordu. Hatta Tokatlı Mehmed'i de sırtında taşıyabilirdi. Artık burada , Macarın içinde durmaya gelmezdi. Bu düşünceyle ayağa kalktı. Yerde binlerce ölü yatıyordu. Birden tuhaf oldu. Çünkü ta yanı başında yatan , tulgası düşmüş zırhlı Macarı tanımıştı. İmre Bator'du. Gözleri ilk önce bir Macarı gürnce aklına kendi ordusundan ölenler geldi. Acaba kimler ölmüştü ? Fakat daha bir adım atmadan içi sızladı. Arkadaşı , yerdeşi , bölükbaşı Evren , koca yiğit sırt üstü yatıyordu. Bir iki adım attı. Beride , hala kılıcını sımsıkı tutan Koç Mehmed delik deşik olmuş gövdesiyle serili duruyordu. Gözün alabildiği alanda o kadar çok ölü vardı ki , aralarında tanıdıkların , bildiklerin bulunmamasına imkan yoktu. İçini yakan merakla çevresine bakındı. Bir Macarın ve bir yeniçerinin üstünden atlayarak daha ileriye göz attı. İşte ... Korktuğu olmuştu. Koca Bölükbaşı Çakır'ın duası tutmuş , gavuru yenemedikleri için tımarına dönmek nasibini kaybetmişti. Kahraman yüzü , Tanrıya bakar gibi göğe çevrili , gözleri hafifçe aralıktı. Onun da tulgası düşmüş , kır saçları ve bıyıkları kana bulanmıştı.

Deli Kurt daha fazla araştırma yapmak istemedi. Her şehit , içini sızlatacak olduktan sonra... Tokatlının yanına dönmeye başlarken bir ölüye takıldı. Kılığından hangi sınıf asker olduğu anlaşılmayan bu Türk , yüzü koyun yatıyordu. Böyle bir anda ve yerde tamamen lüzumsuz kaçan bir merakla Deli Kurt eğilerek şehidi çevirdi. Tulgasızdı. Başında börk vardı. Dikkatle bakınca , yüzü gözü kan içindeki bu ölüyü tanıdı. Türkmen beğinin oğlu idi.

Ellerini açarak bir Fatiha okudu. Çakır'ın , Evren'in , Koç Mehmed'in , Türkmen beğinin ve bütün şehitlerin ruhuna gönderdi. Sonra bu uhrevi vazifeyi yapmış olmanın verdiği kuvvetle Tokatlı Mehmed'i sırtına alarak , tahminle , Türk ordusunun çekilmiş olduğu bölgeye doğru yollandı.


 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
KORKUNÇ AYDINLIK


Deli Kurt sabaha kadar durmaksızın yürüyerek daha güneye çekilmek üzere olan Türk ordugahını buldu. Nöbetçiler onu karakol işlerine bakan beğin çadırına soktular. Bu , Tokat Beği Balaban Beğ'di. Deli Kurt kendini tanıttı. Balaban Beğ onun Karasılı olduğunu öğrenince tok bir sesle :

- Bütün yoldaşların şehit oldu , dedi.

Deli Kurt buna :

- Tokat Sipahilerinden Mehmed'i de getirdim , diyerek cevap verdi.

Deli Kurt'un getirdiği Tokatlı Mehmed , Balaban Beğ'in en gözde Sipahisiydi. İzledi Geçidi savaşından sonra onu ortalarda göremeyince şehit oldu veya tutsak düştü sanıp acımıştı. Sağ olduğunu öğrenince sevinçle bağırdı :

- Nerde ?

- Çadırın önünde...

Balaban Beğ nöbetçiye seslendi. Mehmed'i koluna girerek içeri getirdiler. Tokatlı sipahi , Deli Kurt'un bütün kahramanlığını , nasıl vuruştuğunu , bir kişinin yapamayacağı işleri nasıl yaptığını görmüştü. Kendi başından geçenleri bir iki sözle bitidikten sonra Deli Kurt'un savaşını uzun uzun anlattı.

Balaban Beğ , memnundu. Bu yenilmenin bozgun haline gelmemesi böyle eşsiz yiğitlerin kahramanlıkları sayesinde olmuştu. Vakit kaybetmeden padişahın huzuruna çıkarak bunları anlatmış , padişah da Deli Kurt'a bölükbaşılık vermişti. Balaban Beğ , bunu bildirdikten sonra :

- Karası Sancağının bütün eşyasını sen götüreceksin. Çakır'ınkiler de Murad Beğin buyruğu ile senindir , dedi.

Deli Kurt , sevinilecek ve övünülecek hiç bir tarafını bulamadığı sırtında bir yük gibi taşıyarak Karası'ya döndü. Oosmanlılar , Macarlar ve müttefikleriyle uğraşırken fırsatı yine kaçırmayan Karamanoğlu taaruza geçmiş , yine bazı şehirleri ele geçirmişti.

Bu durum karşısında padişah , ordusunun büyük kısmını , beğlerin buyruğunda olarak Macarlara karşı bırakarak kendisi daha küçük bir kuvvetle Anadolu'ya geçti. Deli Kurt , kendi kendine 'Yine Varsak yolu gözüktü' diye kuruyordu. Fakat kuruntusu boşa çıktı. Çünkü Murad Beğ , onu huzuruna çağırarak Karası'ya yeni sancak beği tayin olununcaya kadar sancağın tımar işlerini düzene koyması için buyruk vermiş , bölükbaşılık buyrultusu da eline tutuşturmuştu. Ayrıca bir kese de akça vererek :

- Göreyim seni adaşım , demişti , devlete daha çok hizmetler eder , Tanrının izniyle alay beği de olursun.

Böylece otağdan çıkınca yanında bir kaç azap ve şehit tımarlıların eşyalarını taşıyan bir kaç at olduğu halde yola koyulmuş , yurduna dönmüştü.

1444 yılının baharı idi. Evinde bir gece kaldıktan sonra padişahın buyruğunu yerine getirmek için sancağı dolaşmaya çıktı. Yanında azaplar ve yük atları olduğu halde tımarları birer birer dolaşıyor , şehit sipahilerin ailelerine baş sağlığı diliyor , şehitlerin onaltı yaşını geçmiş oğlu veya kardeşi varsa kadıların huzurunda hemen tımar senetlerini yazdırıyordu.

Bir ay süren bu işlerin sonunda , padişahın verdiği keseyi de Koç Mehmed'in kalabalık ve yoksul evine bıraktıktan sonra kendi köyüne geldi ve bir kaç gün yatarak kaç ayın yorgunluğunu giderdikten sonra kalkarak ne yapacağını düşünmeye başladı.

Hatunu Melek , gebe idi. Bu sefer onu daha da arık ve solgun bulmuştu. Bir kaç gün sonra Türkmen obası yaylağa çıkacaktı. Deli Kurt , çoluk çocuğunu da oraya götürüp yazı Satı Ana'nın yanında geçirmeye karar verdi. Zaten Çakır'ın ve Evren'in şehit düşmeleri dolayısıyla koca anaya baş sağlığında bulunmak da lazımdı.

Deli Kurt , iyi bir kağnı hazırlatarak içini şilteler ve yastıklar döşetti. İkinci bir kağnıya da çadırları ve eşyaları koydu. Kendisi ve üç kızı atlara binecekler , evdeşinin kağnısını topuz Ahmed idare edecekti. Topuz Ahmed on altı yaşlarında , çok sadık ve becerikli bir çocuktu. Çadır ve eşya yüklü arabayı da o sırada nerden çıktıysa çıkıp gelen Piç İlyas götürecekti. İhtiyarlayınca şaşılığı ve yüzünün gülünçlüğü büsbütün artan İlyas yıldan yıla iştahı açıldığı için büsbütün şişmanlamış , yusyuvarlak bir şey olmuştu.

Topuz Ahmed'e , yapılacak işi bir kere söylemek yeterdi. 'Peki ağam' der , denileni aynen yapardı. Piç İlyas öyle değildi. Bir şey söylendiği zaman 'O türlü yapacağımıza bu türlü yapsak olmaz mı ?' diye hemen saçma bir fikir söyler , çok defa sözü bir söyleyişte kavrayamazdı. Çünkü ayık gezdiği yoktu. Şarap bulamadığı zaman bile sarhoştu. Bir takım macunlar kullandığı söyleniyordu.

Piç İlyas'ı da adam saymak şartıyla yedi kişi , dört at ve iki kağnıdan ibaret olan kafile , gün doğmadan çok önce yola koyuldu. Bu güzel haziran gününde , çamursuz yollarda yürüyerek hiç bir yerde mola vermeden giderlerse geceleyin Türkmen obasına varabilirlerdi.

Kafilede kimse konuşmuyor , yalnız ara sıra İlyas'ın bir iş yapıyormuş gibi görünmek isteyerek öküzlere bağıması işitiliyordu. O bağırsa da , bağırmasa da öküzler bildikleri gibi yürüyorlardı ama İlyas sanki kafilenin düzeni kendi idaresindeymiş ve bu idare de bağırmakla yapılıyormuş gibi düşünmekten kendini kurtaramıyordu. Adeti olduğu üzere boyuna yiyordu. Oturduğu yerin arkasında bir torba ve büyük bir testi vardı. Torbadan durmaksızın öte beri çıkarıp yiyor , beş altı lokmadan sonra da küçük tasına şarap doldurup içiyordu. Susan kafilen yolcuları arasında onun keyfine diyecek yoktu. Arada bir Türkçe , Rumca , Sırpça yarım yamalak şarkılar da söylüyor , fakat hiç birinin sonunu getiremiyordu. Onun bu mırıltılarından canı sıkılan Deli Kurt , atını yaklaştırarak sordu :

- Bre Piç ! Ne dırlanıp duruyorsun ?

İlyas kekelemeye başladı :

- Aman Murad Ağa ! Ben aşk şarkıları söylüyorum !

- Bre sen aşktan ne anlarsın ?

- Aman Murad Ağa ! Ben dünyanın birinci aşığıyım. Ben anamdan aşık doğmuş , doğduğumun ertesi günü anama , komuşunun kızını bana almazsan sütünü emmem demişim...

Bu saçmalar üzerine Deli Kurt'un bakışları yumuşadı. Buna rağmen sert bir sesle buyruk verdi :

- Şarabını daha çok içip şarkını içinden söyle. Seni ve aşkı beraber düşünmek hoş değil...

Deli Kurt'un isteği olmuş , biraz sonra sızıp kağnıdaki yüklerin üzerine uzanan İlyas'ın sesi kesilmişti.

***

Türkmen obasına gecenin geç vaktinde vardılar. Deli Kurt bu zaman Satı Ana'yı rahatsız etmek istemediği için onu uyandırmayarak çadırlarını onun çadırının yakınına kurdurdu. Birinde üç kız , birinde kendisiyle Melek Hatun , küçük çadırda da Topuz Ahmet yatacaktı. Piç İlyas'a çadır ayrılmamıştı. Zaten o , çok pis olduğu için öyle çadırda falan yatacak hali yoktu. Yazın şurda burda , kışın da ahırlarda yatardı. Deli Kurt , yorgun ve hasta olan evdeşine Gökçen pınarından getirdiği ferahlatıcı suyu içirdikten sonra dikkatle hazırladığı döşeğe onu yatırdı. Kızlarını ve Topuz Ahmed'i de çadırlarına gönderdikten sonra anlaşılmaz bir inatla gelmeyen uykusu yüzünden çadırın önüne oturarak sabahı bekledi.

Bugün Satı Ana ile ömrünün en güç karşılaşmasını yapacaktı. Seksen altı yaşındaki kimsesiz bir kadına , hayatta kalmış son oğlu ile süt oğlunun ölümlerini bildirmek kolay iş değildi.

Deli Kurt'a göre tan yeri bu kadar keyifsiz bir şekilde ağarmamıştı. Gözü Satı Kadın'ın çadırında idi. İçi sıkılıyordu. Sabah biraz daha geç doğsa ne iyi olurdu.

Nihayet , istemeyerek beklediği an geldi. Çadır kapısı aralanarak Satı Kadın çıktı. Bütün obada başlayan canlanma kıpırdanışları arasında Deli Kurt ilerleyen ihtiyar kadının karşısında durdu. Satı Ana önce gözlerine inanamadı. Sonra şaşkınlıkla sordu :

- O da ne ? Murad , sen misin ?

- Benim ana ! Bir adım atarak analığının elini öptü ve onun Çakır'la Evren'i sormasını önlemek isteyen bir duygu ile yeni kurulmuş çadırları göstererek :

- Çoluk çocuk hep buraya taşındık. Melek çok arıkladı da biraz toplansın diye obaya getirdim. Bir kaç güne kadar da bir torunun daha olacak...

Deli Kurt , en uzun konuşmasını yapmıştı , sustu. Satı Ana çadırlara bakıyordu, Kendisininkine en yakın olanını göstererek sordu :

- Bunda kim var ?

- Kızlar.

- Şunda ?

- O , hatunla benim çadırım.

Satı Ana ciddileşmişti. Küçük çadırı gösterdi :

- Ya bu kimin ?

- Topuz Ahmed'in ... Benim uşak...

Kadın , gözlerini Deli Kurt'un gözlerine dikti. Bir şey söylemeden uzun uzun baktıktan sonra sordu :

- Çakır'le Evren nerde ?

Deli Kurt , başını önüne eğdi :

- Sen sağ ol ana. Şehit oldular !

Kadın birkaç an , söylenenin manasını anlamamış gibi Murad'a baktı. Sonra gözlerinden buruşuk yüzüne iki damla yaş inerken :

- Allah devlete , millete zeval vermesin. Kaç kere şehit anasıyım , dedi. Gözlerinde çoğalan ve iyi görmesine engel olan yaşları eliyle sildikten sonra sözlerini tamamladı :

- Öz oğlumla süt oğlum şehit olduysa Allah , ahiret oğluma ömür versin.

Bunu söyleyerek Deli Kurt'u bağrına bastı ve hıçkırdı.

***

Satı Ana , Melek Hatun'a çok iyi bakıyordu. Doğurmak üzere bulunan bir kadına nasıl bakılacağını iyi bilirdi. Türkmenlerin binlerce yıllık tecrübelerine dayanarak 'Gürbüz bir oğlan doğuracak' diyordu.

Deli Kurt , gariplik içindeydi. Gökçen'in dönmesine daha epey zaman vardı. Oba beğini ziyaret ederek oğlunun şehit olduğunu bildirip baş sağlığı dilemiş , sonra kendisine ait işlerle uğraşmaya başlamıştı.

Kendisine ait işler , hatunun rahatını sağlamakla Çakır'dan kendisine kalan eşyayı düzene koymaktı. İki deri torbanın içinde olan bu eşyayı Topuz Ahmed'in çadırına yerleştirmişti. Artık yapılacak başka işi olmadığı için , aylardır yanında durduğu halde incelemeye zaman bulamadığı torbalara bakacaktı. Bunlar eskimiş olmalarına rağmen , gayet güzel ve sağlam sipahi torbalarıydı. Deli Kurt , kendisininkileri İzledi Geçidi savaşında kaybettiği için Çakır'dan kalan bu hatıraları kendisi kullanacaktı.

Topuz Ahmed'i , su getirmesi için Gökçen Pınarı'na yolladıktan sonra onun çadırına girdi ve torbalardan birini açarak içindekileri önüne döktü. Küçük bir deri kesenin içinde iki tane tahta kaşık , başka bir kesede temizleme işlerinde kullanılan kil , birkaç çevre , yeni bir börk , bir de yadigar olduğu anlaşılan Bursa işi bıçak vardı. Hepsi de işe yarar şeylerdi. İkinci torbada da buna benzer şeyler çıkmıştı. Fazla olarak bir divit takımı ile birkaç parça kağıt duruyordu. Çakır , bölükbaşı olduğu için bazı kayıtlar tutmak mecburiyetinde olduğundan , divit takımı ile kağıtları almış olacak diye düşündü. Fakat kağıtlardan bazılarının katlanmış ve yazılı olduğunu görerek ilgilendi.

Bunlardan üç tanesi Çakır'a yazılmış mektuplardı ve ikisinin altında 'İsa' imzası vardı. Deli Kurt yıpranmış ve solmuş olmalarından eskiliğine hükmettiği mektupları , Çakır'ın niçin saklamış olacağını kendi kendisine sorarak bir tanesini okudu :

Çakır Ağa !

Allah cümlemizi yanlış işten ve yazık işlemekten korusun. Hatunumu bir gizli yere ulaştırırsan iki cihanda da aziz olasın. Doğacak çocuğum erkek olursa karındaşlarım onu sağ bırakmaz. İşler senin sadakat ve ehliyetine kalmıştır. Bütün akça Hasan Çelebi'dedir. Hatunun sağlıkla ulaştığını bildir. Sağ ve esen ol. Bizi duadan unutma.

İSA


İçinde bir takım büyük ve tehlikeli işlerden imalar bulunmasına rağmen 'Hasan Çelebi' adı olmasaydı , Deli Kurt , bu mektupla ilgilenmeyecekti. Fakat Çakır'la İstanbul'a gizlice giderek görüştüğü Hasan Çelebi'yi ve bunun babandan kalma paradır diye verdiği bol akçayı hatırlayınca şöyle bir düşündü. Mektubu tuhaf buldu. 'Doğacak çocuğum erkek olursa karındaşlarım onu sağ bırakmaz' ne demekti ?

Bu soruya cevap veremeyince ikinci mektubu okudu :

Çakır Ağa !

Bala Hatun'un haberini alıp sevindim. Bizim işimiz güçleşmekte ve ölüm meleği her an başımız üstünde dolaşmaktadır. Hatun emniyette olduktan sonra bunu tasa saymam. Allah kullarını birer şekilde yargılar. Duam seninledir , bilmiş ol .

İSA


Tehlike içinde olan ve Çakır'a mektup yazan bu İsa kimdi ? Bala Hatun herhalde onun evdeşi olacaktı. Peki , bu Bala Hatun'u kimden ve niçin kaçırıyordu ?

Deli Kurt , hafızasını yokladı. Çakır'ın İsa adlı birisinden bahsettiğini hatırlamıyordu. Mektupları kemerindeki keseye yerleştirerek torbaları yeniden doldurup çadırdaki yerine koydu ve çıktı.

Melek Hatun'un doğum sancıları başlamıştı. Satı Ana , obanın terübeli ebe kadınını getirmiş , hazırlıklara başlamıştı. Kızları arada bir öteye beriye koşturup bazı şeyler getiriyordu.

Deli Kurt , Satı Ana'nın büyük çadırında sabırsızlıkla gezinip duruyor , kadının her gelişinde verdiği 'Göreceksin , oğlan olacak' müjdesinin gerçekleşmesi için dua ediyordu.

Bu ağrıların yarım gün kadar sürebileceğini biliyor , fakat telaş etmez gözükmesine rağmen sabırsızlanıyordu. Böyle dolaşıp dururken , bir seferinde içeriye giren Satı Kadın 'Doğum yaklaşıyor' dedikten sonra Deli Kurt'a çadırın yan direklerinden birinde takılı iri torbayı göstererek :

- Şunu indirsene , dedi. Satı Ana için çok ağır sayılacak torbayı indirdi ve bağını çözdü.

- İçinde , bir kutu olacak , onu bana ver.

Deli Kurt , bir kutu için fazla büyüklükte olan süslü bir nesneyi çıkararak uzattı. Satı Kadın gülümsedi :

- Aman be oğul ! Senden kutu istedim , kutu... Sandık değil... Oğlan babası olacağım diye kutu , sandık seçemez oldun , dedi.

Deli Kurt , torbaya göz atınca kutuyu görüp çıkardı. Satı Kadın söylenmekte devam ediyordu :

- Ha , şöyle ... Kutu sandığın o sandığı da al. Bala Hatun'un sandığı idi...

Deli Kurt , biraz önce Çakır'a eşyaları arasında çıkan mektuptaki Bala Hatun'u hatırlayarak şaşırdı ve sordu :

- Kimin sandığı idi ?

Satı Kadın alay etti :

- Bala Hatun'un diyorum , işitmiyor musun ? Ananın sandığı ...

Deli Kurt , ihtiyar kadına dikkatle baktı. Acaba bunamış mıydı ? Neler söylüyordu ? Şaşkınlıkla :

- Anamın sandığı mı ? diyebildi.

- Ananın sandığı ya ... Sevincinden ananı da mı unuttun ?

Bunu söyleyerek elinde kutu olduğu halde çadırdan çıktı. Deli Kurt apışıp kalmıştı. Bu kadın gerçekten bunamış mıydı ?

Satı Kadın , yaşı icabı birçok şeyleri unutmaya başlamıştı. Bu arada Deli Kurt'tan Bala Hatun'un oğlu olduğunu gizlemek lüzumunu unutmuş , yıllarca sakladığı küçük sandığı kendisine verivermişti. O şimdi Melek Hatun'un doğum işiyle uğraşırken Deli Kurt'un yüreğine nasıl bir dert açacağının farkında bile değildi.

Deli Kurt , süslü sandığı açtı. Bu , büyükçe bir kutu kadardı. Bir ipekli kumaş kesesinin içinde saçlar vardı. Çocuk saçları olacaktı. Başka bir kesede bir nazarlık gözüne çarptı. Sonra elmaslı bir altın yüzük ve gümüşten yapılmış küçük bir kaplumbağa...

Hayretler içerisinde sandığı karıştırıyordu ! Bunlar neydi. Bala Hatun'un sandığı... Bala Hatun'un kendi anası olduğunu söylüyordu. O güne kadar anasını 'Ayşe' diye belletmişti.

Biraz daha karıştırınca eline bükülü kağıtlar geçti. Açıp baktı . Yine imzalı mektuplar... Tıpkı öteki mektupların yazısına benziyordu. Çakır'ın torbasında bulduğu mektupları kemerinden çıkarıp açtı. Bu şimdikilerle yan yana yere dizdi. Aynı İsa yazmıştı. Okudu :

Canın aziz Bala Hatun'um ,

Emniyette olduğunu öğrenip Hakka hamdettim. Seni , gövdendeki canla birlikte Allah'a havale kıldım. Oğlum doğarsa adını Murad koy. Kosova'da şehit olan dedemi bütün hanedanımdan kutlu sayarım. Duam üzerinedir. Sen de beni duadan unutma.

İSA


Deli Kurt'un beyni bir anda allak bullak oldu. Mektubu bir daha , bir daha okudu. Bunlar ne demekti ? Anası Bala Hatun olunca , bu İsa'nın da babası olması gerekiyordu. Öyleyse ana , baba diye kendisine bellettikleri Ayşe ile Osman neci oluyordu ? Bu Satı Kadın 'Anan Bala Hatun' derken büsbütün uydurmuş muydu ? Babası İsa olunca onun 'Kosova'da şehit olan dedem' dediği Murad kim olabilirdi ? Kosova'da şehit olan Murad... Aman Yarabbi ! ... Deli Kurt , dünya başına yıkılmışcasına bir şaşkınlık geçirdikten sonra mektubu tekrar okudu. Bu İsa , bir hanedandan bahsediyordu. Osmanlı Elinde bir tek hanedan vardı : Osmanlı Hanedanı ... Artık hiç bir şüpheye yer kalmamıştı ki , bu mektubu yazan İsa , Kosova'da şehit olan Murad Beğ'in torunu yani Yıldırım Beyazıt'ın oğlu olan İsa Beğ'di. Bu İsa Beğ de kendi babasıydı ...

Deli Kurt , yeniden 'Aman Yarabbi !' diyerek ayağa fırladı ve birden bire gözlerinden bir perde açıldı. Hatıralar yıldırım hızıyla beyninden geçerken vaktiyle mana veremediği küçük şeyleri kavramaya başladı. Çakır bir gün kendisine 'Şehzadem' deyivermiş , sonra işi şakaya bulaştırmış , bir gün de 'Yaşa be Osmanoğlu !' diye bağırmıştı. Demek ki , bunları istemeyerek ağzından kaçırmıştı. Torlak Kemal ile yapılan savaştan sonra o zaman şehzade olan şimdiki padişah İkinci Murad Beğ , Deli Kurt'u huzuruna çağırdığı zaman Çakır'ın gösterdiği telaş ve titizliği hatırlıyordu. Ya o Hasan Çelebi kimdi ? Kendisine verilen para ancak bir şehzadenin parası olabilirdi. O kadar çoktu. Ya her şeyi bile Esen Börü'nün kendisine 'yüce bir soydansın' demesi ...

Evet , gözlerinden bir perde kalkmış , aydınlığa çıkmıştı. Fakat bu korkunç bir aydınlıktı. Saçtığı ışıkla o kadar muhteşem bir gerçeği aydınlatıyordu ki , korkmamaya imkan yoktu. Demek ki , kendisi bir Osmanlı şehzadesiydi. Yani her an Azrail'in kılıcı altında yaşayan birisi. Buna sevinmek mi , yerinmek mi gerektiğini anlamadan Satı Ana içeri girdi. Gülüyordu :

- Müjdeler oğul ! dedi. Gürbüz bir oğlun oldu. Adını ne koyalım ?

Deli Kurt gürler gibi cevap verdi :

- İsa olsun !

Satı Kadın'ın gülümsemesi dudaklarında donup kaldı. Kaşları çatıldı. Gözleri yerdeki sandığa ve onun dağılan eşyasına ilişti. Her şeyi anlamıştı. Fakat artık yaptığı yanlışı düzeltmeye imkan yoktu. Bu sandıkta bir iki mektubun saklı olduğunu , o mektuplarda Deli Kurt'un bilmemesi gerekli sırlar bulunduğunu biliyordu ama artık olan olmuştu. Buna rağmen itirazdan geri kalmadı :

- Koyacak başka ad bulamadın mı ?

Deli Kurt sarhoş gibiydi. Umursamaz bir genişlik içinde gülerek cevap verdi :

- Canım nine ! Mehmed yahut Musa , Süleyman yahut Mustafa veya Ertuğrul da olabilirdi ama hepsi bir kapıya çıkar ...
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
UNUTULMAZ AYRILIK


Deli Kurt , bitkinliği bir türlü geçmeyen evdeşini , doğumun onuncu gününde , Yassı Tepe'nin eteğindeki şifalı suya götürdü. Kızlarıyla İsa'yi ve Topuz Ahmed'i de alarak atlarla erkenden oraya gittiler. Topuz Ahmed'i , tepeye gözcü koyduktan sonra kuyudan çektiği sıcak suyu taş oluğa doldurdu , analarını ve küçük kardeşlerini suya sokup yıkadıktan sonra kurulayarak ağacın altına getirmelerini kızlara söyleyerek kendisi ağacın yanına döndü.

Üç kız kardeş , kendilerine verilen işi kusursuz yaptılar. Melek Hatun ferahlamış ve açılmış olduğu halde , ağacın dibindeki keçeye uzandı ve akşama kadar orada kaldığı müddetle Satı Ana'nın ayranını içip , yemeklerini yiyerek İsa'yı emzirdi.

Bu ziyaretleri üst üste yapmaya başladılar. Yavaş yavaş hatunun yorgunluğu , arıklığı gitti. Topladı , güçlendi , yüzü pembeleşti. İsa'ya gelince , o zavallı , dünyadan habersiz , anasının gürleşen sütünü emiyor , bol bol uyuyor , biraz ablalarının kucağında geziyor ve büyüyordu.

Deli Kurt , birkaç defa oğlunu kucağına almış , fakat onun masum bakışları karşısında büyük bir teesür duyarak bırakmıştı. Bu üzüntü nerden geliyordu ? Onu pek kurcalamak istemiyor , fakat 'bu çocuk talihsiz olacak' diye içinden gelen bir ses yüreğini parçalıyordu. Talihsiz olarak doğduğu muhakkaktı. Bir insanın kim olduğunu söyleyememesi gerçek bir talihsizlikti. Kendisi de talihsiz doğmuştu ama bugüne kadar şerefli bir sipahi olarak yaşamıştı. Sipahi olmak az şey değildi. Fakat babası , anasını yanlış bir isimle bellemeye mecbur olmak kötü idi.

Deli Kurt , bir de Gökçen'i düşünüyordu. Onu sevmek de hem büyük bir bahtiyarlık , hem de kutsuzluktu. Evli ve dört çocuk babası olmasa işin kutsuzluk yönü olmayacaktı. Fakat bölükbaşı da olsa iki evli bir sipahi görülmüş , işitilmiş nesne değildi. Deli Kurt , gülümsedi. 'Şehzadece bir iş olacak' dedi.

Şimdi , Yassı Tepe'nin arkasındaki düzlükte , Gökçen'in dayandığı ağacın altına oturarak gün öldürmeyi huy edinmişti. Gökçen'in çizdiği ok resimlerine uzun uzun bakıyor , gece olunca kaval çalıyordu.

Bir akşam yine hüzünlü bakışlarıyla ufku süzerek karanlığın çökmesini bekledikten ve kavalını çalmaya başladıktan sonra birisinin kendisine seslendiğini duyarak kavalı kesti , başını çevirdi. 'Murad Ağa' diye bağıran bir adam aksaya aksaya yaklaşıyordu. Deli Kurt , ayağa kalkarak yerini belli ettikten sonra 'Buradayım' diye haykırdı ve yuvarlanır gibi gelen bu adamın kim olduğunu kestiremeyerek sordu :

- Kimsin ?

Beriki bu soruya uzun sözlerle cevap verdi :

- Aman Murad Ağa ! Beni nasıl tanımadın ? Ben İlyas değil miyim ?

Deli Kurt , o kadar Gökçen'le doluydu ve onun dışında her şeyi o kadar unutmuştu ki , birden bire boş bulunarak:

- Hangi İlyas ? diye sordu. İlyas'ın cevabı pek hoştu :

- Dünyada kaç İlyas var ağa ! Piç İlyas !

Deli Kurt , büyük kederi arasında gülümsedi :

- Kaybolmuştun. Şimdi nereden çıktın ?

İlyas yaklaşmıştı. Elindeki iri testiyi yere koyarak cevap verdi :

- Testi boşalmıştı da , doldurmaya gittim.

- Testini neden buraya getirdin ?

- Testimi buraya getirmedim. Onu yukarıda bıraktım.

- Ya bu ne ?

- Onu da sana getirdim ağam.

Deli Kurt , kızar gibi oldu :

- Bre ! Senden şarap isteyen mi oldu ?

Piç İlyas , buna gayet tuhaf fakat yıldırım tesiri yapan bir karşılıkta bulundu :

- Padişah Murad Beğ tahtını bırakıp çekildi de...

Deli Kurt , heyecanlandı :

- Ne dedin ? Murad Beğ çekildi mi ?

- Evet ağam. Macarlarla on yıllık barış yaptı. Efalk'ı Macar aldı. Sırbistan Sırp beğine verildi. Murad Beğ Macar'a tutsak düşen damadı Mahmud Çelebi'yi kurtarmak için yetmiş bin altın ödedi. Sonra da tahtını bırakarak Manisa'ya çekildi.

- Ya yerine kim geçti ?

- Oğlu Mehmet Beğ ...

- O daha çocuk be !...

Deli Kurt , bunu istemeyerek söylemişti. İlyas bile yine sarhoş olduğu halde bu sözün manasızlığını anlamıştı :

- Çocuk ama beğ oğlu . Osmanlı tahtına Piç İlyas'ı geçirecek değiller ya ...

Deli Kurt güldü :

- Doğru söylüyorsun İlyas. Şarabı getirdiğine de iyi etmişsin. Yarın çadıra uğrayıp akçanı al. Ama bir daha da buraya , bu ağacın altına geleyim deme ...

İlyas , eliyle göğsüne vurdu :

- İlyas yok mu , Piç İlyas ? Yaşasın Piç İlyas !... Piç İlyas bir daha buraya gelirse bacakları kırılsın... Kafası kopsun ... Şarapsız kalsın ...

Sonra yuvarlanır gibi bir hareketle uzaklaştı ve gözleriyle onu takip eden Deli Kurt :

- Murad Beğ çekildi ha ! ... Demek dünya yükü ona da ağır gelmeye başladı , diye söylendi.

***

Günler geçip gidiyordu. Deli Kurt bütün işleri Satı Ana'ya , büyük kızı Zeyneb'e ve Topuz Ahmed'e bırakmıştı. Satı Ana'nın buyruğunda her şey öyle bir düzeninde gidiyordu ki , Deli Kurt'a Yassı Tepe'de kaval çalmaktan başka bir iş kalmıyordu.

Bir akşam yine kavalını alıp gelmiş , Gökçen'in ağacına yaslanarak günün iyice kararmasını beklemiş , sonra kavala el atmıştı. Gökçen gibi ta uzaklara duyuracak kadar çalamıyordu ama yine de usta bir kavalcı olduğunu belli ediyordu. Bu ezgiler gönlünden geliyor , çalarken aklına gelen babası İsa Beğ , anası Bala Hatun, Çakır ve Evren için bir şeyler söylüyor , sonra bunların hepsini unutturan Gökçen'i düşünerek üflüyor , üflüyordu.

Kaval çalarken gözleri yıldızlara değince onların parlaklığı , aklına hemen Gökçen'in ışıklı gözlerini getiriyor , geceleyin öten bir kuşun sesindeki güzellik , Gökçen'in billur sesini düşündürüyordu. Bir yandan da çalıyor , durmadan çalıyordu.


Gecenin yarısı geçmiş , Deli Kurt yorulmuştu. Kavalını yanına koyarak başını ağaca dayadı. Yorgunluk çıkarmak ister gibi gözlerini kapayarak öylece kaldı. Bu bir uyku değildi. Uyku ile uyanıklık arasında , insanlarda ara sıra görülem bir durumdu.

Birden kendisine 'Sipahi !' diye seslenişle ayıldı. Gözlerini açmamıştı :

- Sipahi ! Beni bekle !

Gökçen'in sesiydi. Ağacın arkasından geliyordu. Başını çevirdi. Kimsecikler yoktu. Bu sefer aynı ses önünden geldi :

- Sipahi ! Beni bekle !

O ürpertici , gönüllere işleyici sesti. Kısacası Gökçen'in sesiydi. Yüzünü döndürdü. Ses hafifliyordu :

- Mutlaka bekle !.. Mutlaka Bekle !... Mutlaka ....

Heyecanla ayağa kalktı. Gözleri şifalı suyun doğrultusunda idi. Orada bir çift yeşil ışık parlıyordu. Işıkları süzerken birden bire söndüklerini gördü. Sonra sağda , solda , yakında , uzakta birçok yeşil ışıklar parlayıp sönmeye başladılar.

Deli Kurt , içinde duyduğu ürperti ile geriye doğru bir adım attı ve ayağının altında bir çıtırtı duydu. Eğilip baktı ! Yazık ! Dalgınlıkla can yoldaşı kavalı ezip kırmıştı...

Obaya dönmeye karar verdi. Aynı ışığın altında ağaca baktı. Ağaca ... Gökçen'in ağacına ... Gözleri ağacın gövdesine , Gökçen'in kazmış olduğu ağaç resmiyle oklara kaydı. Hey ulu Tanrı ! Sarhoş muydu ? Yoksa düş mü görüyordu ? Biraz daha sokularak yakından baktı. Daha akşamleyin , Gökçen'in ilk yaptığı halde duran bütün ok resimleri kaybolmuş , yalnız ağacın resmi kalmıştı. Yanlış mı görüyorum diye elini sürerek yokladı. Yanlış görmüyordu. Ağacın gövdesinde yalnız ağaç resmi vardı. Korku ile titreyerek çevresine bakındı. Ne yeşil ışıklar gözüküyor ne de ses işitiliyordu. Hızlı adımlarla obanın yolunu tuttu.

***

Üç gün sonra obaya gelen ulak umulmadık bir haber getirdi. Macar ve yandaşları barış andlaşmasını bozarak yeniden yürüyüşe başlamışlar , çouk padişah Mehmed Beğ de Manisa'da ki babasına yazarak gelip ordunun başına geçmesini bildirmişti. Murad Beğ Manisa'dan çıkmıştı. Bütün sancaklara hızlı ulankal göndemişti. Kendisi de bölük bölük , alay alay sipahileri toparlayarak yıldırım gibi bir çabuklukla Karası'ya geliyordu. Buradan da Bursa üzerine yollanacaktı.

Deli Kurt , obada son gecesini geçirecekti. Ertesi sabah erkenden oba halkından olan iki sipahi ve dört çebeliyi de alarak yola çıkacaktı. Akşamdan Satı Ana ile vedalaştı. Çadırında bazı hazırlıklar yaptı. Babasının mektuplarını anasının küçük sandığına yerleştirerek bunu evdeşine emanet etti. Kemerine yalnız anasından kalmış olan tek mektubu soktu. Titrek bir kadın yazısıyla yazılmış olan bu satırlat nedense Deli Kurt'a çok dokunuyordu. Sonra evdeşi ve kızlarıyla vedalaştı. Mini mini İsa'yı kucağına alarak biraz sevdi. Epeyce büyümüş , güzelleşmişti. Hala o hazin ve masum bakışlarla , Deli Kurt'u yaralıyan bakışlarla bakıyordu. Tek oğlunu öptü 'İnşallah devlete , millete yarar kişi olursun' dedi ve annesine verdi. Topuz Ahmed'e de veda etti. Atına atladı.

Obayı dolaşarak sipahilerle cebelilere ertesi sabah nerede buluşulacağını söyleyip Yassı Tepe'ye yöneldi.

Atını otlara bırakıp Gökçen'in ağacı dibine çöktü. Daldı kaldı. Sevdiği kızı görmeden savaşa gidecekti. Boru değil , Macar savaşına gidiyordu. Gidip te gelmemek vardı. Gitmeden önce bu kutlu yerde sabahlamak ne hoş olacaktı.

Burası hayatının en tatlı hatıralarıyla dolu bir yerdi. Gökçen onun hayatını burada kurtarmış , Gökçen'in dizinde burada yatmış , Gökçen'in gözlerini burada görmüştü. Yalnız onun sesini işitmek , yahut dizinde yatmak veya gözlerini görmek bir ömre değerdi. O , bu bahtiryarlıkların hepsini birden tatmıştı. Gökçen ... Gökçen ...

Bu yalnızca güzel bir kız değildi. İnsan üstü , olağan üstü bir kızdı. Gizli bilgiler biliyor , gözleriyle istediğini öldürüyor , istediğini yaşatıyor , günlerce uzak yoldan insanın yüreğine seslenebiliyordu. Yalnız bu kadar mı ya ? Bir pehlivan gibi güçlü , sipahi gibi binici , nişancı , vururcu , kırıcı idi. Ya o kavalı ?

Deli Kurt , yüreğinin hızla çarptığını duydu. Suna boyu ile süzülür gibi yürüyüşünü , billur gibi sesini , insanı delirten ışıklı gözlerini hatırladı. Gökçen'in gözleri ... İçinden yeşil ışıklar saçılan , bakılamayan o korkunç güzellikteki gözleri...

Deli Kurt , hatıralarla kendinden geçmişti. Sonra bu hatıraların yanına yenileri katılmaya başladı. Babası İsa Beğ , dedesi Yıldırım Bayazıd , dedesinin babası Şehit Murad Beğ , sonra dedesinin dedesi Orhan Beğ ve onun babası Osman Beğ...

Deli Kurt kaderin acı cilvelerini düşünmeye başladı. Aynı kandan , aynı soydan iki adaştan birini padişah Murad Beğ , birini Bölük başı Murda yapan cilveyi... Tanrı böyle yazmıştı. Ne denebilirdi ki !...

Bunları düşünürken birden bire yanı başında bir gölge gördü ve bir ses işitti :

- Sipahi !

Deli Kurt , toparlandı. Aman Yarabbi !...Hayalet değil , Gökçen'in ta kendisiydi. Yanı başına kadar sokulmuş , atının üstünden peçesiz ışıl ışıl gözleriyle kendisine bakıyordu.

- Geldin mi Gökçen ? diye seslendi. Belli belirsiz gülümsüyor , elini uzatarak 'Geldim' diyordu.

Deli Kurt , Gökçen'in uzattığı elini tutarak öpüp başına koydu ve :

- İnmez misin ? diye sordu.

Gökçen çevik bir sıçrayışla atından atladı ve sağrısındaki yancığına el atarak :

- Sana getirdim , dedi. Bu , bir kavaldı. Deli Kurt ne diyeceğini şaşırdı. Kısa bir susma oldu. Sonra Gökçen'in billur sesi havayı titretti :

- Yarın yine savaşa gidiyordun , değil mi Sipahi ? Dört yıl seni bekledim. Geleceğini biliyordum. Sabaha kadar daha epey zaman var. Bu zamanı seninle dipdiri konuşarak geçirmem için şifalı suda yıkanmalıyım. Günlerdir at sırtında uyumadan geldim. Beklersin değil mi?

- Yıkan Gökçen... Suyunu ben çekerim ....

Deli Kurt , kuyuya doğru yürüdü ve oluğu doldurmaya başladı.

***

Gökçen , Deli Kurt'un yanına gerçekten dipdiri olarak gelmişti. Önce :

- Anam buraya gelecek ve bizi o evlendirecek, dedi. Sonra niçin anasının yanına gittiğini anlattı. Deli Kurt onu hayretler içinde dinliyor ve yeşil ışıklı gözlerine dalarak kendinden geçiyordu. Bir aralık Gökçen'in :

- Yorgunsun , dinlen diyerek başını dizlerine yatırdığını farketti. Sonra tan atıncaya kadar çaldığı kavalını dinledi .

Ortalık aydınlanırken kalktı. Gökçen'in dizlerinden kalkmak üç yıllık tutsaklıktan bile güçtü. Fakat buyruk padişahtan geliyordu ve kendisi de tımarlı bir sipahi , bir bölükbaşıydı.

- Beni sen yaşattın Gökçen ! Üstümde büyük hakkın var. Gelmezsem hakkını helal et , dedi.

- Bütün hakkım helal olsun ama döneceksin.

Gökçen bunu söyleyerek anasının yeni hazırladığı emden Deli Kurt'a verdi. Vedalaştılar. Biraz uygunsuz düştü ama Deli Kurt , bu kadar sevdiği kıza sarılmaktan kendini alamadı. Gökçen de ona sarılmıştı. Öpüştüler.

Deli Kurt , dünya güzeli Gökçen'in dudaklarıyla kavrulmaktaki tadı , dirliği boyunca unutamazdı. Ölürken en son anacağı an da bu an olacaktı.


 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
VARNA MEYDAN SAVAŞI


İkinci Murad Beğ günlerdir yolda idi. Her gün yeni katılanlarla büyüyen ordusunu Bursa'dan Gemlik'e getirmiş , oradan Kocaeli yarımadasına girerek Anadolu hisarı önüne gelmişti. Haçlıların donanması Murad Beğ'in ordusunu Çanakkale Boğazı'nda beklerken , Murad Beğ onları aldatmış, Anadolu'nun sarp ve gizli yollarından yürüttüğü çerisini İstanbul Boğazı'na getirmişti. Daha yolda iken Cenevizlilerle anlaşmıştı. Onlar da Hıristiyandı ama Tanrıları akça idi. Akçayı alınca gözleri döner, Hıristiyanlığı falan düşünmezlerdi. Hıristiyan ordusunu yok etmeye gelen şu Türk ordusunu sırf alacakları oaranın hatırı için Rumeli kıyısına geçireceklerdi.

Pazarlık yapılmıştı. Cenevizler her Türk askerini bir altına geçireceklerdi. Murad Beğ hazinesini dökmekten çekinmedi. Kırk bin altını vererek kırk bin askerini karşıya geçirdi.

Edirne'ye doğru hızlı bir yürüyüş başladı. Bütün Rumeli çerisi Edirne'de padişahı bekliyordu.

Murad Beğ , burada beğleri ve kumandanları ile kısa bir görüşme yapıp kuvvetli bir birliği Edirne'de bıraktıktan sonra 50 bin kişiyle Filibe'ye doğru yürüdü.

Ordu , kesin buyruk almıştı. Büyük bir sessizlik içinde yürünecek , sağa sola taşmalar olmayacaktı. Gece yürüyüşleri yapıyorlar , Hıristiyan ahali ile rastlaşmamaya dikkat ediyorlardı.

Güz başlamıştı. Fakat havalar çok güzel , çok düzende gidiyordu. Sözün kısası tam yürüyüş mevsimi ve savaş havasıydı.

Deli Kurt'un bölüğündeki sipahiler hep yeni ve genç erlerdi. En yaşlısı yirmi beşinde bulunuyordu. Deli Kurt kırk bir yaşı ile kendisini bunların arasında kocamış olarak görüyordu.

Zorlu düşmana gidiyorlardı ama bu savaşta kendisine ölüm yoktu. Gökçen 'Döneceksin' demişti. Gökçen yanılmazdı. Ah Gökçen...Gökçen....Adını anarken bir tuhaf oluyordu. O , insan değildi ki...Peri kızı idi. Peri kızından da üstün bir şeydi.

Deli Kurt , Gökçen'le dolu olduğu halde ordu ile Şıpka Geçidi'ni geçti. Gökçen'le dolu olduğu halde Tırnova'yı aştı. Gökçen'le dolu olduğu halde Niğbolu'ya vardı.

Buraya ikinci gelişiydi. Gökçen'in sesini çok uzaklardan Macar tutsaklığından kaçtığı zaman burada Türk toprağına basmıştı. Şimdi aynı yerde , dedesi Yıldırım Bayazıd Beğ'in Haçlı ordularını basıp darmadağın ettiği yerdeydi.

Macarlar ve yandaşları Niğbolu'dan beş gün önce geçmişlerdi. Murad Beğ hızla arkalarına düştü. Onların yürüdüğünün iki misli yol alıyordu. Razgard ve Şumnu üzerinden aştılar.

9 Kasım 1944 akşamı Murad Beğ ordusu Varna önüne geldi. Düşman , birkaç saat önce gelmiş ve dört bin adım uzakta Türk karargahının kurulduğunu görünce dehşete düşmüştü.

Onlar Murad Beğ'i daha hala Anadolu'da sanıyorlardı.

Deli Kurt , o gece Karası Sancağı sipahilerini dolaşarak padişahın ertesi günkü savaş için olan buyruklarını bildirdi. Ordugahta çıt çıkmıyordu. Atlar bile kişnemiyordu. Nöbetçilerden başka herkes bir yere çökmüş , kimi uyukluyor , kimi göğe bakıyor , kimisi de okuyordu.

Deli Kurt da okuyanlar arasında idi. İsli bir çıranın ışığı altında Yasin okuyordu.

Düşman ordugahı ise ışıklar arasında idi ve gürültüler geliyordu. Ertesi günü burada bir hesaplaşma olacaktı.

***

Gece bitti, Güneş doğdu. İki ordu , ters cephe ile vuruşacaktı. Çünkü Türkler , daha sonra gelmişler ve düşmanın kuzeyinde yer tutmuşlardı. O halde savaşta Türklerin yüzü güneye dönük olacaktı.

Murad Beğ'in buyruğu ile daha bir kaç ay önce on yıl için yapılmış olan andlaşma bir kargının ucuna geçirilerek Türk karargahının önüne asılmıştı. Türk ordusunun sağ kanadına Turahan Beğ kumanda ediyordu. Bunun buyruğunda Rumeli sipahileri vardı. Sol kanadına Karaca Paşa kumanda ediyordu. Bunun buyruğunda da Anadolu sipahileriyle akıncılar ve azaplar bulunuyordu. Akıncılarla azaplar sol kanadın sol ucunda idiler. Başbuğ olan İkinci Öurad Beğ ise kapıkulu askeriyle geride duruyordu.

Savaş , Murad Beğ'in buyruğu ile başladı. Azaplarla akıncılar düşmanın sağ kanadına , onu çevirecek şekilde yaklaştılar. Azaplar düşmanı ok yağmuruna tuttuktan sonra akıncılar hızla ileri atıldı. O zaman sol kanadın kumandanı olan Karaca Paşa , buyruğundaki bütün Anadolu sipahilerini taaruza kaldırdı.

Deli Kurt , bölüğüne saldırış buyruğunu vermişti. Kısa bir zamanda düşmanla göğüs göğüse geldiler. Kendisi ve bütün Anadolu sipahileri zorlu Macarlarla karşılaşacaklarını sandıkları halde önlerinde Hırvatları bulmuşlardı. Hırvatlar , Macarlardan daha iri ve boylu idiler , ama onlar gibi sert asker değildiler...

Deli Kurt , bölüğü ile birlikte Hırvatların içine daldı. Yaman dalmışlardı. Kılıcı kalkıp iniyor , her inişte bir Hırvat'ı yere indiriyordu. Bölüğü de öyle idi. O genç çeriler de büyük bir istekle vuruşuyorlar , iri Hırvatları dağıtıp şaşkına çeviriyorlardı.

Kendisini bir aralık bir tümsekte bulan Deli Kurt , sağ kanada çabuk bir bakış fırlattı. Rumeli sipahileri de düşmanla kılıç kılıca idiler. Yer gök kılıç şakırtısından ve savaş haykırışından inliyordu.

Hırvatları bataklığa doğru sürüyorlardı. Onlar da kendilerini bekleyen sonucu anlamış , yedekteki bütün kuvvetlerini toplayarak dayanmaya çabalıyorlardı. Boşuna çabaladılar. Kısa bir zaman sonra canlı Hırvat kalmamıştı.

İşte o zaman Anadolu tımarlarının özlediği iş oldu. Yanko Hunyad zırhlı Macarların ardına Boşnakları da takarak Karaca Paşa'nın Sipahilerine yandan saldırdı. Bu saldırış gerçekten yaman ve korkunç bir saldırıştı. Çünkü hem yandan yapılıyor hem Macarlar tarafından yapılıyor , hem de bunu Ynako Hunyad idare ediyordu.

Deli Kurt ve bölükdaşları toplu bir halde idiler. Sancak beğinin de yanında bulunuyorlardı. Kıyasıya bir vuruşma oluyordu. Bu , biraz önceki yalnız Hırvatları kırmakla geçen savaşa benzemiyordu. Bir yandan Macarları deviriyorlar bir yandan da kendileri düşüyorlardı. Sancak beğinin , gerideki Yeniçerilerin soluna doğru çekilme buyruğunu verdiğini işittiler.

Deli Kurt çekilmelerden hoşlanmazdı. Yarısı şehit olmuş bulunan bölüğünü kendi çevresinde toplamıştı. Yüzleri Macara dönük olduğu halde çekilecekler , düşmana sırt göstermeyeceklerdi.

Fakat zırhlı Macarların saldırışı , safları parçalayacak bir şekilde yapılıyor , bunu önlemek için yalnız bölükbaşılar değil alay beğleri , sancak beğleri bile ön safhada vuruşuyorlardı. Çok geçmeden Anadolu Beğlerbeği Karaca Paşa da Macarlarla yüz yüze geldi. Macarlar onu sancağından ve kılıcından tanımışlardı. Üstüne doğru geliyorlardı. Deli Kurt , beğler beğinin yanındaki çerilerin birer birer düştüğünü gördü. Gözleri bir anda kendi sipahilerinden ikisini görerek bağırdı :

- Bre Dursun !.. Bre Mustafa !... Beğlerbeğini yalnız bırakmayalım ! ?

Karaca Paşa'ya doğru at sürdüler. Deli Kurt , ilk vuruşunu yaptı. Tam bir sipahi vuruşuydu. Zırhlı olduğu halde Macar atlısı devrildi. Arkasından bir vuruş daha yapıp bir Macarın kılıcını düşürdü. Üçüncü vuruşunu yandan bir Macar atının ard ayağına yaptı. Dördüncü vuruş kendisine savrulan bir kılıcı çeldi. Bu Macarla at üstünde kılıçlaştılar. Dursun'un bir dürtüşü onu da devirdi. Fakat bu sırada arkadan yeni gelen Macar atlılarının çarpışı Deli Kurt'u iki sipahisinden ayrıldı ve o bir kaç düşmanla sarılmış olduğu halde dövüşen , kendini korumaya çalışan Karaca Paşa ile yalnız kaldı. Paşa haykırdı :

- Davran bre bölükbaşı !...

Karaca Paşa'ya bir kaç kılıç değimişti. Zırhları kendisini kurtarıyordu. Deli Kurt , atını şahlandırıp yükselterek , paşayı sarmış olan Macarlardan birine tepeden inme bir kılıç savurdu. Devirdi de... Fakat başka bir Macarın kılıcı da paşayı tulgasız bıraktı. Şimdi o , düşmanları için daha kolay bir vadı. Buna rağmen paşanın yanına gelebildi.

Anadolu tımarlıları vuruşa vuruşa ve kırıla kırıla , yeniçerilerin soluna doğru çekiliyordu. Fakat Beğlerbeği Karaca Paşa ile Bölikbaşı Deli Kurt , çekilen sipahilerin yerini bir deniz gibi bürüyen Macar dalgaları ortasında küçük kız ada gibi kalmışlardı. Umutsuzca çarpışıyorlardı.

Bu ana baba gününde Deli Kurt , kendisi için ölümü aklına bile getirmiyordu. Çünkü Gökçen öyle söylemişti. Gökçen yanılmazdı. Bütün kaygısı beğlerbeğini kurtarmaktı. Karaca Paşa , uzun kargısı ile dürtüşler yapıyor, Macarları yaklaştırmamaya uğraşıyordu. Gerileyen Türk saflarıyla aralarından yirmi adım ya var , ya yoktu. Bunu bir aşabilseler... Fakat Macar bırakmıyor , saldırış üstüne saldırış yapıyordu.

Deli Kurt , tulgası düşmüş olduğu için sol eliyle kalkanını kullanarak başını koruyordu. Üst üste savrulan kılıçları tutmak için kalkanını kaldırıyor , fakat o zaman , kısa bir an için olsa da önünü göremiyor , atını kendi haline bırakıyordu.

Yine , başını korumak için kalkanı ile siper aldığı bir sırada atının tökezlediğini hissetti , hemen arkasından da kendisini yerde buldu. Sıçrayarak fırlarken , kılıcını savurdu ve üstüne gelmekte olan Macarın atını sinirledi. Ödeşmişlerdi. Fakat aynı anda Karaca Paşa'nın da atı yıkılmış , beğlerbeği yere kapaklanmıştı.

Deli Kurt , birkaç Macarın birden Karaca Paşa'ya kılıç üşürüdklerini görerek seğirtti , kılıcını savurup kendine yol açarak yanına vardı. Ölüm dirim anı idi. Beğlerbeği kalkmak için davrandı. Fakat başına yediği bir kılıçla yine kapaklandı. Deli Kurt , vuran Macarı görmüştü. Eğilerek kılıcını at ayağı hizasında savurdu ve Macarın atı devrilirken sol elindeki kalkanını atarak Karaca Paşa'yı omuzundan kavrayıp kaldırdı. Beğlerbeği kanlar içindeydi. Kargısını sımsıkı tutuyordu. En yakın Macar'a sert bir dürtüş yapmaktan geri kalmadı. Çevrildikleri zaman bütün çerilerin yaptıkları gibi Deli Kurt da Karaca Paşa ile sırt sırta vermişti. İyice yorulmuş kolu ile kılıç savurarak kimseyi yaklaştımamaya uğraşıyordu. Birden beğlerbeğinin sesini duydu :

- Benim işim bitti bölükbaşı... Kendini kurtarmaya bak !...

Deli Kurt , o can pazarı kargaşalığında kısacık bir an için başını geriye çevirecek zaman bulmuş ve alnına kılıç yiyen Karaca Paşa'nın sırtüstü yere düştüğünü görmüştü. Koca beğlerbeği son dakikasında kargısını bir düşman atının karnına sançıyordu. Bir Macar kargısının da örme zırhını delerek paşanın göğsüne saplandığını gördü. Arkasından beğlerbeğinin 'Allaaah' diyen sesini işitti. Karaca Paşa şehit olmuştu.

O zaman Deli Kurt , artık yapılacak başka bir iş kalmadığı için Türk saflarına katılmak üzere yalın kılıç ileri atıldı. Deliliği tutmuş olduğu için Macarlar onu durduramıyorlardı. Tulgasız ve kalkansız olduğu halde öyle vuruşlar yapıyordu kş , bir adamı biçiyor , yahut bir atı yarıya kadar biçerek yere seniyordu. Yüzü kan içinde , giyimleri parça parça idi. Fakat düşmandan sıyrılmış ve Sipahi saflarına katılmıştı.

Anadolu sipahileri büyük kayıp verdikleri halde düzgün bir çekilişle yeniçerilerin soluna gelmişler ve saf bağlamayı başarmışlar , fakat beğlerbeğini şehit vermişlerdi.

Bu düzgün safları görünce Macarlar durdular ve kendilerine bir çeki düzen vermek için gerilediler.

Deli Kurt , sağına baktı. Rumeli sipahileri de yeniçerilerin sağına doğru çekiliyordu.

Murad Beğ , planının ilk kısmını başarı ile tatbik etmişti. Hem Hırvatları yok etmiş , hem de başlangıçta taaruza kaldırdığı sağ ve sol kanatları hareket noktalarından daha geriye çekmekte düşmana savaşın ilk çarpışmasını kazandığı fikrini vermişti.

İkinci Murad Beğ , bir savaş kurdu idi. Evvelce kendisini yenmiş olan Yanko Kunyad'ın nasıl bir kumandan olduğunu biliyor , Macarların askerliğini iyi tanıyordu. Bu ilk çatışmada düşman daha çok kayıp vererek sayı üstünlüğünü kaçırmış , buna karşılık biraz ilerlemişti. Fakat şu da vardı ki , o bütün kuvvetini savaşa sokmuş olduğu halde kendisini kapı kulu askerleri daha çarpışmaya katılmamışlardı.

Yanko burada aldandı. Püskürtüp geriye attığı sipahilerle azap ve akıncıları yenilmiş ve ezilmiş sanarak ortadaki Kapıkulu askerine yüklendi.

Deli Kurt , yeniçerilerle kapıkulu sipahilerinin düşmana ok serptikten sonra geri çekildiklerini gördü. Murad Beğ yine kaz kanadı denilen Türk oyununu yapıyordu. Düşman , çekilen ortadan ilerleyecek , böylece sağ ve sol kanatlar onun gerisinde kalacak , bu sırada ilerleyecek olan sağ ve sol kanatlar düşmanı çember içine almış olacaktı.

Macarlar , yeniçerileri sürerek Türk karargahına doğru ilerlerken , sağ ve sol kanatlardan hücum boruları öttü ve düşmanın bitmiş sandığı sipahilerle azaplar ve akıncılar düşman ordusunu kuşatacak şekilde ileri atıldı.

***

Akşam oluyordu. Macar ordusu çevrilmişti. Fakat Macar atlıları da Murad Beğ'in karargahının önüne kadar gelmişti. Bu gelenlerin başında Macar kralı bulunuyor , askerleriyle birlikte Murad Beğ'e doğru saldırıyordu. Savaşın en korkunç boğuşması burada yapılıyordu. Artık tımarlı , akıncı , azap , yeniçeri birbirine karışmış , son güçleriyle savaşı bitirmeye uğraşıyorlardı.

Deli Kurt , uzun zamandır birkaç azapla birlikte padişahın on adım ilerisinde düşmanla vuruşuyorlardı. Yanında bir iki yeniçeri ile Sekbanbaşı Yazıcı Doğan vardı. Kimi atlı , kimi yaya olan Macarlarla çala kılıç savaşıyorlardı. Kılıçlar çentiliyor kalkanlar parçalanıyor , tulgalar kırılıyor ve savaşçıların soluması bütün sesleri bastırıyordu.

Macar kralı , yanında birkaç beğ olduğu halde padişaha doğru ilerliyor , Osmanlı askerleri onları durdurmak için canlarını düşlerine takıyorlardı. Macar zırhlıları adım adım padişaha yaklaşıyordu. Murad Beğ bunu görüyor , kılıcını çekmiş olduğu halde soğuk kanlılıkla yerinde duruyor ve her taraftaki durumu görerek ona göre buyruklarını veriyordu. Yanında Azap Beğ vardı.

Birden zırhlı bir Macarın , iki eliyle kaldırdığı büyük kılıcını korkunç bir indirişle indirdiği görüldü. Sekbanbaşı Yazıcı Doğan bu kılıçla yere serilmiş , Deli Kurt da kılıcını , karnına doğru Macarın atına batırmıştı. Fakat arkadan Macar kralı Ladislas geliyordu. Kılıcını Deli Kurt'un başına doğru savurdu. Eğer o sırada bir azap eri vuruşu çelmeseydi , Deli Kurt sağ kalmayacaktı. Rüstem adındaki bu azap , kralın hücumunu savdıktan sonra atının ayaklarına doğru bir savuruş yaptı. At kapaklanmış , kral yere düşmüştü. Deli Kurt , ayağa kalkan kralla karşı karşıay idi. O sırada herkes bir başkasıyla uğraşmakta olduğundan , bu ikisinden birine yardıma gelen kimse yoktu. İki savaşçı kılıçlarını çarpıştırdılar. Sonra havada hızla dönen kılıçlar görüldü ve ötekilerine benzemeyen bir ses işitildi. Kral devrilmiş , Deli Kurtta alnından aldığı bir çizikle sersemlemişti.

Murad Beğ , yüzü gözü kan içinde olmasına rağmen adaşını tanımıştı. Gür bir sesle bağırdı :

- Bre Murad ! Vuruştuğun yetişir. Artık savaşı kazandık. Buraya gel !...

Deli Kurt , padişahın sesini işitince kendine gelmiş ve Murad Beğ'e doğru yürümüştü. Kılıcını sol eline aldı. Sağ eliyle bağrına basıp baş eğerek Padişahı selamladı. Padişah gülümseyerek eliyle bir şey gösteriyor ve :

- Artık düşman dayanamaz , diyordu. Deli Kurt , Murad Beğ'in gösterdiği yere baktı. Koca Hızır adında yaşlı bir yeniçeri , kralın başını keserek kargıya takmış ve havaya kaldırmıştı.

Gün batarken Macar ordusu yok edilmişti. Yanko bir kaç bin Ulah'la birlikte kaçıyordu.

***

Gece savaş alanında geçirildi. Deli Kurt , Gökçen'in verdiği emi yaralarına sürdükten sonra kalanını da bölükdaşları için kullandı. Yarası olmayan yok gibiydi. Sonra bulunduğu yerde derin bir uykuya daldı. O kadar yorgundu ki ne yaralarının acısı , ne gecenin soğuğu bu uykuya engel olamadı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
YOLLARIN SONU


Deli Kurt , yaralar , bereler içinde tek başına Karası'ya dönüyordu. 10 Kasım 1444'te Macarlarla yandaşlarını yenmişler , ertesi sabahta krallarının öldüğünü ve kumandanları Yanko'nun kaçtığını bilmeyerek yük arabaları arkasında bekleyen Macar birliklerine saldırarak yok etmişlerdi. Macar kralının iki yüz arabası Murad Beğ'in eline geçmişti. Çok şehit verilmiş , fakat büyük bir zafer kazanılmıştı, İzledi'nin öcü alınmıştı.

Savaştan sonra Murad beğ , yanında Azap Beğ ve Deli Kurt olduğu halde alanını geziyordu. Yığın yığın şehitler , yığın yığın Macar ölüleri gözün alabildiğine uzanıyordu. Acı duymamak kabil değildi.

Birden Murad Beğ durdu. Macar ölülerini göstererek :

- Şunlara bak Azap Beğ , dedi. Azap Beğ tarihin unutamayacagı cevabı verdi : - İçlerinde bir tane ak sakallı bulunsaydı bu halde düşmezledi ! Aralarında bir tane yaşlı , ak sakallı kişi yok. Bu nice iştir ?

Murad Beğ , evet der gibi başını salladı. Sonra Deli Kurt'a dönerek :

- Bölükbaşı , dedi. Bugün nasıl vuruştuğunu gördüm. Devletin ekmeği sana helal olsun. Seni alay beğliğine yükseltiyorum. Kendi atlarımdan da iki tanesini sana vereceğim. Başak bir dileğin var mı ?

Deli Kurt'un gözleri parladı , yüzü kızardı. Elini göğsüne basıp başını indirdikten sonra :

- Dileğim sağlığındır padişahım ! Beni hemen yurduma salarsan yetişir , dedi.

***
İşte şimdi padişahın izniyle , orduyu beklemeden köyüne , tımarına , çoluk çocuğuna , Gökçen'e dönüyordu. Murad Beğ'in hediye ettiği atlar yedeğinde , alay beği buyrultusu koynunda olduğu halde dört nala yol alıyordu.

Gönlü ve beyni yalnız Gökçen'le doluydu. O kadar doluydu ki , arada bir kendisinin kim olduğunu bile unutuyordu. Tımarlı Murad diye yaşarken bir de Osmanoğlu İsa Beğ'in oğlu olma , yani Osmanlı şehzadesi olmak , onu adeta iki şahsiyetli bir insan durumuna sokmuştu. Gökçen bütün varlığını doldurmasa , oan her şeyi unutturmasa o zaman , gizli bi Osmanlı şehzadesi olmanınm ne belalı nesne olduğunu düşünebilecekti. Fakat bir tek düşünceden başka her kaygıdan o kadar sıyrılmıştı ki , tehlikeler içinde yüzdüğünü anlamıyordu.

Dört nala gitmek istiyor , fakat yolların çamuru atların hızını kesiyordu. Göz başlamıştı,yağmurlar aralıksız yağıyordu ama bu kadar çamuru şimdiye dek ne görmüş ne işitmişti.

Yollar uzadıkça uzuyor , bitmeyecek gibi geliyordu. Her zaman kendisini Gökçen'e kavuşturmak için kısalan yollar bu sefer neden değişmişti. Birde 'Ya Gökçen'i bulamazsam' diye düşündü ve bu düşünce ile içi olmadık şekilde sızladı.

Yollar bitmiyor , sonunda Gökçen olan yollar kendisine oyun ediyordu.

Atını mahmuzladı. Boşuna ... İki karışlık çamurda at nasıl gidebilirdi ?

Deli Kurt , artık çevresiyle bütün ilgisini kaybetmişti. Sırtında gocuğu olduğu halde ıslandığının farkında değildi. Hayvanların aç olduğunu da unutmuştu. Hatta köyüne varmadan önceki son konakta , bir handa gecelerken bir kaç yolcunun kendisine bakarak gizlice birşeyler konuştuğunu da görmemişti.

Gözünde alay beğiliği , şehzadelik yoktu. Hatta Melek Hatun'la kızlarını , hatta küçük İsa'yi bile düşünmüyordu. Gözünde ancak Gökçen vardı. Çılgın bir secgiye tutulmuş olduğunu anlıyordu. Gökçen ... Büyücü dünya güzeli Gökçen ... İnsan üstü, peri kızı Gökçen ... Sonra onun kavalı ... Hele billur sesi ... Hele gözleri... Yeşil ışıklar saçan gözleri...

Deli Kurt , bitmeyecek gibi uzayan geceyi büyük bir sıkıntı içinde geçirdi. Üç yıl süren tutsaklık hayatında bile bu kadar sıkıntı çekmemişti. Erkenden yola düştüğü zaman yağmurun da , çamurun da korkunç bir hal aldığını gördü ve bunaldığını duydu.

***

Deli Kurt yağmusuz çamursuz havada yarım günde kolaylıkla alabileceği yolu bütün bir günde güçlükle bitirerek akşam basarken köyüne vardı. Yağmurdan olacak , görünürde kimseler yoktu. İçinde bir gariplik duyarak atından atladı. Kapıyı vurdu.

Her zaman kapıyı Zeynep açar , Melek Hatun da onun arkasında durarak hazin gülümseyişiyle kendisine bakardı. Bu sefer öyle olmayacağını Deli Kurt anlamıştı. Çünkü içerden kapıya yaklaşanın yürüyüşü Zeyneb'in çevik yürüyüşü değildi. Bu ağır , hantal bir yürüyüştü. Deli Kurt , bir önsezi ile bu işten hoşlanmadı ve kapıyı kimin açacağını merak ve sabırsızlıkla bekledi. Yolların bir trülü bitmeyişi gibi atların bir türlü yürüyememesi gibi kapıya yaklaşan da bir türlü tokmağa el atamıyordu. Nihayet gelebildi. Kapıyı ağır ağır açtı ve Deli Kurt , karşısında onu görünce beyninden vurulmuşa döndü. Eşiğin önünde Piç İlyas duruyor , alık alık kendisine bakıyor , bir yandan da avurtlarını şişire şişire ağzındaki iri lokmayı çiğnemeye çalışıyordu.

Deli Kurt konuşamaz olmuştu. Bu da ne demekti ? Bu pis gavur bozuntusu kendi evinde ne arıyordu ? Gözlerini arkaya dikerek bakındı. Evdeşi , çocukları yoktu. Birden yüzünü kan bürüdü. İlyas'ı iterek içeri girdi. Bir ölüm sessizliği vardı. Oracıkta , yerde karma karışık bir sofra kurulmuştu ve büyük şarap testisinden de belliydi ki bu sofra İlyas'ındı. Yavaş fakat çok sert bir sesle sordu :

- Bre piç ! Burada ne arıyorsun ?

İlyas , ağzındaki lokmayı yutmuş olduğu halde cevap vermiyor , şaşılaşan gözleriyle bakıyordu. Deli Kurt'un öfkeli sesi bu sefer gürledi :

- Sana söylüyorum ! Burda işin ne ?

Piç İlyas susuyordu. İyice sarhoş olduğu halde çok ürkek ve çekingen bir hali vardı. Çenesi titriyordu. Karşısındakinin bir adım attığını görünce her yeri birden titremeye başladı. Kekeleyerek mırıldandı :

- Seni bekliyordum ağam !

Deli Kurt , yeniden şaşaladı. Çok pis olduğu için evlere alınmayan , her zaman ahırlarda yatan İlyas'ın böyle ev içinde bulunması olağanüstü bir şeydi :

- Bre , beni ne diye bekliyorsun ?

Bu sorusu cevapsız kaldı. İçine kötü şeyler doğuyordu. Öfkeli gözükmemeye çalışarak sordu :

- Hatunla çocuklar nerde ?

Piç İlyas insanın kanını donduran bir uyuşuklukla bir Deli Kurt'a bir şarap tesitisine bakıyor , fakat bir şey söylemiyordu. Deli Kurt bağırdı :

- Sağır mısın ? Hatunla çocuklar nerde ?

Yüzü korkunç bir şekil almıştı. İlyas iyice korktu ve yine bir şey söylemeyerek eliyle batı yönünü işaret etti. Batıda Türkmen obası vardı ve Deli Kurt Varna seferine çıkarken hepsi de orada idiler. Fakat soğuklar başlayınca köye dönmüş olmaları gerekirdi. Bbu kadar aralıksız yağmur yağarken hala yaylada , çadır altında olamazlardı ya ... Fakat şu mendebur neden oba tarafını gösteriyordu ?

- Obadalar mı ?

- Evet ağam !

Birden Deli Kurt'un deliliği tuttu. Bu pis galiba kendisiyle eğleniyordu :

- Bre kart domuz ! Benimle alay mı ediyorsun ? diye adeta kükredi ve eline geçirdiği ağır bir nesneyi , ne olduğunu farketmeden İlyas'ın kafasına fırlattı. Bereket versin tutturamamış fakat İlyas'ın feryadı akşam sessizliğinde köyü çınlatmıştı. Deli Kurt , elini kılıcına atmıştı ki :

- Murad Ağa !... Murad Ağa , diye bağıran bir sesle kendien geldi. Köyün imamı Bayram Hoca kapıda duruyor ve kendisine bakıyordu :

- Aman Murad Ağa ! Hiç yoktan elini kana mı bulayacaksın ?

- Sen misin Bayram Hoca ? Bari sen söyle. Nedir bu işler ?

İmam içeriye girmiş , İlyas'ın şarabını görmüştü :

- Burada duracağına git de ağanın atlarını ahıra sok , diye bağırdı. Oonun sendeleyerek çıkışını seyrettikten sonra :

- Hele bir otur da soluk al ağa , dedi.

Bayram Hoca'nın bir şeyler söyleyeceği belliydi. Acı şeyler seöyleyeceğini seziyor , fakat sezdiğini anlamıyordu. Uyku ile uyanıklık arasında gibiydi. Böyle olduğu halde imamın tereddüt geçirdiğini farkederek söze girişti :

- Bayram Hoca ! Giriş yapmaya davranma. Ne biliyorsan bir an önce söyle de öğreneyim. Çocuk değilim ki avundurasın...

İmamın kaşları çatılmıştı. Yere bakıyordu. Din adamı edasıyla şöyle dedi :

- Murad Ağa ! Kazaya rıza gerek. Takdir böyle imiş. Hatunun merhum oldu...

Deli Kurt bu sözün manasını birden bire anlayamadı. Derin bakışlarla baktıktan sonra , birden bire arık ve bitkin olarak obaya götürdüğü evdeşini hastalıktan öldü diye düşünüp sordu :

- İnce hastalıktan mı öldü ?

İmam başını salladı :

- Ne gezer !... Tanrının afeti geldi. Ortalığı tufan bastı. Her şeyi aldı , götürdü...

Tanrının afeti... Tufan... Deli Kurt , aralıksız yağan yağmuru ve yolların çamurunu hatırladı. Sonra birden irkilerek bağırdı :

- Ya çocuklar ?

İmam , büyük bir gayretle karşısındakinin yüzüne bakabildikten sonra , mezar başında dua edenlerin sesiyle :

- Onlar da öldüler , diyebildi.

Deli Kurt'un yüzü dehşetle gerilmişti. Haykırdı :

- Ya İsa ?

Bayram Hoca'nın cevabı koca alay beğini sanki can evinden vurdu :

- O da öldü !

Deli Kurt , başını yukarı kaldırarak :

- Ah ! Oğlum ! diye inledi. Susuyordu. Ağlamıyordu. Fakat kederden ölecek hale gelmişti. Her şeyi bilmesi için Bayram Hoca ilave etti :

- Senin Satı Kadın da , Topuz Ahmed de hep boğuldular. Bütün obadan ancak sekiz on kişi kurtuldu. Kurtulanların biri benim baldız. Yüzen bir ağacı yakalayıp canını kurtarmış. Olanları ondan dinledim. Senin İsa'yı kurtarmak için Topuz Ahmed'le büyücü kız , canlarını dişlerine takarak sonuna kadar uğraşmışlar ama sel üçünü de alıp götürmüş....Deli Kurt , tıkanacak gibi oldu :

- Büyücü Kız mı dedim ?

- Evet !

- Gökçen mi ?

- Canım yüzü peçeli kız işte...Gökçen olacak.

Deli Kurt , eliyle göğsünü tutarak :

- Allah ! Ok değdi ' diye haykırdı. Ok değseydi bundan daha çok acı duymazdı. Can evinden vurulmuştu. Benzi sapsarıydı. Ayakta duracak gücü kalmamıştı. Bayram Hoca , mumu yakarak odayı aydınlattıktan sonra :

- Allah sana sabır versin ,Murad Ağa ,dedi.

Büyük felaket... Günahları taşmış biri var ki Allah bu cezayı verdi ...

Günahları taşmış birisi...Bu acaba kendisi miydi ? Devletin bir askerini öldürüp düşman ülkesine gizlice gitmişti. 'Sen evlisin , aradan çekil' diyen Türkmen beğinin oğluyla vuruşmuştu. Yassı Tepe'de Gökçen'le büyülü geceler geçirmişti. Taşan günahlar bunlar mıydı ? Büyük bir bezginlik içinde :

- Bayram Hoca ! Kim bu günahları taşan kişi , diye sordu.

- Onu ancak Allah bilir. Ama belki de şu büyücü kızdır...

Gökçen ha ?.. O kadar iyi yürekli olan o kız günahkardı ha ? Deli Kurt , acı acı gülümsedi. İnsanları ne kadar yanlış tanıyorlardı !

Gökçen ve ölüm... Bu ikisini birden düşünmek ne kadar yakışıksız ve aykırı düşüyordu. Gökçen ölebilir miydi ? Gökçen ölmüş müydü ? Ya o billur sesi , hele o ışıklı gözleri ne olmuştu ?

Dayanamıyordu. Dayanamayacaktı. Atları ahıra yerleştirip gelen İlyas'a birçok akça vererek sofrasını kaldırmasını , atlara bakmasını ve ahırda yatmasını söyledikten sonra oda da gezinmeye başladı.

Koskoca dünyada kimsesi kalmamıştı. İçinde türlü acılar birbirine karışıyor , melek yüzlü Melek Hatun'u , kızlarını , oğlunu , analığını , Topuz Ahmed'i hep ayrı ayrı düşünüyor , fakat Gökçen'i düşündükçe bir başka oluyordu.

Yaralıydı. Yedi sekiz kişiyi birden kaybetmek ne demekti ? Bu acıya nasıl dayanacaktı. Birden Beğlerbeği Karaca Paşa ile birlikte Macarlara karşı yaptıkları korkunç savaşı hatırladı ve

- ' Keşke orada ölseydim ' diye söylendi. Ölmemişti. Fakat artık kendisine yaşıyor denebilir miydi ?

Mum yavaş yavaş söndü. Şimdi oda kapkaranlıktı. Sessiz ve duygusuz duvarlar , bu zifiri karanlık içinde sabaha kadar , kutsuz bir erkeğin , kahramanlığı dolayısıyla alay beği olan bir sipahi'nin , gizli bir Osmanoğlunun hıçkırıklarını dinlediler....

***

Sabahın erken vaktinde Deli Kurt en seçkin atını getirterek binerken yüzü solgun ve bitkindi. Kapının eşiğinde börkünü giyerken , atı tutan İlyas , Deli Kurt'un tamamıyla ağarmış olan saçlarına baktı. Bu saçlar bir gecede ağarmış ve o koca bahadır çökmüş , kocalmıştı. Kırk bir yok dimdik kaldıktan sonra , ölümcük yaralar alıp tutsaklık çektikten sonra , işte nihayet bir gecenin içinde bu hale gelmişti.

Yassı Tepe'ye gidiyordu. Gökçen'in hatıralarıyla dolup taşan o kutlu yeri bir daha görmeden edemeyecekti. İçinde bir duygu vardı. Yassı Tepe'yi aşınca , oradaki ağaca dayanmış olan Gökçen'i yine görüvereceğini sanıyordu.

Hava soğuktu. Fakat sert rüzğar estiği halde güneş açmıştı. Rüzğar ve güneş , topragı hızla kurutuyordu. Sel , tufan yapacağını yaptıktan sonra bitmişti :

İkindiye doğru obanın yaylağına vardı. Görünürde değişen hiç bir şey yoktu. Burada bir felaket kasrıganın estiğine dair en küçük iz bile görünmüyordu. Yassı Tepe'ye yöneldi.

İlk gelişindeki heyecanı yeniden duyuyordu. Şimdi tepeye varınca aşağıya bakacak , ağacın altında Gökçen'i görecekti. Yaklaştı. Tepeye vardı ve durdu. Yüreği hızla çarotı. Ağaç yoktu. Korkunç sel onu da alıp götürmüştü. İçinde büyük bir acı duydu. Gökçen'in yaslandığı , üstüne ağaç ve ok resimleri kazdığı , kendisinin , gölgesinde Gökçen'in dizine yattığı ağaç sökülüp gitmişti.

Şifalı suyun olduğu yere doğru ilerledi. Yoktu. Ne kuyu ne de taş oluk kalmıştı. Acaba yanlış mı gelim diye düşünerek çevresine bakındı. Olabilir miydi ? Burası onun karış karış bildiği yerdi.

Gökçen'e ait iki hatırayı yerinde bulamayınca 'Gökçen Pınarı'na' doğru at sürdü. Gecenin karanlığında onu ilk defa burada görmüş ve yeşil ışıklarla gözleri ilk defa burada kamaşmıştı. Pınar olduğu gibi duruyordu. Sevdalıların dua ettiği oınar...Atından indi. Eğilerek bir kaç yudum içti. Yüzünü yıkadı. Alnını serinletti. Bu soğuk günde bile alnının serinliğe ihtiyacı vardı. Sonra ayağa kalkarak ellerini açtı. Gözleri ıslanarak 'Tanrım' Beni Gökçen' tez kavuştur' diye dua etti.

Yaşlar , gözlerinden bol bol akıyordu. Koynundan bir ak çevre çıkararak gözlerini sildi. Birden , bir şey hatırlamış gibi çevreyi açarak baktı : Bu Gökçen'in çevresiydi. Üstünde kanı ile yazdığı yazı vardı. 'Yine geleceğim...'

Bunu , şimdi kaybolan şifalı suyun başına bırakmıştı. 'Yine geleceğim'. Yazıyı okuyunca Deli Kurt'un gözlerinden yaşlar boşandı. 'Artık gelmeyeceksin' dedi ve gözlerini silerek ilave etti : 'Bu sefer ben sana geleceğim...'

Gökçen'in iki kelimelik mektubu Deli Kurt'a başka bir mektubu hatırlattı. Babasının iki mektubu ile birlikte kemerinde sakladığı bu mektup , anası Bala Hatun'undu.

Bu bir mektup değil , zavallı anasının öleceği gece karaladığı bir temenni idi. Çıkarıp puslu gözlerle onu da okudu :

'Yetim Murad'ım... Yakında öksüz de kalacaksın. Seni Allah'a emanet ediyorum , garip ve zavallı oğlum'

Anası ve Gökçen... İki büyük hasreti... Yalnız o kadar mı ? Ya ötekiler ve oğlu ? ... Ya babası ? ... Ve bunların yanında Satı Kadın , Çakır , Evren hatta Topuz Ahmed ?..

Şimdiye kadar birçok ölüleri metanetle anmıştı. Ya şimdi bu yufka yüreklilik nereden geliyordu ? Gökçen her şeyi alıp götürmüştü. Gökçen'in ölümüne dayanılamazdı. Onun için ağlamaya başlayınca da artık hiç bir ölü için katı yüreklilik gösterilemezdi. Ne yapacaktı ? Ne yapmalıydı ? Şimdi bir Çakır da yoktu ki , akıl öğreteydi...

Anasının yazısını ve çevreyi yerlerine koyduktan sonra atına bindi. Gidiyordu. Burayı görmeye dayanamayacaktı. Burada her şey Gökçen diye bağırıyordu. Hüzünlü gözlerle çevresine bakınarak uzaklaştı.

Deli Kurt , ertesi sabah erkenden köyü terketti. Yalnız köyü değil her şeyi bırakıyordu. Çökmüş , bitmiş , mahvolumuştu. Kaçıyordu. Tımarını , alay beğliğini , evini bırakarak bilmediği bir yere gidiyordu. Nereye gideceğini kendisi de bilmiyordu. Yollar nereye götürürse oraya gidecekti.

Bir gün önceki güneş yoktu. Kar yağıyordu. Hiç kimseye bir şey söylemeden yola çıkmıştı. Gökçen'e kavuşuncaya kadar böyle gidecekti.

Issız ve sessiz yollar uzayıp gidiyor ve 'niçin ötekilerini de düşünemiyorum' diye vicdan azabı duyan Deli Kurt, yalnız Gökçen'le dolu olduğu halde , bu tükenmez mesafelerde at sürüyordu.

Arada bir köylerden geçiyor , insanlara , hayvanlara , arabalara rastlıyor. Fakat hiç birini görmeden yoluna devam ediyordu.

***

Gece indi. Karanlık yavaş yavaş her yeri örttü ve ebedi yollarda kah 'Allah' diye inleyerek , kah 'Gökçen' diye sayıklayarak giden yolcuyu kavradı. Bu meçhul Osmanlı şehzadesi , kendisinden önce gelen ve gelecek olan sayısız Osmanlı şehzadesine tarihin mukadderatının çizdiği büyük ıstırap içinde , ancak kendisinin görebildiği yeşil ışıklar içinde , bütün gözlerden silinerek kayboldu.

Artık hiç bir şey görünmüyor , fırtınanın uğradığı bu yolda yalnız bir atın nal sesleri ve bir insanın hıçkırıkları işitiliyordu...


ATSIZ

Maltepe, 30.07.1958
 
Üst