Hüseyin Nihal Atsız-Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
TÜRKÇÜLÜĞE KARŞI

HAÇLI SEFERİ

VE

ÇEKTİKLERİMİZ


ÖNSÖZ

1944 – 1945’te bu memlekette bir dram oynandı. Resmî adı “Irkçılar Turancılar dâvâsı” olan bu oyun, ürpertici, acıklı bölümleri yanındaki güldürücü, katıltıcı sahneleriyle tam bir asrî dramdı. Müellifi, nice böyle eserlerin yazarı olan İsmet İnönü; rejisörü, müellifin her kelimesine sadık kalmak, hattâ kafasından geçenleri anlamak ve aynen sahneye koymak için hiçbir fedakârlıktan çekinmiyen Halk Partisi idi.
Dramın yazılışında müellifin, şüphesiz bir de ilham perisi vardı. Eser sahneye konurken sürflörlük dahi eden bu ilham perisi dendiği zaman gözlerde kıvılcımlanan hayalin güzelliği ile bunun çirkinliği arasındaki yakışıksızlığı bilmiyor değilim. Her şeyi ezelde Tanrı yazdıysa “İsmet İnönü”ye “Moskof dostluğu”nu yakıştırmış... Yok, bir zehaba göre kendi kaderlerini insanlar çiziyorsa, onu İsmet İnönü kendi adı ile birleşmiştir. Hiçbiri değil de yalnız tesadüfse, on da verilecek cevap yok. Tesadüf büyük bir kanundur. Kimini yok yere kahraman, kimini haksızca hain yapan merhametsiz bir kanun...
Yüzünden bin kat çirkin ve berbat mânâsı ile bu ilham perisine ilham zebanisi demek yaraşırdı. Peri dedim. Böyle müellif ve piyese başka türlü peri olamazdı.
Oysaki Türk devlet başkanları için şuur ve gönül kaynağı olacak “kişi ve düşünce” mi yoktu?
Irktan mı arıyorsun? Tonyukuk, Alp Arslan, Çengiz Han, Fatih, Yavuz ve daha niceleri...
Dinden mi istiyorsun? Peygamberler...
Disiplin mi özlüyorsun? Hunlar, Prusyalılar...
Şahane mutlakiyet mi? Osmanlılar...
Demokrasi istiyorsan işte İngiltere, işte Amerika...
İmtiyazsız topluluksa İsviçre; ihtirassız başkansa Washington...
Fakat müellif bunların hiçbirini anmadı. O seçe seçe Moskof’un Stalin’in dostluğunu seçti. Yani ölümü, yani intiharı...
Kendisi bir koltuk kaybettim sanıyor. Koltuk değil, bir güler yüz kaybetti. Tarihin güler yüzünü hiçbir zaman göremiyecek, ebedî hüküm ona iyi bir ad vermiyecek. Tarih, yakışmadıkları yere çıkanları bağışlamamıştır.
***​
Her dramın bir baş kahramanı olur. Hepsi de birbirinden üstün olmak üzere üç kahramanı var: Hasan Âli Yücel, Falih Rıfkı Atay, Nevzat Tandoğan... Hiçbir şövalye romanında eşi olmıyan üç kahraman, üç silâhşör...
Hasan Âli zekâ ve nüktesiyle, Falif Rıfkı kalemi ve polemiği ile Nevzat Tandoğan polis dayağı ve hapsiyle üç korkunç, kahraman ki silahları atam, hidrojen ve kobalt bombalarından daha yıkıcı...
Ortaklaşa bir tarafları da var : Üçünün de kökü Türk değil. Tabiî bunu mühim bir şey olduğu için değil, hâtıra kabilinden arzediyorum. Gel de ırkçı olma!
Üç silâhşör, yıkıcı silâhlarını Türkçülüğe yöneltip ateş açarak tozu dumana kattılar. Bir ara göz gözü görmedi. Duman sıyrıldıktan sonra bir de baktılar ki silâhları geri tepmiş ve kendilerinin yüzü gözü kapkara olmuştur. Meğer tabancalarındaki barut, barut değil, kömür tozu imiş...
Piyesin perdecileri de vardı. Rejisörden ve müelliften aldıkları işarete göre perdeyi açıp kapayan, fakat dramın heyecaniyle şaşırarak kendilerini de sahnede, üç kahramanla birlikte göstermekten göre kalmıyan muhterem ve muhteşem perdeciler...
Baş perdeci: Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Sabit Noyan ve yamakları : Duruşma Yargıcı Birinci Sınıf Askerî Hâkim Cevdet Erkut, Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı General Ziya Yazgan ve Savcı Beşinci Sınıf Askerî Yargıç Kâzım Alöç.
Ya alkışçılar? Devlet Radyosu ve basın... Basın yani dördüncü kuvvet... Halkın, hakkın, umumî fikrin aynası olan basın: piyesi müellifi ve rejisörü çılgınca, coşkunca alkışlıyordu.
Samimî düşünceleri ve vicdanî kanaatleri böyle olduğu için mi? Adam sen de... Samimiyet hayatın en büyük tedbirsizliği, vicdan ise romantik bir kuruntudan ibarettir. Menfaatten ne haber?
Hani halk bellenen bir yola yalnız gidilecekti? Canım, yalnız dedikse o kadar da yalnız değil ya... Korku, dağları bekler... Gideceğiz... Gideceğiz ama Millî Şefin buyruğu ile ve banknotlarla birlikte gideceğiz. O halde yaşasın cumhuriyet, inkılap, altı ok vesaire...
Dramın unsurları bununla bitmiş olmuyor. Onun bir de zoraki figüranları var: Sanık Türkçüler... Onlar kendilerine Türkçü diyor ama meğer yanlış söylüyorlarmış. Asıl Türkçü meğer Falih Rıfkı Atay değil miymiş? Meğerse bunlar faşist, gardist, vatan hainleri imiş de kimsenin haberi yokmuş... Bu gardistler Almanlarla birleşerek Millet Meclisini devireceklermiş...
Hepsi iyi, hoş ama şu son fıkra bir açıklanmağa muhtaç : Demek 1944’te bir de Millet Meclisi varmış.... Acayip!
Sözü uzatmayalım... Sonunda şu oldu ki figüranlar kendilerine verilen rolleri yapmadılar. Delikte gizlenmiş olan süflörün iğrenç yüzünü görmüşlerdi. Üç silâhşörün, kılıç tutmasını bilmedikleri için havaya savurdukları ızgara şişlerine, şakşakçıların bütün yırtınmalarına rağmen figüranlar, süflörün söylediklerini tekrarlamadılar.
Müellifin şekeri arttı, kahramanların ipliği pazara çıktı. Besili rejisöre inme indi. Perdeciler kaçacak delik aradılar. Şakşakçılar... Malûm...
Piyes yarıda kalmış, paradi seyircileri ise hakikati anlamıştı.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
TANIMALAR VE TANIŞMALAR
Yazdığım kitap hem bir hatırât, hem bir tarihtir. Kısa bir zaman için Türkiye’yi çalkalandıran Irkçılık – Turancılık meselesi fikir tarihimiz bakımından olduğu kadar siyasî tarih yönünden de incelenmeğe değer çaptadır. Vak’anın içinde yaşamış bir insan olarak bu yazdıklarım, gelecek yüzyılın tarihçisi için ana kaynaklardan biri olacaktır.
Her tarih, maksada girmeden önceki hazırlayıcı bir bölümde başlar. Ben de öyle yapacağım. Okuyanların daha iyi anlaması, sebepsiz gibi görünen olayların aydınlanması için bir önünçle başlayacağım.

HALK PARTİSİNİ TANIYORUM
1930’da Edebiyat Fakültesini bitirdikten sonra Türkiyat Enstitüsüne asistan olmuştum. Halk Partisini bu sırada tanıdım. Şöyle ki: 1932 Temmuzunda Ankara’da toplanan Birinci Tarih Kongresi aklın ve ilmin asla kabul edemiyeceği bir hava içinde bocalar, Bayan Afet’in Köprülü Fuat gibi tanınmış bir profesöre ders vermesi gibi hârikalara şahit olur ve sözüm ona yeni yeni ilim ufukları açıp yeni keşifler yaparken bir Halk Partili, ünlü profesör Zeki Velidi’yi hiçbir şey bilmemekle suçlandırdı ve “Zeki Velidi Beyin Darülfünundaki kürsüsü önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum” dedi.
Türk tarihi üzerindeki otoritesi bütün dünyada tanınmış olan Zeki Velidi’yi techil eden bu nevzuhur bilgin, doktor Reşid Galip’ti. Kırkından sonra saz çalmağa başlayanların notaya ve usule pek aldırış etmiyecekti muhakkak olmakla beraber doktor fazla ileri gitmiş, beni ve Zeki Velidi’nin diğer talebelerini, hatta talebesi olmıyanları öfkelendirmişti. Diğer yedi kişiyle birlikte ona derhal bir telgraf çektim:
Biz ise Zeki Velidi’nin talebesi olmakla iftihar ederiz.
Bir de Zeki Velidi’ye yolladık:
Tebrik ederiz.
Reşit Galip’e çekilen telgraf, kongrede bulunanların tabirince bomba gibi patladı. Belliydi ki Halk Partisi küçük sesleri bomba gürültüsü sanacak kadar ödlekti.
Kongre ve telgraf temmuz ayında olmuştu. Bizim bomba uğurlu gelmiş olacak ki, 19 eylül 1932’de Reşit Galip Maarif Vekilliğine getirildi. Devrimci olduğunu göstermeliydi. 13 ağustos 1933 tarihine kadar süren vekilliği sırasındaki en mühim icraatı, hiç şüphesi inkılabı korumak kaygısı ile, beni asistanlıktan alarak Malatya ortaokuluna Türkçe öğretmeni diye tayin etmesi oldu. (13 mart 1933)
Halk Partisi ile tanışmağa başlıyordum. Nazik bir eda ile silindir şapkasını çıkararak elini uzatmış ve kendisini takdim etmişti:
“Bendeniz Halk Partisi...”
Ben de nezakette ondan aşağı değildim...
“Teşerrüf ettim efendim...”
***

8 Nisan 1933’te Malatya’da vazifeye başladım. Ömür bir yerdi. Devletin kağıt parasına pek itibar yoktu. Liraları, daha eksiğine çil Osmanlı kuruşlarıyla değiştiriyor, kahvelerde bu çilleri harcıyorduk. Kahve deyip de geçmemeli... Okuldan çıkan öğretmenler soluğu kahvelerde alır, hararetli tavla maçları yapılırdı. Garsonlar, tıkalı yoldan geçmek istedikleri zaman “Pardon” diye müsaade almasını biliyorlardı.
Halk Partisinin tedbirli ve feyizli idaresi sınıflarda da gözüküyordu. Trahomlu talebeler dershanelerin arka tarafındaki ayrı sıralarda oturuyorlardı. Fakat biz ödev kağıtlarını toplarken hepsini birbirine karıştırmak ihtiyatsızlığını yapardık. Çocukların da ayrılığa pek aldırış ettikleri yoktu. Birbirlerinin sıralarına geçerlerdi. Öğrencileri trahomlu, trahomsuz diye ikiye ayırmak, milleti ikiye bölmek, belki de bir nevî ırkçılık olsa gerekti. Demokrat millet buna tahammül etmemekte haklıydı. İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir millet değil miydik? Trahom meselesinde de talebe birbiriyle, biz de talebeyle kaynaşıp gitmiştik.
Bir defa trahomla savaş doktoruna gittimdi. Gözlerim kanlanmıştı. O zaman hükümet pek müsamahakârmış... 1944’te olsaydı gözü kanlı, katil, faşist diye adamı tevkif ederlerdi. Doktor rint bir adamdı. “Trahom bulaşıcı bir hastalıktır diye tedavi ediyoruz aldırma. Bulaşıcı olsa şimdiye kadar hepimize geçerdi” diye kestirip attı. Türkiye’de mikrop olmadığı hakkında nazariye doğru çıkarıyordu.
Anlaşılan, mikrop denen hayvancağız güllük, gülistanlık yerlerden hoşlanıyordu; çöplük, çöpistanlıklara iltifat buyurmuyordu. Yahut da doktor İzzeddin Şadan’ın dediği gibi Pasteur’ün ve Koch’un uydurmasıydı. Kim görmüştü ki? Tanrının yaptığı gözle görülmeyen bu yaratık, insanın yaptığı mikroskopla mı görülecekti?
Malatya’da dört ay kadar kaldım. Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliği tayinim şüphesiz bir yükselişti. Ekselans Halk Partisi bana :
Yüksel ki yerin bu değildir,
Öğretmen oluş hüner değildir.
Diyordu.
11 Eylül 1933’te Edirne’de işe başladım. Doğrusu Malatya’dan ayrılmak pek kolay değildi. Orada çok orijinal öğretmenler vardı. Orta okulun Rıza adında bir müdür yardımcısı vardı ki üç ay önceki gazeteleri okur ve bazı makaleleri deftere kopya ederdi. Günü gününe kopya etmeğe yetiştiremediği için o zaman üç aylık bir geri kalış olmuştu. Allah selamet versin, hala aynı metodla gidiyorsa şimdi İkinci Cihan Savaşına başlamış olmalıdır.
Bir tabiiye öğretmeni “Saraç amca” vardı ki akşamları iki kadeh içince tek başına “müteaddit ordulara karşı” harp ettiğinden bahsederdi.
Fakat Edirne, Malatya’yı hiç aratmadı. Boru değil, Osmanlılara başkentlik etmiş şehirdi. Yahudilerle çingeneler nüfusun yarısını teşkil ettiği, bakımsız olduğu halde yine de gösterişli bir Türk şehriydi. Ya o camiler, ya o Selimiye? Akşamları gönlüm uhreviyetle dolardı.
Erkek Lisesi, Erkek Öğretmen Okulu, Kız Öğretmen Okulu birbirine pek yakın, adeta bir saçayaktı. Öğrenciler uyanık, öğretmenler kalabalık ve çoğu hiç olmazsa insanın iyi gününde iyi kimselerdi.
Ucuzluğu da diyecek yoktu. Şimdi masal gibi gelecek ama, 20-25 kuruşa mükemmel şekilde, adeta sefahet yaparak bir öğün yemek kabildi.
Hiç unutmam: bir öğle vakti lokantada iki çatalla birden yemek yiyen bir adam görmüştüm. Yanlış anlaşılmasın, iki çatalla yemek yiyordu. Görülmeğe değer manzaraydı. O gövdeye göre dört çatalla da yese olurdu ama ben yine yadırgamıştım. Adamcağız 100 kuruştan fazla para ödeyip çıkmış, benim gibi 20 kuruşluk hovardaları şaşkına çevirmişti. Lokanta sahibinden öğrendik, meb’usmuş,yani saylav. Doğrusu, Halk Partisine teşekkür etmeliydik. Ya bu adamın saylaviyetini alıp da büyükelçi diye bir yere gönderseydi?...
Malatya’da olduğu gibi Edirne’de de öğretmenlerin çoğu kendilerini içkiye vermişlerdi. Yalnızlık duygusu benliğimizi sarardı. Herhangi bir şarkı insanı duygulandırmağa yeterdi.
***
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Edirne’nin Kapalıçarşısından ilk geçişimde şaşırmıştım. Dükkancılar İstanbul Kapalı- çarşısında olduğu gibi bağırıp çağırmıyor, müşteri kızıştırmıyorlardı. Meğer bütün dükkan sahipleri Türkmüş... Demek hala lonca zamanının ahlakını yaşatıyorlardı.
Bir gün ortaklaşa bir duygunun dürtüşüyle bir toplantı yapıp milliyetçi bir dergi çıkarmak için konuştuk. Üç okulun hocalarından çoğu hazırdı. Derginin adı üzerine tartışıldı. Bir iki kişi “Meriç” dedi. Lise müdürü Suut Kemal “İçten” olsun diye orijinal bir fikir attı. Bazıları da “Düşünce”yi beğendi. Erkek Öğretmen Okulu müdürü Reşat Tardu işi şakaya vurdu: “Meriç kenarından içten bir düşünce olmaz mı?”
Eh serde Irkçılık, Turancılık var. Turancı bir teklif de benden: Orhun!
Ve arkasından şatafatlı bir savunma... Toplantımız o zamanki Millet Meclisi’vâri bir davranışla bitti: İttifakla kabul.
Derginin sahibi ben olacaktım. Para işlerine Erkek Öğretmen Okulu hocalarından ali Oğuz bakacak, İstanbul’da bastırılacaktı.
Suut Kemal, Reşat Tardu, ali Oğuz... Bu isimleri yazmak galiba ifşa kabilinden bir şey oldu. Ya 1962’de Halk Partisi iktidara gelir de faşist Atsızla işbirliği yapanları sorguya çekerse... Bir defa yazmış bulunduğum için de artık geriye dönemem. Dönmenin her türlüsünden iğrenirim. O halde bu üç arkadaşa kendilerini kollamak kalıyor. Orhun’un ilk sayısı 5 kasım 1933’te çıktı.
En eski Türk tarihi hakkında epey zamandır topladığım notları “Türk tarihi üzerinden toplamalar” başlığı altında yayınlamağa başladım. Bunun özsözünde de o zaman liselerde okutulan mahut dört ciltlik tarihi tenkit ettim. Bu da ikinci bomba oldu. Doğrusunu isterseniz ben edebiyat değil, atom fiziği ve kimya tahsil etmeliymişim...
Suut Kemal’le Reşat Tardu’da şafat attı. Birincisi lisenin, ikincisi erkek öğretmen okulunun müdürü idiler. Müdür yani Halk Partisinin bir zamanki deyimi ile çevirgen... Çevirgenler, doğru dürüst çevirdikleri okullarını bir hidrojen bombasıyla darmadağınık edemezlerdi. O zaman atom ve hidrojen bombaları yoktu ama dinamit vardı. Dinamiti patlatan da kendilerinin ortak oldukları derginin sahibi idi.
Korku yalnız dağları değil, zat işleri müdürlüklerini de bekler... Çağırıp benimle konuştular. Onlar “illâ” dediler. Ben “lâ” dedim ve sonunda Yavuz sultan Selim’vâri bir sözle tartışmayı bitirdim:
-“Siz ayrılsanız bile ben dergiyi tek başıma çıkarırım!”
Ruhuna rahmet büyük Yavuz! İnsan seni taklit etmekle bile karşısındakileri susturuyor.
***

Aralık ayının sonlarında birkaç günlük izinle İstanbul’a gelmiştim. Arkamdan 23 Aralık 1933 tarihiyle lisesin resmî bir kağıtı yetişti:
Vekâlet-i celilenin 27/12/1933 tarihli telgrafiyle Vekâlet emrine alındığınız bildirilmiştir efendim.
Bu işlem, bana bildirilmeden önce İstanbul’da duyulmuş ve yayılmıştı. Vekâlete teşekkür etmeliydim. Çünkü emri telgrafla bildirerek bana verdiği ehemmiyeti gösteriyordu. Demek onlar katında önemli kişilerden olmuştuk. Beni işimden çıkaran Vekâlet-i celilenin o zamanki vekil-i celili Hikmet Bayur’du.
Halk Partisi kendisini bana tanıtırken maskesini biraz aralamış, o güzelim yüzünün bir parçasını göstermişti.
30 aralık 1933’te Maarif Vekâletinin Zat İşleri Müdürlüğü, Edirne Lisesine resmî bir yazı yazarak vekâlet emrine alınmamın sebeplerini bildirdi. Edirne Lisesi de 3 ocak 1934’te bana bu yazının suretini gönderdi.
Zat İşleri Müdürlüğü, benim hareketim, öğretmenlerin terfi ve tecziyeleri hakkında elde mevcut kanunun cezaya ait hükümlerin hiçbirisine uymamakla beraber inkılabımızın millî kültür prensiplerine aykırı olduğu için öğretmenlik yapamıyacağımı bildiriyordu.
Maske düşmüş, Halk Partisinin suratı sırıtmıştı. Bir yüzdü ki sormayın gitsin:
Nâmubarek yüzü bin Nil ü Fırât’ı kurutur.
Ben kötü kişi olunca Orhun’a para vererek yardım eden öğretmenler, yani ülkü ortaklarım benimle ilgilerini kesip bunu çok imzalı bir yazı ile bana bildirdiler. Yaya kalmış tatar ağasına benziyordum ama, hani yakışmıyor da değildi. Ne de olsa serde Turancılık vardı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
HALK PARTİSİNİN POLİSİ
Bakanlık emrine alınınca, yani azlolununca İstanbul’a gelip Orhun2u tek balına çıkarmağa başladım. Ev sahibi neden İstanbul’a geldiğimi sordu. Vekâlet emrine alındığımı söyledim. “Ya, tebrik ederim!” dedi. Terfi ettim sanmıştı. Ne de olsa apartman sahibiydi. Teferruatla uğraşacak değildi.
Bana aylığımın dörtte biri nisbetinde açık maaş veriyorlar, bu da 10 lira kadar bir şey tutuyordu. 500 nüsha basılan ve hepsi satılan Orhun’dan da bir iki lira kâr geliyordu. Yiyip içip Halk Partisine dua etmeliydim. Galiba lüks yapmak, lüks yaşamak, hovardalık etmek istemiş olacağım ki yeni bir iş bulmak için de öteye beriye başvurdum.
Bir gün öğle yemeği yerken kapı çalındı. Baktım: Resmî bir polis. Beni Beyazıt merkezinden istediklerini bildirdi. “Yemeğimi yiyip gelirim, sen bekleme!” dedim. Çok acele ve mühim olduğunu söyledi. “Yemeğimi bırakacak kadar mühim mi?” diye sordum. Mühimmiş. Birlikte gittik. Beni bir komiser muavini karşısına çıkardı. Bu, Yedisekiz Hasan Paşanın imza atması gibi hödüksel bir şahsiyetti. Beklememi söyledi. Acele bir iş yemekten kaldırılmış olan adamın acelesizce bekletilmesindeki ruh durumu malûm... Epey bir zaman sonra neyi, kimi, niçin beklediğimi sordum. Bir polis memuru gelecekmiş, onu bekliyormuşum... “Böyle olacağını bilseydim yemekten kalkıp gelmezdim!” dedim. Hödüksel şahsiyet tam baba dostu imiş... Bana öfkeyle “Vare, sıvışaydın!” diye öğüt verdi.
Nihayet beklenen polis memuru geldi. Askerlik şubesine gideceğimizi söyledi. Askerlik şubem Eminönü şubesidir. Polis aksi istikamete yönelince dikkatini çektim “Biz Fatih şubesine gidiyoruz” dedim. Eminönü askerlik şubesinin Fatih askerlik dairesine bağlı olduğunu biliyordum. “Belki oraya gidiyoruzdur” diye düşündüm. Polislere göre her şey devlet sırrı olduğu için bir şey söylemezler, açıklama yapmazlardı.
Gide gide Fatih askerlik dairesine değil, askerlik şubesine vardık. Yüzbaşıya bu kepazeliğin ne olduğunu sordum. Gülmekten katılacaktı. Meseleyi anlattı: Kırıkkale’deki askerî okula öğretmen olmak için dilekçeyle başvurmuştum. Münhalleri mi yokmuş, beni mi istemişler, her neyse, orası mühim değil, okul verdiğim adrese göre beni Fatih şubesine yakın diye düşünerek, oraya dilekçemin cevabını göndermiş... Şube de, en yakın polis merkezine yazarak: “Atsız’a bildirin; boş zamanında bize uğrasın!” demiş. Polis “Haber verin, uğrasın!”ı “Mevcutlu olarak hemen getirin!” diye tefsir etmiş. Tefsir bu, olamaz mı? Biz ne tefsirler gördük.
Anlaşılan, Halk Partisinin polisi önce ateş ediyor, sonra nişan alıyordu. Taktik meselesi...
Bu muhteşem bir tanışma töreni idi. Meğer muhteşemden daha muhteşem bir tanışma olacakmış. O da şöyle oldu:
1940-1941 ders yılında özel Boğaziçi Lisesinin edebiyat öğretmenlerinden biri de bendim. 1940 aralık ayının son günlerinden birinde, akşam eve dönünce bir kalabalıkla karşılaştım. Küçül çocuğuma bakmak daha kolay olsun diye zevcemin öğretmenlik ettiği Göztepe Kız Orta Okulunun tam karşısındaki bir evi tutmuştuk. Polis, bekçi, muhtar, hep oradaydı. İmam da olsa dinî-millî bir tören var diyecektim.
İşin şakalık tarafı yoktu. “Ev basılmıştı.” Daha o zamanlarda da benim faşist, Hitlerci falan olduğum söyleniyordu ya... Zevcemin beni yatıştırmak için: “Bazı mektuplara bakıyorlar!” demesine Hitlerden gelen mektuplara mı” diye cevap vererek odaya girdim. Zaten ev aşağı yukarı bu büyük odadan ibaretti. Hem misafir kabul salonu, hem yatak odası, hem de soğuk günlerde yemek odası; hepsi o...
Odadaki iki sivil polis beni pek nazikâne selamladılar. Nezakete de hiç lüzum yoktu. Ne de olsa Osmanlı ve İstanbul terbiyesi almıştık. Kızgınlığım geçti.
Sivil komiser Avni, masanın üstündeki bir yığın mektubu inceliyordu. Bu mektupları bir gün önce Maltepe’deki asıl evimizden soba yakma işinde kullanmak üzere ben getirmiştim. Nasılda kalmış bir yığın mektuptu. Bekçi ile resmî polis kapıda bekler, muhtar odada iskemlede oturur, sivil memur ayakta dururken (çünkü ona ikram edilecek iskemle yoktu), komiser bilhassa Edirne’den gelmiş mektup var mı diye araştırıyor, bazılarını ayırıyordu. Meğer muhtarla bekçi siyasî ve idarî nezaketmiş. Polis ev bastı demesinler diye tanık ve gözcü olarak getirilmiş, ince zekâ..
Epey uzun süren bir araştırmadan sonra bir kısım mektupla ayrıldı. Sonra komiser Avni bana kuyruklu bir yalan söyledi: “Emniyet müdürü beyle şube müdürü bey zatı âlinizi bekliyorlat. Bu mesele hakkında biraz konuşacaklar.”
Zatı âlim bu yalana inanmakla beraber gecenin karanlığında, bu kadar geç vakitte beklenmemi garipsedim. Komiser teminat verdi: “Sizin için kaldılar. Meselenin ne olduğunu da onlar biliyorlar”
Doğrusu, bu kadar mühim bir şahsiyet olduğumu bilmiyordum. Onların beni her ne suretle olursa olsun Emniyet Müdürlüğüne götürmek için emir aldıklarının da farkında değildim. Nezakete yüzüm tutmaz dedim ya, bu nazik adamları kırmamak için yorgun argın, kış gecesinde yola koyulduk. Ne de olsa Türk’üz... Yalana dolana pek aklımız ermiyor.
Muhtarla bekçi yolda, resmî polis istasyonda ayrıldı. Komiser de bir iki istasyon sonra kayboldu. Ben öteki siville birlikte Emniyet Müdürlüğünün hâlâ bulunduğu Sansaryan hanına geldim. Yol boyunca söylediği en mühim lâf : “Üstünüze afiyet biraz soğukalmışım” demek oldu.
En üst kattaki birinci şubeye, yani siyasî kısma çıktık. Ne Emniyet Müdürü, ne Şube Müdürü... Yalnız bir iki memur vardı. Beni getiren memur odadakilere gizlice bir şeyler söyledikten sonra çekildi. Burası memurların çalışma odasıydı. Birçok masalar bulunuyordu. Nöbetçi olan memurlar masalara battaniye seriyor, ikinci bir battaniyeye de sarılarak yatıyorlardı. Konuksever kişiler olacaktı ki, bana da bir battaniye verdiler. Fakat ben yatmayarak sabaha kadar sandalyede oturmayı tercih ettim. Uykusuz geceler... Bunlar benim için sudan denemelerdi.
Sabah oldu. Komiser Avni de gözükmedi amma ben hâlâ aldatıldığımın farkında değildim. Saatler geçip de müdür bey ve şube müdürü beyle tanışmamız geciktikte bazı memurlara başvurarak beni dün geceden beri bekliyen bu iki kişiye haber ulaştırmalarını söylemeğe başladım. Emniyet Müdürlüğünde “Hayır, olamaz, sonra” diye bir şey yoktu. Hepsi büyük bir nezaketle “Peki” diyor,fakat bu peki diyenleri bir daha görmek kabil olmuyordu. Meğer o sırada merak ederek beni aramağa gelen zevcem de “Peki efendim, hemen şimdi” diyerek atlatılıyor ve birinci şubenin iki kapısı arasında mekik dokuyormuş...
Öğleyin, biraz geç olmakla beraber, bende şafak attı. Aldatıldığımı çok şükür anlayabilmiştim. Buraya neden getirildiğimi ve ne zamana kadar kalacağımı bilmediğim için titizleniyordum. Polislerle arada çatışmalar başladı. Adalet, hak, hukuk gibi nesnelere inanmış bir gafil olacak bir polisin kabalığına:
“El-adlü esâs il-mülk – Adaletsizlikle devlet yıkılır” diye karşılık verdim. Biraz sonra da İrfan adlı bir komiser muaviniyle sert bir tartışma yaptım. Onlar birinci şubeye getirdikleri zavallılara her türlü muameleyi yapmağa, falaka atmağa falan alışmış olmak dolasiyle kendileriyle, dişe diş, göze göz çekişen bir müşteriye katlanamıyorlardı. Dört yıl sonra, 1944’deki ziyaretimde saçları bembeyaz, çökmüş, kendisini alkole vermiş olduğu için arkadaşları tarafından acınan bir insan olarak gördüğüm İrfan beni tehdit etti:
“İcap ederse başka türlü muamele ederiz!”
Vay!... İşler tıkırında gitmiyordu. Ama Türk’üz dedik ya... Türk demek, her zaman için acar ve dalavereli işlerde her zaman toy bir kişi demektir. Ben de o sırada 35 yaşında küçük bir çocuktum. İrfana dört yüz dirhemlik bir cevap verdim. Bunun üzerine düşman kuvvetleri merkezden taaruza geçti:
“Demin yıkılır diyerek neyi kasdetmiştin?”
Kuvvetimiz ne kadar az olursa olsun, biz büyük (stratej)ler, böyle cephe saldırışlarıyla sarsılır takımdan değildik. Baraj ateşiyle karşılık verdim:
“Sen benim deminki sözümü bırak da burada neye beklediğimi, müdürle ne zaman görüşeceğimi söyle. Bunların cevabını vermeden ben tek kelime alamazsın.”
Hızla kayboldu. Biraz sonra bir memurla kağıt yollayarak beni sorguya çekmek istedi. Bu memur benimle ilk çatışan ve benden “el-adlü esas il-mülk” vecizesini öğrenen adamdı. Demek İrfana bu lafı yetiştiren oydu.
İrfanla savaşımız iyi oldu. Hem açlığımı ve yorgunluğumu hem de vaktin nasıl geçtiğini duymadım.
O zaman henüz ceza hukuku bilgini olmamıştım ama devleti ve kanunları tahkir suçundan başıma iş çıkaracaklarını sağduyu ile sezmiştim. Vasıta olan memur gidip gelerek direndikçe ben de savsaklanma taktiği ile düşmanın teşebbüslerini boşa çıkraıyor, ona büyük kayıplar verdiyordum. İrfan her seferde biraz tavizat vere vere sonunda soruyu : “Memurla aranızda geçen hadiseyi anlatınız” şekline çevirmek zorunda kalınca ben de nihayet süngü süngüye savaşı kabul ettim. Kalemle yapılacak bu süngüleşmeyi nasıl olsa kazanırdım. Çünkü ben Türk’tüm. Ya karşı taraf?
Karşı taraf Halk Partisi idi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Maksada birdenbire girmek görgüye aykırı olduğu için yazıya bir önünçle başladım. Açık vermeden hadiseyi anlattım. İmzamı atıp verdim.
Devletin temeli adalettir, adalet olmazsa yıkılır demekte ne suç, ne de hakaret vardı. Ama Halk Partisi çağında her şey hakaret sayılırdı. Zavallıcıklar illâ ki hakaret görmek isterlerdi.
Fakat kanunlarda da açık bazı kayıtlar bulunuyordu. Tanzimat zamanı fıkrasında olduğu gibi gavura gavur denmiyecekti.
Bizim yazı bittikten sonra beni birinci şube müdürünün istediğini söylediler. Acayip! Hangi dağda kurt ölmüştü? 18 saattir beklediğim müdürün odasına girince bir de baktım ki zevcem orada değil mi? Meğer birinci şubenin kapılarında saatlerce oyalandıktan ve “Evet efendim, peki efendim, şimdi efendim” nakaratı ile aldatıldıktan sonra Emniyet Müdürlüğünün diğer şubelerinden birinde kadın komiser olarak çalışan eski bir lise arkadaşını bulmuş ve onun delâletiyle birinci şube müdürünün yanına girerek dün geceden beri mevkuf olduğumu falan anlatmış, birinci şube müdürü de o zaman beni hatırlamış...
Şube müdürü Edip Yavuz nazik, kültürlü ve milliyetçi bir adamdı. Polislerinden şikayet ettiğimiz zaman güldü. İhtiyar bir İngilizin adresini tesbit için gönderdiği iki memurun zavallı İngilizi yakapaça birinci şubeye getirdiklerini anlattıktan sonra: “Polis aklı!” dedi.
Tevkifimin sebebini Edip Yavuz da bilmiyor, benimle gayet açık ve samimi bir şekilde konuşuyordu.
Ben şube müdürünün odasında iken sık sık komiserler falan geliyor açık veya gizli konuşarak çıkıyordu. Komiser Sedat’la Parmaksız Hamdi’yi de ilkönce burada gördüm. Bir aralık komiser muavini İrfan da girdi ve şube müdürü tarafından itibarlı tutulduğumu gördüğü için olacak, beni batırmak üzere açtığı sorgudan bir daha ses çıkmadı. İtibar kürkünü giymiştim ya, “Ye kerküm ye!” diyebilirdim.
Biraz sonra şube müdürünün kılavuzluğu ile bir aşağıdaki kattaki Emniyet Müdürlüğü odasına girdik. Emniyet Müdürü Mahmut Muzaffer Akalın da ciddi, terbiyeli ve cin gibi bir adamdı. Bende bir şok tesiri yapmak için mazimi kısa ve keskin hatlarla saydı, ilk evlenmemden de bahsetti.
Halk Partisi benim bu ilk evlenmem ve ayrılmamla çok ilgileniyordu. Nitekim 1944 olaylarında da bu sakız gibi çiğnendi. Acaba Halk Partisinin varlığımı tehlikeye girmişti? Yoksa memlekette metin bir aile ahlakının taraflısı olan bu parti, çocuklara kötü örnek olmasın diye mi bir öğretmenin boşanmasını doğru bulmuyordu?
Ben Medeni kanunun bana verdiği haklar ve yetkiler içinde, hususî hayatımı ilgilendiren bir iş yapmıştım o kadar. Ben de onların boşanma ve yeniden evlenmeleri hakkında dosya tutsam acaba Türkiye’de bir kağıt buhranı olmaz mıydı? Ya, 1944 mağdurlarından arkadaşımız Nurullah Barıman gibi dört defa evlensem ne olacaktı? Herhalde bir felaket olacaktı. Bu mesele yüzünden belki de devletin dış siyaseti ile uğraşmağa vakit kalmıyacak ve on yılda on beş milyon er yaratmağa, yurdu çelik ağlarla örmeğe imkan bulunmıyacaktı.
Sözü uzatmayalım; benden alınan mektuplar hakkında izahat vermek üzere yarın tekrar birinci şubeye uğramak kaydıyla o gece serbest bırakıldım.
Mektuplar hakkındaki sorularla savaları üç gün sürdü. Zabıt tutuluyor, arada millî-vatanî kısa tartışmalar oluyordu. Edirne ile münasebetimin ısrarlı bir şekilde sorulmasına mana veremiyordum. Bu üç günlük sorgunun büyük bir kısmında Muzaffer Akalın da bulundu.
İş bitti. Aradan aylar geçti. Cihanın gürültüleri arasında başımda böyle bir vak’a geçtiğini unuttum bile...
Bir akşam, Boğaziçi Lisesindeki dersimi bitirip aslında bir saray olan okulun kapısından çıktığım zaman beni bekleyen bir yedeksubayla karşılaştım. Selamlaştık. Manalı bir şekilde yüzüme bakarak: “Tevkif olundunuzdu, değil mi?” diye sordu. Beynimde bir yer aydınlanmağa başladı. Yedek subayın anlattıkları karanlık bir yer bırakmadı. Hadise şu idi:
Aslında bir ilkokul öğretmeni olan bu yedek subayla iki defa konuşmuştum. Atsız Mecmua ve Orhun dergileri dolayısıyla beni tanıyordu. İkinci konuşmamız Beyazıt caminin yanındaki meşhur Küllük akademisinde olmuş ve yanımızda öğretmenin nişanlısı da bulunmuştu bundan sonrasını şöyle anlattı: Edirne’de evlenmişler... Fakat kadın soysuz çıkmış ve kocasına ihanet ederken suçüstü yakalanmış... Anlaşılan, kadın soysuz olduğu kadar da şirretin birisi imiş... Kocasını hemen polise haber vermiş; “Atatürk öldüğü zaman hükümet darbesi yapılacaktı!” demiş... “Kiminle?” diye sormuşlar. “Atsızla” cevabını vermiş...
İşte Atsız oldu mu derinleştirmeğe lüzum yoktu tabiî. Yapar mı yapar... Derhal öğretmeni tevkif ederler. Zavallı dert anlatmağa çalışır:
Yahu! Bu kadının sözüne inanılır mı? İnsan durur durur da bu ihbarı tam suçüstü yakalandığı zaman mı yapar? Atatürk öldüğü zaman yapılacak hükümet darbesi iki yıl sonra mı yapılır? Hükümet devirmek için bir Atsızla bir ben yeter miyiz?”
Polise söz anlatmak kabil olmaz. Ya kadının söyledikleri doğru ise... Hemen İstanbul polisine telgraf çekilir. Komiser Avni de gelip “Sizinle görüşecekler” diye beni kandırır.
Ben yine bir gece Emniyet Müdürlüğünde sabahlamakla işin içinden sıyrılmıştım. Zavallı öğretmen ise haftalarca mevkuf kalmıştı.
Çok ucuz yaşıyorduk.
Demek ki Halk Partisinin polisiyle böylece tam bir tanışıklık olmuş ve ben gönülden dua etmiştim:
-“Aklım sana emanet, ulu Tanrı!”
Fakat en son defa şahit olduğum rezilâne bir manzara beni Halk Partisinin polisinden de, kendisinden de, Milli Şeften de tüksindirdi.
Bir gün yine eve dönmek üzere Köprüden vapurla Haydarpaşa’ya çıktım. Âdet olduğu üzere yüzlerce yolcu ile birlikte Haydarpaşa garının merdivenlerini tırmandık. Garın içinde kalabalık bir resmî ve sivil polis kadrosu bulunuyor ve bunlar, vapurdan çıkan halkı, banliyö trenine gitmekten alıkoyarak sağ taraftaki, hani şu kullanılmayan bekleme odalarına sevkediyordu. Halk efendimizde, daha doğrusu Halk Partisinin halk efendisinde de soru, sual, itiraz falan yoktu. Bu efendiler, koyun sürüsü tevekkülü içinde, uşaklarının emirlerine baş eğerek, kendilerini alacak büyüklükte olmayan bekleme odalarına melîl mahzun gidiyorlardı.
Bir kahraman yapayım dedim. Koyun sürüsünün arasından çıkarak resmî bir polise sordum:
“Neden bekleme odasına gidiyoruz?”
“Reisicumhur Ankara’ya gidecek.”
Polisin bu cevabında bezginlik vardı. İçimden bu kadar kahramanlığı yeter bulup koyun sürüsünün arasına yeniden karıştım. İşte olan o sırada oldu... Her halde bir sivil komiser falandı, kabadayının biri benim kabadayılığıma içerlenmiş olacak ki “Ulan yürüsenize...” diye bir nârâ atarak hamle etti ve sol ilerimde yürümekte olan cılız ve yoksul bir ihtiyarın ensesine bir yumruk attı.
Şerefle temin ederim ki herkes, önündekinin on santim gerisinde yürüyor ve kimsede yürümemek için bir niyet ve emare bulunmuyordu. O halde kabadayının kabadayılığı nedendi? Hiç! Hükümet otoritesini gösterecekti. Yumruğu yiyen zavallı, sürünün sol kenarında bulunduğu için piyango ona düşmüştü.
O sırada içimi sızlatan bir şey oldu. Daha doğrusu bir şey olmadı. Yumruğu yiyen zavallı, bu yumruğu atanı görmek için olsun başını arkaya çevirmedi. Önündekilere bağlı olduğu için daha hızlı yürümesine imkan yoktu. Yalnız başını biraz daha öne eğdi, o kadar...
Eve dönünce romanın gerisini de öğrendim. Cumhur Başkanı İnönü’nün mahut beyaz treni Maltepe’den geçerken, jandarmalar istasyonun bekleme odasındaki halkı ayağa kaldırmışlar...
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
SIKIYÖNETİMLE TANIŞIYORUM
Şu sıkıyönetim deyimi cidden hoşuma gider. İdarei örfiye ve sonra örfi idare pek de bir mana ifade etmiyordu. “Örfi İdare” yerine “Keyfi İdare” deseler daha doğru ederlerdi. Halbuki sıkıyönetimde enerjik ve sert bir anlam var... Halk Partisi mekanizması içinde sıkıyönetim gibi güzel bir icat yapacak bir kimsenin bulunması gerçekten aklın almıyacağı bir nesne, adeta bir harika... Fakat doğrusuna bakarsanız bu sıkıyönetim, aslında bir gevşek yönetmesizlikten başka bir şey değildi.
Birinci ve ikinci sıkıyönetim komutanları olan Korgeneral Ali Rıza Artunkal ve Orgeneral Sabit Noyan’ın ikisiyle de şerefyap oldum; ikisinden de hoşlanmadım.
Münasebetlerimiz düşmanca olduğu için hoşlanmadım sanmayın. İnsanın hoşlanmıyacağı dostları olduğu gibi hoşlandığı düşmanları da vardır. Mesela ben, Falif Rıfkı’nın bir yazısında “Biz Türkçüler...” diye bir ibaresini görünce gülmekten harap olmuş ve Falih Rıfkı’dan hoşlanmıştım. Hasan Âli ile bir saat beraber bulunmak ise sizi temin ederim ki Muammer Karaca’ya gitmekle eşittir. Peki, şimdi ben bu ikisinden hoşlanmakla onların dostu mu oldum? Ne gezer!... Osmanlıya göre Moskof neyse bana göre de bazıları o...
Artunkal da beni güldürmüştü. Ama yalnız güldürmekle de hoşlanılmıyor işte... Neyse biz tanışmamızın hikayesine gelelim:
Bir gün Halk Partisinin Arnavutlarından biri bana kendi gazetesinde bir yaylım ateş açtı, açara... Arnavut bu, kabadayıdır! İşin ultra komiksel tarafı, bu Arnavudun bana karşı Türk milliyetçiliğini, Türklüğü müdafaa etmesiydi. Sebep de malum: Ben yine şu mahut tarih kitabına ilişmiştim. Amatör çok... Ne kadar beşeri muzahrafat varsa hep birden aynı varakparede ulumağa başladılar. Çomar ve çakal seslerinden mürekkep bir sekizinci senfoni...
Sıkıyönetim komutanına düşen, İşkiptar’ı çağırıp:
“Neyine gerek senin tarih meselesi. Git işkembe çorbası, ciğer tavası ile uğraş more!” demekti. Ama bizim Filibeli Rıza, yani General Ali Rıza Artunkal öyle yapmadı; sivil polis vasıtasiyle beni çağırttı.
Sivil polisin de telaşı malum... Bu haberi bana iletecek olan memur gece geç vakit gelerek bizim kaleyi, yani Maltepe’deki evi kuşattı. Ben de karşılık tedbir almakta gecikmedim. Karanlıkta birbirimizi gözetledik. Bir defa huruç hareketi yaptım. Düşman ricat etti. Fakat pusuya düşmemek için takibe girişmedim. Kaleye çekildim. Düşman da biraz gerileyerek o geceyi Maltepe karakolunda geçirdi. Doğrusu iki tarafın da haber alma servisleri mükemmel işliyordu.
O zaman ben Halk Partisi devletine karşı müstakil bir devlettim. Almanların Balkanlara indiği ve Türkiye’ye saldırmalarına muhakkak diye bakıldığı bir zamanda benim hazırlık yaptığımı ve ilk çağrılışta sırtıma geçireceğim bir çantaya iğne ipliğe kadar her şeyi doldurduğumu gören zevcem:
“Hani sen müstakil bir devlettin? Türkiye’nin girişeceği savaştan sana ne?” diye sormuş, ben de:
“Türkiye’nin müttefiki olarak harbe katılacağım!” cevabını vermiştim
Adama kırk gün deli deseler deli olurmuş; müstakil devlet olduğunu kırk ay söyleyene şakadan da olsa inanılır. Bir gün Boğaziçi Lisesinden çıkıp Köprüye giden tramvaya bindiğim zaman birisi nazikane selam vererek:
-“Müstakil bir devletin yeri olmalıdır.
Diye yerini bana bıraktı. Bu, Allah selamet versin, aynı lisesin müdür yardımcılarından ve edebiyat öğretmenlerinden nükteci bir arkadaş olan Enver’di.
İşte bu müstakil devleti, Halk Partisinin sıkıyönetimi görüşmeğe çağırıyor, sivil polisi bu işe memur ediyordu.
Sivil polislerin doğru söylemiyerek kandırarak iş gördükleri bir hakikat... Bunu taktik olarak yapıyorlar. Edirne meselesi yüzünden birinci şubede sabahladığım gece, o gün tevkif yapan memurların birbirlerine anlattıklarından hep ayını taktiği kullandıklarını öğrenmiştim. Mesela biri, Emniyet Müdürlüğüne getirilmesi gereken adamın evine sabahleyin erkenden gitmiş, kapıyı açan hizmetçiye: “Arkadaşıyım, mühim bir şey söyliyeceğim, uyandırın!” demiş...
Be mübarek! Doğruyu söylesen günaha mı girersin? Polis olduğunu söylersen, öteki damdan falan, kaçar mı?
Doğrusu şu ki, Halk Partisi polisiyle bir defa temas edenin polise ve dolayısıyla resmi makamlara güveni kalmıyordu. Sicili, sabıkalı hırsıyla aydın bir insana yapılacak muameleyi birbirine karıştıran polis, böylelikle hükümetin milletle arasını soğuttuğunun farkına bile varmıyordu.
Bana haber vermeğe gelen polis de sıkılmasa, ertesi günü sıkıyönetim komutanlığına götürmek için beni o geceden tevkife kalkabilirdi.
Ertesi sabah erken kapı çalındı. Zaten bekliyordum. Gideceğim treni kendisine söyledim. Ben trene binerken o da başka bir vagona atlıyordu. Vatandaş, polisi, daima koruyucu bir kuvvet olarak görmelidir. Halbuki daima bir baskı kuvveti olarak görmeğe alışmıştı. Bu psikolojik noktayı Halk Partisi asla anlamadı. Zaten neyi anladı ki?
Sıkıyönetim komutanı Korgeneral Ali Rıza Artunkal’ın karşısına çıktım. Yanında kurmay başkanı bir yarbayla bir de binbaşı vardı. Beni nezaketle karşıladı. Önce hal ve hatır sordu. Fakat nezaketinin zorlama olduğu belliydi. Çünkü “siz” diye başlayıp “sen” diye bitiriyordu.
Bir aralık söz benim “Dalkavuklar Gecesi” romanıma geldi ve sayın komutan şu şahane sözlerle beni cidden habtetti:
“Sen kendini kurnaz sanıyorsun ama biz senden daha kurnazız. Romandaki şahıs isimleri ters okunduğu zaman hakiki birer isim çıktığını anlamadık mı sanıyorsun?”
İşte, benim bütün gizli maksadımı aydınlığa çıkaran ışıldak bir zeka karşısındaydım. Derhal Yusuf Ziya Ortaç’ın başından geçen bir vak’ayı hatırladım:
Yusuf Ziya, iki yerli komünist için “Marks’ın piçleri” diye bir yazı yazmış; generalde kendisini çağırarak: “Herkesin babasını böyle işlere karıştırma” diye öğüt vermiş...
Anlaşılıyordu ki sıkıyönetim komutanı olan bu kurmay general ömründe “Marks” diye bir şey duymamış, bunu hakikaten o iki herifin öz babası sanmış...
General benimle konuşup bilgiçlik satmağa başlayınca ben de Nizâm-ı Âlem tayfasından olduğumu hatırladım. Vazifemiz ilkokul çocuğundan devlet başkanına kadar eksiklü, yazıklu kim görürsen düzeltmek, nizama sokmaktı. Generali de ıslaha kalktım. Ama fazla bir şey yaptım sanmayın. Sadece tarihten, tarih metodundan bahsettim. Komutan, Hititler çağına ait tarihi ve Volter’vâri bir roman olan “Dalkavuklar Gecesi” nereden aldığımı soruyordu. Buyrun da laf anlatın bakalım! Tarihle tarihi roman hakkında bilimsel bir nutuk çekmeğe mecbur oldum. Benim özenerek verdiğim konferansa karşı: “Atatürk’ün tarihinde senin yazdıkların yok!” diye cevap vermez mi?
Atatürk’ün tarihi dediği şey, vaktiyle liselerde okutulan, baştanbaşa yanlış olduğu meydana çıktığı için sonradan bırakılan mahut dört ciltlik tarihti. İlk Cumhurbaşkanı emriyle yazıldığı için ona izafe olunması adet hükmüne girmişti.
Birdenbire, tarih hakkında en iptidai fikri bulunmıyan birisiyle karşı karşıya olduğumu anladım ve işi kökünden kestirip atmak için:
“Atatürk tarihçi değildi.” Diye cevap verdim.
Tabiî bu söz generale göre küstahlıktı. Gözleri faltaşı gibi açılarak:
“Atatürk senin bildiğinin on misli tarih bilirdi!” dedi.
General bu sözüyle beni Atatürk’e rakip durumuna sokmuştu. Fakat durum Atatürk’le bir tarih imtihanına girmeme elverişli değildi. Sözün gelişi imtihana girsek bile o bana Miken medeniyetini, bende ona Kür Şad ve Yabgu Çiçi’yi soracaktım. Anlaşamıyacaktık.
Bundan başka, tarih alanında da olsa Atatürk’le rakip olmak, yani kendisini onunla eşit tutmak akıllara durgunluk verecek bir işti. Atatürk, İngilterenin desteklediği Yunanlılara karşı Türkiye’nin bağımsızlığını kurmuştu. Ya ben?
Bununla beraber ben de daha az bir şey yapmış değildim: Hasan Âli ile Falih Rıfkı’nın desteklediği İsmet İnönü’ye karşı kendimi korumuştum. Hangisinin daha güçlü olduğunu okuyuculat takdir etsin...
Sayın general, “Atatürk senin bildiğinin on misli tarih bilirdi” deyince gülümseyerek sustum. Ben susunca o açıldı. Beni tarihten imtihan etmeğe başladı. Cevap verdim keyiflendi:
-“Sen benim bildiğimin yarısı kadar da tarih bilmiyorsun be!”
Dedi. Yine gülümsedim; cür’eti arttı:
“Ne eserlerin var?
“Eserlerimin listesi elinizdeki kitabın arkasında yazılıdır.”
Elinde “Dalkavuklar Gecesi” vardı. Çevirdi ve ilk eseri okudu:
-“Sartbaşına Cevap”
Sordu:
-“Bu, İzmir’de harabeleri olan Sart mı?
Küçük dilimi yutuyordum... Sayın general benim bildiğimin iki misli tarih bildiğini bu soru ile cidden bana isbat etmişti. Kitabın adından olsun bunun bir şehir harabesi olamıyacağını, bir harabeye cevap verilemiyeceğini anlayamıyordu. Bu adam nasıl korgeneral olmuştu, yarabbi nasıl?
Bu sefer yalnız gülümsemekle yetinmedim. Güldüm. Sartbaşının kim olduğunu anlattım. O zaman lafı değiştirdi.
-“Müstait bir gence benziyorsun! (eliyle kalın bir dosya göstererek) Dosyanı inceledim. Irkçılık yapıyorsun! Siyasi faaliyeti bırak! İlimle meşgul ol! Memlekette kendi aleyhinde cereyan uyandırma! Sonra kanun seni himaye edemez”
Sayın general beni tehdit ediyor, yani Türkçesi: “Sonra seni linç ederler, karışmam ha” diyordu.
O dakikada ve sıkıyönetim komutanının odasında hayatım emniyette olduğu için zihnim ve gözlerim dosyaya takıldı. Şişman bir dosyaydı. Kimbilir içinde benim için ne methiyeler vardı: Irkçı, Turancı, faşist, serkeş, menfi, bozguncu falan filan... Tabii bunların arkasından da daha başka günahlar; İki defa evlenmiştir, Reşit Galibe telgraf çekmiştir, evinde Hitlerin resmi vardır, saçlarını Hitler gibi tarar ve başkaları...
-“Paşa hazretleri! O dosya okuyup yazması bile tam olmayan polislerin verdiği raporlarla meydana gelmiştir. Benim hakkımda doğru bilgiler ihtiva ettiğini sanmıyorum.”
Başını salladı. Bütün esrara vâkıf insanların gülümseyişiyle gülümsedi:
-“Doğrudur, doğrudur” dedi.
Eh madem ki o doğrudur dedi elbette doğru olacaktı. Cumhuriyet ordusunun muvazzaf korgeneralinin dediği doğru olmayıp da yedek erinin sözü mü doğru olacaktı?
Ayağa kalktım. General de kalkmak nezaketini gösterdi. Kendisini esas vaziyeti alarak askerce selamladım. Doğrusunu isterseniz ruh ve karakter bakımından ben üniformasız bir askerdim; o ise üniformalı bir başıbozuktan başka bir şey değildi.
***​
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Sıkıyönetimle tanışmam bu kadarla kalsaydı belki bunu da unutur ve kötü intibalarımı kaybederdim.
İkinci bir tanışma da nasip olacakmış. O da şöyle oldu:
Boğaziçi Lisesinin öğrencilerinden bazıları bir gün bana gelerek “Doğan Aksoy” adındaki bir arkadaşlarının komünist propagandası yaptığından bahsettiler. Doğan, Halk Partisi valilerinden birinin oğlu idi. Bir yıl önce de benim ders verdiğim sınıflardan birinde öğrenciydi. Oldukça iyi bir çocuktu. Mahzun bir hali vardı. Annesi ölmüş, babası başka bir kadınla evlenmişti. Zannederim üvey ana tepkisi onu önce evinden, muhitinden, daha sonra da babasından ve en sonra da babasının mensup bulunduğu Türk topluluğundan soğutarak Türklüğün zıddı olan komünizme sürükledi.
Haberi veren çocuklara sordum:
-“Neden idareye haber vermediniz?”
-“Efendim! Babası, bizim lise müdürünün dostudur. Aleyhimize çevrilmesinden korkuyoruz!”
-“İsterseniz ben söyliyeyim.”
-“Fakat siz de bunu bizden duyduğunuzu söylemeğe mecbursunuz”
-“Polise bildirin!”
-“Polis lisede araştırma yapınca yine bizim ortaya çıkmamız lazım.”
-“Öyleyse Doğan’ı kontrol ederek bekleyin.”
Fakat bekleyiş uzun sürmedi. Doğan cidden uygunsuz sözler söylüyor, mesela “Rus orduları buraya geldiği zaman hepiniz komünist zindanlarda çürüyeceksiniz!” kabilinden inciler saçıyordu. Nihayet çocuklar dayanamayıp bir gece Doğan’ı iyice patakladılar ve idareyi müdürü filan unutarak işi polise aksettirdiler. Sıkıyönetim yürürlükte olduğu için polis, durumu ona bildirdi ve soruşturmalara sıkıyönetimden başlandı.
Bir gün ben de tanık olarak yer, gün ve saat tayini ile çağrıldım. Askeri makam olduğu için çağrılan yerde tam zamanında bulundum. Fakat sıkıyönetim yargıcının yanına çağrıldığım zaman uzun sürmüş olan bir beklemeden dolayı sinirli bir haldeydim. Yargıç kısa boylu, acayipsel bir şeydi. Selanik dönmesi olduğunu bir müddet sonra öğrendim.
Gösterdiği yere oturdum. Bir er gelerek elimde tuttuğum çantamı ve şapkamı almak istedi. Askerilerin sivillere hizmet etmesinden hiç hoşlanmadığım için bu hizmeti reddettim ve “Teşekkür ederim kalsın!” dedim.
Bu sefer yargıç karıştı:
-“Alsın efendim, alsın!”
Çantamla şapkam, elimde durarak bana zahmet verdiği için yargıcın beni bu zahmetten kurtarmak istediğini sanıyor, evvelce de söylediğim gibi nezakete hiç yüzüm olmadığından, ben de daha çok nazikleşerek nezakette onları geçmek istiyordum.
Yargıç bir daha direndi:
-“Alsın efendim!”
Ben de bir daha direndim:
-“Kalsın efendim!”
Meğerse hamam böceğine benzeyen bu sıkıyönetimci bana kızıp duruyormuş.
Birdenbire bağırdı:
-“Verin efendim! Burası mahkemedir. Siz hiç mahkeme görmediniz mi?
İyi niyetimin budalaca kötüye alınmasından dolayı ben de sıkılmıştım. Demin aşağıda uzun müddet beklemenin verdiği tepki ile cevap verdim:
-“Gördüm ama böyle bekletilmedim”
Hamam böceği küplere bindi. Ayağa kalkarak haykırdı:
-“Çık dışarı, küstah adam!”
Ben bu eciş bücüş zata kibrit kutusu muamelesi yapabilirdim fakat gel gör ki üstünde üniforma vardı ve sıkıyönetim yargıcı idi.
Odadan çıktım. Hamam böceği arkadan bağırıyordu:
-“Tutun!... Nezarethaneye atın!...”
-“Nezarethane” kelimesini ömrümde ilk kez işitiyordum. Hamam böceğinin bana layık görmesine göre iyi bir yer olmadığı muhakkaktı. Allahtan, o binada bir nezarethane yoktu. Ben önde, böcek arkada merdivenlerden indik. Aşağı katta, demin uzun zaman bekletildiğim odada bir koltuğa yerleştim. Yargıç karşıma dikilip bağırmağa başladı:
-“Sizin şahsınıza karşı büyük hürmetim vardı. Fakat siz o hürmete layık değilsiniz!”
Al sana bir felaket daha: Hamam böceğinin saygısını kaybetmişim. Fakat iş bu kadarla kalmıyor, mumaileyh saçmalamağa başlıyordu:
-“Günlerdir beri sizi kurtarmağa çalışıyorum. Bu iyiliğime nasıl mukabele ediyorsunuz!”
Beni galiba başka birisiyle karıştırıyor sanarak cevap veridm:
-“Beni neden kurtarmağa çalışıyorsunuz? Ben burada sanık değil, tanık olarak bulunuyorum.”
-“Evet ama size faşist diyorlar.”
Doğrusu pek de yalan değildi. Faşistlik –otoriter devlet, -milli şuur, -milli gurur, -ahlaksızlığa ve beynelmilelciliğe düşmanlık, -ilerlemiş millet demek idiyse bana da pekala faşist denebilirdi. Ama bu söz o zaman İtalyan ve Alman taraftarları, İtalya ve Alman ajanı manasıyla kullanıldığından yargıç bende bir çok tesiri yapacağını umarak söylemişti. Bu parlak söze kayıtsızca cevap verdim:
-“İnanıyor musunuz?”
Bu hamam böceği de amma tuhaf adamdı. Birdenbire kendisinden bahsetmeğe başladı. Heyecanlı, adeta bağırarak konuşuyordu:
-“Ben sıkıyönetim hakimiyim. Herkesi ve her şeyi öğrenmeğe mecburum. Şimdiye kadar üç valiyi sorguya çektim...”
Ben vali olsam bu muhterem zatı kapıcı ile dışarı attırırdım. Halk Partisi, sıkıyönetim yargıcı olacak adamları özenerek seçmeğe hiç aldırış etmiyordu. Karşımdaki şu gülünç adam şimdi de kendisinin üç meziyeti bulunduğundan bahsediyordu. Birincisini işittim: Çok namuslu imiş... Diğer ikisinin de farkında değildim. Tuhaf bir huyum vardır, bazan karşımda kıyametler koparken ben başka şey düşünürüm. Hele bana bir şeyler anlatan kimse ilgi uyandırmazsa bir kelimesini bile duymam, kendi alemimde yaşarım. Yine öyle oldu. Yalnız bir aralık “galiba deli” diye düşündüm. Düşüncemde pek de haksız değildim. Çünkü 200 aileden kurulu olan Selanik dönmeleri aşağı yukarı üç yüz yıldan beri hep kendi aralarında evlene evlene tıbbın da akrabalar arasında boyuna evlenenler için kabul ettiği gibi bozulmuşlar, soysuzlaşmışlardır. Her dönme kusurlu, sakat ve anormaldi. Hatta bizim mahdum beylerin doğduğu Alman hastahanesinin hepsi de uzman olan hemşireleri, dönme kadınların yaptığı doğumlarda çok ölüm veya anormal doğuş olduğunu söylemişlerdi.
Bu son cümle ile, farkına varmayarak faşist olduğumun bir delilini verdimse de artık bir defa olan olduğu için aldırmayarak yine asıl konuya dönelim:
Hamam böceği uzun bir konferanstan sonra yoruldu. Büyük bir kanun ve hukuk adamı olduğunu isbat için: “Bugün sinirlendiğim. Sizi dinleyemem. Belki haksızlık ederim. Başka gün gelin” dedi.
Benim hakkımda hüküm verecek değildi ama ortada elbette benim anlayamadığım bir hukuk inceliği vardı.
Tayin ettiği günde yine gittim ve bu sefer hiç bekletilmedim. Karşımda isterik, megaloman bir adam buldum. Bana faşistlik isnadının nereden geldiğini de öğrendim: Selanik dönmelerinin kurduğu bir lise olan Boğaziçi Lisesinde birçok da dönme öğretmen bulunuyordu. Bunların arasında müdür Hıfzı Tevfik gibi Türkleşmiş, Türklüğü seven, hatta diğer bir dönme hocadan bahsederken: “Sen bilmezsin, o ne domuz Selaniklidir” diyenleri! Bulunduğu gibi hakikaten domuzuna Yahudi olanları da vardı. Hatta bunlardan birinin babası, İstiklal Savaşının sonundaki nüfus değişiminde, Türkiye’ye gelmiyerek Selanik’te kalmak için Yunan hükümetine başvurarak kendilerinin Türk ve Müslüman olmadıklarını iddia etmişti. Benim faşistliğin bu dostların telkininden geliyordu. Onlar da, hamam böceği de dönme değil mi, hepsi birbiriyle akraba idiler. Tabiî, Boğaziçi Lisesi öğretmenler odasındaki konuşmalar, sıkıyönetim yargıcına başka türlü aksettirilmişti. Yargıç da bana rahmet okuyacak değildi ya... Ne de olsa dönme idi... Yani buz gibi Yahudi. Hem de bildiğimiz Yahudiden daha da koyu Yahudi. Hiç şüphesiz benim Yahudiler hakkındaki düşüncelerimi de biliyordu.
Şimdi size bir de sır vereyim. Tabiî bu sır Halk Partisi çağının sırlarından, yani bir ben biliyorum, bir de bütün dünya. Sır şu: Ben ciddi konuşmadığım zaman şaka yaparım. Fakat bazen şakalar da gerçek sanılıyorsa bunda benim ne suçum var? Almanlar Fransa’ya yüklendikleri zaman doğrusu, Fransızları adam sanıyordum. Meğer iskambil kağıdı imişler. Boğaziçi Lisesindeki öğretmenlerin çoğu Frankofildi. Fransız kahramanlığına, askerliğine, yurtseverliğine ve hele Majino seddine inanmışlardı. Fransız başkomutanı, yayınladığı günlük emirlerde, kendi ordusuna adeta yalvarıyor, düşmanın nefesi kesilmek üzeredir, aman biraz daha dayanın diyordu. Kadıköy Sultanisinden sınıf arkadaşım olan Mümtaz Faik Fenik ise radyo konuşmalarında Fransa’yı övüyor, düzgün bir çekilme yapıldığını söylüyor, katiyyen panik yoktur diyordu. Mümtaz, olağanüstü şakacı olduğu için ya radyoda da şaka yapıyor, yahut benim gibi büyük bir statej olmadığı için askerî durumu kavrayamıyor, panik olması için galiba Madagaskar’a kadar kaçmak gerektiğini düşünüyordu. O zaman Almanların Dönerk’te kazandığı zaferin büyüklüğü pek anlaşılmamıştı. İngilizler çekilmekle bir şey olmaz. Birinci Cihan Savaşında olduğu gibi Almanlar Marn ırmağında durdurulur diye düşünülüyordu. Böyle tartışmalar yapıldığı bir sırada ben ortaya bir bomba attım. Almanlar 15 Haziranda Paris’i alacaklar.
Hakikaten 14 Haziranda Paris’e girmezler mi? Birkaç kişi: “Nasıl da bildin” diye sordular. Gayet kayıtsız bir tavırla “Öyle söylemişlerdi” diye cevap verdim.
Fransa teslim oldu ve bütün itibarını kaybetti. Bunun üzerine Fransızca öğretmenlerinden biri bir gün şu nükteyi yaptı:
-“Efendim bendeniz hâşâ huzurunuzdan Fransızca hocasıyım”
Derken Almanların Balkan taarruzu başladı. Frankofillerde bir ümit: Balkan dağları Almanlara mezar olacaktır.
Bu adamların harp hakkında en basit fikirleri bile yoktu. Balkan komitacılarını asker sanıyorlardı. Büyük bir ciddiyetle:
-“Üç hafta sonra haritada Yugoslavya ve Yunanistan kalmayacaktır” dedim. Fransa tahminim doğru çıkmıştı ve Birisi:
-“Siz insanı bayağı korkutuyorsunuz” demekle iktifa etti.
Almanlar Rusya’ya saldırıncaya kadar onlara özel bir sempatim yoktu. Sınırlarımıza dayanmışlardı. Çarpışabilirdik. Fakat 22 haziran 1941’de Almanlar sanki Türk oldu. Onlar Rusya içinde çalakılıç ilerler ve Moskof sürülerini tümen tümen ordu ordu yok ederken bütün Türkçüler gibi benim ruhum da şad oluyordu.
Almanlar girdikleri yerde Yahudi bırakmadıkları için dönmeler tarafından sevilmelerine imkan yoktu. Bu yüzden onların Rusya’daki zaferlerinden hoşlanmıyorlar, aramızdaki ayrılık buradan doğuyordu. Selanik dönmesi olan sıkıyönetim yargıcına “faşist” diye jurnal edilmemin sebebi de bu idi. Alman çekilişi başladığı zamanki sevinçlerine ise son yoktu.
Ben buraya “Doğan Aksoy” için bildiklerimi söylemeğe gelmiştim. Halbuki onun hakkında pek az konuştuk. Böcek, polisi çekiştirip kendisini övdü ve Orgeneral Fahrettin Altay’la yaptığı özel konuşmadan bahsetti: 1.90 boyundaki Orgeneral, bu yüzbaşı muadili dönmeyi karşısına alıp hakikaten fikir müdavelesi yapıyor idiyse Türkiye hapı yutmuştu. O dakikada böyle düşündüm.
Kendilerine büyük yetkiler verilen sıkıyönetim yargıçlarının olgun, ağırbaşlı ve çok doğru kişiler olması gerekirken, böyle zıpırların da araya karıştırılması sıkıyönetimin, hükümetin ve bizzat Milli Şefin aleyhine oluyordu ama Milli Şef dünyayı toz pembe görmek istediği için böyle aksaklıklara aldırmıyor, yanındakiler de kendisine boyuna:
Nasyonal Şef! Sayenizde asrımız cennet gibi teranesini okuyorlardı. Milli Şefe göre hakikat kendi kafasında olandı. Bunun dışında ne söylense işitmiyordu. İsmet İnönü’nün bir sorusu üzerine kolordunun komutanı bulunan Sadık Aldoğan Paşanın: “Millet, Halk Partisinden hoşlanmıyor” dediği için emekliye sevkolunması, Milli Şefin hakikatlere nasıl kulak tıkadığının ve durumu asla kavrayamadığının delilidir.
Yine konuya dönerek diyelim ki artık sıkıyönetimle tanışmış bulunuyordum. 1944’te kesin sonuçlu bir tanışma daha olacaktı., ama bu kadarı da onun ne hint kumaşı olduğunu anlamak için yetip artıyordu bile... Halk Partisi hükümetinin sıkıyönetimi ancak bu kadar olurdu.
İşkembe kazanında diba çıkacak değildi ya...
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
SABAHATTİN ALİ İLE TANIŞMA
Vaktiyle ciddi bir milliyetçi dernek olan “Türkocağı”nda biz, o zamanki gençler 1926’da “Kızıl Elma” adı ile bir oda açtırmıştık. Ocak üyesi olmıyan gençler, bilhassa mektepliler bu odaya gelecek, Türkçü fikirlerle aşılanacaktı. Ocağın faal olan bölümü de hemen hemen bu odadan ibaretti. Yüksek tahsil görmemiş, fakat iyi bir hatip olan ocak başkanı Hamdullah Suphi bol bol nutuk çeker ve çok defa aynı şeyleri söylerdi.
“Arkadaşlar! Orta Asya’daki Kırgız’la Anadolu’daki Türk arasına siyasi sınırlar girmekle bunlar birbirinden ayrılmaz. Bir ormandaki ağaçların aralarına duvar çekerek onların gövdelerini ayırabilirsiniz. Fakat duvarın üstünden dalları toprağın altından kökleri birbirini kucaklar...”
Yahut da:
- “Arkadaşlar! Tuna’dan Sakarya’ya doğru dört harp, dört muhaceret gördüm...” vesaire...
Peki ama o dört harp olurken sen neredeydin? Yaşın askerlik yaşıydı. Hangi birinde eline silah alarak cephede bulundun?
İşte Hamdullah Suphi buna cevap vermez. Hatta Kırgızlar nerede oturur diye sorsanız ona da cevap veremez. Ama ne çıkar? Bir şeyden bahsetmek için onu bilmeğe lüzum var mı? Öyle olsa dünyada büyük bir sessizlik olurdu. Bizim Kızıl Elma odasında ise heyecanlı tartışmalar yapılırdı.
O sırada İstanbul Erkek Muallim Mektebinde öğrenci olan Sabahattin Ali’yi burada tanıdım. Sırası gelmişken şunu da söyliyeyim ki bu kişinin ikinci adı “Ali”dir. “Âli” değildir. Halbuki umumiyetle adı “Sabahattin Âli” şeklinde yazılıp söylenmektedir.
Bu umumi yanlış, halk efendimizin “Hasan Âli” ile “Sabahattin Ali”yi birbirine karıştırmasından veya onları akraba ve hatta kardeş sanmasından doğmaktadır.
Sabahattin Ali konuşkan, şaklaban ve komiksel bir gençti. Dima mübalâğalı ve yalanla karışık konuşurdu. Şairdi de. Zaten bizim memlekette şair olmayan kim var? Şair adaylarının toplamı Türkiye’nin nüfusundan daima yarım milyon fazladır. Çünkü ana karnında bulunan yarınki vatandaşlar da birer şair adayıdır.
Sabahattin Ali okulunu bitirdi. Bir köye öğretmen gitti. Tatilde İstanbul’a döndüğü zaman ben Yüksek Öğretmen Okulunda edebiyat talebesiydim. Türk meşhurlarından Orhan Şaik Gökyay, Nihat Sami Banarlı, Ziya Karamuk, Pertev Naili Boratav , Tahsin Banguoğlu, Ekrem Reşit ve Kenan Hulusi Edebiyat Fakültesinde sınıf arkadaşlarımdı. Son üçü müstesna, ötekiler aynı yüksek öğretmen okulunda idiler.
Biz tatilde de mektepte kalırdık. Sabahattin Ali beni bir iki kere ziyaret etti ve ikinci gelişinden sonra bütün arkadaşlarımla senli benli oldu. Lâubali idi. Felsefe şubesindeki bir kıza aşıktı. Fakat bu aşkı duymayan kalmamıştı. Belki İsmet İnönü bile duymuştu. Çünkü Sabahattin Ali geveze, zevzek, boşboğaz bir çocuktu. Zannederim Bulgaristan’a kaçarken öldürülmesinde de bu boşboğazlığın rolü vardır.
Zeki ve çalışkan olmakla beraber ruh bakımından çok zayıftı. Ahlak ve şeref duygularına gülerdi. Vatan ve şeref için ölüp tarihe geçmiş olanlara “Lâyemut enayiler” derdi. Soyadı olarak bön ve altın demek olan (Alı)yı alması da herhalde orijinallikten çok şerefe ve itibara yan çizmenin neticesidir.
Bir şeyler olmak isterdi. Bütün iradesiz insanlar gibi yükselmek için alçalmağa her an hazırdı.
O sırada Almanya’ya Alman dil ve edebiyatını öğrenmek ve dönüşte almanca öğretmeni olmak üzere talebe göndermek kararı verilmişti. İmtihan açıldı. Sabahattin Ali de katıldı, kazandı, Almanya’ya gitti.
İşte onun hayatını mahveden facia burada başladı. Meğer bir takım huyları varmış. Bu gibi huylara karşı çok sert davranan Hitler rejimi, Sabahattin Ali’yi Almanya’dan çıkardı. O da Türkiye’ye döndü. Tabiî bizim bu gibi şeylerden henüz haberimiz yok, kendisini karşıladık. Alıp Yüksek Öğretmen Okuluna getirdik.
“Yüksek Öğretmen Okulu” o zamanki adı ile “Yüksek Muallim Mektebi” otel mi diyeceksiniz. Otel de ne kelime? Tekke gibi bir şeydi. Herhangi bir öğrenci, geceleyin bir tanığını getirir, yemek yedirir, hatta boş yatakların birinde yatırırdı bile. Her gece, okula dönmemiş olan bir kişi mutlaka bulunurdu. Ben bir sabah uyanınca bizim yatakhanede ( 4-10 kişilik yatakhaneler vardı) bir yabancı görmüş, biraz sonra giyinen bu yabancının bir harbiyeli olduğuna hayretle şahit olmuştum.
Sabahattin Ali’yi bizim tekkeye getirdik. Fakat bir gece yatırmakla iş bitecek gibi değildi. Çünkü kovulmuş, beş parasız kalmıştı. O zaman okul müdürü Hamit Ongunsu idi. Hani şu 30 yıllık ve ordinaryüs olduğu halde bir tek eseri bulunmayan, nevi şahsına münhasır, fevkalade orijinal profesör...
İçimizden biri, galiba Pertev Naili, ona söyledi. Sabahattin Ali’nin okulda yatıp kalkmasına, yiyip içmesine razı oldu. Hamit Ongunsu böyle konçinaları korumasını pek severdi.
Sabahattin Ali postu tekkeye serdi. Onu bizim yatakhaneye aldık. Doğrusu küfranda bulunmadı: Bizi aylarca güldürdü.
Kendisinden Almanya’daki vakanın aslını feslini sorduk. Bir şövalyelik hikayesi anlattı: Barbar Türkler diyen bir Alman çocuğunu dövdüğünü söyledi. Sabahattin gibi bir ödleğin bu anlattıklarına inanmak biraz güçtü. Ama yabancı ülkede bulunuşu belki vatanperverlik damarlarını harekete geçirmiştir diye düşündük. Şüphemizin o da farkında idi. Bir masal daha uydurarak zaferinin hikayesini berkitti: Almanlar o sırada Kanuni Sultan Süleyman’ın Almanya’ya o muhteşem ve heybetli seferini okuyorlarmış. Onun tesirinde kalarak hep birden Sabahattin Ali’ye yüklenip hakkından gelememişler.
Sabahattin Ali konuşurken biz sözlerindeki hakikat payına değil, yalnız komikliğine dikkat ettiğimiz için, Almanların onu, Kanuni Sultan Süleyman ordusunun kahraman askerleriyle bir tutmasındaki akıl almaz aykırılığa ehemmiyet vermemiştik. Meğer işin içinde iş varmış ama bilir miydik?
Artık onun için bir havailik çağı başlamıştı. Şurada burada geziyor, işin kötüsü Nazım Hikmetof’la da temas ediyordu. Bütün zayıf ve tatmin olunmamış insanların başına gelen şey, sonunda Sabahattin Ali’nin de başına geldi: Felaketin suçunu cemiyete yükleyerek cemiyete düşman oldu ve onun ayakta durmasını sağlayan değerlere saldırdı. Cemiyete düşman olmuştu ya, onun başında bulunanlara da elbet düşman olacaktı. Bu sebeple bir manzume yazarak Cumhurbaşkanını ve bakanları hicvetti. Bize de okuduğu hicviyeden:
“İsmet girmedi mi daha kodese, Kel aliden hesap sorulmuş mudur” beyti aklımda kaldı. Buradaki “İsmet” devrin başbakanı İsmet İnönü, Kel Ali de Bayındırlık Bakanı ve İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’dır.
Bir yandan da “torpil” arıyordu. Nihayet aradığını buldu. Dört yıllık öğrenim için gittiği Almanya’da 14 ay kalmış olduğu için almancayı öğretmenlik edecek kadar bilemediği halde torpil hazretleri sayesinde kendisini Konya Ortaokuluna almanca hocası tayin ettirmeğe muvaffak oldu. Boşboğaz olduğunu söylemiştim. Bu huyu dolayısıyla hicviyesini orada da herkese okuduğu için sonunda ihbar edilip hapse girdi; öğretmenlikten çıkarıldı. Hapisten çıktığı zaman artık kelimenin bütün şümulü ile komünist olmuştu.
Buna rağmen öğretmen olmak için yine Maarif Bakanlığına başvurmaktan geri kalmadı. O zamanın bakanı Hikmet Bayur: “Eski kanaatlerini değiştirdiğini bize ispat etmezsen sana iş veremeyiz” demiş. O da fikrini değiştirdiğini göstermek için “Varlık” dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli 13’üncü sayısında “Benim aşkım” diye bir manzume yayınladı. Dört dörtlükten ibaret olan ve:
Kısacası: Gönlümü verdim ulu Gaziye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
diye biten bu şiir(!)le Sabahattin Ali fikrini değiştirmiş, Hkmet Bayur da onun fikir değiştirdiğini kabul etmiş oluyordu. Onu tekrar bir vazifeye tayin ettiler. Doğru güzel bir hükümetçilik oyunu idi. Herhalde benim anlamadığım bir “hikmet-i hükümet” vardı. Ah bu, hikmetler!... Onlar ne şahane hikmetlerdir...
Bundan sonra Sabahattin’i pek seyrek görür olmuştum. Her görüşmemiz uzun tartışmalara ve aramızın biraz daha soğumasına sebep oluyordu. Dünyanın komünizme doğru gittiğine ve bir gün mutlaka komünist olacağına inanmıştı. Yahut inanmış gibi görünüyordu. Artık “edebi komünistler” takımına o da katılmıştı. Yani hikaye ve romanlı komünizm propagandası yapıyor, memlekette sınıf mücadelesi yaratmak için komünistlerin ne kadar malum usulü, takdiği varsa hepsine başvuruyordu. Nihayet 1939’larda içini dışına vuran hikmeti yumurtladı. “İçimizdeki Şeytan” adlı romanıyla sanata siyaset sokarak milliyetçiliği batırdı. Romanında, milliyetçi gözüken insanların topyekûn yabancı devlet ajanı olduğunu göstererek cibiliyetini açığa vurdu. Halk Partisinin yayın organı olup Falif Rıfkı’nın idare ettiği Ulus gazetesinde yayınlanan bu roman, kitap şeklinde çıkınca beni ikaz ettiler, okudum. 1940 Temmuzunda “İçimizdeki Şeytanlar” adlı broşürler cevap vererek Sabahattin Ali’ye vuruşma teklifi yaptım. Çünkü çok kızmıştım. Öfkelendiğim zaman her şeyi yapabilirdim.
Şimdi burada da biraz duralım. İsmet İnönü’de Millet Meclisindeki bir konuşmasında “Kızarsam yapmıyacağım yoktur” demişti. Demek ki, bir huyumuz benziyor. İşte bu hoşuma gitmedi. Halk Partililerden özür dilerim ama Milli Şefe en önemsiz nesnede dahi benzemek beni tedirgin eder. Halk Partisi çağı olsaydı bu fikrim vatana ihanet sayılır, mahkemelere verilirdim. Şimdi ise demokrasi var. İstediğim gibi düşünür, istediğimi beğenir yahut nefret ederim.
Hasan Âli’nin Maarif Vekilliği zamanı, Sabahattin Ali’nin yıldızının parladığı devir olmuştur. Gerçi bu yıldız, Halk Partisinin yıldızı gibi bir kuyruklu bir yıldızdı ama bir müddet sahici yıldız tesiri yapmaktan geri kalmadı. Hasan Âli’de herhalde kırtipilleri tutup profesör yapmak merakı vardı.
Konserlere pek meraklı olup kendisi de viyolonsel çalan Milli Şef konservatuara sık sık geliyor ve Sabahattin Ali’yi iltifatlara boğuyordu. Fakat iltifatlar onu azdırıyor, Rus elçiliği tarafından da ziyafetlere çağrılıyordu. Sonu malum: Hasan Âli’nin, Falih Rıfkı’nın ve Milli Şefin bana karşı ve bize yani Türkçülere karşı koruyup desteklediği Sabahattin, Bulgaristan’a kaçarken sınırda öldürüldü.
Toprağı bol olsun...
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
HASAN ÂLİ İLE TANIŞIYORUM
Yüksek Öğretmen Okulunda iken bir gece Pertev Naili, beni Hasan Âli’nin evine götürdü; tanıştık. Liseden Pertev’in hocası imiş. Bu ilk tanışmadan kalan intiba şu idi: Hasan Âli, her nedense Köprülüzadeyi sevemiyordu. Bütün öğrenciler gibi öğretmene toz konduramadığım için Hasan Âli’nin, Köprülü ve onun ilmi aleyhindeki sözleri bende menfi bir tesir yapmıştı. Bunu pek de açıkça değil, biraz üstü kapalı söylüyordu.
O zaman bunu ilmi bir kıskançlığa vermiştim. Çünkü Hasan Âli de edebiyat tarihine özeniyordu. Meğer kıskançlık ilmi değil, gayrı ilmi imiş!...
İkinci bir seferde aramızda tartışma oldu. Çünkü Hasan Âli benim ihtisas sahama karışmış, askerlik hakkında söz söylemişti. Pek demokratik bir askerlik istiyor, militarizmin aleyhinde bulunuyordu. Demokrasinin giremiyeceği tek yerin ordu olduğunu kavramamıştı. Tartışma nazikane oldu ama ben içimden biraz kırıldım. Çünkü körü körüne ölen askerlerden istihfafla bahsetmesi bana, şehitlere dil uzatmak gibi geldi.
1931’de Türkiyat enstitüsüne asistan oluşumdan sonra ara sıra geliyor, görüşüyorduk. Bana öteki asistan Abdülkadir İnana, Profesör Caferoğlu’ya öteberi soruyordu.
Tekke de büyümüştü. Tekke şairleri vardı. Fakat birçokları gibi o da yeni dil ve tarih meselelerine burnunu soktu. Felsefeci olduğu için o alanda kalmalıydı. Ne diye edebiyat tarihine, Türk diline karışıyordu? Bilmediği işe biliyor gibi karışanları görünce cin atına biniyorum.
Bir de baktık ki:
İlk şartı budur mezheb-i aşkın,
Mecnun ile Leyla’ya inanmak
diyen Bay Hasan Âli günün birinde devrimciler sınıfına katılmış, Atatürk’le İnönü’den başka hiçbir şeye inanmıyor.
O zaman devrimcilere “yürü ya kulum” deniyordu. Hasan Âli’yi de yürüttüler. Yıldızı parladı. Yani kuyruklu yıldızı...
Bir gün bir de baktım ki Hasan Âli “Türk edebiyatına toplu bir bakış” diye bir kitap neşretmemiş mi? Bir çırpıda okudum. Ölür müsün, öldürür müsün? Doğrusunu isterseniz zamaneye yaranmak için karaladığı satırlardan onun hesabına ben müteessir oldum.
Ya o fahiş yanlışlar?... Mesela Oğuz Han’ın kardeşinden bahsediyordu. Mevcut olmayan bu kardeşi nereden çıkarmıştı. Daha neler, neler...
Demek ki şimdiye kadar kendisini bana olduğundan fazla göstermişti. Onu, Türk edebiyatını bilen bir adam sanıyordum. Meğer hiçbir şey bilmiyormuş. Hatta bilmediğini de bilmiyormuş.
Nizâm-ı Alem tayfasından olduğumuzu söylemiştik. Derhal Hasan Âli’yi terbiye etmeğe kalktım. Orhun’da “Alaylı alimler” başlıklı yazıyı neşrettim. Bunu yapmakla bir fayda sağlandı mı? O ayrı mesele... Benim hareket noktam şu idi: Yanlış yapanların yanlışlarını yüzlerine vurmamak, yanlışlarla sürüp gitmesine yol açar. Kimi şımarır, kimi ne oldum delisi olur. Sonunda millet zarar eder. Zannederim demokrasi denen kuşun etinde yenebilecek tek taraf bu “tenkid” tarafıdır.
Hasan Âli, kendisine bir çok şeyler öğrettiğim için bana teşekkür etmeliydi. Onun gibi Halk Partisi başkanlığını yapmış bir centilmenden beklenen buydu. Fakat bu teşekkürü hala eda etmiş değildir.
Alaylı alimler, yazısı Orhun’un 21 mart 1934 tarihli beşinci sayısında çıktı. Doğrusunu isterseniz Hasancığa pek yaman vurmuş, nakavt etmiştim. 18 fahiş yanlışlığını göstererek kıpırdayamıyacak hale getirmiştim. Mesela altıncı asırda Hun edebiyatından bahsediyordu. Mesela Oğuz Hanın, kardeşiyle bağdaştığını söylüyordu. “Türkü” ile “Koşma”yı birbirine karıştırıyor, “Varsağı”larda kripsiyonlar yapıyordu. Bu transkripsiyonlar bütün Türk dili uzmanlarını katılıp bayıltmağa yeterdi. Belki de yerli Türklerden filoloji profesörü çıkmayışının sebebi Hasan Âli’ydi. Malumdur ki üniversitemizin iki seçkin filoloji profesörlerinden biri yani Caferoğlu Ahmet, Azerbaycanlı; öteki yani Raşit Rahmi Arat, Kazanlıdır. Yerliler arada katılıp gitmiştir. Hatta Ahmet Caferoğlu, Türkiye’ye daha önce geldiği ve yerli kadınla (hatta kadınlarla) evlenip zeytinyağı yemeğe alışarak biraz olsun yeşerdiği için hala ordinaryüs olamamıştır.
İşte Hasan Âli bu “Toplu bakış”la bütün bakışları topluca üstüne toplamış, fakat edebiyat alanına bir anıt dikememiştir.
Onun bu eserinin asıl zararı “Osman Reşer”e dokundu. O da kim diyeceksiniz. Kim olacak, Müslüman olmuş bir Alman Yahudisi. Almanyanın Stutgart şehrinde doğmuş ve Oskar Rescher olarak büyümüş, arabiyata merak sarmış, Türkiye’ye gelerek yıllarca kalmış, Birinci Cihan Savaşında Alman ordusunda çavuş olarak bulunmuştur. Belki de Almanya’nın birinci savaşta yenilmesinin sebebi böyle bir çavuşa malik olmasıdır.
Her ne ise, savaştan sonra Oskar Rescher yine buraya gelmiş, Arapça metinler üzerinde uğraşmış, daha doğrusu kendisi uğraşmamış da başkalarını uğraştırmıştır. O zaman dünyadaki Arabiyat bilginlerinin birincisi merhum İsmail Saip Hoca idi. Yerli, yabancı herkes her şeyi öğrenmek için ona giderdi. Hiçbir yardım istediğini reddetmez, her giden mutlaka bir şey öğrenirdi.
Reschr, Yahudi olduğu için bu büyük ağacın yemişlerini kendi hesabına devşirmenin yolunu bulmuştu gece gündüz onun yanındaydı. Türkiye’de şapka devrimi olup da İsmail Saip Hoca onu giymeyi kabul etmeyince İstanbul Darülfünundaki Arap Edebiyatı Tarihi kürsüsünü bıraktı. Bayezit Kütüphanesi müdürlüğünü alarak ölünceye kadar kütüphaneden çıkmadı. Rescher de postu oraya serdi.
İsmail Saip Hoca’dan açılan kürsüye Rescher’i getirdiler. Bunun vebali Köprülüzade Fuad’a aittir. Çünkü onun da garip bir huyu vardı: Avrupa’dan gelen her şeyi beğenirdi. Avrupalılar arasında yalnız Profesör Babinger’i sevmemiş, çünkü Babinger, Köprülü Fuad’ın gerçekte Köprülü ailesine mensup olmayıp Kıbleli ailesinden olduğunu yazmıştır.
İşte bu Rescher Darülfünunda bizim de hocamız oldu. Feyzimizin derecesini takdir edersiniz.
Müslümanlığa oruç tutmakla başladı. Tek başına hiçbir Arapça şiiri anlayamadığı için daima İsmail Saip Hoca’ya başvurur, saatlerce uğraşır, böylece öğrendiklerini bize öğretir, yani hiçbir şey öğretemezdi.
İşte, Ramazanda oruç tutan Hoca’ya saygıdan Rescher de oruç tutmağa başladı. Bunu ibadet olarak mı, iktisadi bir iş olarak mı yaptığını bilmiyorum. Fakat pek hoşuna gitmiş olacak ki nihayet Müslüman oldu. Asıl adı Oskar’dı ya, bunu Osman yaptı. Soyadını değiştirmedi. Yalnız almancada “sch” şeklinde üç harfle yazılan “ş”yi atarak bunu Reşer şeklinde Türk imlası ile yazmağa başladı. Tabiî bu da Türk sevgisinden değil, daha az mürekkep sarfettiren iktisadi bir işlem oluşundandı.
İsmail Saip Hoca kedilere karşı büyük bir şefkat gösterir, düzinelerle kedi beslerdi. Reşer de aynı yola saptı. Şehrin türlü yerlerinden beslediği kediler vardır. Bazı ihtiyar ve kesi delisi kadınlarla tahsisat vererek onları doyurduğu gibi çantasındaki hazır nevaleden de yolda gördüğü her kediye uyuz, topal demeden ziyafet çeker.
İşte bu Reşer, Hasan Âli’nin Maarif Vekilliği sırasında onun “Türk edebiyatına toplu bir bakış” adlı eserini Almancaya çevirdi. Bütün eserlerini ancak 30-40nüsha bastırıp Hasan Âli’ye örneklik yolladı, Maarif Vekaletinin yüzlerce nüsha alacağını mı sanıyordu, nedir, herhalde işin iktisadi bir tarafı vardı fakat ala ala kuru teşekkür aldı ve tabiî bol bol da hava...
Demek ki Hasan Âli benden iyi bir ders almış, gerçi teşekkür vazifesini yapmamıştı ama eserinin gerçek değerini kavramıştı.
Sayın bay Yücel’in böyle ilk ravundda nakavt olması veya otuz saniyede tuşa gelmesi vaktiyle “Ali Emiri’nin Köprülü Fuad’a vurduğu darbeyi andırıyordu. Üstad Köprülü, onaltıncı yüzyılın ünlü şairi “Bâki” için makale yazmış, merhum ali Emiri de hemen her cümlesinde yanlışını çıkararak onu bozguna uğratmış, Ali Emiri ölmeden üstadın sesi çıkmaz olmuştu. Fakat şu var ki sonra Köprülü çalışıp çabalamış, Almanca ve İngilizce bilmediği halde büyük bir bilgin, tanınmış bir profesör olmuştu. Ne de olsa akıllı adamdı. Nekbetlerden ders almasını biliyordu.
Hasan Âli’nin zekasından da aynı şeyi beklerdim. Her şeyin pundunu bulacak kadar felsefi bir zekaya malik olmakla beraber ümitlerimi boşa çıkardı. O her ne kadar kendisinin “sıfır” olduğunu söylüyorsa da bu, külfetlerden kurtulmak isteyen bir alçak gönüllüğün söylettiği sözdür. Hasan Âli’ye “sıfır” denmez. Hiç olmazsa “yarım” dır. Fakat ne de olsa ümitlerimi boşa çıkarmamalıydı. Ben ondan eser telif etmesini bekliyorken o, kolayına kaçarak başkalarına tercümeler yaptırdı.
Bununla beraber zaman geçmiş değildir. Henüz 60 yaşındadır. Yahudistanı ziyaret ettiği zaman cumhurbaşkanı mı, başbakan mı her kimse, kendisine henüz genç olduğunu, siyasete dönebileceğini söylemiş. Hazret, şimdi her ne kadar biraz öne eğik şekilde, yani beli bükülmüş olarak yürüyorsa da bu, kocamışlığından değil, tevazuundan ileri gelse gerektir. Malum ya, Hasan Âli Mevlevidir. Mevleviler alçak gönüllü olur.
Fakat kendisinin fahri öğretmeni olduğum halde Hasan Âli bana karşı bu alçak gönüllüğü göstermedi. Bakınız nasıl mukabele etti:
Liselerde okutulan tarih kitabını tenkid ettiğim için inkılabın ruhuna muhalefete itham olunarak Vekalet emrine alındığım zaman Maarif Bakanı, maarife hiç de iyi bakamıyan Hikmet Bayur, Orta Öğretim Genel Müdürü de Hasan Âli idi. Doğrusunu isterseniz benim edebiyat hocalığından uzak tutulmam daima memleket için kayıp olmuştur. Bilgim ne kadar az olursa olsun (Hasan Âli’ninkinden çok olduğu unutulmasın) hiç olmazsa öğrencilere Türk olduklarını hatırlatıyor, büyük millet olduğumuzu, bugünün geçici olduğunu telkin ediyordum. Bunu herkes yapar diyeceksiniz. Şimdi durup dururken insanı güldürmekte mana var mı?
İşte bu durum beni yakından tanıyanların da dikkatini çektiğinden resmi liselerde tekrar vazifeye alınmam için teşebbüsler yapıldı.
İlk teşebbüsü Besim Atalay yapmış. Maarif Vekili Saffet Arıkan’a gidip beni övmüş, yeniden resmi bir liseye alınmam için onu razı etmiş. Bunu Abdülkadir İnan’dan aldığım bir telgrafla öğrendim. Abdülkadir İnan, Türkiyat Enstitüsünde benimle asistandı. Başkurt Türklerindendi. Çok iyi bir insan, kültürlü ve çalışkan bir arkadaştı. Sonra Dil Kurumuna uzman olarak alındı ve Ankara’da Dil ve Tarih –Coğrafya Fakültesine hakkıyla profesör oldu. Kütahya meb’usu olan Besim Atalay da Dil Kurumunda çalıştığı için Abdülkadir, işi ondan öğrenmiş, telgraf çekmişti.
Tebrik ediyordu. Benim bağımsız devlet olduğum zamanlarda bile sadık bir Türkiye vatandaşı olan evdeşim (yani zevcem) de sevinçle tebrik etti ve benden : “Vazifeye başlamadan inanmam” cevabını alınca ihtiyatkarlığıma şaştı.
Ertesi günü Abdülkadir İnan’dan bir mektup geldi. Besim Atalay’ın teşebbüsü hakkında tafsilat veriyor ve beni bundan sonra atılgan olmamağa davet ediyordu. Mektuptan öğrendiğime göre kararnamem imzalanıp gönderilmek üzere idi. Artık bu mektup üzerine sayın evdeşimin güveni büsbütün artmış ve adeta Türkiye Cumhuriyeti’nin bendeki büyükelçisi olarak öğütler vermeğe başlamıştı. Besbelli, “öğüt” ün herkes tarafından verilen, fakat kimse tarafından alınmayan bir nesne olduğunun farkında değildi. O, öğütlerini veredursun ertesi günü Hasan Âli Maarif Vekili olmaz mı? Halk Partisi zamanında vekiller böyle nöbet değiştirirlerdi. Anlaşılan nöbet sırası Saffet’ten Hasan’a gelmiş ve 28 aralık 1933’te maarifi beklemek üzere nöbete girmişti.
Fakat sayın Hasan ilk icraat olarak ne yapsa beğenirsiniz? Benim resmi liseye tayinimi durdurmaz mı? Vekillerin filan böyle ilk iş olarak benimle uğraştıklarına göre demek onlar katında önemsel kişilerdendim. Koca devletin başında bulunanların elbet bir bildikleri vardı ki benimle uğraşıyorlardı. Yoksa, ben bu kadar önemli olmasam benim “mesele”mi meselelerin üstünde tutarlar mıydı? Demek ki Halk Partisi de beni bağımsız bir devlet olarak kabul ediyor, fakat dost saymadığı, belki bir istiladan korktuğu için bana karşı daima tedbirli davranıyordu.
Güvendiği dağlara kar yağdığını gören evdeşim sadece:
-“Sen bu ihtiyatkarlığı kimden öğrendin?” demekle yetindi.
-“Aksak Temür’den...” diye cevap verdim ve ona rahmet okudum.
Hasan Âli, “Alaylı Alimler” yazıma parlak bir cevap vermişti. Kimseye söylemedim ama içimden kendisini tebrik ettim.
Resmi öğretmen olmayışımın gayrı tabiîliği bir çok dostların gözüne batıyordu. Hasan Âli, bakan olduktan sonra da bunlar resmi öğretmen olmam için teşebbüsler yaptılar. Hatıratımda kalanlar şunlardır: Merhum Şerafeddin Yaltkaya, Orhan Şaik Gökyay, Kamil Su, Uzunçarşılıoğlu İsmail Hakkı, merhum Fethi Okyar...
Bunlardan yalnız Orhan Şaik Gökyay’ın teşebbüsünden haberdardım. Diğerleri bana söylenmeden yapılmış, red cevabından sonra haber verilmişti. Tanışamadığım Fethi Okyar’ın teşebbüsü ise merhum doktor Rıza Nur’un teklifiyle olmuştur.
Hasan Âli bunlara “Hayır, olmaz” demiyordu. Yalnız şunu söylüyordu:
-“Hayhay efendim, olur. Ama o, Tarih Kurumu aleyhinde yazdığı için Vekalet emrine alınmıştır. Bana mektup yazarak Kuruma tarziye versin, kafi...”
Bak hele şu Hasan Âli’ye!... Bu kadar şakacı olduğunu da bilmiyordum. Vekalet emrine alınma pahasına tenkid ettiğim kitap artık okullarda okutulmuyordu. Bana: “Aferin, haklı imişsin” diyen olmamıştı ama tenkid ettiğim ne varsa kültür piyasasından kalmıştı. Artık “Yaşasın şanlı ecdadımız Eti’ler” veya “Aka Türkleri” “Eko Türkleri” kabilinden keşfiyat unutulmuş, tarih kitaplarına ciddiyet gelmişti. Bu şartlar içinde Hasan Âli’nin bana iki satırlık tarziye mektubu yazarak “Azizim! Haklı imişsin. Özür dilerim” demesi gerekmez miydi? Bunu yapsaydı değerlerinden mi kaybederdi, yoksa değerlenir miydi? Halbuki o, aksine işi şakaya vurup benden tarziye istemeğe kalktı. Hem de üçüncü bir şahıs, bir manevi şahıs olan Tarih Kurumu adına... Galiba Hasancığa büyüklük illeti arız olmuş, kendisini Tarih Kurumu sanıyordu.
Kendisini olduğundan başka bir şey sananlar hakkında çok hikayeler dinlemişimdir. Bir tanesi pek hoştur. Hikaye şu: Çok akıllı, derli toplu bir adamın küçücük bir anarmol tarafı varmış. Kendisini buğday sanırmış. Hastahanede uzun boylu bir tedavi gördükten sonra nihayet buğday olmayıp adam olduğunu anlamış ve doktorlara veda ederek, bir zamanlar kendisini buğday sandığı için şakalar yaparak ayrılmış. Fakat daha birkaç dakika geçmeden soluk soluğa koşarak döndüğünü görüp neye geldiğini sormuşlar. Heyecanla: “Tavuk” demiş. Doktorlar, uzun emeklerinin boşa çıktığını görmenin üzüntüsü içinde : “Hani sen buğday olmayıp adam olduğunu artık biliyordun” diye sormuşlar. Adamın cevabı şu : “Ben biliyorum ama bakalım tavuk da biliyor mu?”
Hasan Âli, kendisinin “Kurum” olmadığını şüphesiz biliyordu ama her halde başkalarının bunu bildiğinden emin olmadığı için bu tarziyeyi istiyordu. Tabiî, bu da felsefi bir şaka idi.
Yoksa karaya kara, aka ak diyen bir insandan tarziye istenmiyeceğini bilmez değildi. Yahut ileride Tarih Kurumuna üye olacağı kendisine malum olmuştu da şimdiden Kurumun savunmasını yapıyordu.
Çağrışımla şunu da söyliyeyim ki ben, Hasan Âli’nin Tarih Kurumuna üye olmasından hiç memnun değilim. Şuur altımda o üye oldu da ben olamadım diye bir kıskançlık var mı, bilmiyorum ama Zeki Velidi’ler, Akdes Nimet’ler, Faruk Sümer’ler gibi tarih şöhretleri dururken Hasan Âli’nin Kurumda oluşunu Turan anayasasına aykırı buluyorum. Kuruma girerken hiç olmazsa tarafımdan bir sınava tabi tutulması gerekirdi diye düşünüyorum. Mesela Hasan Âli, Osmanlı hanedanından ilk hükümdar kimdir sorsam cevap verebilir mi? Türkiye’de hangi hanedanın hüküm sürdüğünün farkında mıdır? Osmanlı tarihinin kaynaklarını ana çizgileriyle sayabilir mi? Bakın, daha Osmanlılardayım. Biraz daha gerilere gitsem ne olacak?
Fakat müsterih olsun: O Maarif Vekili iken, ben de öğretmenken kendisini istifaya davet etmiştim ama şimdi ikimiz de bir şey değilken aynı teklifte bulunacak değilim. Hele şöylece 1961’de yahut 1963’de, o da olmazsa 1969’da bu da mümkün değilse 1973’te Halk Partisi iktidara geçsin, Hasan Âli de yine Maarif Vekili veya Sadrazam olsun, o zaman benden çekeceği var...
Fakat galiba 1973’de kendisine meydan okuyamıyacağım. Bir defa, zannederim, ömrüm vefa etmiyecek. Bundan başka sayın İnönü’nün Hasan Âli hakkında verdiği söylenilen hüküm hiç de ümitlendirici değil. Söylenti doğru ise İnönü şöyle demiş: “İki kişi hakkındaki tahminimde aldandım. İktidardan düşersek Hasan Âli sadık kalır, Falif Rıfkı bizi terkeder sanıyordum. Tahminimin tamamen aksi çıktı...”
Her ne kadar sayın İnönü bütün tahminlerinde aldanmış ise de mesele o değil, Hasan Âli’ye ikbal kapılarının kapanmış olmasıdır. Şimdi sayın Yücel’in niçin Halk Partisi taktik müşavirliğinden İş Bankası estetik müşavirliğine geçtiği anlaşılıyor, değil mi?
İşin bir de acıklı tarafı var: sayın İnönü, Yücel’in müstakbel bakanlığını elinden almışlar ama bir zamanlar o aynı Yücel, şu bizim ırkçılar olayı sıralarında “İsmet İnönü’yü sevmiyen Türk olamaz” diyordu. Tanrı korudu. Eşref saate gelseydi bu vecizeyle yeryüzünden Türk ırkı silinecekti ama asıl söylemek istediğim o değil, tarihi büyük şahsiyetler arasındaki münasebetlerin arada bir böyle ultrakomiksel dalgalanışlar göstermesidir.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
REHA OĞUZ’LA TANIŞMA
Şimdiye kadar hep karşı tarafın kahramanlarından bahsettim. Halbuki bizim cephede de onlardan aşağı kalmayan kahramanlar vardı. Bunları anlatmamak hem kendilerine karşı haksızlık, hem de tarihe karşı ihanet olur. Kahramanlar mutlaka tarihe geçmelidir. Tarafsız bir tarihçinin vazifesi de tarihi metoda sadık kalarak ve olayları objektif bir görüşle görerek.... falan... falan...
Tabiî derhal, tarafsız olmadığım iddia olunacak; okuyucularım emin olsunlar ki tarafsızım ve bildiklerimin hepsini yazmıyorum. Hepsini yazsam dünya yerinden oynar. Dünyayı yerinden oynatmayı doğru bulmuyorum, bir... Çünkü o zaten oynamış, daha çoğuna dayanamaz.
İsbat hakkı olmadığı için yazdıklarım kanunlara aykırı düşebilir, iki...
Bir de üçüncü sebep daha var: Başkalarının hesabına ben utanıyorum.
Dünya binbir türlü süt emmiş insanlarla doludur. Ayrıca her insan az veya çok inek sütü de içmiştir. Demek ki her insanın bir anası, bir de inek süt anası var. Tabiî her ineğin bir öküz kardeşi olur. Şu halde her insanın da bir öküz dayısı var demektir. İnsanların niçin zeka ve insanlık dışında hareket ettikleri anlaşılıyor değil mi? Her insan bir öküzün yeğenidir. Oğlan dayıya, kız halaya çeker derler. Herhalde bazı insanlar, süt dayılarına fazla çekiyorlar. Bundan da cihanın huzursuzluğu doğuyor.
İnsanın ister kendi yaratılışından, ister süt dayılarına çekmekten olsun bu kadar düşmeleri bana huzursuzluk verir; dünyadan tiksinirim.
Fahişeler vardır, namustan bahseder. Kanaatini ve kalemini satmışlar vardır, vicdandan dem vuru. Vurguncular vardır, ağızlarından fazilet sözü düşmez. Çifte pasaportlular vardır, vatan diye haykırır. Palikaryalar vardır, kahramanlık iddia eder. Bazı iyi niyet sahipleri de bunların hepsine inanır. Gel de bu insanların arasında huzur içinde yaşa.
Bu felsefeler de nereden çıktı diyeceksiniz. Çağrışımlar insanı aldığı gibi böyle yüksek fikirlere iletiyor. Yükseliş hoş, fakat bir de hakikate iniş var ki düşman başına... Biz yine gelelim konumuza:
Vaktiyle bizdenken sonra dönen, askerliğini yapmadan vatanından uzaklaşarak Amerika’da yerleşen ve Amerikan vatandaşı olan bir Reha Oğuz Tükkan var ki bu davada mühim yeri olduğu için ondan bahsetmek bir zaruret-i mecburiyye-i kaviyye’dir.
Bu acayip söz de nereden çıktı diyecekler. Gerçi “Kül Tegin” çağından kalma bir Gök Türk isem de arasıra böyle Osmanlılığım da tutar. Osmanlı yazı diliyle söylerim. Yukarıdaki Osmanlıca tamlamada az buçuk yanlış da var ama “benle”, “senle” diye Ermeni ağzıyla konuşan, Galatasaray’a “Gaasaray”, Beşiktaş’a “Beştaş” diyen bugünkü gençler onu nereden anlayacaklar? Bugünkü gençler bu gibi fikir meselelerinden ziyade “antrenman”la uğraşırlar ve “yerden muazzam oynayan Macarlar”a karşı milli kahramanları Lefter’in golü ile galip gelen takımları şerefine trende, vapurda nara atarlar.
Biz yine Reha Oğuz Türkkan’a gelelim. Mister Reha Oğuz Türkkan (belki şimdi Törkkeyn olmuştur) şimdi 43 yaşlarındadır. Eski Kadastro Umum Müdürü Halit Ziya Türkkan’ın ortanca oğludur. Ankara Hukukundan çıkmadır. Tanışmamızın, ister istemez uzunca olan hikayesi şudur:
1938 yazında bir gün Maltepe’deki evime gelen ve kendisi “Orhan Türkkan” diye tanıtan bir genç benimle görüşmek istediğini söyledi. Görüşelim dedim. Cebinden çıkardığı bir kağıdı uzatarak “Hala bu fikirde misiniz?” diye sordu. Kağıda baktım. Vaktiyle Atsız Mecmua’da çıkan manzumelerimden birinin son dörtlüğü idi:
Hey arkadaş! Bu yolda ben de coşkun bir selim;
Beraberiz seninle... İşte elinde elim
Seninle bu hayatın gel beraber gülelim
Ölümüne gamına, tipisine, karına...
Aktörce hareketleri sevmediğim için bu “numara” hiç de hoşuma gitmemekle beraber: “Evet! Hala bu fikirdeyim” diye cevap verdim.
Karşımdaki genç “Öyleyse konuşabiliriz” diyerek çantasını açtı. Birtakım kağıtlar çıkarmağa ve anlatmağa başladı. Türkçü bir dergi çıkaracaklarını, Türkçülüğü yaymak için bir dernek kurduklarını, benden de yazı istediklerini söyledi.
Bunun nasıl bir dernek olduğunu, kimlerin bulunduğunu, başkalarını sordum. Derneklerinin gizli olduğunu, seksen kadar üyeleri bulunduğunu bildirdi ve başkanlarının adını verdi: Avni Motun.
Bu adı ilk defa işitiyordum. Hepsi olabilirdi. Fakat beni henüz gören bir gencin gizli dernekten bahsetmesi... Olamazdı diyecektim ama işte o da olmuştu.
Bu seksen kişinin kimler olduğunu sordum. Ankara’daki yüksek öğrenim ve lise gençleri olduğu cevabını verdi.
1944 olaylarına kadar insanlara inanan bir tabiatım vardı. “Deve uçtu” gibilerinden tabiat kanunlarına aykırı bir şey olmadıkça söylenenlere inanıyordum. 1944’te insanların ne Hint kumaşı, yahut Amerikan naylonu olduğunu anladıktan sonra, büyük adam denilen mikrop kadar küçük çapta bulunduklarını gördükten sonra inancım değişti. Şimdi “Deve geviş getirdi” deseler inanmıyorum. Çünkü insanlar geviş getiriyor.
Orhan Türkkan, Türkçülükten bahsederek hoşuma , gizli dernek diyerek de garibime gidiyordu. “Türkçülük” Türklerin ülküsü, kurtuluş yolu idi. Her bakımdan meşru bir davranıştı. Öyleyse neden gizli oluyordu? Kendisine sordum:
-“Dergi çıkarmak için yüksek tahsil mezunu bir yazı müdürü ister ( o zaman öyleydi). Onu nereden bulacaksınız?”
Sorum üzerine Ankara Lisesinde edebiyat öğretmeni olan Fevziye Abdullah’ın yazı müdürlüğünü üzerine aldığını söyledi. Fevziye Abdullah’ı tanıyordum. Kendini ilme vermiş, gayet mütevazi, münzevi ve çekingen bir öğretmendi. Sırası gelmişken Maarif Vekili sayın Celal Yardımcı’ya şunu haber vereyim ki bu Fevziye Abdullah, lisede bırakılması değil, profesör yapılması gereken bir bilgindir. Tanzimat çağı ve sonrası edebiyatın en büyük uzmanıdır. Sayın Celal Yardımcı yetkisini, otoritesini kullanarak onu doğrudan bu kürsünün profesörlüğüne getirirse memlekete ve edebiyatımıza büyük hizmet etmiş olur. Fevziye Abdullah bu kürsüye imtihanla getirilemez. Çünkü onu imtihana çekebilecek kimse yoktur. O, kendisini imtihan edecek olanlara daha yıllarca hocalık edebilir.
Fevziye Abdullah’ın bu meziyetlerini nereden bildiğim sorulacak. Onu da arzedeyim:
Ben, Türkiyat Enstitüsünde asistanken Fevziye Abdullah edebiyat talebesiydi. Bizim üstad Köprülüzade, Barthold’dan “tamamıyla bihaber olarak” mühim ilmi keşfiyatla meşgul bulunduğu için çok defa derse gelmez, telefon ederek; “Nihâl sen derse bakıver” derdi. Ben de yetkim olmadığı halde derslere bakıverirdim. İşte Fevziye Abdullah’ı o zaman tanıdım. Ciddi ve çalışkandı. Anlamadığı noktayı öğrenmeden bırakmazdı. Bu sistemli çalışmalar, yemişini vermekte gecikmedi. Mezun olduktan sonra yayınladığı kitaplar ve makaleler, o konularda yazılanların en mükemmelleridir. Eserlerinden bazıları doktora tezi de olur, doçentlik tezi de olur. Bugünkü profesörler arasında onunkiler ayarında eserleri olan azdır. Bu sebeple kendisinin son çağ Türk edebiyatı kürsüsüne getirilmesi milli menfaat gereklerinden sayıyorum.
Sayın Yardımcı bu teklifimi kabul etmezse, günün birinde Maarif Vekili olduğum takdirde ilk yapacağım işin bu olacağını bildireyim. Sen de Maarif Vekili olabilir misin diyecekler. Niçin olmasın? İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olduktan sonra ben neden Maarif Vekili olmıyayım?
İşte bu kadar ciddi olan Fevziye Abdullah’ın adı, bu kadar ciddi gözükmiyen bir işe karışınca onun da gizli derneğe girip girmediğini sorup menfi cevap aldım. Velhasıl bu bir sürü birbirini tutmayan sözler şüphelerimi canlandırdı.
Orhan Türkkan kendisini ve sözlerini şüpheyle karşıladığımı görünce taktiği değiştirdi. Kendilerinin, vaktiyle yayınlamış olduğum Atsız Mecmua ve Orhun’dan milli feyz aldıklarını, kendi çıkaracakları Ergenekon’un da Atsız Mecmua ve Orhun yolunda gideceğini söyledi. Sonra programlarını anlattı. Bu “Muhayyelat-ı Aziz Efendi” kabilinden bir şeydi. Felsefe, içtimaiyat, ruhiyat, tarih, şiir, roman, siyaset alanında yüzlerce eser yazılacak falan...
Nihayet uzun konuşmaların gayesine vardık: Benden yazı istedi. Henüz kendilerini tanımadığımı, yazı verebilmek için dergilerini görmemin şart olduğunu söyledim. O zaman:
-“Atsız Mecmua’da çıkmış olan eski manzumelerinizi dergimize alabilir miyiz?” diye sordu. “Alabilirsiniz” dedim. Görüşme sona erdi.
Bir müddet sonra Avrupa şehirlerinin birisinden bir kart aldım. “Reha Oğuz Türkkan” imzasını taşıyordu. Reha, bana gelen Orhan Türkkan’ın kardeşiydi. Gözlerini tedavi için gittiği Avrupa’dan Ankara’ya döndükten sonra da mektuplar yazmağa, Ergenekon hakkında izahat vermeğe, Türkçülük için ne şekilde çalışmaya hazırlandıklarından bahsetmeğe başladı. O da gizli dernekten dem vuruyor, büyük tasarılardan söz açıyordu. Halbuki ben gizli derneğin de, onun başkanı diye tanıtılan Avni Motun’un da hayal mahsulü olduğunu anlamıştım. Çünkü tanınmış Kun Yabgusu “Mete”nin asının daha doğru söylenişi olan “Motun”u o zaman bizde birkaç Türkiyatçıdan başka kimse bilmiyordu. Bunu ısrarla öne süren de Hüseyin Namık Orkun’du belliydi ki Hüseyin Namık’la temasta bulunup ondan da yazı almağa çalışan Reha Oğuz Türkkan, bu adı ondan öğrenmiş ve muhayyel bir Avni’nin sonuna ekleyerek esrarlı bir şahsiyet yaratmıştı. Maksat, esrarlı bir hava meydana getirerek gençlerin ilgisini seçmek ve Avni Motun’un mutlak vekaletini alarak onun adına söz yürütmekti.
10 kasım 1938’de aylık “Ergenekon” dergisinin ilk sayısı çıktı. Bu ilk sayıda benim eski bir manzumem “Bozkurt” imzasıyla yayınlanmıştı. Kendilerine imzamın değiştirilmesi için yeti vermediğimden bu hareketleri üzerine derhal notlarını kırdım. Benden sıfır aldılar.
Sıfır aldılar da ne oldu diyeceksiniz. Hiç!... Fakat hiç deyip de geçmemeli. Bu “hiç” her şeyin sonudur. Burada meşhur Osmanlı hikayesini hatırlamamak imkansız. Hikaye şu:
Adamın biri gelip vezirin makamına oturmuş. Vezir onu görünce yarı hayret, yarı öfkeyle sormuş:
Kimsin?
Adam gayet kayıtsız bir tavırla soruyu soru ile karşılamış:
Sen kimsin?
Vezir şaşkın, cevap vermiş:
Vezirim!
Sonra ne olacaksın?
İki tuğlu vezir olacağım!
Daha sonra?
Daha sonra sadrazam olacağım!
Ondan sonra ne olacaksın?
Vezir şaşırmış. Çünkü sadrazamlıktan sonra olacağı bir nesne yok.
“Hiç” diye cevap vermiş. O zaman öteki gülümsemiş:
Sen yıllarca çalıştıktan sonra hiç olacaksın. Ben şimdiden hiçim. Şimdi kim olduğumu anladın mı?
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Ben sıfır veredurayım, Reha Oğuz Türkkan “Birleşik dünya devleti”nin hariciye vekili olmaya layık bulunduğunu isbat edecek işlerle meşguldü. Mesela “Atsız da bu gizli derneğe girmiş midir?” diye soranlara “Evet” diyor, fakat “Kendisi böyle bir şeyden haberi olmadığını söylüyor” denilince de “Mezun değildir, söyleyemez” cevabını veriyordu. Bana yazdığı mektuplarda “Orhan Türkkan”dan bazen “küçük kardeşim” bazen “ağabeyim” diye bahsetmesi de bir harika, hem de hakira-i farika idi. Belki kendilerinden hangisinin büyük olduğunu bilmiyorlardı, yahut büyüklük, küçüklük izafi olduğuna göre içlerinden hangisinin büyük sayılacağı hakkında daha karar vermemişlerdi. Fakat eloğlu onların kararını bekler mi? İşte şüphem artmıştı. Tam bu sırada Ankara’daki Ziya Özkaynak’tan bir mektup aldım. Özkaynak, Reha Oğuz’un bir takım çocukça hareketlerinden, planlarından bahsediyordu. Lakin bunlar o türlü çoklardi ki boş yere insanı belaya sokar, tilkinin tilkiliğini anlatıncaya kadar postunu kaybetmesi gibi bunların çocukluk olduğu isbat olunana kadar insan tabiî ecel ile ölüp gidebilirdi. Bunları haber alınca kendisine sert bir mektup yazdım. Bu türlü davranışlardan vazgeçmesini öğütledim. Aksi takdirde dergilerinde eski manzumelerimin yayınlanmasına dahi izin vermiyeceğimi, dergilerini kimseye tavsiye etmeyeceğimi bildirdim.
Aşağıdan alan bir mektupla cevap verdi ve yakında İstanbul’a gelerek benimle görüşeceğini bildirdi. 1939’un yaz aylarında Reha Oğuz teşerrüf etmemiz kabil oldu. Reha Oğuz benden çok, kardeşim Nejdet Sançar’la mektuplaştığı için yine onun vasıtası ile beni görmek istiyordu.
İşte, söz kardeşim Nejdet Sançar’a gelince yine bir parantez açmak gerekecek. Neden aynı konu üzerinde aralıksız gitmediğim, niçin arasıra böyle saptığım sorulabilir. Kimbilir, belki de Mevlana’nın Mesnevisi’ni taklit ediyorum. Onun eseri içiçe masallardan yapma değil mi? Neden benimki de dışdışa hakikatlerden mürekkep olmasın? Benim bu sapmalarımı hoş görmiyenler bazı büyük siyasilerin sapıtmalarına ne diyecekler? Görülüyor ki tenkitlere cevaplarım hazırdır. Onun için ben yine sözü Nejdet Sançar’a getireyim ve 1944 mahkemesinde Halk Partisi hakimiyetini tehlikye düşüren bir olayı sırası gelmişken şurada açıklayayım:
Nejdet Sançar benim öz kardeşimdir. Yani ana baba bir kardeşimdir. Ve benden 5 yıl, 4 ay, 11 gün küçüktür. Ben 12 Ocak 19052te doğrum. O 1Mayıs 1910’da doğdu. Yaş farkımızın doğru olup olmadığını matematiği kuvvetli olanlar hesaplasın.
Peki, öz kardeş oluyoruz da neden soyadlarımız aynı değil? İşte Halk Partisi bundan kuşkulandı. Acaba ayrı soyadı almakla güttüğümüz gizli maksat ne idi? Merkezden ani bir darbe ile hükümeti kansız olarak ele mi geçirecektik? Yoksa kardeş değilmişiz gibi gözüküp akla gelmiyen başka planlar mı tatbik edecektik? Buracıkta bununda cevabını vermek faydalı olur.
Bir kere şunu söyliyeyim ki ben devletin bana bahşedeceği soyadına muhtaç değilim; onu soysuzlar düşünsün. Devletin, yani o zamanki Halk Partisinin kabul ettiği Soyadı Kanunu yanlıştır. Çünkü Türklerde soyadı isimden sonra değil, önce gelir. Dilin yapısı böyledir. İlle Avrupalılara benzeyeceğiz diye soyadını sona almak, şuur altına işlenmiş bir aşağılık duygusunun mahsulüdür. Biz Avrupalı falan değiliz. Buz gibi Asyalıyız ve hepsinden üstün olarak da Türk’üz... Anladın mı monşer? Avrupalı olmak meziyet olmadığı gibi, Asya olmak da kusur değildir. Unutma ki Arnavut Avrupalı fakat Japon Asyalıdır.
Bizde Soyadı Kanunu çıktığı zaman Anadolu Türklerinden yüzde doksan beşinin soyadı vardı ve bu soyadları çok defa “oğlu” ile bitiyordu. Çapanoğlu Ahmet, Kadıoğlu Mehmet, Göcenoğlu falan, Mızrakoğlu filan... Tarihimizde de bu türlü soyadları bol bol vardı: Osmanoğlu Murat, Aydınoğlu Umur, Karamanoğlu İbrahim ve başkaları... Şimdi alışılmış ve dilin yapısına uygun düşmüş bu isimleri bırakıp da İbrahim Karamanoğlu, Murat Osmanoğlu demekte mana var mı idi? Yoktu amma oldu işte...
Bize gelince: Asıl soyadımız “Çiftçioğlu”dur. Kökümüz de Gümüşhane vilayetinin Dorul kazasının Midi köyüdür. Şimdi 8 evli bir köy olan Midi’de artık Çiftçioğlu hanedanından kimse kalmamıştır. Birtakımı Yozgat vilayetinin köylerine göçmüş, daha talihsiz olan bir bölümü, yani bizim ailemiz de İstanbul’a yerleşmiştir. Bize ırkçılık köydeki atalarımızdan kalmadır. Çünkü Çiftçioğullarının tarihi, oturdukları yerin yakınındaki Rum manastırının tahribi ile başlar.
Bu “Çiftçioğlu” soyadı, tabî nüfus kağıtlarımızda yazılı değildi. Çünkü eskiden soyadları yazılmaz, dini ve mezhebi yazılırdı. Soyadı Kanunu çıktığı zaman ben ve babam ayrı ayrı yerlerde idik. Nejdet Sançar ise askerliğini yapıyordu. Soyadı Kanunun metni gündelik gazetelerde çıkmamıştı. Sözde özetleri yayınlanmış ve bunlar da bermutad yanlış olmuştu. Mesela “oğlu” ile biten soyadları alınmıyacak diye yazılmıştı. Tarihi soyadları da alınmıyacaktı.
Ben eskiden beri yazılarıma “Atsız” imzasını attığım için soyadı olarak bunu seçtim. Son günü müracaat etmiştim. Memur:
“Atsız’ı soyadı olarak alamazsınız” diye kestirip attı.
“Neden?”
“Tarihi isimdir!”
Bilgin bir memura çatmıştık. Ne yapmalıydım? Ondan daha bilgin olduğumu isbat etmeliydim. Ettim de:
-“Tarihi olan, “d” ile yazılan Adsız’dır. Benimki “t” ile yazılıyor!”
Benim bu bilgiçliğim karşısında memur habtoldu ve:
“Ha!... O zaman olur” diye cevap verdi.
Kardeşim, soyadını mensup bulunduğu askeri birlik yoluyla tescil ettirdi. Galiba o da son günlere kalmıştı. Aklına “Sançar” gelmiş.
Babam ise, yine gazetelerin tesirinde olarak “Çiftçioğlu” soyadını alamıyacağını düşünüp memura “Soyadım Çiftçi” olacak demiş. Memur listeye bakarak: “Bu isim alındı, başkasını bulun” diye cevap vermiş. Soyadı Kanununa göre bir nüfus dairesinde aynı soyadı ile iki ayrı aile tarafından alınmaycaktı. Babam o zaman altmışına pek yakın ve hayattan yorgun bir insandı. Memura şöyle demiş:
“Rica ederim: başına veya sonuna “öz”, “er” veya “man” gibi bir şey ekleyerek şu işi bugün bitiriverin”
Anlaşılan, Halk Partisi çağında bazı insaflı memurlar varmış. Babama:
“Dilekçe yazın” şeklinde bir hikmet savurmıyarak “Hayhay” cevabını vermiş. Babamın soyadı da “Özçiftçi” olarak tescil olunmuş.
Bereket versin, Halk Partisi, babamın da ayrı soyadı taşıdığını bilmiyordu. Yoksa kimbilir ne kadar huzuru kaçacak, nasıl tedbirlere başvuracaktı...
Soyadı meselesini hallettik. Şimdi Reha Oğuz Tükkan’a dönelim.
1939 yazında Nejdet Sançar Sivas’tan İstanbul’a gelmiş ve bizim Maltepe’deki konağımızda kalmağa başlamıştı. İşte bu sırada Reha, onunla mektuplaşarak buluştu, eve geldi. Ufak tefek, esmer, gözlüklü bir gençti.
Kendisine Avni Motun’u sordum. Şu masalı anlattı: Avni Motun ana cihetinden akrabası imiş. Onlara ilk Türkçülük sevgisini o vermiş. Hatta bahis konusu olan 80 genci dernek halinde toplayıp da Türkçülük telkini yapan Avni Motun imiş. Fakat bu gençlerin hepsiyle temas etmez, yalnız 6 tanesiyle görüşürmüş. Bu altı kişide ondan aldıkları dersleri ötekilere öğretirlermiş. Aralarında büyük bir disiplin varmış. Gençlerin Avni Motun’a güveni büyükmüş. Fakat iki yıl önce Avni Motun ölmüş. Onunla bizzat temasta bulunan altı kişi, ölümünü öteki üyelerden saklamışlar. Çünkü duyarlarsa belki dağılırlarmış. Şimdi Reha Oğuz, Avni Motun adına söz söyliyerek o gençleri idare ediyormu. Masal şahane idi. Film konusu da olabilirdi. Fakat tabiî bana bu uydurmaları terbiyeli terbiyeli anlatan gence “Yalan söylüyorsun” diyemezdim. Zamanla düzelir diye düşündüm. Rehanın düzelmesi için birkaç asırlık bir zaman lazım olduğunu o anda hesaplayamazdım.
Ailesini, ırkını sordum. Ziya Gökalp’ın, “Kızıl Elma”sının yeni bir rivayetini anlattı: Baba yönünden Kastamonulu, anne tarafından Azerbaycanlı imiş. Bana mufassal bir soy kütüğü verdi. “İsterseniz nüfus kütüklerinden tahkik edebilirsiniz” dedi.
Bu da olmamıştı. Çünkü bide ne nüfus kütüklerinde, ne de orman kütüklerinden bir kimsenin atalarını çıkarmağa imkan yoktu. Nüfus teşkilatımız yeni olduğu için bu kayıtlara dayanan ancak dedelerimizi öğrenebilirdik. Daha ilerisi aile rivayetlerine kalıyordu. Reha Oğuz, güven telkin etmek isterken aksi oluyordu. Gittikten sonra Nejdet Sançar’la kısa bir konuşma yaparak samimi gözüktüğü müddetçe kendisine yardıma karar verdik. Bilhassa Türk tarihine ait birçok şeyler sorarak not etmesi, öğrenmek istediğine delil gibi gözüküyordu. Bu sebep “Belki düzelir” diyerek kapatılan Ergenekon dergisi yerine çıkarmağa başladığı “Bozkurt”a yardımı kararlaştırdık.
Bir ara, işler düzenine girer gibi oldu. Avni Motun ve disiplinli 80 genç masalları unutuldu. Yaşlı ve genç bir hayli Türkçü “Bozkurt”a yazmağa başladı. Durum iyi gözüküyordu. Fakat bu iyi durum çok sürmedi. Reha Oğuz’un ötede beride, bilhassa ankara’da beni över gibi gözükürken gözden düşürmeğe uğraşan hareketlerini duyuyor, fakat umursamıyordum. Reha : “Atsız iyidir, ateşlidir. Yalnız muvazenesizdir” yollu propagandalar yapıyor ve Girit kabadayılarını akla getiriyordu. Giritliler, kendilerini övmek için şu şekilde konuşurlarmış: “Ahmedaki çok zorlu adamdır. Kimseden korkmaz. Şunu yapar, bunu yapar. Yalnız benden biraz çekinir.”
Bizim ahbap, beni övdükten sonra “muvazenesizdir” demekle bunun bir başka türlüsünü yapıyordu.
Tekamül icabıdır diye ikide bir fikir değiştirmiyordum. Dün göğe çıkardığımı bugün yerin dibine sokmuyordum. Ne sarhoş olup kendimi kaybediyor ne de elalemi güldüren nazariyeler icat ediyordum. Muvazenesizlik bunun neresindeydi? Fakat Reha Oğuz dostumuz, eksik olmasın yüzüme gülüp iltifatlar savururken bu hikmetleri de etrafa yayıyordu. Kimbilir, belki de onun muvazenesi bu türlü idi de ben anlayamıyordum.
Bunu da sineye çekmek üzere iken Bozkurt dergisinin 1940 Ağustosunda çıkan beşinci sayısında Reha Oğuz’un “Gürcülerin ırkı hakkında” başlıklı yazısı yayınlandı. Bu yazıda Gürcülerin turan ırkından olduğunu isbat ettim sanıyordu. Buradaki fikir hem ilmi hakikate, hem de bizim Türkçülük ve ırkçılık prensiplerimize aykırı olduğu için itiraz ettim. Hele o makalede kendi soy kütüğü hakkında verdiği bilgi bana verdiği şecereye uymadığı için şüphem arttı. Bu “esrarlı” işlerin iç yüzünü öğrenmek için biraz zaman harcadım. O zaman Mühendis Mektebi öğrencisi olup, Reha Oğuz’un mutlak vekili gibi gözüken “Cihat Savaş Fer”e bir oldu bitti yaparak Avni Motun’un muhayyel bir şahıs olduğunu itiraf ettirdim. Ankara’daki 80 kişilik disiplinli cemiyetin de Reha Oğuz Türkkan, Orhan Türkkan ve Cihat Savaş Fer’den mürekkep bir disiplinsiz topluluk olduğunu öğrendim.
Acaba Reha bunu neden böyle yapıyordu? Belki karanlıktan hoşlanıyor, belki de böylelikle kendi kendisini tatmin ediyordu.
Onun başka türlü bir insan olduğunu daha sonraki konuşmalarımızın muhtelif saflarında anladım. Reha Oğuz Türkkan bizim anladığımız manada adam değildi. Belki de Merihten gelmişti. Zihniyetlerindeki aykırılık dolayısıyla bence Merihten değil, daha da uzak bir yıldızdan gelmiş olmalıydı. İhtimal, çok medeni olan o yıldızdaki yaratıklar, uygunsuz hareketleri dolayısıyla Reha’yı cezalandırmak için bir uçan daire ile dünyaya sürmüşler, sürgün yeri olarak da bilerek veya bilmeyerek Türkiye’yi seçmişlerdi.
Reha’nın fezadan geldiğini gösteren deliller şunlardı: Bir gün Yalova’ya giderek Cumhurbaşkanı İnönü ile bir konuşma yaptığını söylemişti. Bu konuşmada Türkiye’nin niçin savaşa katılmadığını sormuştu. Bu konuşmanın soru ve cevaplarını bana kağıttan okumuş ve bu okuduklarını İsmet Paşa’nın yanından çıkar çıkmaz hemen tespit ettiğini ilave etmişti. Cevaplar İsmet Paşa’nın ağzından çıkmışa benziyordu. Çünkü kaçamaklıydı. Bununla beraber bu mülakatın İsmet Paşa ile değil, dünyaya gelirken yol üzerinde bulunan herhangi bir yıldızdaki herhangi bir devlet başkanı ile yapıldığı muhakkaktı. Halk Partisi çağında böyle herhangi bir gencin İsmet İnönü ile uluorta konuşmasına imkan yoktu. Böyle bir konuşma İsviçre’de bile olamazdı.
Bir başka harika da, ordu kumandanı Kazım Orbay’a giderek, hükümeti dinlemeden doğuya taarruz etmesini telkin edeceği hakkındaki sözleriydi. Salih Omurtak olsa belki bu dediği olurdu ama sayın Salih Orbay’ın evvela Milli Şeften, sonra da sayın zevcesinden izin almadan bu taarruzu yapmayacağı belliydi.
Fakat Reha Oğuz’un en müthiş planı, hazırladığı bir kanun tasarısı idi. Bu kanun gereğince melez Türk çocuklarının üç yaşından aşağı olanları idam olunacaktı.
“Neden üç yaşından aşağı olanları?” diye sormuştum. Onlar küçük oldukları için idamın farkında olmazlarmış.
Bu kadar büyük insaniyetçilik karşısında takdir duygularımızı ifadeden aciz kaldık ama böyle azametli bir planın gerçeklemesi için gereken yüksek vasıflardan mahrum olduğumuzu da kendisine anlatmakta kusur etmedik. Bu kanun tasarısından bir daha bahsetmedi.
Ona tam ve kesin teşhisi koymuştuk: Şeflik hastalığına tutulmuştu. Madem ki şeflik istiyordu, mesela şeftren olabilir, kimse de kendisine itiraz etmezdi. Fakat o Devlet Demiryollarının şefliğine razı olmuyor, devlet gemisinin şefliğine gözünü dikiyordu.
Melezlerin yalnız küçüklerini idam etmekle kendisini kurtarmış oluyordu. Şimdi ise Türkçüler birer birer kendilerini ondan kurtarmağa çalışıyorlardı. Netice şu oldu ki herkes ondan birer birer uzaklaştı ve Reha Oğuz, Cihat Savaş Fer’le yalnız kalarak “Gök Börü” dergisini çıkardı. “Hesap veriyoruz” başlıklı makale ile hepimizi batırarak Türkçü diye yalnız kendisini öne sürmekten çekinmedi. 1943 yılının Ocak ayında “Hesap böyle Verilir” adlı bir broşür çıkararak Reha’ya gereken cevapları verdim.
O da buna “Kuyruk Acısı” adlı kitapla karşılık verdi.
***

Reha’nın “Kuyruk Acısı” doğrusu çok acayipti. Bu kitapta kendisinin fezadan geldiğini gösterecek hayli sahifeler vardır. Hepimizi, bütün Türkçüleri aforoz etmişti. “Türkçülüğe Girişi” adlı kitabında beni yiğit ve atılgan bir Türkçü diye anlattığı ve bana hediye ettiği nüshaya “En yiğit Türkçüye” diye yazdığı halde sonra korkak olduğumu ilan etti. Başka arkadaşların hepsine de birer kulp taktı. Bu şartlar içinde bizler izzet ve ikbal ile onun yanından uzaklaştık. O da Orhan Türkkan ve Cihat Savaş Fer ile olduğu yerde kaldı.
Bizde de kabahat yok değildi. Merhum doktor Rıza Nur, Reha’yı birkaç defa görmüş, hareketlerini kontrol etmiş ve hükmünü vermişti. 11 mart 1940’da Nejdet Sançar’a yazdığı bir mektupta Reha’nın Türkçülüğü perişan edeceğini söylemiş, bize de “Gümülcineli İsmail Hakkı Hürriyet ve İtilaf Fırkasında nasıl çok menfi bir rol oynadıysa Reha da Türkçülükte aynı şeyi yapacak” demişti.
Ne de olsa tecrübeli, gün görmüş insandı. Dediği aynen çıktı. Onun sözünü dinleyerek daha o zamansan münasebetimizi kesseydik belki birçok kötü olayın önü alınırdı. Kısmet değilmiş...
1944 geldi, geçti. Kara günler “yahşi” ile “yaman”ın kimler olduğunu ortaya çıkardı. Reha Oğuz, askerliğini yapmadan Amerika’ya kapağı değil de kendini attı. Oradan Cumhuriyet’e yazdığı makalelerin birinde bir zamanlar ırkçılığa kapılmış olmasından dolayı günah çıkardıktan sonra burada kalan ırkçıları da hidayete çağırdı. İyi ki melez çocuklar hakkındaki kanun tasarısını tatbik etmeğe fırsat bulamadı. Yoksa, zavallı Reha, şimdi Amerika’da vicdan azapları içinde kıvranacaktı.
Vaktiyle kendisiyle çatışmış olduğum Reha ile anlaşamamazlığımızda kimin haklı, kimin haksız olduğunu belki tayin edemiyenler vardır. Bunlara şu gazete ilanını göstermekle iktifa edeceğim. Bu ilan 3 ekim 1952 tarihli Vatan gazetesinden alınmıştır.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
HACİZ KARARI
Bakaya kalmak suçundan sanık olup halen Amerika’da New York şehrinde ikamet eden ve bu sebeple gaip sayılan ve ilanen yapılan ihtarlara rağmen yurda dönmeyen Adalar As. Şubesi mükelleflerinden Halit Ziya oğlu 1330 D.’lu Reha Oğuz Türkkan’ın Türkiye dahilindeki emvalinin As. Y.U.K.’nun 216.’cı maddesinin 2. No.’lu fıkrası gereğince haczine dair verilen ve ilgili mercilere tebliğ edilen 17 eylül 1952 gün ve 52,119 esas sayılı karar aynı kanunun 216.’cı maddesinin 4 No.’lu fıkrası gereğince ilan olunur.
(5369 – 15542)
Zavallı Adlî Âmir!.. Reha Oğuz'un Amerikan vatandaşı olduğundan habersiz, hala Türk vatandaşlarına yapılan işlemi yapmakla uğraşıyor. Onu Türk ordusuna bir fert eklenmiş ve ordunun kuvveti bir fertlik artmış olacak diye düşünüyor. Reha’nın bir toplulukta bulunmayışının o topluluk için ne büyük nimet olduğunu bilmiyor. Ben adlî amirin yerinde olsaydım. Eisenhower’e iadeli taahhütlü bir mektup yollayarak Reha Oğuz’un Amerikan ordusunda da askerlikten affedilmesini rica ederdim. Askerlik mütehassısları Amerika ile Rusya arasında çıkacak savaşta iki tarafın maddi – manevi kuvvetlerini hesaplayarak neticeler çıkarıyorlar ve Amerikanın harbi kazanacağını söylüyorlar.
Büyük bir strateji uzmanı olarak ben bu fikirde değilim. Reha Oğuz Amerika’da bulundukça Amrika savaşı kazanamaz. Hele onu askere alırsa savaş Amerikanın bozgunu ile sona erer. Hele, Amerika’da sık sık görüldüğü gibi ona birdenbire binbaşılık falan verirlerse Amerika yok olup haritadan silinir. En iyisi Reha’yı füzeye koyup fezaya, gelmiş olduğu yere fırlatmaktır. Varsın milyonlarca yıl boşlukta dönüp dursun. Başı döner de belki kendine gelir.
Reha’nın Amerikan vatandaşı olduğunu nasıl bildiğim sorulacak. Merhum Reşat Nuri’den öğrendim Reşat Nuri ile Reha Oğuz Türkkan bacanaktırlar. Reşat Nuri bana bunu anlatırken Amerikan kanunlarında görülen zeka örneklerini de nükteli bir şekilde hikaye etmişti: Amerikan kanunları Amerika’da doğan çocukları Amerikalı sayarmış. Bunların anne babaları da isterse Amerikan vatandaşı olabilirlermiş. Reha’nın çocuğu Amerika’da doğduğu için üçü de Amerikalı olmuştur. Reha’nın bir de İstanbul’da doğan kızı vardı ki Amerikan kanunları onun Amerikalı sayılmasına elverişli değilmiş. Fakat onun da çaresi bulunmuş. Yine Amerikan kanunlarına göre Kanada’dan gelen herkes istediği anda Amerikalı olabiliyormuş.
Reha, büyük kızı “Aslı”yı alınca doğru Kanada’ya... bir gece Kanada’da kalmışlar. Sonra Amerika’ya dönünce mesele hallolunmuş... Türkiye’de işlerin tuhaflığından bahsedenler bilmem buna ne derler? Amerika’nın bizden daha tuhaf olduğunu belki teslim ederler.
Zavallı Reha galiba Türkiye’de tutunamadığı için Amerika’ya kaçtı. Doğru, bu memlekette tutunmak kolay değildir. Mesela Ahmet Emin Yalman’ın da bu memlekette yaşadığını düşündükçe benim de Kore’ye veya Arjantyin’e kadar kaçasım geliyor. Geliyor amma, memleketin asıl sahibi olduğumu düşünerek vazgeçiyorum. Büyük bir sabırla Ahmet Emin’i Filistin’e gönderecek kanunun çıkmasını bekliyorum.
Reha’ya burada iken Ermenilik isnadı yapılmıştı. O da hem bunu reddetti. Hem de kızına Aslı adını koydu. Malumdur ki Aslı, “Kerem ile Aslı” hikayesinde Ermeni papazının kızıdır. İhtimal ki artık ırkçılıktan vazgeçtiğini göstermek için böyle yapmıştı.
Bununla beraber şaka bir yana, kendisi Amerika’da Türklüğe yararlı olmaktadır. Propaganda faaliyeti bakımından faydası dokunduğu gibi arasıra İstanbul gazetelerine yazdığı yazılarda da müsbet unsurlar çoktur. Fakat o artık bizim için ölmüştür. Daha doğrusu intihar etmiştir. Ne yapalım?... İnsanlar binlerce yılın mirası olan birtakım özelliklerle doğuyor. Bu özellikler bazen bir ruh hastalığı şeklinde tecelli ediyor. İnsan kendisinin hakimi değil ki... Binlerce yıldan beri gelen irsiyetlerin, kromozomların, genlerin esiri... Irkçılık bu bakımdan büyük bir hakikattir. Bu hakikat, cahil ve adi gazetecilerin ağzında “suç” oluyor. Antropoloji ve embiryoloji büyük tabiat ilminin iki mühim dalı... bunları inkar edip de dünyadan habersiz birtakım sarhoşların yaverlerine mi ehemmiyet vereceğiz?
Reha Oğuz, kimbilir hangi kromozomların tesirinde olarak birtakım anormal hareketler yaptı. Fakat sıkı imtihan günü gelince bocaladı ve çaktı... Bizler ise... Bizler yani birtakım Göktürkler, Uygurlar, Selçuklular, İlhanlılar ve Osmanlılar vatan sath-ı mailinde hala sabit-kademiz. Hepimizden, Reha Oğuz’un ruhuna: El-Fatiha!

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
İSMET İNÖNÜ’YÜ TANIYORUM
İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olduğu gün en çok sevinenlerden biri de bendim. Askerdi. Aile babasıydı. Kindarlık gibi büyüyecek kusurları olmakla beraber çirkefli işlere adı karışmamıştı.
Atatürk’ün öleceği anlaşılacağı yerine kimin geçeceğini, herkes gibi, ben de düşündüm. Devlet başkanlarına çok önem veririm. Türk ırkı, 3000 yıllık milli seciyesi icabı, başkanlarına göre şekil almağa alışmıştı. Başta iyi bir adam varsa Türk milleti kuvvetli, yoksa zayıf oluyordu. Kuvvetli bir başkanın, Türklüğü bazen büyük tehlikelerden kurtardığı görülegen şeylerdendi. Bu sebeple, artık mukadder olan Atatürk’ün ölümünden sonra, milli menfaat bakımından kimin başa geçmesi gerektiğini düşünmek elbette hakkımdı.
Bence Devlet Başkanlığına üç kişiden biri geçmeliydi: Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak veya İsmet İnönü.
Üçü de memleketin en büyük rütbeli askerleriydi. Kazım Karabekir, 15000 kişilik ordusuyla iki misli olan Ermenileri yenip pek çok silah ele geçirmiş, Yunanlılara karşı yapılan taarruzda bu silahlar çok işe yaramıştı. Kars ve Ardahan’ın anayurda tekrar katılması Kazım Karabekir’in himmeti idi. Çok eski ve asil bir Türk ailesine mensup olması da ayrı bir seçkinliği idi.
Fevzi Paşa, Türk ordusunun en kıdemli askerleriydi. Temiz ahlakı ve doğruluğu dillere destandı. Anne cihetinden çok eski ve asil bir aileden geliyordu. Sakarya ve Dumlupınar meydan savaşlarında ordunun Genelkurmay Başkanlığını yapmıştı. Cumhuriyetin kuruluşundan beri de Türk ordusunun başında idi. Askerliği seven, kültürlü, çalışkan bir insandı.
İsmet Paşa, güya İnönü savaşlarını kazanmıştı. Söylendiği kadar başarılı bir andlaşma olduğunu kabul edemediğim Lozan görüşmelerinde siyasi tecrübe kazanmış, uzun Başbakanlık yıllarında tecrübesi pişmişti.
Mesele, bunlardan hangisinin başa geçmesi gerektiği değil hangisinin başa geçebileceği idi.
Anayasa gereğince Cumhurbaşkanı meb’uslarından seçilebilirdi. Kazım Karabekir Paşa o sırada meb’us değil, menkûbdu. Erenköyündeki köşkünde münzevi ve oldukça sıkıntılı bir hayat geçiriyordu. O halde Cumhurbaşkanı olamazdı.
Fevzi Paşa, Genelkurmay Başkanı idi. Yani bilfiil ordunun başkumandanı idi. Meb’us olmadığı için o da Cumhurbaşkanı olamazdı.
Kala kala İsmet Paşa kalıyordu. O da sırada menkûbdu. Başbakanlıktan atılmıştı ama meb’usluğu duruyordu. Cumhurbaşkanı olabilirdi.
Atatürk’le İnönü’nün neden bozuştuklarının hikayesini anlatmanın zamanı henüz gelmemiştir. Yalnız şu kadarı söylenebilir ki çatışma birçok kimsenin huzurunda olmuş ve İsmet Paşa Başbakanlıktan atılmıştır.
Atatürk’ün son zamanlarında Halk Partisi, yani Millet Emclisi Atatürk’çü ve İnönü’cü olarak ikiye ayrılmıştı ve İnönü, sanıldığından daha kuvvetliydi.
Atatürk tarafları, Atatürk’ten sonra İsmet İnönü’nün başa geçmesini hiç istemiyorlar, bundan çekiniyorlar, İnönü’nün intikam almasından korkuyorlardı. Fakat İsmet Paşa’ya karşı kimi çıkarabilirlerdi? Hiç şüphesiz devrin faal siyasilerinden Şükrü Kaya veya Tevfik Rüştü Aras Cumhurbaşkanlığına aday gösterilirse bütün millet sinir buhranı ile katıla katıla güler, Türkiye’de adam kalmazdı.
Bunun için Atatürk’çüler, İsmet Paşa’ya denk, hatta ondan kuvvetli bir aday aradılar ve buldular. Mareşal Fevzi Çakmak.
Buluş çok güzeldi ve paşanın namuslu ve faziletli şahsiyeti bütün milleti toplayarak kudretteydi.
Fakat paşa, meb’us değildi. Açık meb’usluklardan birine seçilirse formalite ikmal olunur, Atatürk’ün beklenen ölümü gerçekleştiği zaman Fevzi Paşa Cumhurbaşkanlığına geçirilirdi.
Bunu sağlamak için Atatürk’çüler adına üç kişilik bir heyet Mareşal Fevzi Çakmak’ı ziayert etti. Üç kişiden biri Şükrü Kaya idi.
Bunlar durumu Mareşal’e arzettiler ve Cumhurbaşkanı olabilmesi için Millet Meclisine girmesini, bunun için de Genelkurmay Başbakanlığından istifa etmesi gerektiğini bildirdiler.
Mareşalin hamuru askerlikle yoğrulmuştu. Ona askerlikten istifa et demek öl demekle eşitti. Bundan başka İsmet Paşa ile arasında hiçbir geçimsizlik yoktu. Onun Cumhurbaşkanı olmasında mahzur görmüyordu. Mareşal’i çekingenliğe sürükleyen bir nokta daha vardı: Gelenlerin samimiliğine inanamıyordu. Bunlar gizli bir planın arkasında koşmuş olabilirler, kendisini Genelkurmay Başkanlığından istifa ettirdikten sonra Cumhurbaşkanlığına başka birisini getirebilirlerdi. Bunları düşünerek teklifi kabul etmedi.
Üç kişi ise, Maeraşal’e güven vermemelerine rağmen teklif ve niyetlerinde çok samimi idiler. İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığını bir felaket sayıyorlardı. Bu sebeple şiddetle ısrar ettiler, dil döktüler.
Mareşal, bu adamların istedikleri anda üç maddelik bir kanun çıkarabileceklerini düşünerek:
“Benim Cumhurbaşkanlığım bu kadar lüzumlu ise Anayasaya bir madde ekler, Genelkurmay Başkanlarının meb’us olmadan Cumhurbaşkanı seçilebileceğini kanunlaştırırsınız” diye cevap verdi.
Berikiler, Mareşal’in arzusu yerine getiremediler. Çünkü Atatürk’çü olan meb’usların bir kısmı da İsmet Paşanın ikinci Cumhurbaşkanı olmasını tabiî görüyordu. Meclise böyle bir kanun maddesi getirilmesi fırtınalar koparabilirdi. Bundan dolayı kıyışamadılar. Sen bunları nereden biliyorsun diye diye soracaklar. Onu da söylersem yeryüzünde sır mı kalır?
Netice malûm; Atatürk ölünce İsmet Paşa oybirliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Muhalifleri ve düşmanları bile esen havayı sezdikleri için ona rey vermişlerdi. Oylar sözüm ona gizli verildi amma kimin ne verdiğini herkes bilirdi.
İsmet Paşa’nın, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Millet Meclisinde verdiği ilk nutku, o zaman öğretmeni bulunduğum özel Yuca Ülkü lisesinin salonunda, öteki öğretmenlerle birlikte radyodan dinledim ve çok beğendim.
Fakat işte hepsi o kadar... İsmet Paşa celadet göstermek istemiş, celadetle işe başlamış, fakat sonra aksi doğrultudan esen rüzgarın fırtına olmasından korktuğu için yavaş yavaş çarketmeğe başlamıştı.
İsmet İnönü önce bir Anadolu turnesine çıkıp halkla temas etti.
Gazeteler bu gezintiyi, Milli Şefle köylü, esnaf ve diğer halk tabakaları arasındaki konuşmaları bütün tafsilatı ile yazılıyordu. Şef, kaç çocuğu olduğunu, ne kazandıklarını soruyor, bunları not ettiriyordu, ne kazandıklarını soruyor, bunları not ettiriyordu. Bakalım bu konuşmalardan ne kerametler doğacak diye düşünüyordum ama Milli Şef’in “Lâf kıtlığında asmalar budayım” kabilinden bazı sözleri beni hayal kırıklığına uğrattı.
İşte, bir çağrışım daha... “Hayal kırıklığı” deyince bunun eski şekli olan “sukut-u hayal”i hatıtladım ve şimdiki gençlerin buna “sükut-u hayal” deyişini düşündüm. “sukut” düşmek demek, “sukut” ise susmak. Acaba gençler niçin böyle söylüyor? Süküt daha ince olduğu için mi? Belki... Yahut düşenin öldüğünü, ölenin de sükut ettiğini düşündükleri için...
Bana öyle geliyordu ki İsmet Paşa, Cumhurbaşkanı olduğu zaman devleti nasıl döndüreceği hakkında hiçbir planı yoktu. Planı varmış gibi gözükmek, halkı biraz oyalamak, bir miktar da gezip hava almak için bu çareye başvurdu. Çünkü menkubiyeti sırasında pek gezip tozamamış, hatta galiba meşhur kapalı manej salonu idmanlarını da yapamamıştı.
Ümit en sonra terkedilen şeydir. Hele ben, ümitlerimi en sonra bile kaybetmiyecek bir mizaçta idi. İsmet İnönü’nün fütuhatı yapacağı, zaferler kazanacağı hakkındaki ümitlerim yerinde idi. Bir de o kadar çok işim vardı ki İsmet Paşa iktidara geçeli ne kadar olmuştur, fütuhat yapacak zaman gelmiş midir, bunları hesaplayacak vakit bulamıyordum.
Özel Boğaziçi Lisesinde edebiyat öğretmeni idi. Bu lise Arnavutköy’de idi. Kartal Maltepesindeki evimizden mektebe tren, vapur ve tramvayla tam 2.5 saatte gidiyordum. Dönüşü de hesaba katınca günde beş saatim yollarda geçiyordu. Kendi tarih çalışmalarıma yeteri kadar zaman ayıramadığım için sıkılıyordum.
Sabahleyin 6.5’ta kalkan trene yetişmek için bir saat önce kalkıyordum. O zaman Maltepe’de asfalt yol ve sokak feneri bulunmadığı için kış günleri zifiri karanlıkta sokağa çıkmak ve batmadan istasyonu bulmak hayli cambazlığa bağlıydı. Köşkümüz de eski ve ahşap olduğu için gayet havadardır. Odalarında bazen esrarengiz rüzgarlar eserdi. Allah selamet versin, Yusuf Ziya Ortaç bir gün kendine has edasıyla:
“Azizim Atsız” dedi. “Seni dinç ve enerjik tutan şey bu zahmetli hayatın, bu konforsuz ve uzak evde oturuşun, bu düşmanlarla çevrili yaşayışındır. Şişlide bir kaloriferli apartmanda oturup ayda bin lira (Ortaç o zamanın bin lirasını söylüyordu) kazanç sağlasan sen de eyyam adamı olur, enerjini kaybedersin”.
Yazılarından ziyade konuşmasıyla bir mizah dehası olan Yusuf Ziya Ortaç doğru düşünmüyordu. Çünkü o, konforsuzluğun, yazı yazmak isteyenlere ne kadar zaman kaybettirdiğini bilmiyordu. Onun bu fikrinde isabet olsa, Halk Partisi bana lüks bir apartman tahsis edip “Hidemat-ı gayrı vataniyye” tertibinden on bin, hatta yüz bin lira maaş bağlamaz mıydı?
Benim Türk tarihi üzerinde hiçbir karşılık beklemeden çalıştığımı gören Üstad Mükrimin Halil de, daha iyi şartlar içinde daha verimli çalışacağımı düşünmüş olmalı ki resmî liseye naklim için Hasan Âli’ye başvurup aynı nakaratı dinledikten sonra Cumhur Başkanına mektup yazmamı tavsiye etmişti.
İsmet Paşanın Türkçülüğe düşman olduğunu henüz anlamış değildim amma kendisinden fazla bir şey ummanın yersiz olacağı hakkında yavaş yavaş kanaate varıyordum. Üstad Mükrimin’e sordum:
“Bu mektuptan bir fayda sağlanacağını umar mısınız?é
Üstad Anadolucu idi. İsmet Paşa da Anadolulu olduğu için onun bir “yahşi kişi” olduğuna inanıyordu.
“Mektubun tesir yapar. Uğradığın haksızlığı düzeltir” diye cevap verdi.
Bunun üzerine 12 Ekim 1941 Pazar günü İsmet Paşaya uzun bir mektup yazdım. Şöyle başlıyordu:
Reisicumhur Hazretleri,
9 yıldan beri şahsıma karşı yapılmakta olan haksızlığı, kanunî yollarla ve istidalarla düzeltemediğim için, son çare olmak üzere zatı devletlerine başvurmak mecburiyetinde kaldım.
Bundan sonra tafsilatı ile maceramı anlatıyor, lise mezunları lise öğretmeni yapıldığı bir zamanda benden istifade etmemenin acaipliğini belirtiyor ve Devlet Başkanına şahsi bir mesele için müracaatın isabetsizliğini takdir etmekle beraber bütün kanunî kapılar kapandığı için çaresiz olarak bu yolu ihtiyar ettiğimi bildiriyordum. Artık vahimelerin kabusu altında yaşamak istemediğimi ve İsmet Paşa hakka inanmış olduğu için uğradığım zararın telafisini beklediğimi derin saygılarımla ilave ediyordum.
Bu mektubu mahsus eski harflerle yazmıştım. Kendimi övmek gibi olmasın ama eski harflerle yazım çok okunaklıdır, insan kör de olsa okur, sağır da olsa... Eski harflerle yetişen nesiller ne de olsa yeni yazıyı biraz güçlükle okudukları için, kolaylık olsun, İsmet Paşa boşuna yorulmasın diye mektubumu eski harflerle yazmıştım.
Birkaç gün sonra, 28/10/1941 tarihiyle Riyaseticumhur Umumi Katipliğinden bir mektup aldım. Aynen şöyle idi:
12-X-1941 tarihli yazınız türk harfleriyle yazılmamış olduğundan Reisicümhura arzedilmediği bildirilir.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Umumi Kâtip​
K. Gedelgeç​
İyi ama a gözümüm nuru, siz daha yeni harfleri doğru dürüst yazmasını öğrenememişsiniz. Her zaman ve her yerde “Türk” şeklinde büyük harfle yazılması gereken milletimizin adını “türk” şeklinde küçük harfle yazıyordunuz. Sonra “Reisicümhur” değil, “Reisicumhur” idi. Onu büyük harfle yazmayı ihmal buyurmuyordunuz. Bir de şu 12 yıllık harfler Türk harfi oluyordu da 1000 yıllık öteki harfler neden gayr-ı Türk sayılıyordu. O Arapça, bu Latindi. Aslını araştırınca da ikisi tek kökten çıkıyordu. Latin harfleri de, Arap harfleri de aynı bir Fenike alfabesinden çıkmıştı. Bu mektubu alınca ben de çileden çıkıyordum. Fakat bilimsel gerçekleri veya mantık icaplarını anlatacak zaman ve mekanda değildim. Birkaç günlük bir tereddütten sonra 10 Kasım 1941 Pazartesi günü aynı mektubun yazı makinesiyle yazılmış örneğini yeniden gönderdim ve eski harflerle yazmamın, Cumhur Başkanını yormamak için olduğunu belirttim.
Cevap bu sefer çabuk geldi. 14/11/1941 tarihli cevap aynen şöyleydi:
10-11-1941 tarihli mektubunuz karşılığıdır.
Arîzanızın Reisicümhurun Yüksek Huzurlarına sunulduğunu bildiririm. Saygılarımla.
Umumi Kâtip​
K. Gedelgeç​
İş değişmişti. Umumi Katip bu sefer bana saygılarını sunuyordu. Fakat Milli Şefe olan saygı da olağanüstü bir hal alıyordu. O kadar ki “Reisicumhurun yüksek huzurları” derken “Yüksek” ve “Huzur” kelimeleri bile büyük harfle yazılmıştı.
Artık benim için beklemekten başka iş kalmamıştı. Tabiî bundan hiçbir müsbet sonuç çıkmadığını söylemeğe lüzum yok. İsmet Paşa, lütfedip de benim durumum hakkında Maarif Vekili Hasan Âli ile görüştü mü bilmiyorum. Görüştüyse herhalde Hasan Âli beni birçok övmüş ve resmî liseye ehliyetim olmadığını isbat etmiştir.
Ben o zaman Hasan Âli’nin Milli Şefin gözdesi olduğunu ve Milli Şefin sayın annesine aşir okuduğunu bilmiyor, durumum normale dönebilir diye düşünüyordum.
Evliya Çelebi gibi her günkü seyahatlerim devam ediyor, çok defa koca bir vagonda tek başıma sabah seferleri yapıyordum. Bu seferlerin garip ve acıklı manzaraları da oluyordu.
O zaman Türkiye kısmî seferberlik yapmıştı ya, her yerden yığın yığın asker geliyor, birliklere, bilhassa Trakya sınırına sevkolunuyordu. Trakya’da bazı subaylardan işittiğime göre 700.000 kişilik bir ordu bekliyordu. Silah ve malzeme bakımından çok yüksekti. O zaman Doçent olup Boğaziçi Lisesinde de hocalık eden Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri, yedek subay olarak askerî hizmete çağrılmış, kıt’asında bir müddet kalarak liseye döndüğü zaman “Kuvvei maneviyesi bozuk olanlar birkaç gün Trakya ordusunda bulunmalıdır” demişti.
Fakat morali bu kadar yüksek olan bu orduda nakliye deve kolları bulunuyordu.
Bir kış sabahı, tren bizi Haydarpaşa’ya indirdiği zaman unutamıyacağım manzaralardan biriyle karşılaştım. Garın deniz tarafındaki merdivenleri girişiyle tren yollarına açılan kapıları arasındaki o koca salon o koca boşluk yok mu, Türk askerletiyle doluydu. Fakat bunların hepsi soğuk mermerlerin üzerinde yatıyorlar, uyuyorlardı. Üstlerinde askerî kaputlarından başka bir şey yoktu. Kim bilir ne kadar yorgundular ki bu alaca karanlığın ayazında bu çivi kesen taşların üzerine serilmişlerdi.
Müthiş bir teessüre kapıldım ve sevkiyat amirine de, bunu planlayan kurmaya da lanet ettim. Savaşta değildik. Bu telaş ve hesapsızlık nereden doğuyordu?
Yavaş yavaş Millî Şef hakkındaki görüşlerim değişiyordu. Köy Enstitüleri komünşst yuvası haline geliyor, sicilli komünistlere devlet hizmeti veriliyor, hükümet resmen yaptığı taahhüdü pek kısa zamanda bozuyordu.
Hani o halkla temaslar, acayip sorular ne netice vermişti? Sefalet gözle görülür şekilde artıyordu. Yalnız benim oturduğum Feyzullah caddesinde üç kişi veremden ölmüştü. Buna karşılık İstanbul’un lüks yerlerinde Cumhuriyet Palaslar, İnkılap Palaslar yükselip duruyordu. Fakat en mühimi ve en müthişi memlekette komünizmin alıp yürümesi idi. Bunlar günden güne azıtıyorlar, küstahlaşıyorlardı. Hele Alman çekilişi başladıktan sonra edepsizleri iyice artmıştı.
Evliya Çelebi gibi seyahatleri ve başka işler arasında bunu düşünüyordum. Millî Şef bu memlekette her şeye karışıyordu. Onun rızası olmadan hiçbir şey yapılamazdı. O halde yayılan komünizm de onun izni ve müsaadesi ile mi oluyordu? Onun izni ile oluyorsa bunun sebebi neydi? Millî Şef bir taktik mi yapıyordu?
O zaman merhum Yusuf Akçura ile yaptığım bir konuşmayı hatırlıyordum: Bir zamanlar Tarih Kurumunun başkanı idi. Ben de Tarih Kurumuna çatmıştım ya, benimle görüşmek istemiş, kalkıp Erenköy’deki evine gittimdi.
Tok sözlü bir adamdı. “Azizim Atsız Bey, bize ne diye hücum edip duruyorsun? Bizim gibi fukara-yı sabirinden istediğin nedir?” diye söze başlamış ve beni Reşit Galib’in ölümüne sebep olmakla suçlandırmıştı. Konuşmamızın enteresan tarafı şuydu ki Yusuf Akçura, Atatürk’e sonsuz derecede güveniyordu. “Ona bir şey olacak diye ödüm kopuyor” demişti. Bu arada söz, günün Başbakanı İsmet Paşaya gelmiş ve Yusuf Akçura benim bir sorum üzerine şu cevabı vermişti:
“İsmet Paşa birtakım hedeflere varmak için Ruslarla sıkı fıkı dost olmakta ve onlara bağrını açmakta mahzur görmüyor. Kendi kapasitesinin bu büyük manevrayı çevirmeğe elverişli olduğunu sanıyor. Fakat aldanıyor. İsmet Paşa Rusya’yı kendi maksatlarına alet edecek kadar kabiliyetli değildir. Aksi bir netice hasıl olmasından endişe ediyorum”
Bunu hatırlayınca İsmet Paşanın taktiğinin ne olabileceğini düşünüyordum. Rusların bize düşman olduğu muhakkaktı. Polonya’nın yarısını aldıktan sonra, Baltık devletlerini ekledikten, Rumenlerden Basarabya’yı kopardıktan sonra bize taarruz için Kafkasya’ya yığınak yapmışlar, fakat onlar bize saldırmadan Almanlar kendilerine yüklendiği için bu son düşüncelerini tatbik edememişlerdi. Bu şartlar içinde memlekette Moskof dostu, Moskof dostu değil de Moskof’un kendisi olan komünistleri yok etmek gerekmez miydi? Yoksa Millî Şef, Moskoflardan çekiniyordu da, yarın bir Moskof zaferi gerçekleşirse, onları yatıştırmak için Rus dostu bir hükümet kurarak memleketi veya kendi sandalyesini kurtarmak üzere zemin mi hazırlıyordu?
Kabinedeki bazı bakanlardan ve kabine dışındaki bazı Halk Partililerden şüphe etmek için ciddi sebepler vardı. Yoksa bunların hiçbiri değildi de bu Rus dostları veya gizli Moskof ajanları Millî Şefi kafese mi koymuşlardı?
Nitekim Roosevelt de adamakıllı kafese girmişti. Başkan Yardımcısı Wallace’ın buz gibi komünist olduğu, birçok devlet sırlarının Ruslara satıldığı sonradan ortaya çıkmıştı.
Bizim pek devlet sırrımız yoktu amma Millî Şefin etrafındakilerden bazılarının Rus ajanı olması muhtemeldi.
Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz.
İsmet Paşa, Moskofçu olduğu gün gibi aşikar olan Sabahattin Ali’yi, Konservatuarı ziyaret ettiği zaman iltifatlara boğuyordu. Bunlar hep hikmet-i hükümet mi idi?
Millî Şef hakkında şöyle bir nükte söyleniyordu:
İsmet Paşanın karnında sekiz tilki dolaşır, hiçbirinin kuyruğu ötekine değmez.
Yani onun çok kurnaz olduğu, başkalarının başaramayacağı işleri bu kurnazlığı sayesinde başardığı ima olunuyordu. Fakat olayların gidişi öyle değildi. Tilkilerin kuyruğu birbirine değiyor, hatta birbirinin gözünü kapatıyordu.
Bunların arasında kimsenin hoşuna gitmiyen, göze batan nesneler vardı. Bunlardan biri meşhur beyaz trendi. Millet iyice doymazken, bu yüzden memlekette verem almış yürümüşken bu gösterişli ve masraflı trenle sık sık seyahat etmenin sırası mı idi? Hele milletin menfuru olan ve haklarında söylenen menkıbeler ayyuka çıkan yanşakları yanına almanın manası var mıydı?
İkincisi de Savaroba yatı idi. Ordusunun nakliye işleri deve kollarıyla yapılan bir devletin başkanı bu kadar lüks bir gemide gezmeli mi idi? Belki biraz mübalağalı bir benzetme olacak amma yoksul kralı olan ibbissuud’un, başka iş yokmuş gibi karılarına saray yaptırması ile Millî Şefin Savarona da gezmesi aynı cinsten hadiseler değil miydi?
Bunlar milletin maneviyatını ve ahlakını bozuyordu. Herkes “Millî Şef yalnız kendi keyfine bakıyor” diye düşünüyordu. Böyle düşünen milletler, şeflerine güvenmeyen milletler iyi savaşmaz. Türkler yine silah darlığı ve maneviyat bolluğu ile çarpışmağa mecburken onun maneviyatını bozacak hareketler yapmak bir Cumhur Başkanına yakışmazdı.
Hem de beyaz tren ve Savarona yatı ne demekti? Sayın İnönü’nün kırkıncı göbek babası da böyle lüks içinde mi yaşamıştı? Kırkıncı göbeği şöyle bir yana bırakalım da babasını ve dedesini düşünelim. Onların hayatından birdenbire Savaronaya çıkmak tekamül kanunlarını hiçe saymak olmuyor muydu?
Aslı var mı, yok mu bilmiyorum amma Savarona ile Millî Şefin akrabalarının da eğlence gezintileri yaptığı hakkındaki söylentiler büyük öfke gösterileri arasında her yerde açıkça söyleniyordu.
İsmet Paşanın kardeşlerinden “Millî birader” vaya hafif kamburluğundan kinaye olarak “Millî kambur” diye bahsolunuyor, oğullarına şefzade deniliyordu. Tenkitler başlayınca tabiî makul bir sınırda kalmıyor, çok acı bir şekil alıyordu. İsmet Paşa hakkında türlü türlü fıkralar anlatılıyor, hicivli mırsalar, beyitler söyleniyordu. Bunlar hoş şeyler değildi. Bir devletin başında bulunan adamın millet tarafından bu kadar hor görülmesi hayra alamet sayılmazdı.
Daha mühim bir nokta da depremle yıkılan Erzincan’ın yeniden yapılanması sırasında oraya ilk iş olarak koca bir İnönü heykeli dikilmesiydi. İşte bu kadarı milletin ıztırabı ile alay gibi bir şeydi. O heykele verilen para ile kaç kişinin hayatı ve sağlığı kurtarılabilirken bunun ihmal edilerek yerine heykel yapılması korkunç bir şeydi.
Yalnız bu kadar mı? Dahası var: İkinci Cihan Savaşında hava hücumlarının çok tesirli bir hal alması üzerine bizde de sığınaklar yapılması işine girişildiği malumdur. Bizim Maltepe’de bir adam bir gün sokaklarda bağırarak herkesin bahçesine bir sığınak kazdırması gerektiğini bildirdi. Belediyenin bağırttığı bu adam sığınak kazmayanlardan para cezası alınacağını bildirdi.
Tabiî be sığınak kazan oldu, ne de ceza alan... Betonsuz ve demirsiz sığınak mı yapılır ? İsmet Paşa askerliğin alfabesini de unutmuştu. Böyle olacağına: “Belediye kolaylık olsun diye herkesin kendisine bir mezar kazması” gerektiğini bildirse daha akıllıca olmaz mıydı?
Biz, yani millet, böyle hava hücumlarına karşı tedbirsiz, ihmal içinde yaşarken İsmet Paşanın Çankaya’da kendisine üç odalı ve her türlü konforu haiz mükemmel bir sığınak hazırlattığı sonradan Demokratların iktidara gelmesiyle ortaya çıktı.
Aferin sana İsmet! Tam millet babası imişsin... Tam Millî Şef imişsin... Seninkisi tatlı can idi de bizimkisi patlıcan mı idi? Biz hepimiz öldükten sonra sen hangi milletin başkanı olacaktın? Yoksa :
Ölen ölür, kalan sağlar yetişir.
Diye mi düşünüyordun? Demek ki millî damat beyin “milletin tek ümidi”, “75 yaşındaki genç” diye ilan ettiği adam sendin. Bu mu idi senin tedbirlerin?
Görülüyor ki Millî Şefin davranışlarında çok büyük yanlışlıklar var. Kul yanlışsız olmaz, doğru. O halde bu yanlışı kulları milletin biricik ümidi diye göstermek neden? Artık kemale erdi, bundan sonra yanlış yapmaz mı dersiniz?
İnanmam... O henüz çok genç... Gençler ise yanlış yapmak için yaratılmışlardır...
***

Burada “İsmet İnönü” hakkında bir eleştirme yapmak isterim. Bu eleştirimde duygunun yeri bulunmayacak, salt bilimsel olacaktır. Kendisi askerdir. Ciddi bir meslek olan askerlik insanda ciddi bir karakter yaratır. İsmet Paşanın da böyle olması icap eder. O halde sık sık gazetelerde gördüğümüz o gülüşler, o kahkahalar nedir?
Tarih bizi ciddi bir millet olarak tanır. Hele Türk devlet başkanlarının ciddiyeti darbımesel hükmüne geçmiştir. Kağanlar, hakanlar, sultanlar, padişahlar hep ciddi adamlardı. Atatürk de ciddi adamdı. Celal Bayar da ciddi adamdı.
Şüphesiz bunu gülmeği unutmuş insan anlamında kullanmıyorum. Fakat olur olmaz yerde lüzumundan fazla gülmeği İsmet Paşaya yakıştırmıyorum. Yaratılışı böyle olsa bile on iki yıl Türk devletine başkanlık ettiğini düşünerek kendini frenlemelidir.
Gülmek veya ciddi durmak hususunda başka milletleri örnek almayı asla doğru bulmuyorum. Millî karakterler yüzlerce yılın mahsulüdür. Gürültücü Yunan, Arap, İtalyan ve İspanyol karakteri ile sessiz ve teessürünü belli etmeyen Türk karakteri birbirinin tam zıddıdır. Amerikalılar ise neşede pek aşırıdırlar. Ben, Beyoğlunda o daima kalabalık İstiklal caddesinde havaya leblebi atarak bunu ağzıyla yakalayan Amerikan askerini bizzat gördüm. Sarhoş falan değildi; Amerikalıydı...
Şimdi aynı hareketin bir Türk askerî tarafından yapıldığını düşünün: Ne kadar çirkin değil mi? Çirkin kelimesi bile bu davranış karşısında çok güzel kalır.
Amerikan cumhurbaşkanlarının da, bizim ölçülerimize göre ciddi olmayan bazı hareketlerinin resimlerini gazetelerde hep beraber görmüşüzdür. Roosevelt’in balık tutarken ve sırıtırken çıkan fotoğraflarını nefretle seyrederdim. Alkolik bir ihtiyar olmasına rağmen Churchill bile daha ciddi ve temkinlidir.
O halde İsmet Paşa neden bu kadar çok gülüyor? Zannımca politika icabı... Muarızlarına karşı kendisini neşeli göstermek ve halka şirin görünmek için... Bu, samimi bir hareket değildir. Halk Partisi diktatörlüğü çağında, dalkavuk gazetecilerin “İnönü’nün sevimli tebessümü” dedikleri o hal hiç de sevimli değildir ve Paşa, hele fazlaca güldüğü zaman çok çirkin olmaktadır.
Galiba 1943’te, o zaman Ankara Konservatuarı müdürü olan Orhan Şaik Gökyay’a “Sana yakışmıyor, beni seversen bıyıklarını kes” diye ısrar etmiş, Orhan Şaik de Paşayı fevkalade sevdiğinden hatırını kırmamak için bıyıklarını tıraş etmişti. Ben de Paşadan şimdi rica ediyorum: “Kendisine hiç yakışmıyor. Beni bir parça olsun seviyorsa gülmesin”...
Böylelikle belki Kasım Gülek de hizaya gelir. Malum ya, genel sekreter, Paşadan geri kalmıyacağım diye daha fazla gülüyor, üstelik çarık giymek, eşeğe binmek gibi esprilerle halk efendimizi kendisine bağlamağa çalışıyor ki hiç doğru değildir. Milleti güldürerek iktidara gelmek prensibi kabul olununca Muammer Karaca bin tane Kasım Güleği siler, süpürür.
İsmet Paşanın kendi zamanında bol bol mevcut kusurları bugün diline dolamasını da doğru bulmuyorum. Tenkitlerini başka yönden yapsa ve bugünü tenkitten ziyade millete vaatler yaparak iktidara gelmeğe çalışsa daha fazla başarı sağlar. Düşünce mi bir örnekle açıklamak isterim:
İsmet Paşa zamanında basın hürriyeti olmadığı gibi grev hakkı da yoktu. Fazla olarak Ereğli kömür ocaklarında mecburi çalışma angaryası vardı. Bir adamı, kendi isteğine aykırı olarak kömür ocağında çalıştırmak ağır bir istibdat, hatta bir zulümdür ki eşine ancak komünist memleketlerde rastlanır. İsmet Paşa burada : “Mecburduk. Devlet hayatını devam ettirebilmek, fabrikalarımızı ve gemilerimizi işletebilmek için başka çaremiz yoktu” diye kendini savunacak. Savunacak ama hak kazanamıyacak. Çünkü şimdiki idare, angarya mecburiyeti koymadan istediği kadar işçi bulabiliyor ve kömür istihsali de daima artıyor. Şimdi: Böyle bir angaryayı kurmuş ve yürütmüş olan İsmet Paşanın işçilere grev hakkı istemesi doğru mudur, değil midir? Bence değildir. Herhalde İsmet Paşa da bunu, partisinin baskısı ile ve unutarak istiyordur. Bundan başka kendisi gibi 14 yıl Başbakanlık, 12 yıl da Cumhurbaşkanlığı yapmış tecrübeli bir siyaset adamının grevlerden doğacak korkunç sonuçları hesaplayamaması şaşılacak iştir.
Grev... Milletin kültür bakımından en geri tabakasına bu hakkı tanı da memura tanıma... Neden? Memur grev yaptığı zaman sadece işine gitmez. İşçi ise işyerini tahribe başlar. Memurun en aşağısı orta okuldan çıkmadır. İşçinin ise en yükseği orta okulu bitirmiştir.
Grevlerin nasıl komünist tahrikatına alet edildiği dünyadaki emsaliyle sabittir. Milletlerin iktisadi hayatında açtığı gedik ise malum. Bizim gibi disipline alışmış bir milletin ahlakında açacağı yaralar da cabası... O halde, bütün bu mahzurlar seçimde beş atı yüz bin fazla oy kazanmak için mi göze alınıyor! Ben bunu Paşaya yakıştıramıyorum. Paşa bu grev felaketini iltizam edeceği yerde “Subaylar ve assubaylar mebus seçiminde oy vermelidir” dese hem partisi hesabına başarılı, hem de millet hesabına tehlikesiz bir iş yapmış olurdu. Lütfen, hatırım için bunu da dikkat nazarına almasını kendisinden rica ederim.
Bir de basına karşı fazla teveccühkar olmamasını tavsiye edeceğim. Çünkü hem basın buna layık değildir, hem de vakti ile kendisinin emir kulu olarak kullandığı basını bugün baş tacı etmesi yakışık almaz. Basın denilen şey bir silahtır. Askerin elinde vatan ve namus korur, haydutun elinde cana kıyar, taarruz vasıtası olur. Basın, nihayet beş on kişiden ibaret değil mi? Bu beş on kişinin seciyesinden emin olmadıkça onlara yetki vermek türlü uygunsuzluklara yol açmaz mı?
Emir alınca vicdanını bir yana bırakarak emre göre kalem oynatan, bir savaş kaybedildiği zaman yurdun bir köşesini yabancılara peşkeş çeken, manda tavsiye eden insanlara “dördüncü kuvvet” diye bakmak tehlikeli bir davranıştır.
1950’den sonra İsmet Paşanın fiili politikadan çekilerek makale ve bilhassa hatırat yazmakla yetinmesi çok yerinde olurdu. Fikirlerini ve tenkitlerini derli toplu yazılarla bildirmesi, kendisini bir çok hakaretten korurdu. Harama hile katılarak kazanılan 1946 seçimden sonra artık kendi çağının fiili olarak kapandığını kabul etmeliydi. Halbuki Paşa böyle yapmadığı gibi muarızlarına karşı başladığı propaganda gezisine “Büyük taarruz” adını vermekle de hata işledi. “Büyük taarruz” bizim tarihimizde 26 Ağustos 1922’de Yunanlılara karşı yapılan saldırışın adıdır. Milletin yarısına karşı girişilen fikir mücadelesine bu adı vermekle yani onları Yunana benzetmekle bir fayda mı sağlanır, yoksa milyonlarca insanın kalbi kırılıp düşmanlığı mı kazanılır?
Bunu Paşanın olgunluğuna yakıştıramıyor ve şüpheye düşüyorum. Acaba hayli yaşlı olan Paşada bu yaşlarda çokluk görünen çocukluk belirtileri mi başladı?
İleride söyliyeceklerim mahfuz kalmak şartıyla şimdilik eleştirimlerim bundan ibarettir...
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
KENDİMİ TANITIYORUM
“Tanımalar ve tanışmalar” bölümüne bir de “Tanıtma” paragrafı eklemek elbette fazla sayılmaz. Okuyucular herkesi tanıdıktan sonra beni tanımazlarsa bu iş eksik kalmış olur. Hayatımın bazı tarafları Halk Partisinin merakını çekip bu hususta incelemeler yaptırmış olduğundan ben de yavaş yavaş önemli kişi olduğuma ister istemez inandım. İnsanlar tuhaftır. Hoşlarına giden şeylere çabuk inanırlar. Bir kadına güzel olduğunu söylerseniz, inanmamış gibi görünür ama bunu derhal kabul eder. Alelade bir adam da bilginliğinden bahsetseniz gerçekten kendini bilgin sanır. Kırk gün deli denilen kimse delirdiği gibi, kırk gün dâhi denilen kişi de dâhi veya hâdiye olur. Bereket versin; benim mesleğim adem-i itimad esası üzerine müessestir. Yani görünmemek, inanmamak prensibi üzerine kurulmuştur. Bundan ötürü bana deli veya akıllı falan diyenlere inanmamışımdır.
Şimdi burada da mesleğimin ne olduğu sorulacak ve beni edebiyat öğretmeni sananlar neye, niçin güvensizlik gösterdiğimi anlamıyacaklar. Büyük bir öğünçle şunu arzederim ki asıl mesleğim edebiyat öğretmenliği değildir. Liselerde yıllarca edebide yıllarca edebiyat okuttuğum halde edebiyattan pek fazla anlamam, öyleyse bu işi neden yaptım, değil mi? Tayin ettiler, yaptım. Köy Enstitüsü mezunları o güzelim Türkçeleriyle nasıl ilkokul hocalığı yapıyorlarsa, ben de, hiç şüphesiz onlardan biraz daha ehliyetle edebiyat öğretmenliği görevinde bulundum.
Bir kere şu “edebiyat” kelimesi halk ve aydınlar arasında korkunç bir mana taşımaktadır. “Edebiyat yapıyor” demek “saçma-sapan konuşuyor” demektir. Bugünün edebî eserleri ise saçma-sapanlığı da aşıp okuyanın yüreğine indirecek bir biçim, daha doğrusu biçimsizlik almaktadır. “Yazık oldu Süleyman efendiye” başlıklı pırlantadan başlıyarak “serbest vezin” denilen bolşevik ölçülü ve tabiî söğüşlü, küfürlü şiirlere(!), devrik cümle denilen palikarya ağzıyla yazılmış nesir şaheserlerine (!) kadar sıra sıra dizinlenen sanat harikaları, estetik seviyenin deniz seviyesinden kaç kilometre aşağıda olduğunu göstermektedir.
Hele geçen yıl Cumhuriyet gazetesinin roman yarışmasında birinciliği kazanıp aynı gazetede tefrika olunan “Yılanların öcü” adlı bir şaheser vardı ki edebiyat hakkında fikri olmıyanlara vereceği ders bakımından cidden bulunmaz bir nesne, belki de “Acaib-i Seb’a Alem”in sekizincisi idi.
Bu romanı birinci olarak seçen “BÜYÜK JÜRİ” arasında sayın Halide Edibin de bulunması çok garibime gitmişti. Ağıza alınmayan kelimelerin sık sık geçtiği bu romanı acaba sonuna kadar okumuş mu idi? Okudu ise...Pes... Başka sözüm yok...
Evet,edebiyattan bahsediyorduk ve bu işten anlamadığımı söylüyordum. Bu sözlerim alçak gönüllüğe verilmesin. Çünkü ben üstad Ali Nihat Tarlan gibi bir gazelin her beyitinde dört beş edebî sanat bulamıyorum. Yunus Emre’nin:
Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir,
Varıp onun üstüne evler yapasım gelir.
Beyitindeki inceliklere nüfuz edemiyorum, “göllerde kamış olmak” bana hiç de ciddi gelmiyor. Başka aşkları kadın aşkı gibi görmeği havlasam almıyor... Hele:
Yok iken Âdem’le Hava âlemde
Hak ile hak idik sırr-ı mübhemde.
Bir gecelik mihman kaldık Meryem’de,
Hazreti İsa’nın öz babasıyız.
Dörtlüğünü doktor İzzettin Şadan’ın yetkisi içinde buluyorum. Bu sebeple ve bunun gibi birçok sebeplerle edebiyatın kökü marazidir sanıyorum. Edebiyat dâhîlerinden büyük kısmının anormal ve hatta deli oluşu bu işin marazi olduğunu biraz, hatta birçok göstermiyor mu dersiniz?
Edebiyat ve onun yaygın şekli olan roman ciddi bir şey olsaydı bütün kadınlar roman okur muydu? O halde bunca edebiyat tarihi uzmanları boşuna mı uğraşıyor diyeceksiniz. Hayır, boşuna değil. Akıl hastalıklarının tarihiyle uğraşanlar olduğu gibi edebiyat tarihiyle uğraşanlar olduğu gibi edebiyat tarihiyle uğraşanlar da insan topluluğunun bir yönünü aydınlatıyor demektir.
Edebiyatı bu kadar kınadığıma bakmayın. Bir zamanlar ben de kendimi edebiyat öğretmenlerinin birincisi sanıyordum. Fakat bir gün bir kadın öğretmenin, beni kendisine sormadan, en iyi edebiyat öğretmeni olduğunu söylemesi inancımı sarstı. Sözle tartışmadan hoşlanmadığım için itiraz etmedim. Koca edebiyat öğretmeni yalan söyliyecek değil ya... Şu halde birinci oydu. Ben ikinciliğe düşüyorum. Kendimi bu ikinciliğe alıştırmağa çalışırken Türkoloji asistanı Muharrem Ergin’in verdiği bir haber, işleri allak bullak etti. Muharrem, merdivenlerden düşerek hastahaneye kaldıran ve can acısıyla kendisini ölümün eşiğinde sanan bir erkek öğretmenin “Dünya en büyük edebiyat öğretmenini kaybediyor” dediğini hikaye etmişti. O da yalan söylemiyeceğine göre ben üçüncülüğe düşmüş oluyordum. Beşiktaş futbol takımı gibi her yıl bir derece düşe düşe ikinci kümenin yolunu tutmaktansa İzzet ü ikbal ile edebiyat kapısından çekilmeğe karar verdim ve ilahî bir mevhibe olan asıl mesleğime döndüm.
Edebiyat öğretmeni olmadığıma göre şu asıl mesleğim ne olduğu da şüphesiz sorulacak. Onu da söyliyeyim: Asıl mesleğim “millî şuur stratejisi ve ta’biyesi”dir assubaydan ve köy öğretmeninden başlayarak devlet adamlarına kadar her isteyene ihtisasım içinde olan bu bilgileri öğretirim. Fakat gariptir ki fahrî olarak ders verdiğim halde şimdiye kadar kimse ders almak için başvurmadı.
Eski sadrazamlardan Koca Ragıp Paşa; benden bir tek ders bile almadığı halde millî şuurun ana prensiplerinden bazılarını sezmişti. Onun siyaseti “Moskof’un yaptığının ve dilediğinin aksini yapmaktı.” Bugün Moskof’un yanına birkaç isim daha ekleyebiliriz. Hangi isimler olduğunu artık bu konunun dersini verirken açıklarım.
Bu temek ihtisasımın yanında bir de ek ihtisasım vardır ki o da “Asonoloji”dir. Yeni bir bilim adı olan asnolojinin konusu yalnız ve ancak Asnus Magmus olduğu halde yine de oldukça dallı budaklı bir marifet şubesidir. Fakat uzmanları henüz pek azdır.
Asnolojinin ordinaryüs profesörü genç tarihçi “Yılmaz Öztuna”dır. Tarih, hele soy kütüğü bilgisi üzerine derin ihtisası ve üstad Mükremin Halil gibi korkunç bir hafızası olan Yılmaz Öztuna, Asnus Magnus hakkındaki emsalsiz eseri dolayısıyla bu kürsünün ordinaryüs profesörlüğüne yükselmiştir. Eserinin ilk basımı tükenmiş olup her taraftan yapılagelmekte olan istekler ikinci basımını da zarurî kılmaktadır.
Ben bu ilmin ancak profesörlüğüne yükselebilirdim. Konuya ait eserlerim iki kıt’adan ibarettir ve Yılmaz Öztuna’nın derin incelemeleri yanında cidden sönük kalmaktadır.
Kürsünün bir de doçenti vardır. Bu doçentin üstad Mükremin Halil olduğunu öğrendiğiniz zaman herhalde şaşıracaksınız. Evet, maalesef öyle... Üstad en yaşlımız, bu ilmin en eski müntesibi ve hatta kurucusu olduğu halde sırf eser vermemesi ve ilmini satırdan satıra geçirmemesi yüzünden doçentlikte kalmıştır. Bununla beraber asnoloji kongrelerindeki tebliğleri daima büyük ilgi ile karşılanmaktadır.
Kürsünün bir de asistanı vardır. Bu asistan bir hanımdır. Konudaki ihtisasının azlığı ve tevazuunun çokluğu dolayısıyla adını vermiyeceğim.
İşte iki ihtisasımı belirttikten sonra artık kendimden bahsedebilirim. Fakat nereden anlatmağa başlasam diye düşünüyorum. Üstad Köprülüzadenin “Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar” adlı eserindeki metoda uysam, dedelerimin hikayesiyle işe girmem icap eder. Çünkü üstad, 12’nci yüzyıl sonunda yaşamış olan Ahmet Yesevî ve 13’üncü yüzyılsonunda yaşayan Yunus Emre’den bahsetmek için söze Göktürklerden başlamış. Hatta Karlukların kaç boy olduğunu bile incelemiştir. Fakat ben bu kadar geriye gitmiyerek 1923’ten başlayacağım:
Cumhuriyet ilan olunduğu zaman Askerî Tıbbiyenin ikinci sınıfında öğrenci idi. Apolet numaram 82 idi.
Doktorluğa karşı hiçbir isteğim olmadığı halde sırf asker olmak için Tıbbiyeli olmuştum. O sırada İstanbul’da Harp Okulu yoktu. Beklemeğe de bende takat yoktu. 41 kişilik sınıfın 19’uncusu olarak girmiştim. Askerî Tıbbiyede herkesin bir derecesi bulunur, bu dereceler yılda iki defa yapılan sınavlarla elde edilirdi. Sınıfın birincisi aynı zamanda sınıf çavuşu olurdu.
Tıbbiye, İsmet Paşanın çok sevdiği ve çok kullandığı kelime ile “feyizli” bir ocaktı. Bu ocaktan her şey; şair, politikacı, iş adamı, ihtilalci, hatta bazen doktor bile çıkardı.
Askerî Tıbbiyenin yeniçeri ocağının devamı olduğu söylenirdi. Zorbalık ve kabadayılık bakımından pek de yalan değildi. İstanbul işgal altındaydı. Ayrıca Tıbbiyenin bir kısmında da İngiliz askerler yatıp kalkıyordu. Böyle olduğu halde bu İngilizler bile bizden korkardı.
Tıbbiye şimdiki gibi Haydarpaşa Lisesinin binasında isi. Bu büyük şatonun yarısı Askerî Tıbbiye idi. Dersleri fakültede sivil öğrencilerle birlikte görür; Askerî Tıbbiyede de yatıp kalkar, yemek yer ve mutalea yapardık.
O zaman Tıbbiye beş yıldı. Üst katta yatakhaneler, orta katta mutelea salonları, alt katta yemekhaneler bulunurdu. Okulun şeması bir dik açı olarak gösterilebilir. Açıyı yapan çizgilerden uzun olanında birinci, ikinci , üçüncü sınıfların yatakhaneleri, muteleahaneleri, yemekhaneleri; kısa olanında da dördüncü, beşinci sınıfların muteleahanelerinin, yahut yatakhanelerinin bulunduğu koridorlara aşağı sınıf öğrencileri giremezdi.
Sade bu kadar mı ya? Aynı koridorda bulunanlardan küçüklere mensup olanlar, büyük sınıfların içine giremezlerdi. Bir birinci sınıf öğrencisi, ikinci sınıftan birisini hatta samimi bir arkadaşını görmek için hadi o sınıfa giremezdi. Her sınıfın iki kapısı vardı. Birinci sınıf talebesi ikinci sınıfın arka kapısında bekler, o sınıftan birisini görünce ondan falanı çağırmasını rica ederdi. Falan gelir de kendisini içeri sokarsa, ancak o zaman üst sınıfa girebilirdi. Fakat büyük sınıf öğrencileri küçük sınıflara her istedikleri zaman girerlerdi. Askerî Tıbbiyenin yasası böyle idi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Aramızda ocaklılık gayreti olağanüstü idi. Bir Tıbbiyeliye yapılan hakaret bütün Tıbbiyelilere yapılmış sayılırdı. Bir defa okul civarındaki bir baraka dükkan yıkılmış, sahibi köteklenmiş, içeride içki içen İngilizler dört ayak olarak kaçmışlardı. Bir defa da Hukuk Fakültesini basmıştık. Cürete bakın ki baskın, zamanın Adalet Bakanı (galiba Mahmut Esat Bozkurt) binadan çıkmak üzere iken yapılmıştı. Hukukta okuyan birçok subay bu baskını önlemeğe çalışmış başaramamışlardı. Hatta hukuk profesörlerinden Mişon Ventura da sert bir şamar yemişti.
Çok kötü huylarımız da vardı: Dışarıda birbirimize ve askerî hekimlere selam verirdik de harp subaylarının binbaşıdan aşağı olanlarına aldırmazdık. Bu yüzden sık sık çatışmalar olur, okulun en üstündeki hapishaneyi boylardık.
Okulun içinde de sınıf kavgaları olurdu. Eskilerden bu döğüşler saldırma ve muştalarla yapılırmış, Okulunun otuz yıllık bir terzisi vardı ki eski heybetli kavgaları, kahramanlarının adını da söyliyerek anlatırdı.
Tıbbîyenin ilk kız talebeleri de bizim sınıfta idiler. Bugünün tanınmış doktorlarından Suat Hanım ve dahiliyeci Müfide Hanım sınıf arkadaşımdır. Erkek arkadaşlarım arasında da Süreyya, Fahri, İhsan, Müslim ve galiba Hilmi ile Rüştü de general olmuşlardır. Yani paşa... Birkaç yıl önce Süreyya ile Fahri’nin paşa olduğunu gazetede okuyunca öğünmek ihtiyacını duyarak zevceme:
“Bak sınıf arkadaşlarım paşa olmuş. Ben de meslekte kalsaydım şimdi paşa olacaktım. Bugüne bugün sen de paşa haremi sayılırdım” demiştim.
Ben kendisinden takdir beklerken “Maaşın kaç” diye sormaz mı? O zaman asli maaşım 40 lira idi. Yani kıdemli üsteğmen maaşı... Bizim generallik suya düşmüştü.
Malatya’da valilik ederek Halk Partisi’ne kan kusturan ve şimdi Darülaceze müdürü Turgut Bababoğlu, şimdi Askerî Tıbbiye müdür yardımcısı olan Albay Osman, merhum doktor Nejat Kulakçı da sınıf arkadaşımdı.
Söz, vefakar arkadaşım Nejat’a gelince ölen öteki arkadaşlarımı da hatırladım. Lütfü, Asım, Nedim, Edip, Veli, Hıfzı, Sadi, Mevlüt ve İsmail Coşkun... Tanrı hepsine rahmet eylesin...
Üstümüzdeki sınıfta tanınmış siyaset ve fikir adamlarından doktor Cezmi Türk ve komünizmden mahkum olan Hasan Ali Ediz vardı.
Daha üstteki sınıfta günümüzün tanınmış çocuk hastalıkları mütehassısı doktor Sezai Bedreddin ile komünist Hikmet Kıvılcım bulunuyordu.
Daha üstteki sınıf yani ben birinci sınıfta iken dördüncü sınıf 18 kişiydi. Bunların arasında Döperas lakaplı bir Nurettin vardı ki İstanbul tramvaylarıyla yarışıp yarım saat, bir saat koşar ve geçerdi.
Son sınıf ise çok kalabalık ve döğüşken bir sınıftı. Fenerbahçenin ve milli takımın ünlü orta hafı doktor İsmet Uluğ bu sınıftandı. Fenerbahçe ve yine millî takımın sağ açığı Sabih de bu sınıftandı. Bir zamanlar birinci sınıf bir takım olan Süleymaniyenin forvetlerinden Kemal Halim de bu sınıftandı. Fakat Sabih ve Kemal Halim doktor olamadı.
Görülüyor ki çeşhurlar arasındaydım. Kır atın yanında duran ya huyundan ya tüyünden kaparmış. Bu atalar sözü çok doğru olacak ki nihayet saye-i cumhuriyette bende meşhur oldum.
Eski Askerî Tıbbiyelilerin hayatı çok romantikti. Birçoğu titiz, hırçın kişiler olan ve bazılarının adından önde bir de “deli” sıfatı gelirken hocalarla da başları dertte idi. Tıbbiyenin en belalısı dersi “teşrih” yani bugünkü adı ile anatomi idi. Bu çetin hayat hafta sonu tatillerinden aşk maceraları ile tatlıya bağlanırdı. Askerî Tıbbiyelilerin aşkı meşhur-ı cihandı. İstanbul’un o zaman cidden nazik ve İstanbullu olan genç kızları da Askerî Tıbbiyelilere karşı teveccühlerini eksik etmezlerdi. Her zaman olduğu gibi o zamanda da bir takım Donna Juanna’lar vardı ama onlar bile ince ve romantiktiler.
Bu aşk maceraları bazen bir facia olurdu. Aramızda sultanlara aşık olanlar bile vardı. Aşk yüzünden deliren ve intihar eden Tıbbiyeliler de çıktı.
Bir genç kıza söz verildi mi, o söz tutulur, her ne pahasına olursa olsun randevuya gidilirdi. Bu sözünde duruş bazen ağıra mal olur, Tıbbiyeli ders gününde “mektepten firar” ettiği için hepse girerdi.
Tramvaylara para vermezdik. Vapurlarda ikinci mevki bileti ile yani 40 paralık biletle birinci mevkide otururduk. O zaman henüz imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir millet olmadığımız için biz imtiyazlı bir şövalye sınıfı teşkil ediyorduk.
Sömestr veya yıl sonu imtihanlarında bütünlemeye kalanlar “kışlabend” olurlar, yani mektepten çıkamazlardı. Bunlar ders zamanında olduğu gibi yalnız Perşembe günü öğleden sonra ve Cuma günü çıkabilirlerdi(o zaman hafta tatili Cuma günü idi). Kışlabend olan talebe bir de ayrıca hapis veya izinsizlik cezası aldı mı artık aylarca hapis sokak yüzü görmezdi. Fakat bu, nazarî olarak böyle idi. Tıbbiyeliler mektepten kaçmanın yolunu bulur, arkadaşları onların yokluğunu belli etmemeğe çalışırdı. Ben, iki üç defa hapishaneden bile kaçtığımı hatırlıyorum. Birinde, benimle beraber hapiste olan arkadaşım İhsan (şimdi generaldir), süngülü nöbetçiyi lafa tutarak bana yardım etmişti.
Hapisten kaçanlar tekrar oraya “ziyaretçi” gibi gelip içeride kalırlar, böylelikle ortalık güllük gülistanlık ve asayiş berkemal olurdu.
Okul talimatına göre hapiste olanlara ekmekle sudan başka bir şey verilmemesi gerekirdi. Fakat mutfak nöbetçisi olan talebeler (her gün birinci ve dördüncü sınıftan birer kişi mutfak nöbetçisi olurdu) hapisteki arkadaşlarına yemeğin en iyisini, hem de bol tarafından çıkarırlardı.
Bir gün sınıf arkadaşım merhum Sadi ile yine hapisteydik. Doktor olduktan sonra kulak – boğaz ihtisası yapıp yarbay iken askerlikten ayrılan “Sadi May” ilk arkadaşlarımdandı. Gözlük taktığı için “Gözlüklü Sadi” derlerdi. Bir zamanlar Elisabeth Hallen adında bir Alman kızına aşık olmuştu. Fakat lise, o zamanki adı ile “sultani” öğrencisi olduğu zamandan beri sevdiği bir Türk kızı vardı ki adı “M” harfiyle başladığı için ondan “Em Majüskül” diye bahsederdi. O kadar yakın arkadaşı olduğum halde ben bile bu kızın adını ancak son zamanlarda ve tesadüfen öğrenebilmiştim. Yatakhanede herhangi bir gecenin herhangi bir saatinde uyansam Sadiyi uyanık bulurdum. Sigarasının ışığından bunu anlardım.
İşte bu Sadi ile hapiste olduğumuz bir akşam yine bol bol yemekler gelmişti, ikimize bir karavana da hoşaf göndermişlerdi. Fakat biz yemekleri bırakmış, hararetli bir tartışmaya dalmıştık. Tartışma konusunu unuttum. Herhalde ya dünyayı, yahut da dünyanın güzellerini paylaşamıyorduk.
Bir aralık Sadi kızdı: “Şu karavanayı başından aşağı geçiririm” dedi. “Geçir de göreyim” diye cevap verdim. Meğer davasında samimi imiş. Başımdan aşağı değil ama koca karavanayı omuzumdan aşağı geçirmez mi?
Mukadderatta hoşafla yıkanmakta varmış. Fena halde kızdım. Ne yaptım biliyor musunuz? Hapisten kaçarak yatakhaneye indim, yıkandıktan sonra rahat yatağımda yatarak, yukarıda hapishanedeki tahtalar üzerinde yatmakta olan Sadi’den intikam aldım ve ertesi sabah erkenden hapse döndüm. İntikam tam alınmış. Çünkü Sadi beni bütün gece merak etmişti.
Gündüz firarları, Tıbbiye subaylarına görünmeden umumiyetle Karacaahmet mezarlığı tarafından yapılırdı. Gece firarları ise dam yolu ile olurdu. Askerî Tıbbiyenin damından Fakülte kısmının damına geçilir, oradan Fakültenin büyük kapısına inilirdi. Bu kapı sabaha kadar açık durduğu için mesele hallolunurdu.
Fakat bir zaman sonra firarları önlemek için bu kapı kapatıldı. O zaman da Askerî Tıbbiyenin nizamiye kapısında nöbet bekliyen askerlerle ahbaplık ederek içeri girilmeğe başlandı. Biz kılık bakımından subaya benzediğimiz için nöbetçiler pek de güçlük çıkarmazlardı. Selimiye kışlasındaki alaylardan gelen bu nöbetçiye nereli olduğu sorulur, o nereliyse içimizden biri de, tesadüf bu ya, oralı çıkar ve kapı açılırdı.
Fakat bir gece bu kapı açılmadı. Dört kişi, Yoğurtçu park seyranından dönmüştük. Biraz önce bahsettiğim Sadi ile Hilmi (galiba şimdi general) sınıf arkadaşımdı. Seyfullah Nutki bizden bir sınıf üstündü.
Seyfullah çok öfkeliydi ve sınıfın meşhur döğüşçülerindendi. Sadi’yi yukarıda anlattım. O da iyi döğüşürdü. Hilmi ise kuvvetli ve cesur kavgalarda ön safta bulunur olmasına rağmen güleç ve şakacıydı. İlk doktor olduğu yıllarda Taksim stadyumunda bir Yunan futbol takımı ile yapılan maçta, Yunan kalecisinin bir hareketine kızarak fırlayıp bir yumrukta onu bayılttığını o zamanki gazeteler yazmıştı.
İşte bu seçme ekip seyrandan dönüp nizamiye kapısına geldiğimiz zaman nöbetçi hiç birimizin hemşehriliğini kabul etmedi. Yeniden dil dökmeğe vakit bulamadan Seyfullah’ın asabileştiğini ve bağırarak nöbetçinin üzerine yürüdüğünü gördük. Yumruğunu kaldırmış, nöbetçi de gerileyerek kapıya çarpmıştı. Tatsız bir hadiseye ramak kalmışken birdenbire kapı açıldı ve nöbetçi subayı Kamil’in yüzü gözüktü. Doktor yüzbaşı Kamil bizim sınıf subayımızdı. Her sınıfın tabip bir yüzbaşısı vardı. Sonra bir de piyade üsteğmeni verildi.
Kapı açılıp da gecenin karanlığı arasında Kamil görününce Hilmi ile ikimiz yüz metreyi on saniyede almak suretiyle koşarak yakayı kurtardıksa da Seyfullah ile Sadi kaçamıyarak yakalandılar.
Asıl senaryo bundan sonra başladı. Okula girmek için anacak bir tek yer vardı. O da teneffüshanenin penceresiydi. Tıbbiyenin denize bakan yüzündeki teneffüshanenin pencereleri demir parmaklıklı idi. Bu parmaklıkların yukarı kısmındaki açıklıktan iç tarafa kaymak suretiyle içeri girmek kabildi. Fakat bu tehlikeli bir işti. Parmaklıkların yukarı uçları süngü gibi sivriydi. Bir defa tek başıma buradan girmiş, girinceye kadar da ecel teri dökmüştüm. Çünkü içeride bir hademe yatıyor ve ben bu işi ona duyurmadan yapmağa mecbur bulunuyordum. Sonbahardı. Kolay girmek için ceketimi de çıkarıp parmaklıktan içeri sokmuş, fakat parmaklıktan aşağı kayarken takılıp kalmıştım. Sabaha kadar orada kalmanın tehlikesi ve sabahleyin o durumda yakalanmak ihtimali heyecanı beni gayrete getirmiş, insan gücü üstünde bir gayretle içeri süzülmüştüm.
Bu sefer hem tecrübeliydim, hem de iki kişiydik amma Hilmi gövdece benden biraz daha kalın olduğundan benim güçbela sığdığım yerden onun nasıl gireceği ciddi bir meseleydi. Bu sefer içeride hademe falan olmadığı için işimiz daha kolaydı. Yine ceketleri çıkardık. Hilmi benim yardımımla kolayca kendini iç taraf sarkıttı. Ben dışardan onu, bacaklarından tutmak suretiyle aşağıya çektim. Canı iyice yandı amma ses etmedi. Sonra ben onun içeriden yaptığı yardımla kendimi iç tarafa aktardım ve tecrübeli de olduğum için kolayca teneffüshaneye girdim.
O zaman Tıbbiyenin uzun ve geniş koridorlarının sonlarında birer gaz lambası yanar ve uzaktan ancak insanların silüeti görünürdü. Hilmi ile duvarların dibine saklanarak yatakhaneye ulaşmağa çabalarken yüzbaşı Kamilin de tıpkı bizim gibi duvarlara sürünerek bizi kovalamağa çıktığını gördük. Yalnız olsa mesele yoktu. Yanına yardımcı olarak bir askerle bir hademe almıştı. Böylelikle bizi kuşatacağını umuyordu. Koridorlarda ve karanlıkta kovalamaca başladı. Hilmi ile birlikte birbirimizi çağırmak üzere birer parola tertip ettik. Düşmanla bazen yakın mesafeye geliyorduk. Yüzler seçilmediği için bunun ehemmiyeti yoktu. İş yakalanmamaktı. Birbirimizi adımızla çağırsak kim olduğumuz anlaşılırdı. Bundan dolayı tehlikeyi, karşı tarafın anlayamayacağı kelimelerle haber vermek zorunda idik. Bir de işler aksi gider de düşman kuvvetleriyle yüz yüze gelirsek, bu düşman yüzbaşı Kamil olmadığı takdirde cepheyi yarmak üzere yumruk kullanmağa da karar vermiştik.
Bazen Hilmi geride kalarak ben ileride keşfe çıkıyordum. Bazen de ben ihtiyatta kalıyordum, o ileriye gidiyordu. Bazen yıldırım gibi koşmalar oluyordu. Bir seferinde ceketini ve kalpağını bana vererek ilerleyen Hilmi’nin koridor köşesinde başını uzattıktan sonra geriye dönerek bir koşusu vardı ki dille anlatmağa imkan yoktur. Onu görünce bende geriye dönerek kaçmağa başlamıştım ama, ben on metrelik yolu koşuncaya kadar o kırk metreden gelip beni geçmiş, inanılmaz bir rekor kırmıştı. Roketleri, füzeleri icat eden Von Braun, Hilmi’nin bu koşuşunu görseydi canlı roket olması için herhalde kendisine teklif yapardı.
Sözün kısası: Okul kapısında nöbetçi ile çatıştığımız zaman vakit gece yarısı idi. Yataklarımıza girdiğimiz zaman ise saat ikiyi geçiyordu. Düşmanı yenmiş, onu savaş meydanını bırakmağa zorlamıştık. Bizim ne halde olduğumuzu anlatmağa lüzum yok...
Ertesi sabah, sabah yoklamasından sonra Yüzbaşı Kamil beni çağırttı. Nizamiye kapısının önünden kaçarken teşhis edebilmiş, fakat Hilmi’yi tanıyamamıştı.
“Yanındaki Rıza mı idi?” diye sordu.
Üstümüzdeki sınıfta üç tane Rıza vardı: Damat Rıza, Sekiz Rıza, İmam Rıza. Damat Rıza ile İmam Rıza tıknaz olmak bakımından Hilmi’yi andırırlardı. Herhalde yüzbaşı bunlardan birini kastediyordu.
“Yanımda kimse yoktu” diye cevap verdim.
Sadi ile Seyfullah ikimizi ele vermedikleri gibi benim de Hilmi’yi ele vermiyeceğim tabî idi. Yüzbaşı Kamil de aynı ocaktan yetişmiş olduğu için benden laf alamıyacağını biliyordu. Yanıma süngülüyü katarak hapishaneye gönderdi.
Sadi henüz uyanmamıştı. Üç ahbap çavuşlar biraz konuştuk. İçimizden biri kurtulmuştu ya, büyük zafer sağlanmış demekti. Biraz sonra bir mucize oldu: Tahliye olduk. Kamil, bizi idareye rapor etmemişti. Bu, belki de şişmanlamağa yüz tutmuş yüzbaşıyı iki saat koşturarak hayli zayıflattığımızın dile gelmemiş mükafatıydı.
Yüzbaşı Kamil’i ilk üç yıl önce Kadıköy vapurunda gördüm. Bizden bir sonraki sınıftan bir doktor hanımla evlenmişti. Kadıköy’de röntgen muayehaneleri vardı. Bir hayli şişmanlamıştı. “Nasılsınız?” diye sormama:
“Tombulluktan başka şikayetim yok. Onu da öldüğüm zaman taşıyacaklar düşünsün” diye cevap vermişti.
***
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Geceleyin mektepten “firar” adeta Tıbbiyeliğin şanındandı. Bunsuz, sanki hayat yürümüyordu. Ya bir sevgili ile buluşmak yahut meşhur bir filme veya piyese gitmek, bazen sırf gezmek için mektepten kaçılırdı.
Herkesin karyolasının ayak ucunda numarasını gösteren bir tabela olduğu için nöbetçi subayları, gecenin herhangi bir saatinde koğuşları teftiş ederler, boş yatakların numaralarını alırlardı. O gece, yataklarında bulunmıyanlar eğer revirde veya izin belgeli değil iseler “firarî” oldukları anlaşılır, hafta sonunda arkadaşları sokağa çıkarken onlar da hapishaneye çıkarlardı.
Kışın okuldan kaçmak daha tehlikesizdi. Sınıf arkadaşlarımızdan “Rüştü” yorgan ve battaniyelerden öyle bebekler yapardı ki gören içinde bir insan yatıyor sanırdı. Kışın başlar da kısmen yorgana sokulduğundan bu iş başarılı olur, baş yerinde konulan siyah bir şey, dışarıda kalmış saç gibi görünürdü. Büyük koğuşta bir tek gaz lambası yanıp loşluk arasında görme azaldığından nöbetçi subayları bu tongaya basarlardı. Fakat bir gece bu bebekleri Rüştü yapmadı. On kişi kadar yakalanarak hafta sonunda kodesi boyladı. Bu arkadaşlar o gece “Çardaş” operetini seyretmeğe gitmişlerdi. Bunlara Çardaşçılar denildi. Aralarında merhum “Nejat Kulakçı” ve şimdiki Darülaceze müdürü Turgut Babaoğlu”da vardı.
Yemekhanelerde onar kişilik masalarımız vardı. Yemekhane ve yatakhane dizisi adlarımızın alfabe sırasına göre idi. O zaman soyadı olmadığı için herkesin adının sonuna babasının adı da getirilir ve resmî işlemlerde öyle çağrılırdı. Benim adım “Nihâl Nail”di. Yanımda “Nejat” ve “Nurullah” vardı. Bu Nurullah da ömür bir arkadaştı. Öyle bir gülüşü vardı ki o gülmeğe başlayınca bütün sınıf kırılırdı. Tıbbiyeden ayrıldıktan sonra kendisini hiç görmedim. Askerlikten çıkıp İzmir’de doktorluk ettiğini işittim.
Nejat sonraki adı ile Nejat Kulakçı ayrı bir alemdi. Derste onun yanında bulunmak hem bir zevk, hem de bir felaketti. İnsanı fena halde güldürürdü. Kendisi de gülmekten katılır, fakat hocanın görmesi ihtimali olunca kendini tutardı. En büyük zevki münakaşa idi. Bir de en büyük ciddiyetle bir şey anlatırken birdenbire bir şaka veya nükte yaparak insanın sinirlerini harap ederdi.
Bir gece, yatakhanenin sessizliği arasında ve epey geç bir saatte futbol ve millî takım meselesini yavaş sesle konuşuyorduk. “Bu böyle olmaz. Millî takımı ben yapayım da gör” dedi ve saymaya başladı:
“Kaleci Nadim. Bekler Kamille Cafer. Sağ haf Nihat, orta haf İsmet, sol haf Fahir. Sağ açık Sabih, sağ iç Alaeddin, merkez muhacim Zeki...
Nihat müstesna, hepsi Fenerbahçeli olan bu oyuncuları saydıktan sonra Nefay durdu. Sol içle sol açığı tayin edemiyordu. Ben de gözlerimi ona dikmiş, merakla takımın tamamlanmasını bekliyordum. Birden Nejat’ın yüzü tuhaflaştı. “Sol iç ben, sol açık sen” diyerek yorganına sarıldı. Yatağına gömüldü. Katılarak gülüyor, fakat yorganın altında olduğu için sesi işitilmiyordu. Arkadaşları uyandırmamak için ben de öyle yaptım.
Benim büyük bir yetki ile futboldan söz edişim de garipsenecek ve burada bir marifetimi daha açıklamak gerekecek: Sınıfımın kalecisi idim ve bugünkü Turgay kadar şöhretim vardı. Bakın şöhret kazanmak ne kadar kolay, şimdi size onu anlatacağım:
“Şu muka’ar kapıyı görüyor mısın? Oraya arş!...
Nejat şaşırmıştı. Bu kadar çalışıp bu kadar bildikten sonra da refüze edilmeğe razı olmadığı belliydi. Bu sebeple yerinden kıpırdamadı. Fakat hoca öfkelenmişti. Yeniden ve daha kuvvetle bağırdı:
“Muka’ar kapıdan dışarıya arş ulan!”
Çare yoktu. Nejat yüz geri etti ve Köse bize doğru haykırdı:
“Gel ulan...”
İhsanla bakıştık. Bende hiç niyet olmadığını görünce ister istemez girmeğe mecbur oldu. Sorular, cevaplar birbirini kovalıyordu. Fakat “çık” der demez çıkmadığı için Nejat bir kere hocayı kızdırmıştı. İhsanın başına da bir iş geleceği belliydi:
“Çık ulan!...”
“Efendim...” diye söze başlayacak oldu. Hoca köpürdü:
“Çık ulan...”
Bunu söylerken oturduğu yerden fırlamıştı. Daha kötüsü, elinde de koca bir oyluk kemiği vardı. Bugünkü yumuşak ve sevimli coplardan şikayet edenler Köse Tevfiğin talebesi olsalardı başka türlü fikir yürütürlerdi.
İhsan bu sert sopayı başına yememek için hızla kapıya doğru gelirken Köse bağırıyordu:
“Başka girecek var mı ulan?”
Askerî Tıbbiyeye girdikten bir müddet sonra ikinci sınıfla bir maçımız oldu. Biz daha birbirini tanımayan , kimin futbol oynadığını bilmeyen, teşkilatsız bir sınıftık. Futboldan anlayan bir iki kişi takımı kurmuşlar ve bu arada, ilk sömestrin sınıf çavuşu olan Süreyya Cemil de (şimdi generaldir) kaleci olmak istemiş. Süreyya, Kadıköy Sultanisinden sınıf arkadaşımdı. Beni tanımakla beraber birinci sınıf bir kaleci olduğumu bilmiyordu. Bilmesi için fırsat çıkmamıştı. Süreyya kaleci olmak isteyince sınıfın en boylusu olan Antakya’da doğup Konya Sultanisinden Tıbbiyeye gelen Salih sormuş:
“İyi ama sen plonjon yapmasını biliyor musun?”
Uzun boylu olan Süreyya, tepesinden bakan Salih’i şöyle bir süzdükten sonra onun, iki kale arasındaki mesafeye yakın olan boyunu düşünerek ve plonjon gibi salt bilimsel bir tabir kullanmasına bakarak çekinmiş, Salih’in birinci sınıf bir kaleci zannederek onun kaleye geçmesine itiraz etmemiş.
Seyrine biraz geç geldiğim bu tarihî maçta Salih’i hakikaten arka arkaya plonjon yaparken gördüm. Fakat galiba gözlerinde mürekkep bir astigmatizm vardı. Çünkü her plonjonu geldiği tarafa değil, gelmediği tarafa yapıyor, ikinci sınıfın her akını gol ile bitiyordu. İkinci sınıf bile bu durumdan müteessir olmuştu. Bizim takımın asları Salih’i çıkararak beni kaleye diktiler. Onlar sonra işler değişti.
Salih, kaleyi bana bırakırken plonjon bilip bilmediğimi sormadı. Soracak hali kalmamıştı. Ben de hiç plonjon yapmadım. Karşı tarafın savurduğu şutlar tesadüfen hep bana geliyor, seyredenler de beni yer tutmasını bilen mükemmel bir kaleci sanıyordu. Tıpkı bazılarının, İsmet Paşayı devlet kalesini başarı ile koruyan bir kaleci sanmaları gibi...
İşte benim topa doğru plonjon yapmama lüzum kalmadan top tesadüfen avucuma düştüğü için böylece meşhur kaleci oldum. Karşı taraftan birisi bizimkilere:
“Aranızda bu çocuk varmış da ne diye işin başında kaleye koymazsınız?” diye bağırıyordu.
Ne tuhaf! Yine İsmet Paşa ile aramızda bir benzerlik oldu:Sayın Paşa “Akis” dergisindeki hatıralarında ilk futbolu binbaşı olduğu zaman oynadığını yazıyor. Acaba ne oynuyordu? Kaleci mi idi? Kaleci idiyse ve kalecilikte ustalığı da devlet idaresindeki gibi idiyse çok gol yemiştir. Yok kaleci değil de bek oynadıysa kendi kalesine gol atmış, haf oynadıysa hep karşı taraf oyuncularına pas vermiştir. Forvet oynayıp da kazara karşı kaleye gol attıysa bunu da hakeme göstermeden hentbol yapmıştır.
Acaba bizim Millî takımın boyuna yenilmesiyle Millî Şefin vaktiyle futbol oynamış olması arasında bir orantı var mı? Kader ve talih meselelerinin bilimsel olarak açıklanması henüz kabil olmamıştır. Amma belki Süleymaniye Genel Kitaplığındaki cifir ve havsa kitapları arasında bunun cevabını verecek satırlar bulunur.
Bu kadar tatvil-i kelam yani Oğuzlar dilince sözü uzatmak yetişeceğinden biz yine cumhuriyetin ilanına dönelim. 29 Ekim akşamı, hatta akşamdan epey geç bir zamanda toplar atılmağa başladığı zaman hiçbir şey anlamamıştık.
Gerçeği ertesi sabah öğrendik. Askerî Tıbbiye allak bullak oldu. Bu da olur mu idi? Askerî Tıbbiyeye sormadan cumhuriyet ilan etmişlerdi. Halbuki biz kendimizi merkez-i alem sanıyorduk. Atatürk’e, o zamanki adı ile Gazi’ye gücenmekte hakkımız vardı. Cumhuriyet ilan ederken Millet Meclisinde meb’us diye oturan 200 şövalyenin fikrini sormamıştı.
Biz “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti”ne alışmıştık. Hatta okul müdürlüğüne dilekçe verirken :
“T.B.M.M.H Tıbbiye Askeriyye Müdürlüğüne”
Diye başlık koyuyorduk. Bu sebeple cumhuriyeti yadırgamıştık. Bu yadırgayışın başka sebepleri de vardı. Refet Paşa, Ankara hükümeti adına İstanbul’a geldiği zaman Darülfünun konferans salonunda benim de dinlediğim konferansta, bir Almanca dergi göstererek şöyle demişti:
“Bu dergide Gazi’nin, benim ve diğer bazı arkadaşların resimlerimiz var. Altında Türk Cumhuriyet Partisinin liderleri diye yazılı. Bu çürük bir fikirdir. Biz cumhuriyetle idare olunmağa tenezzül etmeyiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti şekli en ideal, en üstün idare şeklidir...”
Aşağı yukarı bir yıl önce dinlediğimiz bu sözleri hiçbirimiz unutmamıştık. Fakat heyecan derecelerimiz bir değildi. Sınıf arkadaşım merhum Mevlüt, en sinirli olanlar arasındaydı. Yüzü o kadar gergindi ki:
“Ne oluyorsun?” diye sormağa mecbur oldum. Elini tehditkar bir şekilde sallayarak ve bağırarak:
“Cumhuriyet çürük bir fikirdir” diye cevap verdi.
Bu sözü cumhuriyet rejimine itiraz ettiği için değil, Refet Paşanın sözüyle tezat olduğu için söylüyordu. Belki de o sinirlilik ve öfke arasında beni Refet Paşa sanmıştı. Mevlüdun durumu o kadar samimi idi ki, sanki gerçekten Refet Paşa imişim de bir yıl önce cumhuriyeti tenezzül sayan benmişim gibi sustum ve yanından uzaklaştım.
Mevlüt o günkü sinirliliğine rağmen çok soğukkanlı idi. Vazifesini müdrik ve çalışkan bir arkadaştı. İki üç yıl önce İzmir’de albay iken deli bir işçinin arkadan sıktığı kurşunlarla ölmüştü.
***

İşte Tıbbiyede cumhuriyeti bu şekilde idrak etmiştim. Tıbbiye hayatımın bir kasırga gibi geçmeseydi. Belki rejim meseleleri üzerinde düşünmeğe, tartışmağa fırsat bulacaktım. Fakat bir yandan belaların beni bulması, bir yandan da benim onları davet etmem yüzünden altıncı sömestrin ilk günlerine kadar süren Tıbbiyeliğim sırasında huzur ve rahat yüzü görmedim.
Birkaç defa da hastalandım. Bunlardan biri korkunç bir gripti ki 41 dereceye yakın ateşle kendi hayatımda bir rekor kırmıştım. Ondan sonraki uzun hayatımda bu rekoru hiçbir zaman egale edemedim. Doğrusunu ararsanız içimdeki dağlara göre 41 derecelik ısı hiçbir şey değildi ama doktorlar bunu cehennem ateşi ile eşit tutuyorlardı.
Bir sefer de, yine ateşli ve haftalarca süren bir hastalık geçirdim. Bunun apandisit olduğunu iddia ettim. Beni muayene eden altı doktordan hiçbiri apandisit teşhisi koyamadı. 1951 ve 1952’deki korkunç krizlere de kimse apandisit demedi. Yalnız yaşlı ve pratisyen bir hekim müzmin bir apandisitten şüphelendiğini söyledi. 1953’te fıtık ameliyatı olmak üzere masaya yattığım zaman asıl derdimin çok eski bir apandisit olduğu anlaşıldı. Doktorluk iflas etmiş, benim tıp talebesi olduğum sırada anladığım bu hastalığı ünlü doktorlar ve profesörler teşhis edememişti. Teşhis edemiyen bu doktorlar arasında, son ölümcül hastalığı sırasında Atatürk’ü tedavi edenlerden Abrevaya da vardı. Acaba Atatürk de doktorların hazakati dolayısıyla mı 57 yaşında ölmüştü? Doğrusunu isterseniz doktorluk bir sanattan başka bir şey değildir. Sanat olduğu için de bazı malzemeler yani insanlar, bu sanatkarların zevkine kurban gitmektedir.
Biraz yukarıda, ateşin 41 dereceye yaklaştığını anlatırken, ondan sonraki “uzun hayatım” da bu rekora bir daha çıkmadığımı söylemiştim. Uzun hayatımdan bahsedişim bir dil sürçmesi veya matematik yanlışı değildi. Birçok devletlerden mesela 88 milyonluk Endonezya’dan bile yaşlı olduğuma göre bu iddiam yerindedir.
Ruhî ve fikrî hiçbir hazırlığım olmadığı için Tıbbiyenin derslerine hiçbir zaman ısınamadım. Sömestr ve yıl sonu imtihanlarında hemen daima bir dersten bütünlemeye kalırdım. Bu yüzden 19’uncu olarak girdiğim sınıfta, birinci sömestr sonundaki imtihanda 38’inciliğe düştüm. Bu bile büyük bir başarı sayılabilirdi. Çünkü sınıfımız 41 kişiydi. Kendilerine karşı öğünebilecğim 3 kişi vardı ya, benden ilerdeki 37 kişiyi düşünmeğe gerek yoktu. Kışlabendli, hapis ve izinsizlikler dolayısıyla sınıf arkadaşlarımdan birisi, Harput Sultanisinden geldiği için Marputlu Celal dediğimiz şakacı arkadaş bana takılır: “Nihâl eyyam-ı tatiliy-yede kışlabend, eyyam-ı adiyyede izinsizdir” derdi. Doğru idi.
Hayvanat müderrisi olan baytar İsmail Hakkı büyük bir hatipti. Her yıl “hayat kavgası” nazariyesini anlatırken büyük sınıfların öğrencilerinden de birçoğu bu edebi ve ilmi ziyafete gelirdi. O zaman ordinaryüslere “müderris” , profesörlere “muallim” doçentlere “müderris muavini” denirdi.
Birinci sınıfın sonunda bu hayvanattan bütünlemeye kalmıştım. Fakat bugün bütünleme için hiçbir esef duymuyorum. Çünkü benimle birlikte günümüzün meşhur doktoru Müfide Hanım da kalmıştı.
Nebatat müderrisi Esat Şerefeddin, takrirlerini mızmız bir eda ile verirdi. Bitkilerin mikroskopik organlarının gelişmesini anlatırken “büyür, büyür, büyür” diye tarif eder, bir yandan da iki elinin arasını açarak bu büyümeyi eliyle müşahhas bir hale getirirdi. İki eli arasındaki yarım metrelik mesafeye bakarak hayalimizi ona göre ayarlayan bizler nihayet “büyür, büyür, on mikron olur” diye cümleyi bitirmesiyle birdenbire şaşalardık. Çünkü mikrobun, bir milimetrenin binde biri olduğunu öğrenmiştik.
Fizik dersinin eski adı “Hikmet-i tabiiyye” idi. Kısaca hikmet derdik. Hocası Şevki Bey eski Askerî Tıbbiyenin yaman talebelerindenmiş. Hapiste olduğu bir sırada Tıbbiyenin kulesine kadın getirdiği hakkında bir söylenti doşaırdı.
Kimya hocamız Hadi Bey babacan bir adamdı. “Hadi Müştak” adında bir de muavini vardı. Yüzbaşı rütbesinde bir askerî doktor olan bu muavin gayet tombalak bir adamdı.
Teşrih dersinin müderrisi Nureddin Ali, İsmail Hakkı ile Köse Tevfikti. Giritli olan ve Girit ağzıyla konuşan Köse Tevfik de ayrı bir tipti. İlk derste yoklama yaparken arkadaşlarımızdan Nurullahı haşlamış, kız arkadaşlarımızdan Müfide Hanımın adını da “Müfide Hanımefendi” diye okumuştu. Sonraki derslerin birinde, ön sırada oturarak not tutan kız arkadaşlarımızdan İffet Hanıma:
“Ulan aferin be kız! İyi not tutuyorsun” diye iltifat etmişti. Fakat kendisi de askerden yetişme olduğu halde biz askerlere karşı hiç yumuşak davranmazdı.
Bir gün merhum Nejat ve şimdi general olan İhsan ile birlikte üçümüz Köse Tevfiğe kemikten vize vermeğe gittik. Arkadaşlarımın ikisi de benden daha bilgili ve hazırlıklı idiler.
Muallim odasına önce Nejat girerek selam verdi ve vizeye geldiğini söyledi. Biz ikimiz kapının önünde bekledik.
Köse Tevfik not cetvelini açarak sordu:
“Numaran kaç bakayım ulan”
Nejat’ın numarası 33’tü söyledi. Sorular başladı. Nejat iyi hazırlanmış olduğu için iyi biliyorsu. Fakat birdenbire “muhaddeb” (dışbükey) diyecek yerde yanılarak “muka’ar” (içbükey” dedi.
Usulca sıvıştım.
Hayatımda gösterdiğim tek siyasi basiret o gün kemik vizesine girmeyişim olmuştur.
***

Sınıfımızın 41 kişi olduğunu söylemiştim. Bu 41 kişi değil, 41 dünya demekti. Aramızda kainatlar da vardı. Arkadaşlarımızdan ikisi “Süreyya”, ikisi “Celal”, ikisi “Lütfi” idi. Süreyyalarla Lütfilerin birine “büyük”, birine “küçük” derdik. Zavallı Küçük Lütfi, mektebe girdikten biraz sonra veremden yattı, yıl sonuna doğru öldü. 40 kişi kalır gibi olduk ama bizden önceki sınıftan “Naci” ilk yıl, hastalık dolayısıyla derslere devam edemediğinden bizim sınıfa kaldığı için yine 41 kişi olduk. Fakat bu Naci de sonraları delirip öldü.
“Asım”lardan biri Konyalı, biri Harputlu idi. Konyalı Asıma “Çiçek Asım”, Harputlu Asıma “Usta Asım” derlerdi. Zavallı Usta Asım, doktor çıkmak üzere iken pritonitten öldü. Bu Asımı, aynı Harput lisesinden gelen Celal kızdırır, Asım da onu “Seni hain Arap, seni...” diye dakikalarca kovalardı. Celal, Arap falan değildi. Türk’tü. Fakat ya Şam’da doğduğu veya Şam’da bir müddet okuduğu yani orası ile bir ilgisi bulunduğu için Asım kızınca ona Arap derdi.
Bu Celal gayet akıllı ve çalışkan olduğu halde ona “Kaçık Celal” derdik. Onda hiçbir muvazenesizlik bulunmadığı halde bu lakap neden takılmıştı diyeceksiniz. Celal, okula ilk girdiği aylarda daimi bir baş ağrısına tutulmuştu. Biz de hep doktorduk ya, teşhisi derhal koymuştuk.
Öteki Celal’e “Hacı Celal” derlerdi. Galiba Yemen’de doğmuştu ve galiba annesi oralıydı. Çok esmerdi. Fakat birinci Celal “Kaçık” lakabına aldırmaz da bu, “Hacı” denilince küplere biner, söğüp sayardı. Talebe milletinin psikolojisi de malum: birisi bir nesneye kızdı mı, hep onu yapar. Arkadaşlar, Celal’i öfkelendirmek için bazı arapların ağzıyla “Hajiii” diye bağırıp onu cin atına bindirirlerdi. Daha sonraları bu kelimeyi özetlemişlerdi. Yalnız “iiiii” diye bağırırlardı. Bununla da matlup hasıl olurdu.
Kaçık Celal sık sık:
Kelle-i bidevletin teşbih ederdim karpuza,
Hiç de ummazdım ki çıksın böyle halis bir kabak
Beytini tekrarlardı. Doğrusu bu beyit, beşeriyetin her ferdi için, hatta hâhi olan veya yanlışlığa düşmeden söylenebilirdi.
Arkadaşlarımız arasında bir de “Rıdvan” vardı. Ufak tefek, zayıf bir şeydi. O zamanın çocuk artistlerinden “Ceki Kovan”a benzerdi. Bir de nedense kendisine “Marki Garoni” adı takılmıştı. İşe bakın ki arkadaşlardan bazıları bıkmadan, usanmadan , üşenmeden:
Marki, Marki, Garoni Ceki, Ceki, Ceki, Ceki Kovan
Şarkısını dakikalarca söylerlerdi. Bu Marki Garoni, galiba o zamanki İtalya Hariciye Nazırı idi. Bu şarkıyı söyleyenlerin başında da “Nurullah” bulunurdu.
Nurullah da çalışkan bir arkadaşımızdı. Fakat kahkaha attığı zaman dünya yerinden oynar, onunla beraber herkes de gülerdi.
Çileli, trajik, trajedik, romantik fakat renkli olan Askerî Tıbbiye hayatını anlatırken akla bir anda birçok şeyin birden gelmemesine imkan yok. İşte “Nurullah” deyince de aklıma bir ceket hikayesi geldi:
Yatakhaneye çıktıktan sonra, yatmadan önce uzun bir “fasıl” geçerdi. Bu fasılda yataktan yatağa anlatılan iğneli fıkralar, takılmalar, tartışmalar ve güreşler vardı. Bir gece de Nurullah “Adnan” adındaki başka bir arkadaşımızla güreşti. O zaman soyadı kanunu çıkmamış olduğu için bu Adananın soyadı nedir bilmiyorum. Herhalde Adnan Menderes değildi. Gayet sessiz, terbiyeli, fakat yaramaz bir çocuktu.
Yaramazlıkta orta okul öğrencilerine bezerdi.
Güreş Nurullah’ın yatağında, yani benim yatağımın bir metre sağında yapılıyordu. Adnan’a göre iri ve kuvvetli olan Nurullah’ın bu güreşi kazanması beklenirdi. Meğer Nurullah fena halde gıdıklanırmış. Adnan da bunu bildiği için Nurullah’ı gıdıklamağa başlamış. Biz, hepimiz, her gece birkaç tanesi yapıldığı için kanıksadığımız bakmağa bile lüzum görmediğimiz bu güreşle birdenbire ilgilendik. Çünkü Nurullah bir yandan o ünlü kahkahalarını atıyor, bir yandan da korkunç ve sert hareketlerle adeta mezbuhane tekmeler savuruyordu.
O zaman Tıbbiyede elektrik yoktu. Sınıflarda lüks lambaları yanar, yatakhanelerde bir tek petrol lambası bulunurdu. Koca bir yatakhane için de bu bir tek lamba devede kulak kabilinden olduğu için lambadan biraz uzakta bulunanlar için bir şey okumağa imkan olmazdı.
O gece, tek lambamızı ben kendi yatağımın yanındaki komodine almıştım. Herhalde bir şey okuyacaktım. Nurullah’ın şakrak kahkahaları üzerine gözlerimi ona çevirip akrobatik hareketlerine bakarken nasıl oldu bilmem yatağında takla mı attı, yoksa başka bir şey mi oldu, onun farkında değilim, Nurullah’ın bir tekmesi benim komodine gelince lamba devrildi ve komodin üstünde, lambanın yanında duran dahili ceketimi yaktı. Okulda giydiğimiz elbiselere dahili elbise, dışarıda giydiklerimize de harici elbise derdik.
Lambayı hemen kaldırarak bir yangını önlediğimiz gibi, Adnan da güreşi bıraktı. Fakat Nurullah hala gülüyor, herkesi de güldürüyordu. Kendisine:
“Ceketimi yaktın” diye çıkmıştım. Umursamadı bile... Atmakta olduğu kahkahalar arasında “Zararı yok, yansın” diye cevap verdi. Doğru... Nurullah için hiçbir zarar yoktu. Yanık ceketi daha aylarca giyecek olan bendim. Bununla beraber o zamanki gerçek yanıklığım arasında bu yanık ceketin sözü mü olurdu?
Nurullah ya çok ciddi, ya çok neşeli olurdu. Bir Perşembe günü, öğle yemeğinden sonra izinli çıkacağımız için yine neşesi üstündeydi. Kadife yakalı, parlak düğmeli, şatafatlı harici elbiselerimiz yatakhanelerimizde durduğu için giyinmek üzere orada bulunuyorduk. Nurullahın neşesi üstündeydi ya, arkadaşım Turgut bu neşeden beni kızdırmak pahasına faydalanmak sevdasına kapılmış ve Nurullah’a gizlice akıl öğretmiş. Benim bir şeyden haberim yok, kendi hazırlığımla uğraşırken Nurullah seslendi:
“Nihâl!”
Ne söyliyecek diye yüzüne baktım. Acayip bir şekilde gülüyordu. Bir şaka yapmak istediğini bu gülüşten anlamalıydım. Fakat dertli bir zamanımdı. Çevreme dikkatli bakacak durumda değildim. Nurullah, gülmesini artırarak sordu:
“Senin soyun Kürtlük var mı?”
En hassas damarıma dokunmuştu. Bağırdım:
“Deli misin? Nereden çıkarıyorsun?”
Hâla gülüyordu:
“Hiç” dedi. “Kürde benziyorsun da...”
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Elimdeki elbise fırçasını Nurullah’a doğru savurdum. İsabet ettiremeyince de üzerine saldırdım. Bu sırada gözlerim Turgut’un yüzüne ilişti. Sinsi sinsi gülüyordu. Biz ikimiz kaçıp kovalayarak koridora fırlayınca birdenbire durduk. Çünkü müdür geliyordu. Koşmalarımız derhal normal yürüyüşe döndü ve Kürtlere karşı beslediğim sempatiden eğlence çıkarmak isteyen Turgut’un manevrası, müdüre verilen birer selamla kazasız belasız sona erdi.
Arkadaşlarımız arasında bir de “Nizameddin” vardı. Ben hayatımda bu kadar orijinal bir tip görmedim. İmtihana girdiği anlar müstesna, daima güler yüzlü idi. Bir arkadaşını, herhangi bir konuda anlayışsız gördü mü, ona “Kazof” diye hitap ederdi. İkide bir “Ben itilafçıyım, yaşasın Hürriyet ve İtilaf” diye bağırdı. Aramızda ittihatçı falan yoktu. Niçin böyle bağırdığını sormak da aklımıza gelmezdi. Yine arada sırada : “Ben doktor falan değil; tavukçu olacağım, anladınız mı, tavukçu” derdi. Galiba insanları tavuk gibi kuş beyinli, yolunmağa layık yaratıklar saydığı için böyle söylerdi.
Orijinal bir arkadaştı dedim ya, talihine de çok inanırdı. Koca Tıbbiye imtihanlarına girerken ancak bir iki yere çalışırdı. Nebahat imtihanına 40 soru ile girmiştik. Nebahat müderrisi Esat Şerafeddin her yıl 30 ile 50 arasında soru verirdi. Bize 40 soru düşmüştü. Her soru bir fasile yani bitki ailesi idi. Sorular tombala usulü ile torbadan çekilirdi. Her öğrenci, hocanın önüne gelince torbadan bir soru çeker, buna verdiği cevaba göre not alırdı. İkinci bir soru çekmek adet değildi. Bizim Nizameddin bu 40 sorudan yalnız ikisine çalıştı idi. “Yahu Nizameddin ne yapıyorsun?” diyenlere “Ben senin gibi çalışamam kazof! Biri çıkmazsa elbette öbürü çıkar. Benim talihim var, talihim anladın mı?” diye karşılık verirdi. Tabiî gerçekten o iki sorunun biri geldi mi sorarsanız. Ne gezer? Nizameddin umduğu talihe erememişti. Bununla beraber yine de talihli sayılabilirdi. Çünkü talihe güvenmek metodu gibi gayet çürük bir usulle hareket ettiği halde birinci sınıfın dört imtihanından ikisini vermiş, ancak ikisinden bütünlemeye kalmıştı. Bu Nebahat imtihanı bir yığın Latince isim ezberlemekten başka bir şey değildi. Mesela şu bizim “bamya”nın adı “ibiscus esculabtus”dü. Bu maskaralıklar farkına varmadan sinirlerimizi bozardı. Bu yüzden arkadaşım Turgut, yani şimdiki Darülaceze müdürü Turgut Babaoğlu bir aralık bizlere “Dostum Poligala” diye hitap eder olmuştu. Poligala adında bir bitki ile bunun Poligala grandifloro, poligala calcara, poligala avara gibi nevileri nebahat kitabımızda ve notlarımızda geçiyordu. Merhum Sadi ise bitki adlarını derme çatma manzumeler şeklinde birleştirmiş ve bunlara birer beste uydurmuştu. Günlerce bu şarkıları dinlemiştik. Fakat Sadi bu sayede nebatat ( bugünkü adı ile botanik) imtihanını başarı ile vermişti. Bana “cevziyye fasilesi” çıkmıştı. Yani ceviz ağacının ailesi... “Karib-i ala” yani “iyiye yakın” not almıştım. Çünkü Nizamettin gibi talihe güvenim olmadığı için 40 soruya da çalışmıştım.
Nizameddin’in güler, yüzlü olduğunu söylemiştim bu güler yüzlülük eşsiz bir soğukkanlıktan geliyordu. Bir gün bu soğukkanlılığın bir gösterine şahit olduk. Sınıfın en uzun boylusu olan ve hani şu aksi istikamete plonjonlar yapan Salih, her nedense, galiba bir tartışma sonunda, Nizameddin’e kızmıştı. Buna kızmak değil, delirmek bile denebilirdi. “Nizameddin sus” yahut “Nizameddin git” diye bağırıyordu. Fakat onun her “sus” yahut “git” diye haykırışına beriki gayet soğukkanlılıkla ve gülümseyerek “Ne var”, “Ne oluyor” “Neden susayım” diye karşılık veriyor ve Nizameddin’in bu rahatlığı Salih’i çileden çıkarıyordu. İşin sonunun neye varacağını anlamak için falcı olmağa lüzum yoktu. Bunun bir meydan savaşı ile sonuçlanacağını İstanbul gazeteleri bile kestirebilirdi.
Nitekim onların bile tahmin edebileceği nesne oldu. Salih çılgın bir öfkeyle Nizameddin’e saldırdı. Sarmaş dolaş yere yuvarlanarak birkaç kere döndüler ve aynı hızla ayağa kalkarak birkaç saniye önceki durumlarını aldılar. Salih aynı sözü bağırarak tekrarladı:
“Nizameddin git!”
Nizameddin gülümsiyerek aynı karşılığı verdi:
“Neden? Ne var ki?”
Bu kadar temaşayı yeter bularak ikisini ayırdık. Nizameddin’in soğukkanlılığına hepimiz hayran olmuştuk. merhum Nejat ise umumi telakkiye itiraz etmek prensipi veya keyfi dolayısıyla Nizameddin’i değil, Salih’i beğeniyor. “Aferin Salih’e! Bu kadar öfke arasında küfretmedi” diyordu.
Nizameddin’i ben Tıbbiyeden ayrıldıktan sonra görmedim. Yalnız ciğerlerinden hastalanarak Haydarpaşa Askerî Hastanesinde tedavi gördüğünü ve umumî ahlakın düşüklüğünden büyük bir üzüntüyle bahsettiğini bizden çok sonraki bir askerî doktordan işittim.
Onun talihe güvenmek prensipine güvenmediğimi söylemiştim. Fakat ikinci sınıf sonundaki imtihanlarda başıma gelenler Nizameddin’i haklı çıkardı. Şöyle ki: Bu sınıfın iki imtihanı vardı: Teşrih yani anatominin kemik kısmı ve ensac yani histoloji.
O zaman yıl sonu imtihanlarında öğrenciler birkaç postaya ayrılarak sınava girerlerdi. Her posta başka günde imtihana girer, böylelikle hocalar bir günde az öğrenci imtihan ettikleri için yorulmazlardı. Bu usulün bir üstünlüğü de öğrencilerin kendilerini ayarlayarak işlerine elverişli bir postaya girip imtihan vermeleriydi.
O yıl ben, merhum Sadi ile aynı postaya düşmüştüm. İlk imtihanımız kemiktendi. Tıbbiyelilik hayatımda en iyi hazırlandığım imtihan bu oldu. Sonradan Edebiyat fakültesinde en başarılı imtihanda da ancak bu kadar bilgili olmuşumdur.
Sadi ile ikimiz bütün kemik bahsini bazen ayrı ayrı, bazen birlikte çalışarak yutmuştuk. İmtihan sabahı gayet erken kalkarak bir tekrarlama daha yapacaktık. Çalar saatimiz yoktu, olsa da 40 kişilik koğuşta öttüremezdik ama Sadi vardı ve istediği anda uyanır, yahut da hiç uyumazdı. Malum ya Majüskül em meselesi...
Sabahleyin saat dört sularında Sadi omuzuma dokunarak beni uyandırdığı sırada rüya görmeden zihnimde “azm-i sudgi” yani şakak kemiği tekrarlıyordum. Bu bir şuuraltı faaliyeti idi. Kemikler arasında en iyi bildiğim de oydu.
İmtihan saatine kadar birer teşrih allamesi olmuştuk. numarası benden küçük yani 49 olduğu için Sadi benden önce imtihana girdi. Aramızda birkaç kişi daha olduğu için imtihan odasından uzak bir yerde vakit geçiriyordum. Allame olduğum için artık notlara, kitaplara bakmağa falan tenezzül etmiyordum. Hoca istediği kemiği sorabilirdi. Hele “azm-i sudgi”yi sorarsa notum mutlaka “şayan-ı takdir” olacaktı. O zaman Tıbbiyede notlar sayı ile değil kelimelerle verilirdi:
Şâyân-ı takdir
Aliyül’âlâ
Karib-i âlâ
Vasat
Zayıf
Zayıf alandan başkası geçerdi. Askerî öğrencilere sınıf derecesi vermek için notlar hesaplanırken yukarı ki dereceler sırası ile 20, 18, 16, 14, 12 diye sayılırdı.
İşte böylece bir müddet oyalandıktan sonra yavaş yavaş imtihan kapısına yaklaştım. Tam o sırada Sadi imtihandan çıkmış, birkaç basamaklık merdivenleri iniyordu. Bana aldırmadan geçerken görmedi sanarak onu kolundan tuttum:
“Nasıl oldu?” diye sordum.
Gayet bezgin bir tavırla ve başını yana çevirerek:
“Bırak Allahını seversen” diye cevap verdi. Anlamıştım imtihan kötü gitmişti. İmtihanı merhum İsmail Hakkı Hoca yapıyordu. Gayet aksi ve numaracı bir adamdı. Bazen caka olsun diye talebe döndürürdü.
Sıra bana geldiği zaman gayet heyecansızdım. İmtihanlarda heyecanlanmak âdetim değildir. Üstelik hocayı imtihan edecek kadar da bilgili idim.
İsmail Hakkı bana ilkönce burun kemiklerinden birini soracak oldu. Bu kemikler gayet küçük ve nazik oldukları için pamuklar arasında olarak bir kutunun içindeydiler. Hademeden kutuyu istedi. Eline aldı. Uğraştı, zorladı, fakat kapağını açamadı. Açamayınca kutuyu bırakarak başka bir soru sordu:
“Azm-i sudgi!”
İşte talih diye buna derlerdi. “Âla” yahut “aliyül’âlâ” yerine “şâyân-ı takdir” alacaktım.
Şimdiki usul nasıldır bilmiyorum. O zaman imtihanlarda kemiği vaziyete koymakla işe başlardık. Yani kemik, ayaktaki bir insanın iskeletinde hangi durumda ise onu tarifle işe girişirdik. Ben de öyle yaptım. Daha iki cümle ya söylemiş ya söylememiştim. Hoca bana hitap etti:
“Yeter! Çık dışarı!”
Bu kadarcık bir cevapla İsmail Hakkı’nın yetindiği görülmüş, işitilmiş değildi. Ama hoca adamdı. Bunca yıllık tecrübesi vardı. İnsan sarrafı olmuştu, iki cümle ile de talebenin bilgi derecesini anlayabilirdi.
Askerce selamlıyarak çıktım. Çıktıktan sonra içime bir kurt düştü. Geçmiş mi idi, yoksa kalmış mı? En iyi bildiğim yerden dönecek değildim ya... Dönmedimse o “Çık dışarı” ne oluyordu. Gerçi Tıbbiyenin hocaları pek de o kadar nazik adamlar değillerdi ama...
Sözün kısası bütün postanın imtihanı bitinceye kadar sonucu öğrenemedik. Sonuç hazindi: Sadi de, ben de çakmıştık.
Doğrusunu isterseniz haksızlıktı. Fakat hak ancak değirmende bulunduğu için ses çıkaramamıştık. Sadi’nin başına gelen pek de haksızlık sayılmazdı. Çünkü o, bir karavana hoşafı üstüme dökerek devlet hazinesini zarara sokmuş, cezaya hak kazanmıştı. Ya ben ne yapmıştım?
Talih bu haksızlığı ikinci imtihanda giderdi. Ensac yani histoloji imtihanına iyi hazırlanmadığım gibi bana çıkan sorular da bildiğim nesneler değildi. Saat 12’de histoloji hocası Tevfik Receb’in karşısına çıktım. Müderris bey her halde acıkmış olduğu için telaş ediyor, galiba pek de iyi işitmediği için benim ne söylediğimi iyi anlıyamıyordu.
Sonunda aliyül’âlâ almaz mıyım? Benim imtihanlar bektaşinin hikayesine benzemişti:
Bektaşi açlıktan bitkin bir halde kalabalık fırının önüne gelerek biricik meteliğini uzatmış, mis gibi kokan taze ekmekten istemiş. O zaman kuyruk usulü hiç bilmediği için herkes birden tezgahtara doğru yuvarlayarak seslenmiş: “Erenler! Bir ekmek de bana...”
Tezgahtar ya meteliği görmemiş yahut da kelimenin bütün manası ile tezgahtar olduğu için aldırmamış ve kalabalık arasında zavallı bektaşinin meteliği kaynamış. Kalabalık dağıldıktan sonra, parayı önceden vermiş olduğu iddiasına karşı da bir temiz azarlanmış, Melil, mahzun ilerlerken ikinci bir fırın daha görmüş. Onda da aynı taze ekmekler ve aynı kalabalık... Canı çekmiş ama para yok ki alsın. Birden aklına gelen düşünceyle kalabalığa sokulmuş. Tezgahın önüne kadar gelmiş. Sağa sola bakıp kimsenin görmediğini anlayınca yapmacıktan bir öfkeyle tezgaha vurarak bağırmağa başlamış:
“Be adam! Hani benim ekmeğim? Hem parayı aldın, hem de hala başkalarına dağıtıp benim ekmeğimi vermiyorsun!..”
fırıncı bu çıkışmaya inanmış. Özür dileyerek bektaşiye ekmeği sunmuş. Bizim bana erenler bir köşeye çekilip taze ekmeği gövdeye indirdikten sonra göğe bakarak:
“Yarabbi! Sen işin gerçeğini biliyorsun ve her şeye muktedirsin. Benim meteliği o fırıncından alarak ötekine artık sen veriver” demiş.
Ben de teşhiri çok iyi biliyor, ensacdan tamamıyla cahil bulunuyordum. Aldığım notun ensac not cetvelinden silinerek teşhire geçirilmesi doğru olurdu. Fakat ben Tanrıdan böyle bir dilekte bulunmadığım gibi bulunsam bile şüphesiz is’af olunmazdı. Çünkü o zaman İsmet İnönü de beni örnek göstererek rica ve dileklerde bulunmağa başlar ve şüphesiz onun dilekleri benimki gibi mütevazi olmazdı. Ne mi isterdi diyeceksiniz? En azından bin yıllık ömür ve ebedi iktidar...
Nasıl? Dehşetten diken diken oluyorsunuz, değil mi? Ben bile bunun kendi kalemimden çıkmış bir imkansız nesne olduğunu bildiğim halde baygınlıklar geçiriyorum...
İyisi mi, bu korkunç hayalleri bırakalım da yine Askerî Tıbbiyelilerin romantik hatıralarına dönelim:
Sınıf arkadaşlarımızdan şimdi Askerî Tıbbiye Müdür Yardımcısı olan Albay Osman, Samsunlu idi. Ufak tefekti. Fakat yaman bir pehlivan ve koşucuydu. Fazla kuvvetli değildi amma öyle oyunlar bilirdi ki kendisini yenmeğe imkan olmazdı. Sınıfın baş pehlivanı olan Hasankaleli Rüştü ile bir gün iddialı bir güreş yapıp yenişemedilerdi.
Mukavemet koşullarında da eşsizdi. Benimle de iddialı bir mukavemet yarışı yaptıydı. Meşhur bir kaleci olduğumu yukarıda anlatmıştım. Fakat ne sür’at ne de mukavemet koşularında öeşhur değildim. Osman’ın verdiği avansı kabul ederek bu yarışa girmiştim. Yarış yeri de kimsenin tahmin edemiyeceği kadar orijinal bir yerdi: Askerî Tıbbiyenin taraçası.
Orası da nereden aklımıza geldi, değil mi? Aklımıza geldi değil, başka yer yoktu da onun için orada yarıştık. Çünkü yarış yapıldığı sırada Osman’la ikimiz hapisteydik ve taraça, boyuna gidip gelmek şartıyla 1500 metrelik koşuya elverişliydi.
Böyle ikide bir hapisten bahsedince okuyucularda bir şüphe uyanacak: Bütün ömrü hapiste mi geçiyordu diye... Hapishaneye en çok şeref verenlerden birisi olduğum halde, okuyucular emin olsunlar ki bütün ömrüm orada geçmiyordu. Ömrümün orada geçen zamanı da yürürlükte olan askerî nizamlar dolayısıyla orada geçiyordu. 1944’te olduğu gibi bir adamın keyfi ve kuruntusu içinde değil...
Sözü bu kadar uzatmakla da yarışın sonucunu unutturmak istediğim sanılmasın. Yarışı Osman kazandı. Hem de nasıl biliyor musunuz? Tıkanmak derecesine gelerek son birkaç metreyi koşamadığım için çok gerilerden gelip beni geçmek suretiyle...
Arkadaşlarımız arasında bir de “Cahit” vardı. En çalışkan ve metodlumuz oydu. Bütün mutalea saatlerinde yalnız dersle meşgul olup not ve kitap okuyan tek kişi Cahit’ti. Ne kadar çalışkan arkadaşlarımız vardı ki bazı mutalea saatlerinde oyun ve eğlence ile vakit geçirirler hatta ufak tertip kumar bile oynarlardı. Cahit’te böyle şey yoktu. Zeki, ciddi ve terbiyeli olduğu kadar da çalışkandı. Daha ilk günlerde bu çalışkanlığı dikkatime çarpmış, ona “Müstakbel çavuş” diye hitap etmeğe başlamıştım. Gerçekten de birinci sömestr sonunda yapılan imtihanda Cahit birinciliği kazanarak çavuş oldu ve galiba çıkıncaya kadar da bu çavuşluğu muhafaza etti.
Bir gün Cahit’i Taksim stadyumunda yabancılarla yapılan mühim bir futbol maçında görmüştük. Bu, şaşılacak bir işti. Fakat asıl şaşılacak nokta Cahit’in koltuğundaki büyük teşrih kitabıydı. Her halde haftaymda birkaç sahife okuyarak zamanı değerlendirmiş olacaktı.
Sınıfımızda çok şarkı söyleyen arkadaşlar da vardı. Merhum “Hıfzı”, geceleri yatakhanede yatmadan önce mutlaka birkaç şarkı söylerdi. Bunlar garami şeylerdi. Zavallı Hıfzı birkaç yıl önce infarktüsten öldü. Galiba onun Tıbbiyeli kalbi bu kadar çok aşk ve garama dayanamamıştı.
Allah selamet versin, “Cemal” ise gündüzleri ve mutaleahanede şarkı söylerdi. Fakat Cemal’inkiler aşka, sevdaya dair olmayıp güldürücü nesnelerdi. En çok söylediği şarkı:
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Üç Baba Torik, etme telaş,
Sakalım uzun, etme tıraş.
Diye başlardı. Her ne kadar bu şiir sanatı bakımından günümüzün kübik şairlerinin şaheserlerine üstün ise de bize o zaman pke tuhaf gelirdi. Herkesin bildiği sevdiği veya söylediği besteler de vardı. Yalnız bizim Turgut’la Büyük Süreyya şarkı söylemesini bilmezlerdi. Turgut “mi” yerine mutlaka “fa diyez” okur, Süreyya ise biz ikinci mısraın ortasında iken birinci mısraı bitirirdi.
Tıbbiyelilerin şarkısı haline gelip birlikte söylenenler de vardı. Bunlar bazen “teneffüshane” denilen salonda, piyanonun refakati ile söylenirdi. İçimizde birçok piyano çalan vardı. Bu şarkılardan biri şuydu:
Çok özledim sesini,
Çok var görmedim seni
Senden ayrı yaşamak
Pek harap etti beni...
Aşkının ben esiri,
Geçmez asla tesiri.
Hatırla bir dem beni,
Çok sevmiştim ben seni...
Kimin güftesi, kimin bestesi olduğunu bilmediğim bu basit mısralar ve bu güzel beste Tıbbiyelilerin hayatını aksettiriyor gibiydi. Tıbbiyeli seviyor, hasretle harap oluyor, fakat sonra unutuyordu. Bununla beraber unutulamıyan aşklar da vardı.
Teneffüshanede veya sınıfta, aklına sevgilisi gelen Tıbbiyelinin gür sesle:
Senden ayrı yaşamak
Pek harap etti beni
Beytini söylemesi sık sık görülen bir olaydı. Bazen da aşk rekabeti yüzünden müthiş döğüşler olur, fakat bunlar daima mektep binasının içinde yapılırdı. Askerî Tıbbiyenin tarihinde mesela Fransız ihtilali veya Çin’deki afyon harbi gibi adi mahalle çocuğu kavgaları okutulduğu halde bunlardan bahsolunmayışı asil jestler adına büyük birer kayıptır.
Eski Tıbbiyelilerin çok sevdiği ve çok söylediği yukarıdaki şarkıyı geçenlerde radyoda dinlediğim zaman çok duygulandım ve radyonun bayağı zenci musikisi ve kedi miyavlamasına benzeyen İngilizce cazırtılar yerine bize mazinin sesini getiren besteleri dinletmesini gönülden dilerim.
Koro halinde söylenen şarkılardan biri de şuydu:
Denizler kadar berrak ve derin
Ah o gözlerin, ah o gözlerin!
Ölsem, atılsam gönlüm gibi ben
Dalgalarına o denizlerin.
Altın saçların ipek telleri
Bağlar kendine hep gönülleri
Öpsem açılsa sevsem çözülse
Beyaz göğsünün pembe gülleri.
Bu manzumenin de şiir değeri yoktu ama Tıbbiyelilerin aşkına uygun düştüğü için beğenilirdi. Dikkat olunursa bize mazinin bir sahnesini hatırlatan beynimizde bir hatırayı canlandıran şiir veya musikiden daha çok hoşlandığımız teslim olunur.
Bunlardan başka bazı grupların ve şahısların da şarkıları vardı. Merhum Nejat güftesini rüyada yazdığı bir şarkıyı bestelemişti.
Fakat bütün bu şarkılar, tekerlemeler, şakalar, kahkahalar arasında hâkim olan şey, gizlenen, açığa vurulmıyan bir ıztıraptı. Ağlamamız, Mefisto gibi gülmek şeklinde olurdu. Eski Askerî Tıbbiyelilerin hayatı için şimdiye kadar birkaç roman ve piyes , hatta senaryo yazılmayışı büyük bir eksiktir. Merhum Nejat’ın Askerî Tıbbiye hayatından alarak ömrünün son yıllarında yazdığı “Beyaz Geceler” adlı hissi ve samimi roman, yazık ki layık olduğu rağbeti bulamamıştır.
Şimdi gözde olan romanlar, ya mahalle kızları tarafından yazılan ve aşkla fuhşu birbirine karıştıran iğrenç teraneler, yahut da Moskofçu oğlanlar tarafından kaleme alınan ve halk efendilerimizin, asla duymadığı, duyamıyacağı ıztırapları dile getiren ve savcıların gözünden kaçan yıkıcı propaganda tekerlemeleridir. Tabiî sömürülen (!) işçi ve köylü dururken Tıbbiye burjuvalarının romanını kim yazar?
***
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Birinci sınıfta okunan “Hayvanat” dersinin parazitlere ait kısmı birçoğumuzda kuruntular doğurmuştu. Parazitin yaptığı hastalık arazını kendimizde bulurduk. Fakat kuruntu rekorunu arkadaşımız “Şerif” kırmıştı. Bir hasta termometresi edinmişti. Ders dinlerken bunu ağzına sokar, ellerini çenesine dayayarak termometreyi gizler ve boyuna hararetini kontrol ederdi. Çok dikkatli ve akıllıydı. Sınıfın satranç ustası merhum “Edip”ten bu oyunu öğrenerek yaptığı ilk maçta Edibi yenmişti.
“Azmi” adındaki arkadaşımız sınıfın neşesiydi. Her şeyin gülünç, hoş ve garip tarafını bularak çevresinde bir kahkaha tufanı patlatırdı. Karga taklidini büyük bir ustalıkla yapardı. Bir kahve şekerini ağzında tutarak yüksekçe bir yerde durur, “Edip” onun karşısına geçerek “Lafonten”in “Tilki ile Karga” hikayesinde, karganın ağzındaki peyniri düşürmek için tilkinin dil dökmesini anlatan mısraları okurdu. Mısralar bitip de Azmi “gaaak” diye bağıararak ağzındaki şekeri düşürünce gülmekten bayılırdık. Kaç defa tekrarlanmış olan bu sahneyi böyle gülünç yapan Azmi’deki komik deha idi. Başka birisi aynı şeyi yapsa her halde aldırmazdık.
Azmi’nin bu kabiliyeti bir defa benim bir imtihan kazanmamı sağladı. Birinci sınıfın sonundaki kimya imtihanına iyi hazırlanmamıştım. Konunun ancak yarısını biliyor ve “Nizameddin” gibi de talihime güvenemiyordum. Bu imtihana hazırlandığımız yedi sekiz günün üç gününü de hapishanede geçirmiş, rahatsız olduğum için çalışamamıştım. Son sınıftan merhum “Kemaleddin Cemil” hapishane arkadaşımdı. Birçok sınıf arkadaşları onu ziyarete geliyor, konuşuyorlardı. Tabiî bu konuşmalar sırasında bir şey okuyamıyordum.
Hapisten çıktığım zaman, imtihana bir iki gün kala dershane koridorunda Azmi ile karşılaştım. Elindeki kimya kitabı formasını sallayarak “Şuna bak şuna” dedi. Gösterdiği şey “dülfonal”, “trional” ve “tetronal” adındaki üç kimyevi terkibin açık formülleri ve kimyevi isimleri idi. Bunların açık formülleri bir şaheserdi. Terkiplerine göre isimleri de öyle...
Birinin adı “di etil sülfon di etil metan”dı. İkincisinin adı ise sondan bir önceki kelimeye bir harf ilavesiyle “di etil sülfon di metil metan” oluyordu. Üçüncüsü bir karma idi. “di etil sülfon metil etil metan...”
Böyle garip şeyler akılda kalır. Kendi kitabımdan da bu acayip nesneleri okudum ve arkadaşım Turgut’a gösterdim. Turgut, Tıbbiyeye girmeden önce bir yıl Eczacı okulunda okuduğu için bunları biliyor, hatta onların açık formülünü bile ezberden yazıyordu. Sözü uzatmıyalım, imtihan günü çattı ve sıram gelince hocamız Hadi Bey ilk soruyu sordu: Sodyum. Bunu okumağa fırsat bulamamıştım. Lisedeki bilgimin aklımda kalanlarını ortaya döktüm. Yine bir şey amma Tıbbiye imtihanı için tatminkar sayılmazdı. Kimya imtihanında iki soru soruluyordu. Mukadderatım ikinci soruya kalmıştı. İkinci soru olarak o acayip nesneler çıkmaz mı? Arkadaşımız Nizamaddin’in kendisinde var olduğunu iddia ettiği talih bu sefer bende tecelli etmişti. Koridorda Azmi’ye rastlayışım nasıl bir sonuç vermişti. Tesadüflerin felsefesi hakkında çok şey yazılabilir amma felsefeyi erbabına bırakarak konuya devam edelim.
Merhum arkadaşımız “Edip” 41 kişilik sınıfta lise mezunu olan tek kişiydi. Diğerleri hep 10, 11, 12’nci sınıflardan imtihan vererek girmişlerdi. Edip, çok çabuk konuşur ve kelimelerin bazı harf hatta hecelerini yutardı. Gramer kitaplarında “hece, ağızın bir hareketiyle söylenen sözdür” diye bir tarif vardır. Bu tarifi yapan gramerci her halde merhum Edibi görmemiş olacak. Çünkü Edip ağzını yedi defa hareket ettirerek on iki hece söylerdi. Bu sebeple ilk günlerde Edibin sözlerini pek anlamazdım. Sonra alıştım.
Edip iriyarı ve iştahlı bir arkadaşımızdı. Fakat obur değildi. Arkadaşlar ona takılırlar, oburluğuna dair fıkralar uydurup anlatırlardı. Bir aralık Edibin bir oturuşta otuz kase aşure yediğine dair bir masal dillerde dolaşmağa başladı. Edip buna o kadar kızardı ki artık yanında “aşure”, “otuz”, “obur”, “iştah” kelimelerini bile söyleyemez olmuştuk.
Bir gün Edibe bu yüzden müthiş bir oyun oynadık. Kadıköy’de Tıbbiyeli koleksiyonu yapan çapkın bir kız vardı. Bu kıza, Edibe giderek: “Siz bir oturuşta otuz kase aşure yermişsiniz, bu doğru mu?” deyip diyemeyeceğini sorduk. Kız gayet cüretkardı. “Söylerim” diye cevap verdi. Ve söyledi. Hem de nerede biliyor musunuz? Köprüdeki Kadıköy iskelesinde ve günün en civcivli zamanında... Vakit akşamdı ve günlerden Cuma idi. Tatil gününün sonunda okula dönmek için vapur bekliyen Tıbbiyeliler ve başkalarıyla iskele, o zamana göre epey kalabalıktı. Belli etmeden uzak bir mesafeden Edib’in ne yapacağını gözetleyen bizler onun kıpkırmızı olduğunu gördük. Yüzü öyle bir biçim almıştı ki cüretkar Donna Juanna bile ürküp uzaklaştı ve dayak yemekten korktuğunu sonra bize itiraf etti.
Zavallı Edip mezun olduğu sırada vereme yakalandı. Askerlikten çıktı, veremden kurtuldu. Fakat sonra vazife ile gittiği Afganistanda zatürrieye yakalanarak öldü.
Aramızda bir de komünist vardı. O zaman “Aydınlık” gibi komünist dergileri serbestçe çıkıp aşırı derecede propaganda yaptıklarından komünizm pek de yasak bir şey değildi ve bu arkadaş da bunu saklamazdı.
Ben ona “Hain komünist” diye hitap ederdim. O bana daima “katil, kan içici faşist” diye uzun bir mukabelede bulunurdu.
Görülüyor ki faşistliğimin çok eski bir mazisi vardır. Bereket versin Halk Partisi, bir çok şeyler gibi, bunun da farkında olmadı. Yoksa 1944’te Askerî Tıbbiyedeki sınıf arkadaşlarımı tevkif ederek faşistliğim hakkında yazılı ifadelerini almağa kalkacak, o kadar kişi çoluk çocuklarıyla birlikte perişan olacaktı.
Askerî Tıbbiyede komünist tevkifatı olduğu zaman bizimki de galiba göz hapsindeydi. Evindeki komünistliğe ait evrakı imha etmek üzere samimi arkadaşlarından birini göndermiş ve dolabının anahtarını da benim yanımda ona vererek zararlı evrakın yerini tarif etmişti. Bu yakışıksız olayı, arkadaşlık duygusunun bazen ne zararlı tecelliler göstereceğini açıklamak için yazıyorum. Arkadaşlığın bu yanlış yorumlanmasını daha sonra da birkaç defa gördüm.
Benim en yakın arkadaşlarım merhum Nejat’la Turgut’tu. Turgut’un Yargıtay üyesi olan babasının adı “Mehmet Ali Münir” di. Herkes yoklamada falan hem kendi adı, hem de babasının adı ile birlikte çağrılıyordu ya... İdare , Turgut’un adının sonuna babasının üç isminden “Mehmet”i getirmiş ve Turgut “Turgut Mehmet” olmuştu. Allah selamet versin, bizim Turgut’un bir takım titizlikleri vardı. Bazı şeyleri beğenmezdi. “Mehmet” ismi de daha çok köylülerde olduğu için “Askerî Tıbbiye talebesinden Turgut Mehmet Efendi” olmak hiç hoşuna gitmemişti. İşte sırf bu yüzden sınıf subayına giderek ne yaptıysa yaptı, adını değiştirdi. “Turgut Nejat” oldu. “Turgut Nejat” onun nüfus kağıdındaki adı, yani babasının kendisine taktığı isimdi. Böylece Turgut, bütün Tıbbiyeliler arasında kendi adına babasının adı eklenmiyen tek imtiyazlı kişi oldu.
Çok terbiyeli ve kibardı. Bir gün, kendisini ısrarla rahatsız eden bir hanıma fena halde çıkıştığını söyleyince hayret etmiş ve merak içinde kalmıştık. Acaba ne söylemiş, nasıl çıkışmıştı? Bunu derhal sormuş ve bu “fena halde çıkışma”nın “Böyle devam ederse maalesef yanınıza gelemiyeceğim” demekten ibaret kaldığını öğrenince gülmekten kırılmıştık.
Fakat bu kadar nazik olan Turgut, bir gün beni öfkeden deliye çevirdi. Fakat şunu itiraf edeyim ki kızmakta haklı değildim. Olay şöyle oldu: Yine felsefi bir tartışmaya dalmıştık. Zaten daha aşağısı kurtarmazdı. Fikir vuruşmalarıyla bütün meseleleri halleder, bütün dertelere çare bulurduk. Tartışmanın civcivli anında ben:
“Şüphe bir nura koşmaktır”.
Dedim. Bu, malum, Fikret’in mısraı idi. Turgut bunun ikinci mısraı ile cevap verdi:
“Hakkı tenvir ukûl için haktır...”
Bu cevap benim iddiama karşı yerinde bir cevaptı. Fakat Turgut bu kadarla kalmadı. Mısraı şerhetmeğe kalktı ve bana:
“Ukûl nedir biliyor musun? Aklın cemî şeklidir” diyerek bir de ders verdi.
Bu açıklama beni çileden çıkarmağa kâfi geldi. Herhalde, cehaletle itham olundum diye alınmış, kızmıştım. Turgut’un böyle maksadı yoktu, onu söz gelişi söylemişti amma o zaman 18-19 yaşlarında idim. Ukûl’un tekili yani müfredi olan aklım, kalpağından bir karış yukarda ikamet ediyordu. Halk partisinin millî eğitim politikası sayesinde, günün birinde 500 kelime ile konuşan “bitirim” bir liseli nesli ve 750 kelimeyle bütün fikirlerini anlatan “matrak” bir üniversiteli nesli yetişeceğini tahmin etseydim Turgut’a asla kızmazdım. Zaten kızılacak insan değildi. Bütün Tıbbiyelik hayatında bir tek defa döğüştü. Telaş etmez, fakat vapura daima son dakikada ve koşarak yetişirdi. Bir de küçücük kusuru vardı: Çok ve çabuk aşık olurdu. Yalnız, aşkının hararetli olduğu günlerde bir teşrih vizesinden refüze edilmişti.
Elbiselerine de fazla dikkat ederdi. Hukuk Fakültesini bastığımız zaman mevsim icabı çoğumuz kaputlu idik ve numaralarımız gözükmesin diye yakalarımızı kaldırmıştık. Turgut, yakam bozulmasın diye kaldırmamış ve numarası Hukukçular tarafından tesbit olunarak Askerî Tıbbiye idaresine verilmişti. (Numarası 54’tü) Böylelikle Turgut Nejat Efendi hapishaneyi boylamıştı.
Benim numaram 82 idi. Yakam kalkık olduğu için bunu 83 olarak görmüşlerdi. Eski rakamlarda 2 ile 3 birbirine çok benzerdi. Böylece benim yerime sınıf arkadaşım Saim hapse girmişti.
Nejat’a gelince: İçerenköyde, eskice fakat bahçeli ve çok ferah bir evde otururdu. Evine karşı duyduğu sevgiden midir, nedir çoğu zaman hafta ortasında izin alarak çıkar bir geceyi evinde geçirdikten sonra gelirdi. Nasıl izin aldığına şaşardım. Çünkü ben resmen izin almasını beceremediğim için işimi halletmek üzere daima “firar” tarikini ihtiyar ederdim.
Nejat’ın bir merakı da ikide bir ameliyat olmaktı. Aklına esince ya bademciklerini aldırır, ya burun kemiğini düzeltir, yani ufak çapta da olsa bir ameliyat geçirirdi. Ben böylece geçirdiği dört ameliyat biliyorum.
Turgut’a: “Sen hodbinsin. Hodbinlik küçük çocukların umumî vasfıdır. Şu halde sen bir çocuksun” der ve hep “çocuk” diye hitap ederdi. Turgut’la boyuna güreşirlerdi. Teneffüshanede veya kanditinde yapılan bu güreşlere öyle bir azimle ve kendilerini vererek girişirlerdi ki masanın devrilmesi veya tabakların kırılması onları asla ilgilendirmezdi.
Nejat’la bazen beraber ders çalışırdık. İşte o zaman gülüp bayılmak içten bile değildi. Bir gece, bir buçuk saatlik akşam mutaleası boyunca, bütün sınıfın ders çalıştığı ve büyük bir sessizliğin hüküm sürdüğü salonda merhum Sadi ile beni kırıp geçirmiş, kendisi de beraber gülmüştü. Sessiz gülmeğe mecburiyet, sinirlerimizi büsbütün yıpratmış, gözlerimizden yaş gelmişti.
Neşesini ve şakacılığını hiçbir zaman bırakmazdı. Yıllarca sonra bir parti kurmak için bazı arkadaşlarla konuşup büyük güçlüklere uğradığımız günlerde tam bir ciddiyetle:
“Bu iş böyle olmaz. Programı ben çizeyim de onun sütüne konuşalım...
Demiş ve bana kağıt, kalem vererek yazdırmağa hazırlanmıştı.
Aynı büyük ciddiyet içinde: “Yaz, birinci madde” diyerek bir ara düşünmüş, sonra bu ilk maddeyi şöyle tesbit etmişti:
“Fırkanın koridorlarında sigara içmek memnudur”.
O zaman bir kahkaha tufanına sebep olan bir maddenin gerçekte Halk Partisinin tek maddesi olduğu aklımıza gelmemişti. Çünkü onların zamanında, salonda konuşmak yasak olduğu gibi koridorda da şüphesiz sigara içilemezdi. Köprülüzade Fuat, vaktiyle Hak Partisinin saylavı olduğu sıralarda, siyasi durum hakkındaki fikrini soran eski talebelerinden bazılarına “Meb’usların siyasetle uğraşması yasaktır” diye cevap vermişti. Bence, üstaddan tarihe kalacak eser, makale veya kitapları değil, bu vecizesidir. Onun kitapları zamanla eskiyecek, günün birinde ilmî değerini büsbütün kaybederek kullanılmaz olacaktır. Fakat Türkiye tarihinin bir çağını, ölmez bir doğrulukla anlatan yukarıdaki vecizesi unutulmıyacak asla eskimiyecektir.
Bizim zamanımızda Askerî Tıbbiyeliler ders bakımınsan sivil talebelerden üstündü. Yatılı oluşları ve Askerî Tıbbiye idaresince sıkı kontrol altında bulundurulup müzakereciler tarafından çalıştırılmaları bu üstünlüğü sağlardı. Müzakereciler yüzbaşı ve binbaşı rütbesinde olan doktorlardı.
Bu üstünlük arasıra kuvvet gösterileriyle de isbat olunur, aşağı yukarı yılda bir defa siviller, dayak haklarını alırlardı. Fakat o, ileriki samimiyetleri bozmaz, hatıralarda iz bırakmazdı. O kadar ki günümüzün ünlü psikiatri uzmanlarından milletlerarası şöhreti haiz doktor İzzeddin Şadan’ın hafızasında bu yıllık dayak tayini tamamıyla ters bir şekilde kalmıştır. Yani İzzeddin Şadan’a göre siviller, askerileri döverlermiş. Tabiî buna imkân olmadığı aşikardır. Belçika hiçbir zaman Almanya’yı yenemez. Askerî Tıbbiyelilerin sivillerden dayak yemesi tabiat-ı eşyaya aykırıdır. Buna senet verebilirim. Yalnız yıllık ziyaretlerden sayın dostum İzzeddin Şadan’ın payına ne düştüğünü tayin edemem.
Benim Askerî Tıbbiyeye girdiğimin ikinci senesine doğru yine böyle bir hadise oldu: Sivil talebelerden Niğdeli Ruhi’ye mükemmel bir ziyafet çekildi. Fakat iş birdenbire vahim bir durum aldı. Dayak atanlar hapse girdiler.
Bunlar bizden iki sınıf öncekilerdi. Aralarından Hayri’nin, künyesi bir hayli dolu olduğu için mektepten tardolunmak ihtimali belirdi. İşte o zaman isyan bayrağını çektik. Askerî Tıbbiyede büyük ihtilal toplantısı yapamazdık. Fakültenin konferans salonuna geçtik. Arkadaşlarımızdan bir teki bile tardolunduğu takdirde mektebi bırakarak Çamlıca’ya çekilmeğe karar verdik. Müzakerenin ateşli bir zamanında Fakülte reisi olan profesör (adı galiba Vasıf’tı.) hiddetle salona girerek bizi çıkarmağa kalktı. Çıkmadık. Bilakis biz onu salondan çıkardık. Neticede zafer sağlandı. Arkadaşlarımız hapis cezasıyla kurtuldular.
İşte biz böyle bir serkeş tayfa idik.
Bizden sonraki sınıflara , Kuleli Askerî Lisesini bitirenlerden de talebe alınmağa başlandı. Bunlarla birlikte Askerî Tıbbiyeye “İtaat” girdi.
Bizden iki sonraki sınıfta yine Türk meşhurlarından Safaeddin Karanakçı vardı. O zamanlar biz ona sadece “Safa” derdik. Kadıköy sultanisinden sınıf arkadaşımdı. Hakikaten pek safalı ve tuhaf bir çocuktu. Komikti. Fakat kızdırmağa gelmezdi. Sokağın ortasında insanın arkasında “Borcunu vermeden nereye kaçıyorsun?” diye bağırıverirdi.
Lisede gazete çıkarır, güldürücü manzumeler yazar, hocaların taklidini yapardı. Ben Askerî Tıbbiyeye girdikten sonra bir yıl daha Sultani’de okuyarak Harp Okuluna girmiş, Harbiye’den de Tıbbiye’ye nakledildiği için benden iki sınıf sonraya kalmıştı.
Fakat Tıbbiye’yi Edebiyat Fakültesi veya Gazetecilik Okulu mu sandı bedir, girer girmez işi edebiyata döktü. Bir dergiye hikayeler yazmağa başladı. Bunlar hikaye değil tamamıyla hakikatti. Bu arada bazı Askerî Tıbbiyelilerin aşk maceralarının adını aynen değil de, ilk harflerini yazarak gösteriyordu. Fakat işler o kadar açıktı ki gizli kapaklı bir taraf kalmıyordu.
Derken günü birinde bir hikayede Hukuk talebesi olan bir kızdan bahsetti. Kız, afet-i devrandı. Hukukta birçok aşıkı vardı. Bu aşıklar coştular ve Hukuk Fakültesine giden bir arkadaşımızı bir meydan savaşında yendiler. Her ne kadar bizim arkadaş cepheyi yarıp kurtulsa da epey kayıp verdi.
İşte bunun üzerine Askerî Tıbbiye şahlandı. Ders kitapları kapandı. Hukuk Fakültesine dört kişilik bir keşif heyeti yollanarak kapıların, sınıfların durumu tesbit edilip taarruz planı hazırlandı.
Taarruzdan bir gün önce yazılarıyla yarınki cihan savaşına sebep olmuş bulunacağı için Safa iyice bir pataklandı ve ertesi günü Hukuk Fakültesine taarruz edildi.
Askerî Tıbbiyenin o zamanki mevcudu 200 kişi kadardı ama herkes bizi çok kalabalık sanırdı. Genç kızlar bizi birkaç bin kişi olarak tahmin ederler “Nereye gitsek Tıbbiyeli görüyoruz” diyerek bu kadar az olduğumuza inanamazlardı. Demek ki o zaman birimiz on kişi gibi görünüyorduk. Şövalyelik kolay mı?
Hukuk taarruzunu bu 200 kişinin aşağı yukarı 120 kadarı yaptı. Çünkü son sınıf, sözlerini dinlemediğimiz için darılmış. Safa’nın sınıfı da Safa’ya dayak atıldığı için içerliyerek genel taarruza katılmamıştı.
Taarruz günü Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt, Hukuk Fakültesini ziyaret edeceği için bütün talebe oradaydı. İlahiyat Fakültesinin sarıklı ve iriyarı talebeleri de orada bulunuyordu. Bize göre çok kalabalıktılar. Dört Askerî Tıbbiyenin birkaç gün önce gelerek yaptığı keşiften de şüphelendikleri için hazırlıklıydılar. Sopalar bile hazırlamışlardı. Yani karşı taraf, sayı ve silah bakımından bize üstündü. Fakat yüksek kumandadan mahrumdular.
Bu sebeple biz, binanın en üst katı Edebiyat Fakültesinden bize gülerek bakan cici bici Edebiyatçı kızların gözleri önünde, bir yıldırım harbi ile birkaç dakikada işi hallettik. Hukuk talebesi olup çoğu yüzbaşı rütbesinde bulunan bir hayli subayın bizi durdurmak teşebbüsü, bizim sınıftan Nurullah’ın hani yukarıda bahsettiğim şu benim ceketimi yakan Nurullah’ın “Alın onları da aşağıya” diye bağırması üzerine akim kaldı ve yıldırım harbi tam bir stratejik ve taktik zaferle sona erdi. Bu böyle bir hızdı ki belki de merhum Hitler, yıldırım harbini bizim bu hareketimizden öğrenmiştir.
Hitler’e “merhum” dediğim de garipsenmesin ve yine faşistliğime verilmesin. Başta Moskof dostlarımız olduğu halde bunca milyon gavur ve çıfıt öldüren adama merhum denmez de ne denir?
Yıldırım harbi o kadar tertipli yapılmıştı ki Askerî Tıbbiye idaresi bir türlü suçlu bulamıyordu. Gerçi bozgundan sonra Hukukçular sokaklara dökülerek yaka numarası tesbit etmeğe başlamışlar ve Askerî Tıbbiye Müdürlüğüne bir liste takdim etmişlerdi. Fakat bu liste pek beceriksizce üstün körü idi. Mesela hadise günü Tıbbiye revirinde hasta yatanlardan da bir ikisinin numarası verilmiş, bu saf, Askeri Tıbbiye idaresinde bir şüphe uyandırmıştı. Herkes hadise olduğu sırada kendisinin başka bir yerde bulunduğunu delillerle isbat ediyor, Askerî Tıbbiye idaresi şaşkına dönüyordu. İçimizden bazıları müdürün “Allah, Allah!... Kimseyi yakalayamıyoruz. Bu hadiseyi cinler mi yaptı?” diye bağırdığını işitmişlerdi.
Gazeteler de bize yardım ediyordu. En insaflısı üç dört yüz Tıbbiyeli sopalar ve taşlarla Hukuk’a saldırdığını yazıyor, Tıbbiyeli ordusunu beş altı yüze çıkaranlar bile bulunuyordu.
Hapse tıkılan Tıbbiyelilerden hiç birisinin suçlu olduğuna mektep idaresi emin değildi. Bu yüzden şövalyelerini boşuna harcamak istemiyordu. Fakat bir de koskoca olay vardı. Mutlaka bir suçlu bulmak lazımdı. Bu suçlu bulundu ve kabak zavallı Safa’nın başına patladı. Bu baskına, yazıları ile sebep olduğu için Askerî Tıbbiyeden çıkarıldı.
İşte adalet yerini bulmuştu. Zaten adalet çok defa yerini böyle bulur. Yani boş bir yere oturur da herkes yerini buldu sanır.
 
Üst