SABAHATTİN ALİ İLE TANIŞMA
Vaktiyle ciddi bir milliyetçi dernek olan “Türkocağı”nda biz, o zamanki gençler 1926’da “Kızıl Elma” adı ile bir oda açtırmıştık. Ocak üyesi olmıyan gençler, bilhassa mektepliler bu odaya gelecek, Türkçü fikirlerle aşılanacaktı. Ocağın faal olan bölümü de hemen hemen bu odadan ibaretti. Yüksek tahsil görmemiş, fakat iyi bir hatip olan ocak başkanı Hamdullah Suphi bol bol nutuk çeker ve çok defa aynı şeyleri söylerdi.
“Arkadaşlar! Orta Asya’daki Kırgız’la Anadolu’daki Türk arasına siyasi sınırlar girmekle bunlar birbirinden ayrılmaz. Bir ormandaki ağaçların aralarına duvar çekerek onların gövdelerini ayırabilirsiniz. Fakat duvarın üstünden dalları toprağın altından kökleri birbirini kucaklar...”
Yahut da:
- “Arkadaşlar! Tuna’dan Sakarya’ya doğru dört harp, dört muhaceret gördüm...” vesaire...
Peki ama o dört harp olurken sen neredeydin? Yaşın askerlik yaşıydı. Hangi birinde eline silah alarak cephede bulundun?
İşte Hamdullah Suphi buna cevap vermez. Hatta Kırgızlar nerede oturur diye sorsanız ona da cevap veremez. Ama ne çıkar? Bir şeyden bahsetmek için onu bilmeğe lüzum var mı? Öyle olsa dünyada büyük bir sessizlik olurdu. Bizim Kızıl Elma odasında ise heyecanlı tartışmalar yapılırdı.
O sırada İstanbul Erkek Muallim Mektebinde öğrenci olan Sabahattin Ali’yi burada tanıdım. Sırası gelmişken şunu da söyliyeyim ki bu kişinin ikinci adı “Ali”dir. “Âli” değildir. Halbuki umumiyetle adı “Sabahattin Âli” şeklinde yazılıp söylenmektedir.
Bu umumi yanlış, halk efendimizin “Hasan Âli” ile “Sabahattin Ali”yi birbirine karıştırmasından veya onları akraba ve hatta kardeş sanmasından doğmaktadır.
Sabahattin Ali konuşkan, şaklaban ve komiksel bir gençti. Dima mübalâğalı ve yalanla karışık konuşurdu. Şairdi de. Zaten bizim memlekette şair olmayan kim var? Şair adaylarının toplamı Türkiye’nin nüfusundan daima yarım milyon fazladır. Çünkü ana karnında bulunan yarınki vatandaşlar da birer şair adayıdır.
Sabahattin Ali okulunu bitirdi. Bir köye öğretmen gitti. Tatilde İstanbul’a döndüğü zaman ben Yüksek Öğretmen Okulunda edebiyat talebesiydim. Türk meşhurlarından Orhan Şaik Gökyay, Nihat Sami Banarlı, Ziya Karamuk, Pertev Naili Boratav , Tahsin Banguoğlu, Ekrem Reşit ve Kenan Hulusi Edebiyat Fakültesinde sınıf arkadaşlarımdı. Son üçü müstesna, ötekiler aynı yüksek öğretmen okulunda idiler.
Biz tatilde de mektepte kalırdık. Sabahattin Ali beni bir iki kere ziyaret etti ve ikinci gelişinden sonra bütün arkadaşlarımla senli benli oldu. Lâubali idi. Felsefe şubesindeki bir kıza aşıktı. Fakat bu aşkı duymayan kalmamıştı. Belki İsmet İnönü bile duymuştu. Çünkü Sabahattin Ali geveze, zevzek, boşboğaz bir çocuktu. Zannederim Bulgaristan’a kaçarken öldürülmesinde de bu boşboğazlığın rolü vardır.
Zeki ve çalışkan olmakla beraber ruh bakımından çok zayıftı. Ahlak ve şeref duygularına gülerdi. Vatan ve şeref için ölüp tarihe geçmiş olanlara “Lâyemut enayiler” derdi. Soyadı olarak bön ve altın demek olan (Alı)yı alması da herhalde orijinallikten çok şerefe ve itibara yan çizmenin neticesidir.
Bir şeyler olmak isterdi. Bütün iradesiz insanlar gibi yükselmek için alçalmağa her an hazırdı.
O sırada Almanya’ya Alman dil ve edebiyatını öğrenmek ve dönüşte almanca öğretmeni olmak üzere talebe göndermek kararı verilmişti. İmtihan açıldı. Sabahattin Ali de katıldı, kazandı, Almanya’ya gitti.
İşte onun hayatını mahveden facia burada başladı. Meğer bir takım huyları varmış. Bu gibi huylara karşı çok sert davranan Hitler rejimi, Sabahattin Ali’yi Almanya’dan çıkardı. O da Türkiye’ye döndü. Tabiî bizim bu gibi şeylerden henüz haberimiz yok, kendisini karşıladık. Alıp Yüksek Öğretmen Okuluna getirdik.
“Yüksek Öğretmen Okulu” o zamanki adı ile “Yüksek Muallim Mektebi” otel mi diyeceksiniz. Otel de ne kelime? Tekke gibi bir şeydi. Herhangi bir öğrenci, geceleyin bir tanığını getirir, yemek yedirir, hatta boş yatakların birinde yatırırdı bile. Her gece, okula dönmemiş olan bir kişi mutlaka bulunurdu. Ben bir sabah uyanınca bizim yatakhanede ( 4-10 kişilik yatakhaneler vardı) bir yabancı görmüş, biraz sonra giyinen bu yabancının bir harbiyeli olduğuna hayretle şahit olmuştum.
Sabahattin Ali’yi bizim tekkeye getirdik. Fakat bir gece yatırmakla iş bitecek gibi değildi. Çünkü kovulmuş, beş parasız kalmıştı. O zaman okul müdürü Hamit Ongunsu idi. Hani şu 30 yıllık ve ordinaryüs olduğu halde bir tek eseri bulunmayan, nevi şahsına münhasır, fevkalade orijinal profesör...
İçimizden biri, galiba Pertev Naili, ona söyledi. Sabahattin Ali’nin okulda yatıp kalkmasına, yiyip içmesine razı oldu. Hamit Ongunsu böyle konçinaları korumasını pek severdi.
Sabahattin Ali postu tekkeye serdi. Onu bizim yatakhaneye aldık. Doğrusu küfranda bulunmadı: Bizi aylarca güldürdü.
Kendisinden Almanya’daki vakanın aslını feslini sorduk. Bir şövalyelik hikayesi anlattı: Barbar Türkler diyen bir Alman çocuğunu dövdüğünü söyledi. Sabahattin gibi bir ödleğin bu anlattıklarına inanmak biraz güçtü. Ama yabancı ülkede bulunuşu belki vatanperverlik damarlarını harekete geçirmiştir diye düşündük. Şüphemizin o da farkında idi. Bir masal daha uydurarak zaferinin hikayesini berkitti: Almanlar o sırada Kanuni Sultan Süleyman’ın Almanya’ya o muhteşem ve heybetli seferini okuyorlarmış. Onun tesirinde kalarak hep birden Sabahattin Ali’ye yüklenip hakkından gelememişler.
Sabahattin Ali konuşurken biz sözlerindeki hakikat payına değil, yalnız komikliğine dikkat ettiğimiz için, Almanların onu, Kanuni Sultan Süleyman ordusunun kahraman askerleriyle bir tutmasındaki akıl almaz aykırılığa ehemmiyet vermemiştik. Meğer işin içinde iş varmış ama bilir miydik?
Artık onun için bir havailik çağı başlamıştı. Şurada burada geziyor, işin kötüsü Nazım Hikmetof’la da temas ediyordu. Bütün zayıf ve tatmin olunmamış insanların başına gelen şey, sonunda Sabahattin Ali’nin de başına geldi: Felaketin suçunu cemiyete yükleyerek cemiyete düşman oldu ve onun ayakta durmasını sağlayan değerlere saldırdı. Cemiyete düşman olmuştu ya, onun başında bulunanlara da elbet düşman olacaktı. Bu sebeple bir manzume yazarak Cumhurbaşkanını ve bakanları hicvetti. Bize de okuduğu hicviyeden:
“İsmet girmedi mi daha kodese, Kel aliden hesap sorulmuş mudur” beyti aklımda kaldı. Buradaki “İsmet” devrin başbakanı İsmet İnönü, Kel Ali de Bayındırlık Bakanı ve İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’dır.
Bir yandan da “torpil” arıyordu. Nihayet aradığını buldu. Dört yıllık öğrenim için gittiği Almanya’da 14 ay kalmış olduğu için almancayı öğretmenlik edecek kadar bilemediği halde torpil hazretleri sayesinde kendisini Konya Ortaokuluna almanca hocası tayin ettirmeğe muvaffak oldu. Boşboğaz olduğunu söylemiştim. Bu huyu dolayısıyla hicviyesini orada da herkese okuduğu için sonunda ihbar edilip hapse girdi; öğretmenlikten çıkarıldı. Hapisten çıktığı zaman artık kelimenin bütün şümulü ile komünist olmuştu.
Buna rağmen öğretmen olmak için yine Maarif Bakanlığına başvurmaktan geri kalmadı. O zamanın bakanı Hikmet Bayur: “Eski kanaatlerini değiştirdiğini bize ispat etmezsen sana iş veremeyiz” demiş. O da fikrini değiştirdiğini göstermek için “Varlık” dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli 13’üncü sayısında “Benim aşkım” diye bir manzume yayınladı. Dört dörtlükten ibaret olan ve:
Kısacası: Gönlümü verdim ulu Gaziye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
diye biten bu şiir(!)le Sabahattin Ali fikrini değiştirmiş, Hkmet Bayur da onun fikir değiştirdiğini kabul etmiş oluyordu. Onu tekrar bir vazifeye tayin ettiler. Doğru güzel bir hükümetçilik oyunu idi. Herhalde benim anlamadığım bir “hikmet-i hükümet” vardı. Ah bu, hikmetler!... Onlar ne şahane hikmetlerdir...
Bundan sonra Sabahattin’i pek seyrek görür olmuştum. Her görüşmemiz uzun tartışmalara ve aramızın biraz daha soğumasına sebep oluyordu. Dünyanın komünizme doğru gittiğine ve bir gün mutlaka komünist olacağına inanmıştı. Yahut inanmış gibi görünüyordu. Artık “edebi komünistler” takımına o da katılmıştı. Yani hikaye ve romanlı komünizm propagandası yapıyor, memlekette sınıf mücadelesi yaratmak için komünistlerin ne kadar malum usulü, takdiği varsa hepsine başvuruyordu. Nihayet 1939’larda içini dışına vuran hikmeti yumurtladı. “İçimizdeki Şeytan” adlı romanıyla sanata siyaset sokarak milliyetçiliği batırdı. Romanında, milliyetçi gözüken insanların topyekûn yabancı devlet ajanı olduğunu göstererek cibiliyetini açığa vurdu. Halk Partisinin yayın organı olup Falif Rıfkı’nın idare ettiği Ulus gazetesinde yayınlanan bu roman, kitap şeklinde çıkınca beni ikaz ettiler, okudum. 1940 Temmuzunda “İçimizdeki Şeytanlar” adlı broşürler cevap vererek Sabahattin Ali’ye vuruşma teklifi yaptım. Çünkü çok kızmıştım. Öfkelendiğim zaman her şeyi yapabilirdim.
Şimdi burada da biraz duralım. İsmet İnönü’de Millet Meclisindeki bir konuşmasında “Kızarsam yapmıyacağım yoktur” demişti. Demek ki, bir huyumuz benziyor. İşte bu hoşuma gitmedi. Halk Partililerden özür dilerim ama Milli Şefe en önemsiz nesnede dahi benzemek beni tedirgin eder. Halk Partisi çağı olsaydı bu fikrim vatana ihanet sayılır, mahkemelere verilirdim. Şimdi ise demokrasi var. İstediğim gibi düşünür, istediğimi beğenir yahut nefret ederim.
Hasan Âli’nin Maarif Vekilliği zamanı, Sabahattin Ali’nin yıldızının parladığı devir olmuştur. Gerçi bu yıldız, Halk Partisinin yıldızı gibi bir kuyruklu bir yıldızdı ama bir müddet sahici yıldız tesiri yapmaktan geri kalmadı. Hasan Âli’de herhalde kırtipilleri tutup profesör yapmak merakı vardı.
Konserlere pek meraklı olup kendisi de viyolonsel çalan Milli Şef konservatuara sık sık geliyor ve Sabahattin Ali’yi iltifatlara boğuyordu. Fakat iltifatlar onu azdırıyor, Rus elçiliği tarafından da ziyafetlere çağrılıyordu. Sonu malum: Hasan Âli’nin, Falih Rıfkı’nın ve Milli Şefin bana karşı ve bize yani Türkçülere karşı koruyup desteklediği Sabahattin, Bulgaristan’a kaçarken sınırda öldürüldü.
Toprağı bol olsun...