Bundan sonrası daha enteresan... Şimdi bir de ağır sıkletlerin güreşi kalıyordu. Onu nasıl olsa kazanacaktık. Fakat Ruslar, planlarını hazırlamışlardı ya... Rus ağır sıkleti hasatlık bahane ederek mindere çıkmadı. Güreş nizamnamesi gereğince, sebep ne olursa olsun, sahaya çıkmayan güreşçinin yenilmiş sayılması gerekirken Ruslar bu müsabakanın iptalini istediler. Eh, Recep Peker orada oldukça Ruslara karada ölüm yoktu. Bu da kabul olundu ve hakikatte 2-5 kazanmış olduğumuz karşılaşma 3-3 beraberlikle bitirildi.
Rus dostluğunun diğer neticeleri de malum: Vatan haini Nazım Hikmet’in Rusya’dan dönüşünde burada bir millî kahraman gibi karşılanması ve büyük şair tanınması... O kadar ki ciddi bir ilim adamı olması gereken Köprülü Zade Fuat bile 1929 – 1930 ders yılında bize yazdırdığı Türk edebiyatı tarihi notlarında ondan “genç ve kudretli şair” diye bahsetti ve bu umumi gaflet neticesinde de memleketin edebî zevki tamamıyla soysuzlaşarak bugün gördüğümüz maskara şiir meydana geldi. En millî karakterli ve en ciddi kişiler bile bolşevik vezniyle millî destanlar yazmağa başladı.
Arkasından, İsmet Paşanın maaşlı dalkavukları olan Halk Partisi çağının Meclisinde komünist saylavlar... Radyodan Namık Kemal’in eserlerinin kaldırılması ve Rum, Ermeni, Yahudi taklitleri yapılmasının yasak edilmesi...
Ve en sonunda da köy enstitüleri faciası... Bu enstitülerin birer komünist yuvası haline gelmesi için sistemli faaliyet... Son Kolej hadisesinin kahramanı olan kızları birer Muzahraf Ana haline getirecek kadar çirkin ve iğrenç, fakat hepsi örtbas edilmiş olaylar...
Sicilli komünist Sadreddin Celal’in mikroplarını daha geniş bir alanda saçması için Yüksek Öğretmen Okulu pedagoji öğretmenliğinden alınarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin pedagoji profesörlüğüne getirilmesi...
Komünist Sabahattin Ali’nin, tahsil durumu elverişli olmadığı halde Ankara Devlet Konservatuarında çifte görevle kayırılması ve Millî Şefin, Konservatuara her şeref verişinde Sabahattin Ali’yi okşayarak iltifatlara boğması...
Ankara’daki Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinde Pertev Naili, Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes ve Behice Boran adlı aşırı solcu dört doçentin aleni propagandası ve milliyetçi telabeyi haksız yere döndürmeğe kadar işi azıtmaları...
Bu arada, modaya uymak kabilinden, iki tanınmış profesörün komünizm krizi geçirmeleri ve söz ile, yazı ile bilfiiil, geçici ir zaman için olsa da o cepheye katılmaları...
O halde arada bir yapılan komünist tevkifleri ne idi diyeceksiniz? Ne olacak? Hamamın namusu meselesi... Çünkü tevkif olunanlar işçi, şoför kabilinden, komünistlerin ayak takımı idi. Asıl yüksek tabakası, yani kendi tabirlerince “ak amele” takımı su başında, rahatında ve propagandasında idi.
İşte bütün bu saydıklarım, millette maneviyatı sarsan ve aşağılık duygusunu doğuran sebeplerin başında geliyordu.
İkinci sebep birinciyi tamamlıyor ve Batıyı üstün görmekten doğuyordu. Merhum Kazım Karabekir Paşa bir gün bana demişti ki:
“Ben ve Ali İhsan Paşa, mütareke ilan olunduğu zaman galip orduların başında bulunuyorduk. Bu sebeple maneviyatımız yüksekti. Diğer kumandanlar, Suriye’de yenilmiş orduların başında bulundukları için İngilizlere karşı manevi kuvvetleri yerinde değildi. Hatta İsmet Paşa o kadar ümitsiz ve bedbindi ki, bundan sonra biz ancak çiftlik ağası olabiliriz diyor ve kendimizi Kazım Ağa, İsmet Ağa olmağa şimdiden alıştırmalıyız mutaleasında bulunuyordu”
Merhumun bu teşhisi ve müşahedesi psikanaliz bakımından çok ilgi verici ve dikkate alınmağa değer bir mahiyettedir.
Yalnız şu kadarı var ki Mustafa Kemal Paşa zekası ve ileriyi görüşü sayesinde moral bozukluğundan kendisini kurtarabiliyordu. Çünkü olayların nasıl gelişebileceğini iyi hesaplıyor, kuruntuya ve korkuya kapılmıyordu.
Nitekim Adalar denizi kıyılarında Türk nöbetçileri, donanma filikası ile sahillerimize yanaşan bir İngiliz subayı öldürdükleri zaman moral bozukluğundan eser kalmadığını isbat etmişti. Makine başında İngiltere ile temasa geçerek onların tehdit makamında savurdukları bombardıman gerçekleşirse bunu Türk – İngiliz savaşının başlangıcı sayacağını haber vermiş, İngilizler bunu beceremeyince, cakaları bozulmasın diye donanmalarını İstanbul ziyaretine göndereceklerini bildirmişler fakat Mustafa Kemal Paşa bunu da kabul etmemişti.
İngilizler, Lozan Barış Andlaşmasına dayanarak İstanbul’a birkaç gemi göndermekte direnmişlerse de kabul etmemiş ve “Barışın sağlanması için gerekirse Lozan Barışını çiğneriz” şeklinde tam siyasî bir cevap vermişti.
Mustafa Kemal Paşa İngiltere’nin ihtiyarladığını ve demokrasinin cılız taraflarını gördüğü için, İngiltere’nin bize karşı bağışlamaz bir gizli düşmanlığı olduğunu bildiği için böyle yapıyordu.
Nitekim, geberen İngilizlerin ailesine biraz sadaka vermek ve kızıl tamu’ya giden ruhunu sevindirmek üzere denize bir çelenk atmakla iş tatlıya bağlanmıştı.
İngilizlerin bize gizli düşmanlığı önce müteassıp Hıristiyan olmalarından, sonra Haçlı seferlerinde boyuna dayak yemiş bulunmalarından , en sonrada kendilerinin en kuvvetli oldukları bir zamanda Çanakkale savaşlarında yenişmelerinden doğmaktadır.
Belki de İstanbul’da gözleri vardı. Cebelüttarık , Süveyş ve Singapur gibi kilit noktalarını elde ettikten sonra Boğazlara da hakim olmayı herhalde kurmuşlardı. Hatta Üçüncü Selim zamanında donanmalarını Çanakkale Boğazından geçirerek İstanbul önüne kadar getirmişlerdi. Türkiye’nin bu en zayıf zamanında fırsattan faydalanarak İstanbul’u ele geçirmek istemişlerdi.
Bütün başarısızlıkları, bize karşı gizli düşmanlıklarının artmasına sebep oluyordu.
Son aylarda Amerika’nın yayınladığı, 1941 yılına ait gizli vesikalar İngilizlerin Türk düşmanlığına yeni bir tanık daha vermektedir. Şöyle ki: Sözde müttefikimiz oldukları halde Amerikanın bize yaptığı silah yardımını sinsi sinsi baltalamışlar ve bir zaman için Amerika’yı da aldatmışlardır.
Türk ordusu için yeni silahları alacak en değerli subay, gedikli ve askerî öğrencileri taşıyan Refah gemisinin Kıbrıs yakınlarında meçhul bir denizaltı tarafından torpillenerek battığı ve birçok Türk’ün şehit olduğu malumdur. Refah gemisini batıran meçhul denizaltının malum dostlarımız ve müttefikimiz olan İngilizlere ait olduğu şimdi anlaşılmış bulunuyor.
İsmet İnönü işte bu ihtiyar ve hasta İngiltere’den ve İngiltere dolayısıyla bütün Batıdan çekiniyordu. Onun gayet garip bir mekanizması olan kafası, İngiltere ve Fransa’yı Birinci Cihan Savaşındaki kuvvetleriyle mutalea ediyordu. Hiç şüphesiz bu da kendisinin ileri görüşlü olmayışından doğuyordu. İsmet Paşanın bütün siyaseti ihtiyat ve çekingenliğe dayanıyordu. Herkese dostluk göstermekle tehlikelerin önleneceğini sanıyordu.
Şüphesiz bu büyük bir yanlıştı. İsmet Paşa, ya Türk tarihini hiç bilmiyor, yahut yüzyıllar boyunca sıcak denizlere çıkmak için didinen, bunu bir millî siyaset haline getiren, bu uğurda Türklerle destanî boğuşmalar yapan, fakat bir türlü emeline kavuşamayan Rusya’nın, kendisine dostluk gösterirsek Türkiye üzerindeki isteklerinden vazgeçeceğini sanmakla İsmet Paşa tarihin en büyük gafını yaptığının farkında değildi. Moskof’a dostluğun bir korkudan doğmayıp içimizden geldiğini göstermek için de tabiî Bulgar’a dostluk, Yunan’a dostluk, Sırb’a dostluk şekline döküyor ve bu dostluklar, o devletler toprağında yaşayan yüzbinlerce Türk’ün hakkını, Türklüğünü, hatta insanlığını bize unutturacak kadar korkunç bir sivrilik alıyordu.
O küçük milletler, kendi tarihlerini Türk’e düşmanlıkla yuğurarak, okutabiliyor, Türklerin iktisadî yoksulluğa ve kültür kargaşalığına düşmesi için her çareye başvuruyor, fakat biz ağzımızı açıp da Türklerin hukukunu koruyacak tek kelime söyliyemiyorduk.
1940 sonlarında, Türkiye’nin kuruluşunun 900 üncü yıldönümünü kutlamak için “900 üncü Yıldönümü” adıyla 28 sahifelik bir kitap yayınlamıştım. Bu kitap 2 Ocak 1941’de başbakanlıktan telefonla gelen bir emir üzerine polis tarafından toplatıldı bununla beraber polisin eline ancak beş on tanesi geçti. Kalanı dağıtıp satıldı. Fakat mühim olan bu toplatma değil, onun sebebi idi. Çünkü kitapta Bulgarların aleyhinde bir iki kelime vardı. Tabiî Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve onun Başbakanı Dr. Refik Saydam, benim o küçük kitabı nasıl bir çağlayan gibi Türkçülük duygusu içinde yazdığımı, o kitabın Türk aydınları üzerinde nasıl bir uyarıcı tesir yapacağını anlayamıyordu. Bulgar elçisi kendilerini rahatsız etmesin, bu kafiydi.
Bir insan aynı hareketi defalarca yaparsa sonunsa alışır ve o hareket kendisine tabiî gelmeğe başlar. İsmet Paşa da yabancılara cemile göstere göstere nihayet bu, kendisinde huy haline geldi ve etrafındakilere de bulaştı. Batıya karşı aşağılık duygusu besleyen bir zümre peyda oldu.
Bu zümre, belki bu davranışlarıyla memleketi dış tehlikelerden kurtardığına inanıyordu. Fakat gerçekte milletin maneviyatı bozuluyor, siyasi sebeplerin ve zaruretin inceliklerini kavramaktan daima aciz olan halk, kendi hükümetinin Moskof’a İngiliz’e ve başkalarına aşağıdan aldığını göre göre kendi millî gücüne inancını kaybediyor ve hükümete de güvenemez hale geldiğinden halkla hükümet arasında bir uçurum açılıyordu.
Ve işte manevi kuvvet böylece sıfıra indi. Çünkü aşağılık duygusu ruhları sarmıştı.
Bunun çok acı ve çirkin, çirkinden daha beter, iğren. Ve tiksindirici bir örneğini tarihe hatıra kalsın diye burada anlatacağım. Tâ ki millî yapının doktorları, onaracakları gövdenin derin yarasını iyi bilsinler...
Olay şu: Cumhuriyetin ilanından sonra bir Tıbbıyeli kafilesi Romanya’ya gidip birkaç gün konukluk etti. Rumen öğrencileri bizimkileri gezdirip tozdurduktan sonra bir de medar-ı iftiharları olan genelevlerine götürerek ikramda kusur etmek istemişler.
Birkaç hafta veya ay sonra Rumenler bu ziyareti iade ettiler. Bizimkiler de Rumenleri gezdirip eğlendirdiler. Tabiî ikramcılıkta onlardan geri kalacak değillerdi ya... Onlar da Rumenleri Beyoğlunun genelevlerine götürmüşler. Bu kafileye başkanlık eden üstümüzdeki sınıftan ve Galatasaray’dan geldiği için Fransızca’yı iyi bilen birisiydi. İşte o zaman bir şaheser iş oldu. Bugünün şartlarını düşünen her insanda gözleri nemlendirecek olağanüstü bir iş... Genelev kadınları, hani şu en nazik tabirler “fahişe” diye aşağıladığımız kadınlar “Sen bize gavur mu getiriyorsun” diyerek o arkadaşı da, Rumenleri de sille tokat kovdular.
Bir bunu, bir de bugünün sosyete kadını denilen vesikasız orospularını düşünün ve Amerikalı zenci çavuşlarla yakalanıp isimleri ayyuka çıkan bu kaltakların yanında dünkü fahişelerin birer Meryem Ana kadar temiz ve haysiyetli kaldığını lütfen kabule edin.
Milli gururun bu kadar düşmesinde İsmet Paşa hükümetinin çok vebali vardır; Amerika’nın Missuri uçak gemisi İstanbul’a geldiği zaman Rumenleri kovan evlerin sokakları süpürülmüş, o sokakların bütün başları polis ve inzibatlarla tutularak Türklerin bu sokaklara girmesi yasak edilmiş ve oraları günlerce yalnız Amerikalılara açık bırakılmıştı.
Zannedersem böyle bir faciaya da insanlığın tarihinde ikinci bir örnek gösterilmez. Aşağılık duygusunun böyle bir görünüşü yurtsever insanları çıldırtmağa kafidir. Halk Partisini savunanlar ve İsmet Paşayı milletin tek ve son ümidi diye gösterenler “Bu emri de İsmet Paşa vermedi ya” diyeceklerdir. Şüphesiz Millî Şef doğrudan doğruya böyle bir emir vermemiş, fakat bütün diktatörlüklerde olduğu gibi derece derece bütün memurlar istişmam ettikleri siyasi ve idari havaya göre Şefin arzusuna en uygun davranışı yaptıklarına inanarak bu şekilde hareket etmişlerdir. İsmet İnönü millî gururu her şeyin üstünde tutan Türkçü bir şef olsaydı bu çirkin olay olmazdı. Çünkü Bakanlar, valiler, umum müdürler ve daha aşağıları, bunun şef tarafından korkunç bir tepki ile karşılaşacağını bilirlerdi.
Burada Halife Ömer’e isnat olunan bir fıkrayı anlatmak yerinde olacaktır: Ömer bir gece dolaşırken yaşlı bir kadının durmadan kendisine lanet savurduğunu duyarak sormuş:
“Ne oldu? Neden Ömer’e sövüyorsun?”
Kadın: - “Keçim kayboldu” diye cevap verince
Ömer: - “Senin keçin kaybolduysa bunda Ömer’in ne suçu var?” demiş
Karşısındakinin Halife Öemer olduğunu tanımayan kadının cevabı şu:
“Ömer iyi bir adam olsaydı şehre iyi bir vali tayin eder, o iyi vali de iyi bir inzibat amiri bulurdu. İnzibat amiri iyi olunca da bekçiler dikkatli ve uyanık olur, hırsızlara keçimi çalmak fırsatını vermezlerdi”
Yaşlı kadının, bu fıkradaki devlet ve idare felsefesi, mübalağa payı bir tarafa bırakılırsa, doğrudur. İsmet Paşanın ruhunda Batıya karşı aşağılık duygusu olmasaydı o zamanki İstanbul valisi, yahut İstanbul polis müdürü bu çirkin tedbiri almaz, milli gurur böyle onmaz şekilde yaralanmazdı.