Hüseyin Nihal Atsız-Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Safa da buna tam layık olduğu şekilde karşılık verdi: Romanya’ya giderek hukuk tahsil etti. Şüphesiz, Romanya yakın olduğu için oraya gitmişti. Yoksa pekala Arnavutluk’ta pırasa tahsili de yapabilirdi.
Askerî Tıbbiye’den her şey çıktığını söylemiştim ya, bu “Safa” da sonradan Safaeddin Karanakçı olarak vali çıkıp Zonguldak ilini idare etti. Onaltıncı yüzyılda olsaydık, hiç şüphesiz hazırlayacağı donanma ile Romanya’ya bir çıkarma yapar, büyük doyumluklarla dönerdi. Fakat dönen kendisi değil, talihi oldu. Hem de duyumluksuz olarak döndü. Çünkü şeytan dürtmüş içinde bir hürriyet aşkı doğmuştu. Bundan dolayı Hürriyet Partisi’nin kurucularından oldu. Tanzimattan sonraki tarihimizde, sonuçları bakımından daima uğursuz bir rol oynamış olan hürriyet sevgisi bu sefer de Millet Meclisindeki faydasız ve manasız demeçlerden başka bir şey doğurmadı.
Millet Meclisinde, mebus sayısı bakımından ana muhalefet partisi haline geldikleri sırada bir gün kendisiyle karşılaştım. “Ne yapıyorsun?” diye sordum. “Adnan ağabeyle uğraşıyorum” diye cevap verdi. Aramızda kısa bir tartışma oldu. Tartışmanın tafsilatını buraya almayışım okuyucular için edebi bakımdan da, tarihi bakımdan da kayıptır. Bu tartışmada benim neler söylediğimi öğrenmek isteyenler Karanakçı’ya başvurabilirler. Onun ne dediğini merak edenlerde bana gelsin...
Sözün kısası Hürriyetçiler 1957’de bozguna uğradılar. İktidara geçmek isterken 4 mebusçukla politika haritasından silinir gibi oldular. Daha sonra da asıl çıktıkları yere dönerek Cumhuriyet Halk Partisinin sine-i hamiyyetinde eridiler. Zavallı Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Türkiye’nin dördüncü cumhurbaşkanı olmak isterken mebusluktan da oldu. Böylelikle de Türk milleti, Boşnak Kara Osman Ağanın dölünden gelme bir adamın kendisine başkan olması gibi akılların almıyacağı acayip bir durumdan kurtuldu.
Bu ırkçı ve Turancı veciyeyi savurduktansonra yine konuya dönerek artık Askerî Tıbbiye masalına bir son verelim:
O zaman beş sınıf olan Tıbbiyede, üçüncü sınıfın yarısını birkaç gün geçtikten sonra 4 Mart 1925 tarihinde okuldan çıkarılışım, hayatımdaki dramların ilkidir. Zülf-i yare dokunacağı için tafsilatını yazamıyacağım. Şu kadarını söyliyeceğim ki ona sebep, yıllardır savunduğum, ömrümü ziyan ettiği halde vazgeçmediğim, asla vazgeçemeyeceğim temel prensiptir. Bunun yanında benim serkeşliğim, biraz da kadın parmağı rol oynamadı değil. O zaman Türk ordusunda sanimülazım rütbesinde bulunan Bağdatlı Mesut Süreyya aleyhimdeki tertipte vazifesini alıp başarı ile yaptı.
Askerî Tıbbiyeden çıktım. Fakat onun hatırası hafızamdan çıkmadı. Yıllardan sonra, artık Haydarpaşa Lisesi olmuş bulunan o binada edebiyat öğretmeni olarak vazife görürken hatıralarla dolardım. Koridorlar, sınıflar bana eski günleri hikaye ederdi. Zaten hayat birkaç hatıradan başka nedir ki?
O heybetli şatonun muhteşem ruhu kaybolmuştu. Şimdi içinde bulunanlar o eski ruha yabancı insanlardı. Onlar, öğretmenden beş numara koparabilmeğe uğraşan çocuklarla, ay başını iple çeken ve maaş hesabından başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir takım ölülerdi. Asıl yaşayanlar bir zaman orada bulunmuş, konuşmuş, şakalaşmış, çalışmış, döğüşmüş ve hepsinden fazla olarak da ıztırap çekmiş olan Askerî Tıbbiyelilerdi.
Atmacalar yuvasında şimdi serçeler bulunuyordu.
Doktorluğa karşı hiçbir zaman sevgi ve ilgi duymamıştım. Fakat doktorluk başka, Askerî Tıbbiyeli olmak büsbütün başkaydı.
Bana en ağır gelen şey askerî üniformayı çıkarmak oldu. Gariptir: Sivil elbise içinde de en çok boyunbağı sinirime dokunuyordu. Yıllardan sonra, subayların da yakası açılıp onlar da boyunbağı takmağa başladıktan sonra çok müteessir oldum. Çevreye uymakta o kadar kabiliyetsizim ki buna hala alışamadım. Adeta mabetleri yıkılmış ve dini tahkir olunmuş müteaasıp bir dindara döndüm. Bunu hazmedemedim. Hala da edemiyor ve subayların yakasını kapatacak, bellerine kemer taktıracak, mintanları ceket, bereleri kepleri kasket haline getirecek yeni bir kıyafet talimatnamesinin çıkmasını ümitle bekliyorum.
Askerî Tıbbiyeden ayrılmanın manevî sarsıntısını geçirdikten sonra kendimi Türk tarihine verdim ve yavaş yavaş ilmi yayınları okumağa başladım. Bu arada Türkiyat Mecmuası’nda basılmak üzere gönderdiğim bir makale, Köprülüzade’nin beni evine çağırmasına, tanışmamıza sebep oldu. Merhum Neci Asım ve Alman profesörü Menzel de oradaydı. Bunların ilmi konuşmaları kendime güvenimi arttırdı.
Bu tanışma sırasında ben “Mahmut Şevket Paşa” vapurunun katip muavini idim. Köprülü’nün Edebiyat Fakültesine girmem teklifine müsbet cevap verememiştim. Talebe olunca, maaş sahibi olmak vasfımı kaybedeceğim için, babama böyle bir teklifte bulunmağa utanıyordum. Onun bunu memnuniyetle karşılayacağı muhakkaktı amma o devirde “utanma” denilen bir şey vardı.
Bu meseleyi merhum arkadaşım Nejat halletti. Beni, ben gemiyle Mersin seferine çıktığım bir sırada hem Edebiyat Fakültesine, hem de Yüksek Muallim Mektebine kaydettirmiş. Benim, böyle bir yatılı mektepten haberim yoktu. Yanan Zeynep Hanım konağının üst katındaki bu mektep, Darülfünunun leyli kısmı gibi bir şeydi.
Edebiyat Fakültesinin edebiyat zümresine (şimdiki adı ile Türkoloji dalına) girdiğim zaman birçok arkadaşlarım “Şimdi yerini buldun” diye beni tebrik etmişlerdi. Ne de yerimi bulmuşum ya... Bu yer az kalsın bana mezar vazifesi görecekti. Pek şahane derslerimiz vardı.
Ben daha, bunca ilmin üstesinden nasıl geleceğimi düşünürken beni askere aldılar. Taşkışladaki beşinci alayda askerliğimi yaptıktan sonra Fakülteye devama başladım.
Yüksek Muallim Mektebinde de gece dersleri görüyorduk. Bunlar da büyük isimli şeylerdi. Usul-i tedris ve pedagoji, Fransızca...
İleride öğretmen olacağımız için pedagoji bilmemiz şarttı. Talebeyi olağanüstü yetiştirmemiz için bu bilgiye muhtaçtık. Pedagoji hocamız da Sadreddin Celal adında sicilli bir komünistti. Halk Partisi, yarının lise hocalarına bula bula bu adamı öğretmen diye seçmişti. Vaktiyle “Aydınlık” adlı komünist dergi çıkarmış, Moskova’daki Enternasyonala katılmış, sonra komünizmden hapse mahkum olmuş, umumi aftan faydalanarak hapisten çıkmıştı.
Bunların hepsi olabilirdi. Fakat acaba bir memleketi başka bir memlekete satmak isteyen bir adam dünyanın neresinde olursa olsun bir telkin müessesesine getirilir miydi? Bu, görülmemiş bir hamakat, yahut eşsiz bir ihanetti. Herifin komünist olduğu yetmiyormuş gibi üstelik pedagogdu da... Malum ya Türk milletini tahrip eden başlıca üç türlü mikrop vardı: Stafilokok, gonogog ve pedagog... İlk ikisinin aşısı , ilacı falan var. Bunların yüzünden değil midir ki okullarda seviye yıldan yıla düşüyor... Pedagogların sistemleri liseleri orta okul, orta okulları ilk okul derecesine düşürdü. Tabiî bunun neticesinde üniversiteye de imla bilmiyen, kültürsüz çocuklar doluyor ve bunlar büyük harfin nerede kullanılacağını bilmedikleri halde her yıl yapılan açılış törenlerinde profesörlerle birlikte nutuk çekmeğe kalkıyor. Peki ama azizim, sen kim oluyorsun da profesörle birlikte konuşmak istiyorsun? Ne konuşacaksın? Senin sözlüğün topu topu 1000 kelimeliktir. Bununla hangi parlak fikirleri müdafaa edeceksin? Konferanstan vazgeç de vaktinde imtihan vermeğe bak... Yoksa pedagog mikrobu seni öldürür.
Bu Sadreddin Celal’in Sakallı Celal’le olan bir vakası da karakterini göstermesi bakımından dikkate değer. Hadiseyi Sakallı Celal anlatmıştı:
Sakallı Celal, malum sapına kadar komünisttir. Çok zeki ve orijinal bir adamdır ve işin tuhafı Moskof uşağı olmıyan tek komünist kendisidir. Birinci Cihan Savaşının sonunda Moskova’daki beynelmilel komünist kongresine giderlerken bir istasyonda tren durunca Sadreddin Celal, Sakallı Celal’e:
“İstasyondaki çeşmeden bize biraz su alsana” demiş.
Sakallı Celal sormuş:
“Neden sen almıyorsun?”
Sadreddin’in cevabı şu:
“Ya tren kalkarsa...”
Bu hodbinliğe fena halde kızan Sakallı Celal ise hak ettiği karşılığı hemen yapıştırmış:
“Ulan köpoğlu... Benim trenden hızlı koştuğumu sana kim söyledi...”
İşte bu zat bize pedagoji okutuyordu.
Fransızca hocamız ise meşhur masonlardan ve terbiyecilerden Kazım Nami idi. Her iki dersin de nasıl bir curcuna olduğunu söylemeğe lüzum yok. Kazım Nami, serbest terbiye taraftarı olduğunu söyler dururdu. O kadar serbestlik taraftarı idi ki bir gün Fransızca dersinde bizim Orhan Şaik’e Nedim’in garami şiirlerinden birini okutmuştu.
Benim ikisiyle de ufak birer takışmam oldu: Sadreddin Celal beni sınıfı terketmeğe davet etti. Fransa ihtilalini okumuştuk ya... “Beni hiçbir kuvvet çıkaramaz” diye cevap verdim. Kendisi çıktı. Kazım Nami’ye de, söylediği bir söz için “Bana vız gelir” mukabelesinde bulundum. Meğer bu söz yüreğine işlemiş. Yüreğine işlemiş olduğunu annem öldüğü zaman (18 Mart 1930), “Nasıl, bu da vız geliyor mu” demesinden anladım.
Darülfünunu bu şahane şartlar altında 1930’da bitirerek hayat denilen acayip denize atıldım. Bir bakıma çok toy, bir bakıma göre ise çifte kavrulmuştum...

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
C.H.P.NİN TÜRKÇÜLERE VE KOMÜNİSTLERE KARŞI
1944’TEN EVVEL TUTUMU
Bu, ikinci bölümde artık asıl konuya giriyoruz. Zamanımızın âdetlerine göre doğrudan doğruya maksada girmek nezaket icaplarına uymadığından ben de nezaket göstermek için öyle yaptım. Başlangıç, belki biraz uzun oldu. Belki bazılarını sıktı. Fakat çaresiz...
Askerî Tıbbiye hayatına dair verdiğim tafsilat, başkaları da bu konuda bir şeyler yazmazsa , ileride tek ana kaynak olacaktır. İnsanlar ot gibi, hayvan gibi yalnız o an için yaşamak istemiyorlarsa ilerisini kollamak mecburiyetindedirler.
Kendilerini dünya zevklerinden mahrum ederek kendisinden çok sonrakilerin bahtiyarlığı için didinen ve “deli” veya “kaçık” denilen insanlar gerçek insanlardır. Hayvanlar gibi yalnız “tegaddî” ve “tenasül”ü düşünen, bu ikisinin dışında ise ancak rahatına bakan insanlar, hayvanlaşmış kişileridir. İnsanla hayvanın farkı şuradadır ki: İnsan, bir düşünce veya ülkü için hayatını verebilen yaratıktır. Hayvan ise yalnız menfaati için boğuşabilen bir canlıdır.
Kurtuluş Savaşı bittiği zaman 17 – 18 yaşımda bir gençtim ve millî manada bahtiyardım. Çünkü Türk milletinde eşsiz bir üstünlük duygusu, yarına inanç, devlet başındakilere güven ve birlik vardı. İstanbul’un azınlıkları süt dökmüş kedi gibi değil de tam manasıyla köpek gibi idiler. Yüksek sesle bile görüyordu. O zaman dünyanın en kuvvetli devleti olan İngiltere’ye karşı bile maneviyat mükemmeldi. Lozan Barışından sonraki ilk yıllarda İngiltere’yle bir savaş çıksa, millet gözünü kırpmadan ve İngilizleri yeneceğine inanarak bu dövüşte, düğüne gider gibi giderdi.
Halk Partisinin yanlış idaresi yüzünden bu maneviyat yavaş yavaş çöktü, ondan sıfıra indi ve bugünkü aşağılık duygusunu doğurdu.
Bunun sebebi neydi?
Tabiî, bütün büyük hadiselerde olduğu gibi bununda bir tek değil, bir çok sebepleri vardı. Bu sebeplerden bazılarını açıklamanın daha zamanı gelmemiştir. Diğer bazılarını ise artık tarafsız bir gözle incelemek kabildir. Şimdi ben de burada aynı şeyi yapacağım:
1- Mustafa Kemal Paşa iyi bir kumandan, ondan daha üstün olarak da dâhi bir siyaset adamıdır. Dağınık ve işgal altındaki Türkiye’yi birleşik olarak kurtarmak için başvurmadığı tertip, girmediği kalıp kalmamıştır. Usta bir satranççı tahut damacı nasıl on hamle, on beş hamle, hatta yirmi hamle ilerisini görerek ve düşünerek ona göre taş sürerse, Mustafa Kemal Paşa da Yunanlıların ne kadar asker çıkarabileceğini, İngiltere’nin onları nereye kadar destekliyeceğini, Fransa ile İtalya’nın ne zaman İngiliz menfaati aleyhinde gizlice çalışacağını isabetle tahmin ediyor, Türkiye’nin depolarında kaç askeri silahlandıracak kadar tüfek ve cephane bulunduğunu biliyor, yeni çıkan komünizmden de İngiltere aleyhinde ne şekilde faydalanacağını hesaplıyordu.
Komünizm, ilk çıktığı sıralarda insanlar için meçhul bir fikirdi. Bütün milletlere hürriyet vaad etmesi dolayısıyla çok taraftar toplayacağı belliydi. İlk bakıştan görünüşü çekici idi.
Fakat Mustafa Kemal Paşa, hakkında bir şey bilmediği, belki adını bile ilk defa işittiği komünizme uluorta kapılacak bir insan değildi. Ankara’daki Rus elçiliği mensuplarının komünizm propagandası yaparak taraftar kazanmaları da gözünden kaçmıyordu. Bu sebeple kendisi bir Komünist partisi kurarak başına kendi adamlarını geçirmeğe ve bütün komünistleri bir araya toplayarak sıkı kontrol altında bulundurmağa karar verdi.
Karar başarı ile tatbik edildi ve Moskova’dan gelen şiddetli propaganda önlendikten sonra da parti lağvolundu. Mustafa Kemal Paşa maksadını herkesten o kadar gizliyordu ki başlangıçta en yakın arkadaşlarından birisi olan Refet Paşaya bile bunun bir danışıklı dövüş olduğunu söylememiş, hatta komünizme samimi taraftar olduğunu göstermek için bir gün Vekiller Heyetine “Yarın komünizm ilân edeceğiz” diye sürpriz yapmıştı. Bu sürpriz, ilk şaşkınlıktan sonra Refet Paşa ile doktor Rıza Nur Beyin şiddetli muhalefetleri yüzünden boşa çıkmıştı.
Hiç şüphesiz, Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekten komünizm ilanı değildi. Bu bir numara idi. Bolşevik casuslarının, kendisi tarafından böyle bir teklif yapılığını, fakat vekillerin karşı koymaları yüzünden teklifin başarısızlığa uğradığını öğreneceklerini biliyordu. Bolşeviklerin güvenini kazanarak onlardan yardım koparmak, bir de Mustafa Kemal varken ayrıca Türkiye üzerinde uğraşmanın lüzumsuzluğunu telkin için böyle yapıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, siyasî dehası ile Rusları kündeden attı. Fakat komünist partisinin faaliyet gösterdiği kısa süre içinde komünistler de Türkiye’de bazı subaşlarına yerleşebildiler. Bunlar hala bulundukları yerlerden atılabilmiş değillerdir. Demokratik usullerle atılmalarına da imkan yoktur. Bunlar ancak tam yetkili ve çok namuslu bir adamın bu işe memur edilmesiyle temizlenebilir.
İşte, daha Kurtuluş Savaşı başlarken memlekette ağ kuran komünizm, zamanla ve Rusya’nın cömertçe harcadığı para ile gelişerek önce maarife, sonra basına, tiyatroya, orduya, donanmaya, Millet Meclisine ve kabineye kadar girdi. Fakat Halk Partisi kendisini “Sorumsuz ve yanlışsız” saydığından ima yolu ile yapılan tenkitlere dahi tahammül edemedi. Düşünen kafalar da yavaş yavaş “ekmeğinden olmamak” veya “hapse girmemek” için susmağa alıştılar. Böylelikle komünizm yayılmağa ve memleketi topyekûn bolşevikleştirme planı üzerinde sistemli bir şekilde yürümeğe başladı.
Komünizme karşı ya milliyetçilikle, yahut dinle durulabilirdi. Bunların ikisini birden kullanmak şüphesiz daha akıllıca olurdu.
Bizim milliyetçiliğimiz Türkçülüktü. Fakat Halk Partisi, altı oktan biri milliyetçilik olduğu halde nedense “Türkçülük”ten ürküyordu. Bu yüzden Türk Ocakları kapatılmıştı. Halk Partisinin kendisine göre acayip bir milliyetçiliği vardı.
Din ise halkın ruhuna işlemiş bir kuvvet olmak bakımından büyük bir millî enerji ve savunma kaynağı olabilirdi. Fakat Halk Partisi laiklik ilan etmiş olduğundan kendisini tamamıyla dinin dışında, hatta dinsiz hissediyordu.
Halk Partisinin en büyük hatalarından biri budur. Medreseler kapatıldığı, tekkeler kaldırıldığı zaman yüksek bir ilâhiyat enstitüsü veya fakültesi açılarak memlekette kültürlü, doktora yapmış, Batı dillerini bilen, felsefe öğrenmiş din adamları yetiştirilseydi Türkiye’nin bugünkü manevî durumu bambaşka olur ve bugün din bilgini diye ortalığı kaplayan bilgisizler, gülünç hezeyanlarını savuramazdı.
Mustafa Kemal Paşa gençliğinde tekkelere devam etmiş, zikretmiş, fakat oradaki ahlaksızlığı görerek soğumuştu. Kendisi, zannederim, Allah’a inanıyordu. Fakat etrafında, kendisine Hıristiyanlığa girmemizi telkin eden bir zümre vardı. Bunlar İsviçre ve Fransa’da yüksek öğrenimlerini yapmış, fakat ne Birinci Cihan Savaşına, ne de Kurtuluş Savaşına katılmamış olan hem yurtsever, hem de dalgacı aydınlardı.
Bunlar korkunç bir aşağılık duygusu içindeydiler. Ya bu aşağılık duygusunun tesiri, yahut da vicdanî kanaatleri ile dinsizdiler. Medeniyet be teknik bakımından bizi çok geçmiş olan Batının, geçmişteki kuyruk acıları ve süregelen Hıristiyanlık taassubu dolayısıyla Türklüğü yaşatmıyacağına; aralıksız 12 yıllık dört savaştan çıkmış olan yıkık, yoksul, bilgisiz, hastalıklı ve seyrek nüfuslu Türkiye’nin dışardan büyük yardım görmezse yok olacağına inanıyorlardı. Onlara göre, yok olmamak için Hıristiyanlığı kabulden başka çare yoktu. Kendilerince nasıl olsa da Müslümanlık da, Hıristiyanlık da birer uydurmadan başka bir şey değildi. O halde, yaşamak için, bir uydurmayı bırakarak öteki uydurmayı kabullenmekte hiçbir mahzur yoktu. Hıristiyan olursak birdenbire dünyanın sevgilisi olacak, her yerden yardım görecek, el üstünde tutulacaktık. Kalkınmamız harikalı bir şekilde olacaktı.
Buna karşılık komünist bir zümre de dinsizlik telkini yapıyor, her türlü dinin ilerlemeği baltaladığını isbata uğraşıyordu. Bunlar Türkçülüğün de devleti batıracak bir macera düşkünlüğünden başka bir şey olmadığını sinsi sinsi yayıyorlardı. İttihat ve Terakki Fırkası, Turanı alacağım diye memleketi batırmıştı. Türkiye’nin böyle ikinci bir deneme geçirmeğe tahammülü yoktu.
Komünistler, Türkçülüğü ittihatçılığın bir şekli gibi göstermekle Mustafa Kemal Paşa’nın en hassas tarafına dokunmuş oluyorlardı. Çünkü o, genç subaylık çağından beri, aralarına karışmış olmakla beraber ittihatçıları sevmezdi. İttihatçılar ona layık olduğu değeri vermemiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Enver Paşa Türkiye’ye girerek başkanlığı ondan almak istemiş ve burada kendisine epey taraftar edinmişti. Mesela Millet Meclisinde Rize mebusu Rauf tarafından öldürülen Deli Halit Paşa ile Topal Osman tarafından boğdurulan Trabzon mebusu Şükrü bunlardandı. Deli Halit Paşa, vurulduğu sırada Kel Ali ile boğuşmakta olduğu için Ali, canını kurtarmak için onu vurdu diye mesele kapatılmış, Topal Osman da Çankaya köşkünü basmak isterken muhafız taburu askerleri tarafından öldürülmüştü.
İttihatçılar daha sonra İzmir suikastı ile Mustafa Kemal Paşayı yok etmek istemişler, fakat kendileri yok olmuşlardı. İşte bu sebeplerle Mustafa Kemal Paşa ittihatçılardan nefret ediyordu. Kendisine suikast hazırlıyan şebekenin başında olduğu gibi asılan Selanikli Yahudi dönmesi Cavit’in idamı dünya basınında büyük tepki uyandırmıştı. Çünkü Cavit hem Yahudi, hem de farmasondu.
Fakat Mustafa Kemal Paşa kabadayı adamdı. Dünya gazetelerinin ulumasına aldıracak tiplerden değildi. Cavit’in astırdığı gibi mason localarını da kapatmaktan çekinmedi. Bu da Mustafa Kemal Paşanın en müsbet icraatında biridir. Çünkü bu localarda mason kardeşliği adına devletin en gizli işlerini Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler öğreniyor ve bunların hepsi yabancı casusu olduğundan düşmanlarımızca bilinmedik devlet sırrı kalmıyordu.
İşte, Mustafa Kemal Paşanın ittihatçılardan tiksinmesi, çevresindeki komünistlerin de çok ustaca ve sinsice telkinleri ile Türkçülere karşı oldukça çekingen davranmasına sebep oluyordu. Fakat bu arada Türk Ocağı kapatılarak teşkilatlı tek milliyetçi grup ortadan kaldırılmıştı.
Din aleyhtarlığı ve Türkçülüğe karşı çekingenlik, yavaş yavaş bir Moskof dostluğu doğurmaya doğru gidiyordu. Bu hususta İsmet İnönü ve Tevfik Rüştü Aras herkesten ileri idiler.
Onların düşüncesi her halde şu olmalıydı: Kurtuluş Savaşında Rusya bize az da olsa yardım eden tek devlettir. Komşumuz olan bu devlet gayet kuvvetlendirilmiş. İngiltere’ye ve diğer Batı devletlerine karşı Rus dostluğu ile bir muvazene kurabiliriz. Memleketimize komünizmi toplamak için vakit kazanabiliriz.
Fakat İsmet Paşa bu mümâşatın memlekette komünizmin yayılmasına sebep olacağını hiç düşünmüyordu. Hatta daha ileri gidiyor; Şevket Süreyya, Vedat Nedim gibi komünizmden mahkum olmuş kimseleri toplayan ve Yakup Kadri tarafından Kadro dergisine kendisi de yazıyordu.
Bunun, millet üzerinde ne kadar yıkıcı tesir yapacağını düşünemiyordu. Komünizmi Moskofçuluk diye bilen millet, Moskofçuların türlü türlü mühim işlerin başına getirildiğini görünce ister istemez kırılıyor, şüpheye düşüyordu. Bir kısmı ise başka türlü düşünüyor, komünizmin ve onun neticesinde Rusya’nın tehlikeli bir şey olmadığı düşüncesine varıyordu.
Bu Rus dostluğu bazen millî izzeti nefisten fedakarlık derecesine bile vardırılıyordu. Mesela 1935 Ekiminde Ankara’da Türk ve Rus millî takımları arasında yapılan karşılaşmayı proletaryanın burjuvaziye karşı zaferi diye göstermeğe başlamışlardı.
O zaman güreş takımları yedi kişi olurdu ve berabere kalmak usulü yoktu. Bizim ağır sıkletimiz Çoban Mehmet’in ise Rus’u yeneceği muhakkaktı.
Halk Partisi ekabirinden bazılarının da seyrettiği güreşler büyük bir iddia içinde başladı. İlk beş güreşten üçünü biz kazandık, ikisini Ruslar... Onlar meğerse planlarını hazırlamışlar, tabiî ve bermutad bizim bir şeyden haberimiz yok. Altıncı güreş bittiği zaman meşhur Rus mızıkçılığı başladı. Rus idarecileri işe başladılar ve şirretliğe başladılar. Bizimkiler bunu kabul etmeyince tartışma büyüdü ve Türk – Rus dostluğunu (!) sarsacak bir şekil aldı.
O sırada, Halk Partisi Genel Sekreteri olan Recep Peker işe karıştı. Malum edası ile bizimkilere çıkışarak:
“Mağlubiyeti kabul ediverin efendim, ne çıkar?” diye bağırdı
Bizimkiler mağlubiyeti kabul ettiler. Durum üçe üç oldu.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Bundan sonrası daha enteresan... Şimdi bir de ağır sıkletlerin güreşi kalıyordu. Onu nasıl olsa kazanacaktık. Fakat Ruslar, planlarını hazırlamışlardı ya... Rus ağır sıkleti hasatlık bahane ederek mindere çıkmadı. Güreş nizamnamesi gereğince, sebep ne olursa olsun, sahaya çıkmayan güreşçinin yenilmiş sayılması gerekirken Ruslar bu müsabakanın iptalini istediler. Eh, Recep Peker orada oldukça Ruslara karada ölüm yoktu. Bu da kabul olundu ve hakikatte 2-5 kazanmış olduğumuz karşılaşma 3-3 beraberlikle bitirildi.
Rus dostluğunun diğer neticeleri de malum: Vatan haini Nazım Hikmet’in Rusya’dan dönüşünde burada bir millî kahraman gibi karşılanması ve büyük şair tanınması... O kadar ki ciddi bir ilim adamı olması gereken Köprülü Zade Fuat bile 1929 – 1930 ders yılında bize yazdırdığı Türk edebiyatı tarihi notlarında ondan “genç ve kudretli şair” diye bahsetti ve bu umumi gaflet neticesinde de memleketin edebî zevki tamamıyla soysuzlaşarak bugün gördüğümüz maskara şiir meydana geldi. En millî karakterli ve en ciddi kişiler bile bolşevik vezniyle millî destanlar yazmağa başladı.
Arkasından, İsmet Paşanın maaşlı dalkavukları olan Halk Partisi çağının Meclisinde komünist saylavlar... Radyodan Namık Kemal’in eserlerinin kaldırılması ve Rum, Ermeni, Yahudi taklitleri yapılmasının yasak edilmesi...
Ve en sonunda da köy enstitüleri faciası... Bu enstitülerin birer komünist yuvası haline gelmesi için sistemli faaliyet... Son Kolej hadisesinin kahramanı olan kızları birer Muzahraf Ana haline getirecek kadar çirkin ve iğrenç, fakat hepsi örtbas edilmiş olaylar...
Sicilli komünist Sadreddin Celal’in mikroplarını daha geniş bir alanda saçması için Yüksek Öğretmen Okulu pedagoji öğretmenliğinden alınarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin pedagoji profesörlüğüne getirilmesi...
Komünist Sabahattin Ali’nin, tahsil durumu elverişli olmadığı halde Ankara Devlet Konservatuarında çifte görevle kayırılması ve Millî Şefin, Konservatuara her şeref verişinde Sabahattin Ali’yi okşayarak iltifatlara boğması...
Ankara’daki Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinde Pertev Naili, Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes ve Behice Boran adlı aşırı solcu dört doçentin aleni propagandası ve milliyetçi telabeyi haksız yere döndürmeğe kadar işi azıtmaları...
Bu arada, modaya uymak kabilinden, iki tanınmış profesörün komünizm krizi geçirmeleri ve söz ile, yazı ile bilfiiil, geçici ir zaman için olsa da o cepheye katılmaları...
O halde arada bir yapılan komünist tevkifleri ne idi diyeceksiniz? Ne olacak? Hamamın namusu meselesi... Çünkü tevkif olunanlar işçi, şoför kabilinden, komünistlerin ayak takımı idi. Asıl yüksek tabakası, yani kendi tabirlerince “ak amele” takımı su başında, rahatında ve propagandasında idi.
İşte bütün bu saydıklarım, millette maneviyatı sarsan ve aşağılık duygusunu doğuran sebeplerin başında geliyordu.
İkinci sebep birinciyi tamamlıyor ve Batıyı üstün görmekten doğuyordu. Merhum Kazım Karabekir Paşa bir gün bana demişti ki:
“Ben ve Ali İhsan Paşa, mütareke ilan olunduğu zaman galip orduların başında bulunuyorduk. Bu sebeple maneviyatımız yüksekti. Diğer kumandanlar, Suriye’de yenilmiş orduların başında bulundukları için İngilizlere karşı manevi kuvvetleri yerinde değildi. Hatta İsmet Paşa o kadar ümitsiz ve bedbindi ki, bundan sonra biz ancak çiftlik ağası olabiliriz diyor ve kendimizi Kazım Ağa, İsmet Ağa olmağa şimdiden alıştırmalıyız mutaleasında bulunuyordu”
Merhumun bu teşhisi ve müşahedesi psikanaliz bakımından çok ilgi verici ve dikkate alınmağa değer bir mahiyettedir.
Yalnız şu kadarı var ki Mustafa Kemal Paşa zekası ve ileriyi görüşü sayesinde moral bozukluğundan kendisini kurtarabiliyordu. Çünkü olayların nasıl gelişebileceğini iyi hesaplıyor, kuruntuya ve korkuya kapılmıyordu.
Nitekim Adalar denizi kıyılarında Türk nöbetçileri, donanma filikası ile sahillerimize yanaşan bir İngiliz subayı öldürdükleri zaman moral bozukluğundan eser kalmadığını isbat etmişti. Makine başında İngiltere ile temasa geçerek onların tehdit makamında savurdukları bombardıman gerçekleşirse bunu Türk – İngiliz savaşının başlangıcı sayacağını haber vermiş, İngilizler bunu beceremeyince, cakaları bozulmasın diye donanmalarını İstanbul ziyaretine göndereceklerini bildirmişler fakat Mustafa Kemal Paşa bunu da kabul etmemişti.
İngilizler, Lozan Barış Andlaşmasına dayanarak İstanbul’a birkaç gemi göndermekte direnmişlerse de kabul etmemiş ve “Barışın sağlanması için gerekirse Lozan Barışını çiğneriz” şeklinde tam siyasî bir cevap vermişti.
Mustafa Kemal Paşa İngiltere’nin ihtiyarladığını ve demokrasinin cılız taraflarını gördüğü için, İngiltere’nin bize karşı bağışlamaz bir gizli düşmanlığı olduğunu bildiği için böyle yapıyordu.
Nitekim, geberen İngilizlerin ailesine biraz sadaka vermek ve kızıl tamu’ya giden ruhunu sevindirmek üzere denize bir çelenk atmakla iş tatlıya bağlanmıştı.
İngilizlerin bize gizli düşmanlığı önce müteassıp Hıristiyan olmalarından, sonra Haçlı seferlerinde boyuna dayak yemiş bulunmalarından , en sonrada kendilerinin en kuvvetli oldukları bir zamanda Çanakkale savaşlarında yenişmelerinden doğmaktadır.
Belki de İstanbul’da gözleri vardı. Cebelüttarık , Süveyş ve Singapur gibi kilit noktalarını elde ettikten sonra Boğazlara da hakim olmayı herhalde kurmuşlardı. Hatta Üçüncü Selim zamanında donanmalarını Çanakkale Boğazından geçirerek İstanbul önüne kadar getirmişlerdi. Türkiye’nin bu en zayıf zamanında fırsattan faydalanarak İstanbul’u ele geçirmek istemişlerdi.
Bütün başarısızlıkları, bize karşı gizli düşmanlıklarının artmasına sebep oluyordu.
Son aylarda Amerika’nın yayınladığı, 1941 yılına ait gizli vesikalar İngilizlerin Türk düşmanlığına yeni bir tanık daha vermektedir. Şöyle ki: Sözde müttefikimiz oldukları halde Amerikanın bize yaptığı silah yardımını sinsi sinsi baltalamışlar ve bir zaman için Amerika’yı da aldatmışlardır.
Türk ordusu için yeni silahları alacak en değerli subay, gedikli ve askerî öğrencileri taşıyan Refah gemisinin Kıbrıs yakınlarında meçhul bir denizaltı tarafından torpillenerek battığı ve birçok Türk’ün şehit olduğu malumdur. Refah gemisini batıran meçhul denizaltının malum dostlarımız ve müttefikimiz olan İngilizlere ait olduğu şimdi anlaşılmış bulunuyor.
İsmet İnönü işte bu ihtiyar ve hasta İngiltere’den ve İngiltere dolayısıyla bütün Batıdan çekiniyordu. Onun gayet garip bir mekanizması olan kafası, İngiltere ve Fransa’yı Birinci Cihan Savaşındaki kuvvetleriyle mutalea ediyordu. Hiç şüphesiz bu da kendisinin ileri görüşlü olmayışından doğuyordu. İsmet Paşanın bütün siyaseti ihtiyat ve çekingenliğe dayanıyordu. Herkese dostluk göstermekle tehlikelerin önleneceğini sanıyordu.
Şüphesiz bu büyük bir yanlıştı. İsmet Paşa, ya Türk tarihini hiç bilmiyor, yahut yüzyıllar boyunca sıcak denizlere çıkmak için didinen, bunu bir millî siyaset haline getiren, bu uğurda Türklerle destanî boğuşmalar yapan, fakat bir türlü emeline kavuşamayan Rusya’nın, kendisine dostluk gösterirsek Türkiye üzerindeki isteklerinden vazgeçeceğini sanmakla İsmet Paşa tarihin en büyük gafını yaptığının farkında değildi. Moskof’a dostluğun bir korkudan doğmayıp içimizden geldiğini göstermek için de tabiî Bulgar’a dostluk, Yunan’a dostluk, Sırb’a dostluk şekline döküyor ve bu dostluklar, o devletler toprağında yaşayan yüzbinlerce Türk’ün hakkını, Türklüğünü, hatta insanlığını bize unutturacak kadar korkunç bir sivrilik alıyordu.
O küçük milletler, kendi tarihlerini Türk’e düşmanlıkla yuğurarak, okutabiliyor, Türklerin iktisadî yoksulluğa ve kültür kargaşalığına düşmesi için her çareye başvuruyor, fakat biz ağzımızı açıp da Türklerin hukukunu koruyacak tek kelime söyliyemiyorduk.
1940 sonlarında, Türkiye’nin kuruluşunun 900 üncü yıldönümünü kutlamak için “900 üncü Yıldönümü” adıyla 28 sahifelik bir kitap yayınlamıştım. Bu kitap 2 Ocak 1941’de başbakanlıktan telefonla gelen bir emir üzerine polis tarafından toplatıldı bununla beraber polisin eline ancak beş on tanesi geçti. Kalanı dağıtıp satıldı. Fakat mühim olan bu toplatma değil, onun sebebi idi. Çünkü kitapta Bulgarların aleyhinde bir iki kelime vardı. Tabiî Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve onun Başbakanı Dr. Refik Saydam, benim o küçük kitabı nasıl bir çağlayan gibi Türkçülük duygusu içinde yazdığımı, o kitabın Türk aydınları üzerinde nasıl bir uyarıcı tesir yapacağını anlayamıyordu. Bulgar elçisi kendilerini rahatsız etmesin, bu kafiydi.
Bir insan aynı hareketi defalarca yaparsa sonunsa alışır ve o hareket kendisine tabiî gelmeğe başlar. İsmet Paşa da yabancılara cemile göstere göstere nihayet bu, kendisinde huy haline geldi ve etrafındakilere de bulaştı. Batıya karşı aşağılık duygusu besleyen bir zümre peyda oldu.
Bu zümre, belki bu davranışlarıyla memleketi dış tehlikelerden kurtardığına inanıyordu. Fakat gerçekte milletin maneviyatı bozuluyor, siyasi sebeplerin ve zaruretin inceliklerini kavramaktan daima aciz olan halk, kendi hükümetinin Moskof’a İngiliz’e ve başkalarına aşağıdan aldığını göre göre kendi millî gücüne inancını kaybediyor ve hükümete de güvenemez hale geldiğinden halkla hükümet arasında bir uçurum açılıyordu.
Ve işte manevi kuvvet böylece sıfıra indi. Çünkü aşağılık duygusu ruhları sarmıştı.
Bunun çok acı ve çirkin, çirkinden daha beter, iğren. Ve tiksindirici bir örneğini tarihe hatıra kalsın diye burada anlatacağım. Tâ ki millî yapının doktorları, onaracakları gövdenin derin yarasını iyi bilsinler...
Olay şu: Cumhuriyetin ilanından sonra bir Tıbbıyeli kafilesi Romanya’ya gidip birkaç gün konukluk etti. Rumen öğrencileri bizimkileri gezdirip tozdurduktan sonra bir de medar-ı iftiharları olan genelevlerine götürerek ikramda kusur etmek istemişler.
Birkaç hafta veya ay sonra Rumenler bu ziyareti iade ettiler. Bizimkiler de Rumenleri gezdirip eğlendirdiler. Tabiî ikramcılıkta onlardan geri kalacak değillerdi ya... Onlar da Rumenleri Beyoğlunun genelevlerine götürmüşler. Bu kafileye başkanlık eden üstümüzdeki sınıftan ve Galatasaray’dan geldiği için Fransızca’yı iyi bilen birisiydi. İşte o zaman bir şaheser iş oldu. Bugünün şartlarını düşünen her insanda gözleri nemlendirecek olağanüstü bir iş... Genelev kadınları, hani şu en nazik tabirler “fahişe” diye aşağıladığımız kadınlar “Sen bize gavur mu getiriyorsun” diyerek o arkadaşı da, Rumenleri de sille tokat kovdular.
Bir bunu, bir de bugünün sosyete kadını denilen vesikasız orospularını düşünün ve Amerikalı zenci çavuşlarla yakalanıp isimleri ayyuka çıkan bu kaltakların yanında dünkü fahişelerin birer Meryem Ana kadar temiz ve haysiyetli kaldığını lütfen kabule edin.
Milli gururun bu kadar düşmesinde İsmet Paşa hükümetinin çok vebali vardır; Amerika’nın Missuri uçak gemisi İstanbul’a geldiği zaman Rumenleri kovan evlerin sokakları süpürülmüş, o sokakların bütün başları polis ve inzibatlarla tutularak Türklerin bu sokaklara girmesi yasak edilmiş ve oraları günlerce yalnız Amerikalılara açık bırakılmıştı.
Zannedersem böyle bir faciaya da insanlığın tarihinde ikinci bir örnek gösterilmez. Aşağılık duygusunun böyle bir görünüşü yurtsever insanları çıldırtmağa kafidir. Halk Partisini savunanlar ve İsmet Paşayı milletin tek ve son ümidi diye gösterenler “Bu emri de İsmet Paşa vermedi ya” diyeceklerdir. Şüphesiz Millî Şef doğrudan doğruya böyle bir emir vermemiş, fakat bütün diktatörlüklerde olduğu gibi derece derece bütün memurlar istişmam ettikleri siyasi ve idari havaya göre Şefin arzusuna en uygun davranışı yaptıklarına inanarak bu şekilde hareket etmişlerdir. İsmet İnönü millî gururu her şeyin üstünde tutan Türkçü bir şef olsaydı bu çirkin olay olmazdı. Çünkü Bakanlar, valiler, umum müdürler ve daha aşağıları, bunun şef tarafından korkunç bir tepki ile karşılaşacağını bilirlerdi.
Burada Halife Ömer’e isnat olunan bir fıkrayı anlatmak yerinde olacaktır: Ömer bir gece dolaşırken yaşlı bir kadının durmadan kendisine lanet savurduğunu duyarak sormuş:
“Ne oldu? Neden Ömer’e sövüyorsun?”
Kadın: - “Keçim kayboldu” diye cevap verince
Ömer: - “Senin keçin kaybolduysa bunda Ömer’in ne suçu var?” demiş
Karşısındakinin Halife Öemer olduğunu tanımayan kadının cevabı şu:
“Ömer iyi bir adam olsaydı şehre iyi bir vali tayin eder, o iyi vali de iyi bir inzibat amiri bulurdu. İnzibat amiri iyi olunca da bekçiler dikkatli ve uyanık olur, hırsızlara keçimi çalmak fırsatını vermezlerdi”

Yaşlı kadının, bu fıkradaki devlet ve idare felsefesi, mübalağa payı bir tarafa bırakılırsa, doğrudur. İsmet Paşanın ruhunda Batıya karşı aşağılık duygusu olmasaydı o zamanki İstanbul valisi, yahut İstanbul polis müdürü bu çirkin tedbiri almaz, milli gurur böyle onmaz şekilde yaralanmazdı.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
KOMÜNİZMLE İLK ÇARPIŞMAM
Bir toplulukta aşağılık duygusu başladı mı, artık dışarıdan gelen her şeye hayranlıkla bakılır. Milletin aydınları, profesörleri, gazetecileri baştanbaşa dalkavuk ve riyakar olursa, bir topluluk hak ve hakikat uğruna şehit veremez duruma düşerse, artık ona kabul ettirilmiyecek batık kalmaz.
İşte topluluğun böyle şekilsiz, biçimsiz ve kıvamsız olduğu sırada, damarlarında bir damla Türk kanı bulunmıyan Nazım Hizmet, Moskova’da iyice Moskofçuluk öğrendikten sonra oradan aldığı buyrukla yıkıcı faaliyet yapmak üzere Türkiye’ye gönderildi ve bizim o şahsiyetsiz, o seviyesiz ve seciyesiz aydın tabakamız tarafından millî bir kahramanmış gibi karşılanarak göklere çıkarıldı. Bu satılmış köpek, ruhta ve şekilde Moskof şiirini getiriyordu. Bir anda çevresinde yığınla mukallit maymunlar peyda oldu ve Moskof nazım kalıbı çıkarmak üzere bizim nazmımıza girdi. Aydınlarımızın, şairlerimizin, yazıcılarımızın milli ve edebi kültürün feyzi sayesinde
Nazım Hitmetof Yoldaş, şiir dediği tekerlemeleriyle adeta Türkiye’yi fethediyordu. Ahmet Haşimi, Yakup Kadri’yi ve Hamdullah Suphi’yi manzumelerle hicvettikten sonra ise umumî ürküntü başladı. Demek ki insanların hakikaten maymundan d-farkı yoktu. Şuursuz ve tamamıyla hayvanî bir korku ile bu aşağılık Moskof uşağından çekiniyorlardı. Yoksa o kızıl çomarı susturmak için bir sille yeterdi de artardı bile...
Köpek, kaçanı kovalar; Nazım Hikmetof da kendi havlamalarından korkarak kaçanları gördükçe küstahlığını artırdı. Dergilere yazarak saldırganlığını çoğalttı ve sonunda “Putları kırıyoruz” diye millî değerlere hücuma başladı. Kırmak istediği putlar şimdilik edebî şöhretlerdi. Türkçü şair Mehmet Emin’e büyük şair Abdülhal Kamid’e, vatan şairi Namık Kemal’e Moskofçu bir hınçla saldırdı saldırdı: Türkleri seven Piyer Loti’ye de “Domuz burjuva” dedi.
Memleket sanki bir mezaristandı. Bu “köepk proleter” havlar afkuru ve ulurken hiç itiraz sesi yükselmiyordu.
O sırada, yan, 1935’te ben refaha kavuşmuştum. Millî tarih tezi denilen maskaralığa itiraz ettiğim için 28 Aralık 1933’te Vekâlet emrine alınmış, 9 Eylül 1943’te Deniz Gedikli Hazırlama Okulunda Türkçe öğretmeni oluncaya kadar Halk Partisi sayesinde nefis günler geçirmiş, nihayet babamın kurmuş olduğu mektepte okuman dolayısıyla biraz teveccüh görerek o zaman Kasımpaşa’da bulunan bu orta okula Millî Müdafaa Vekâleti tarafından tayin olunmuştum.
Tabiî, Türk’ün karnı tok, sırtı pek olunca savaş arar. Ben de öyle yaptım. Komünizmin propaganda faaliyeti gitgide artan bir hızla millî ruh üzerinde gedikler açarken savcılık uyuyordu. Millî mukarıplar olması gereken basın, Üniversite ve Talebe Birliği de uyuyordu. Tabiî bu arada zaten uyuyup da büyüsünler diye tayin edilmiş olan Halk Partisi mebusları da, hem de Yemlihâ uykusu ile uyuyordu.
Kimseden ses çıkmadığını görünce millî bir öfkeye kapılarak kızıl çomara bir değnek vurmak istedim ve “KOMÜNİST DON KİŞOTU PROLETER – BURJUVA NAZIM HİKMETOF YOLDAŞA” adlı bir broşürle cevap verdim. O zaman kitapların en kabadayısı 1000 tane basılırdı. Ben, imkansızlık dolayısıyla bunu ancak 500 tane bastırabildim. Zaten çevrenin manevî çoraklığına göre de, imkanım olsa bile 500 den fazla basmayı düşünmezdim.
Bu broşür, Nazım Hikmetof’a anlayacağı dille verilmiş çok sert ve hatta kaba bir cevaptı. Moskof oğlanına hakaretlerle doluydu. Fakat her şeyi göze almıştım. Ben de İsmet İnönü gibi, kızınca her şey yapabilirdim. Şu farkla ki o, yapacağını ancak devlet kuvvetlerine dayanarak, yahut siyasi dokunulmazlığına güvenerek, kendisine bir zarar gelmiyeceğinden emin olduğu zaman yapar. Benim nasıl davrandığımı ise artık “yâr ü ağyâr” söyleyip hükmünü versin...
500 nüshalık broşür bir günde satılıp bitti, istekler, siparişler yapıldı. fakat sırf, kazanç için yaptı demesinler diye ikinci basıma gitmedim. Dedim ya, o zaman 30 yaşımda romantik bir küçük çocuktum.
Savaşı devam ettirmek için Moskofçu oğlanın cevap vermesini veya dava açmasını bekliyor, bu arada birçok tebrik mektupları alıyor, takdirler görüyordum. Demek ki sinmiş oldukları halde bu broşürü bekleyen bir grup, hem de kalabalık bir grup vardı.
Ben, aleyhime açılacak davayı beklerken aylar geçti. 1936 yılına girdik. Refaha kavuşmuş olduğum için evlenme hazırlarına da başladım. Bu sıralarda bir gün 21 Şubat 1936 Cuma günü İstanbul Üçüncü Ceza Mahkemesinden hükümeti tahkir ve gençliği Ceza kanunda yazılı suçlara tahrik ettiğim iddiası ile celp geldi. Dava benim broşürden çıkıyor ve işin korkunç tarafı, Halk Partisi hükümeti, Nazım Hikmetof’un vekili ve savunucusu olarak harekete geçiyordu.
O zaman Adliye Vekili olan Saraçoğlu Şükrü, aleyhimde dava açılması için İstanbul Savcılığını ikaz etmiş, fakat broşürü inceleyen savcılık bunda suç unsuru görmediğini bildirince bizzat Adliye Vekaleti davayı tahrik etmişti. Bunu epey sonra öğrendim.
İşte yine korkunç bir aşağılık duygusu veya Moskof dostluğu karşısında idik. Bir zaman sonra Türk’üz, Türkçüyüz, daima Türkçü kalacağız diye ötecek olan Saraçoğlu, broşürümde komünizmin aleyhinde bulunduğum için Moskoflara bir cemile yapıyor, bunu açıkça söyliyememek dolayısıyla da hükümeti tahkir ve tahrik kulplarını takıyordu.
Bir hükümetin yabancılara hoş görünmek için kendi vatandaşlarına kıyması kadar iğrenç şey pek azdır.
Bolşevik devriminin ne mal olduğu ve Moskofların Türkiye’ye hiçbir zaman dost olmayacaklarını en açık şekilde anlaşılmış olmakla beraber, ruhlara işlemiş bulunan aşağılık duygusu dolayısıyla hükümet, memleketteki en güvenilir unsur olan milliyetçilerden bir ferdi hiç yoktan suç icat ederek hapse atmağa kalkıyordu. Bu nasıl hükümetti? Bu ne biçim mantık ve kafa, bu ne kara vicdan ve izandı!
Beni 26 Şubatta duruşmaya çağırıyorlardı. Bense ondan bir gün önce evlenecektim. Hayatımın mühim bir merhalesine, doğrusu, güzel bir başlangıçla başlıyordum.
27 Şubat 1936 Perşembe günü, tam bana layık şekilde şahane bir törenle evlendim. Bu ikinci zevcem, tarih zümresi mezunlarından Bedriye idi. O zaman evlenme dairelerinde pek kalabalık olmazdı. Biz de geç vakit gitmiş olduğumuz için ikimizden ve iki de şahidimizden başka kimse yoktu. Şahitlerimizden biri doktor Cezmi Türk, öteki de Deniz Gedikli Okulu Tabiiye öğretmeni merhum Sadi Erülgen’di. Tabiî, bize şahit olduğu zaman henüz merhum değildi. Yıllardan sonra öldü. Bu Sadi Erülgen gayet komiksel bir şahıs olduğu için evlenmemizdeki tanıklığı da hayli garip olmuştu. 27 Şubat 1936 Perşembe günü akşamı, Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Okulundan çıkarken bir mesele için benimle beraber gelip gelemiyeceğini sordum. Gelirim ama nereye gidiyoruz dedi. Gidince görürsün dedim. Evlendirme dairesine gelinceye kadar nereye ve ne için gittiğini bilmedi. Evlendirme memuru bizi evlendirdikten sonra şahitlerime mükellef bir ziyafet çektik. Bu ziyafet, Cağaloğlu’nundaki meşhur Bozacı Sinan’dan içilen nefis bozalarla verildi. Doğrusu tam bir Opuz şöleni idi. Fark şurada idi ki ziyafetten sonra kap kaçak yağması yapılmıyordu. Şubata rağmen hava oldukça güzel olduğundan tanıklar, bizi evimizin kapısına kadar getirmek nezaketinde bulundular ve bahtiyarlık dileyerek ayrıldılar.
Ertesi 28 Şubat 1936 Cuma günü Üçüncü Ceza Mahkemesine gittik. Pek kalabalık bir dinleyici yığını vardı. Hâkim sordu:
“Hükümeti tahkir etmişin. Ne dersin?”
O zaman henüz hukuk bilgini olmamıştım. Hakimin böyle mişli geçmişli konuşması tuhafıma gidiyordu. Cevap verdim:
“Broşür meydanda... Hükümeti değil, hükümetin karşısına çıkan bir köpeği tahkir ettim”.
Cevap galiba biraz fazla dolgun kaçmış ve hakim, işittiklerine inanamamıştı:
“Efendim?” diye sordu. Bende cevabımı bitekellüf, Oğuzane tekrarladım:
“Hükümeti değil hükümetin karşısına çıkan bir köpeği tahkir ettim.”
Artık işin anlaşılmadık tarafı kalmamıştı. Hakim, sözlerimi zapta geçirdi. Yalnız, benimle birlikte kendisi de suç işlememek için “köpek” kelimesini çıkararak “hükümetin karşısına çıkan bir şahsı tahkir ettim” şeklinde yazdırdı.
Arkasından gençliği suçlara kışkırtmak maddesi geldi. Şu Saraçoğlu da doğrusu yaman röntgenci imiş. Gönlümden geçenleri, ters tarafından da olsa anlıyordu. Hiç şüphesiz, aklımdan geçmiyen bir suçu kabullenecek değildim. Şiddetle reddettm. İlk oturum bitti.
Salondan çıktıktan sonra birkaç gazeteci beni kuşattı. Bir tanesi zamamnın ruh durumunu gösteren bir soru sordu:
“Siz Nazım Hikmet’e köpek mi dediniz?”
“Evet!”
“Nasıl olur? O bir şair!”
Cevabım gayet kesindi:
“Fakat komünist...”
Gazeteciler her halde anlayışlı idiler. Çekilip gittiler.
13 Mart 1936 Cuma günkü oturumda; savcı, iddiasını okuyarak beraetimi istedi. Hakim ne diyeceğimi sordu:
“Beni mahkum ederseniz, bu memleket çocuklarının millî davaları savunmak hususundaki şevkini kırarsınız” dedim. Karar verilmek üzere duruşma dört gün sonraya bırakıldı.
17 Mart 1936 Salı günü, üç kişilik mahkeme heyetinin iki üyesinden biri oldukça uzun olan kararı okudu. Hakimler ifademi kaba bulmakla beraber vatanperver duygularla yazıldığını kabul ediyor ve suç unsuru bulunmadığı için de ittifakla beraetime karar veriyordu. İşin ilgi çeken bir tarafı da duruşmadan ve karardan sonra hakimlerin bir vasıta ile benden birer broşür istemeleriydi. Gölünden istediğim halde onların bu arzusunu yerine getiremedim. Çünkü broşürlerin hepsi satılmıştı.
Komünizmle ilk çarpışmam böyle bitti. Bunun en acıklı tarafı; teferruatı, mugalatayı falan bir yana bırakırsak, bir komüniste saldıran Atsız’ın karşısına o komünistin veya başka komünistin değil de o zamanki Cumhuriyet Hükümetinin, onun Adiliye Vekili Saraçoğlu Şükrü’nün ve tabiî perdelerin biraz daha arkasından da Saraçoğlu’ya emir ve ilham veren o idi. İşte İsmet Paşa, siyaseti böyle anlıyordu:
Zehî pâşâ vü mâşâ vü temâşa...
Ve hâşâ sümme hâşâ sümme hâşâ!
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
BİR ALIKLIK ŞAHESERİ
“Deniz Gedikli Erbaş Hazırlama Orta Okulu”da Türkçe öğretmeni olarak bulunduğum 9 Eylül 1934 – 1 Temmuz 1938 tarihleri arasında da çok şeyler gördüm, çok harikalara rastladım ama bunların çoğu konumuzla ilgili olmadığı için buraya alacak değilim. Fakat bir tanesi var ki Halk Partisi çağının hangi zihniyetle işlediğini göstermesi bakımından bulunmaz bir örnek, eşsiz bir zeka pırlantasıdır:
Gedikli Okulu, ilkokul mezunlarını alır ve bunları üç yılda hem maarifin orta okul derslerini, hem de denizciliğe ait meslek derslerini göstererek mezun ederdi. Mezun olanlar Kasımpaşa’daki talim taburuna giderler, burada altı ay sıkı bir askerî eğitim gördükten sonra onbaşı olarak donanmaya dağıtılırlardı.
Bu çocuklar çok iyi yetişiyorlardı. Birinci sınıfta dönenler okuldan çıkarılırdı.üç yıllık öğrenim süresinde de, birinci sınıfta olmamak şartıyla bir defa dönmelerine müsaade edilirdi. Öyle ikinci sınıfta bir defa, üçüncü sınıfta da ikinci bir defa kalmak yoktu. Ancak üç dersten bütünlemeye kalınabilirdi. Borçlu olarak sınıf geçilmezdi. Fazla olarak, mezun olurken birinci ve ikinci dereceyi kazananlar deniz subayı olmak üzere Heybeliada’daki Deniz Lisesine, yedinciye kadar olanlar da sanat subayı olmak için Kırıkkale Askeri Lisesine gönderildiğinden öğrenciler arasında büyük bir rekabet olur, derece almak için olağanüstü çalışırlardı.
Disiplinde mükemmeldi. Terbiyeli çocuklardı. Kaz adımıyla heybetli resmi geçitler yaparlardı. Bugün bu çocuklardan hayatta olanların üniversite mezunlarından hiçbir farkı yoktur. Çoğu, Türk topluluğuna faydalı birer evlat olmuşlardı. Meslekten ayrılanları da öyledir. Yani bu okul bir zamanlar verimli bir ocaktı. Şimdi de öyle olmasını dilerim.
Bir gün, mektebi bitirip de talim taburuna gitmiş olanlardan birkaçı bana gelerek talim taburundaki bir erin kendilerine komünist propagandası yaptığını, propaganda kitapları verdiğini söylediler. Bu propagandayı yapanın kim olduğunu sordum. Adını, sanını, karakterini bildirdiler ve liseden kovulmuş olduğunu da ilave ettiler. Onun adını, kendilerine propaganda yapılan eski öğrencilerimin adlarını tesbit ederek icabına bakacağımı söyledim.
Halk Partisi’nin ne olduğunu az çok anlamış olduğum için bu çocuklara bir zarar gelmesi ihtimalinden korkuyordum. Meseleyi okulun dahiliye müdürü Binbaşı Celal’e açmağa söz verdim. “Gazoz Celal” denilen bu binbaşı Hukuk Fakültesini de bitirmiş olduğu için çocukların hukukunu koruman bakımından yararlı olabilir diye düşündüm.
Çocukların adını vermeden durumu Binbaşı Celal’e açtım. Derhal bir dilekçe yaz dedi.
“Onu ben de düşünüyorum ama bir yanlışlıkla çocuklara zarar gelmesinden korkuyorum. Bunların muhbir olduğu unutulmamalı” dedim.
Bana teminat verdi. Dilekçeyi yazdım, verdim.
Aradan epey zaman geçti... Bir gün, Fındıklı’da bulunan bir askerî mahkemeye tanık olarak çağrıldım. Gittiğim zaman ne görsem beğenirsiniz? Komünisti haber veren çocukların hepsi birden mevkuf değil mi? Yerin dibine geçtim. Sanki çocuklara atmıştım da, o yüzden tevkif olunmuşlar gibi bir utanç duydum. Belki onlarda o dakikada öyle düşünüyorlardı.
Öyle düşünmekte de yerden göğe kadar hakları vardı. Hayvandan daha mankafa idarenin hırsızla polisi karıştıracağını, tanıklara sanık muamelesi yapacağını kim düşünebilirdi?
Hay Allah belanızı versin! Bu herifler insanı vatani bir hizmette bulunmaktan da tiksindiriyorlardı. Bu davranış, halkı hükümetten soğutmak için bir komünist baltalaması da olabilirdi. Fakat bunu kimin, hangi hainin, yahut hangi eşeğin yaptı belli değildi ki...
İfademi alan askerî hakime teessürlerimi bildirdim. Galiba biraz dokunaklı konuştum ki kendi foyasını meydana çıkarmaktan çekinmedi. Bana komünizm ve komünistler hakkında öteberi sordu. Zavallının dünyadan haberi yoktu. Birkaç broşür vererek: “Ben pek anlayamıyorum, şunlarda komünist propagandası var mı” diyordu. Doğrusu çok basit ve kültürsüz bir adamdı. Halk Partisi çağının alaydan yetişme hakimlerinden olsa gerekti.
Bizim çocuklar biraz sonra kurtuldular. Fakat şu muamelenin, onların genç ruhları üzerinde tahribatın derecesini Tanrı bilir.
İşte İsmet Paşa çağı bu idi. Her şeyden korkan bir yürek, sinirli kadınlara has bir telaş, ruh hastası insanlara mahsus bir kuruntu...
İsmet Paşa, milletlerarası münasebetlerde “hayat kavgası” prensiplerinin bütün şiddetiyle yürürlükte olduğunu, bu kavgada çekingenlik gösterenlere hayat hakkı tanınmıyacağını, en iyi savunmanın saldırış olduğunu bilmiyordu. Onun bu çekingenliğini iyi bildikleri içindir Ruslar, küstahlıklarını arttırdıkça arttırıyorlar, siyasî kuryelerimizi birbiri ardınca öldürüp evrak çantalarını açıyorlar, bütün sırlarımızı öğreniyorlar, sonra fotoğrafını aldıkları gizli evrakı yine çantaya doldurarak, intihar etmiş süsünü verdikleri kuryemizin cesedi ile birlikte bize veriyorlardı.
İsmet Paşa Hükümeti bu cinayetleri örtbas edip millete duyurmamakla siyasî basiret gösterdim sanıyor ve zavallı davranışlarıyla devlet idare ettiğini zannediyordu.
Bir yandan da valilerin, memurların, polislerin zekadan tamamıyla mahrum muamele ve hareketleriyle milleti soğutuyor, iğrendiriyordu. Sözün kısası memleket baştanbaşa çürümüştü. Her yerde hamakat ve rezaletten başka bir şey görünmüyor, Milli Şef ise şurada burada nutuk çekerek o mahut gülmesiyle “Vatandaşlarım, sizi neşeli ve sıhhatli gördüm” diyerek işleri yoluna koydum sanmakta devam ediyordu.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
İKİNCİ CİHAN SAVAŞINDA
İkinci Cihan Savaşı, bizim için meraklı bir film seyretmekten farksızdı. Siyasî ve askerî olaylar yıldırım hızı ile birbirini kovalıyordu. Aynı zamanda Rusların ne kadar kalleş olduğu da her gün biraz daha ortaya çıkıyordu. Moskoflar, İngiliz ve Fransız heyetlerini müzakerelerle oyaladıktan sonra 24 Ağustos 1939’da Almanlarla andlaşma yaparak büyük bir sürpriz yapmışlar, biraz ilerisini gören gözler için dünyayı istila planlarını gerçekleştirmek teşebbüsüne gireceklerini belli etmişlerdi.
Rusya, geniş casus şebekesi sayesinde dünyanın kuvvet durumunu iyi bildiğine inanıyordu. İngilizlerle Fransızlar, Almanlarla boğuşarak birbirlerini yıpratacaklar, yıllardan beri bugün için hazırlanan bolşevikler de böylece Avrupa’yı ele geçireceklerdi.
O zamanki Amerika bugünkü gibi güçlü değildi. Mecburî askerlik yoktu. Gönüllülerden mürekkep iki üç yüz bin kişilik ordusunun fazla bir değeri olmadığı gibi subay kadrosu da büyük bir orduyu çabucak yetiştirecek kuvvetten mahrumdu. Fakat bütün bunlara rağmen Rusya dört esaslı noktada yanıldı:
Kendi kuvvetini fazla gördü
Alman kuvvetini eksik gördü.
İngiliz – Fransız kuvvetinin kofluğunu kavrayamadı.
Amerika’nın gayet çabuk toparlanacağını hesaplayamadı. İngiltere’de yanıldı. O şimdiye kadar, kendisine rakip olabilecek devletleri müttefikleriyle birlikte yenmek prensibini gütmüştü. Bunun en başarılı örneği de Birinci Cihan Savaşında vermiş, bütün dünyayı ayaklandırarak denizlerde kendisine rakip olabilecek. Almanya ve hılafeti elinde tutarak Mısır ve Hindistan yollarını tehdit eden Türkiye imparatorluklarını tasfiye etmişti. Fakat işte hepsi o kadar... Birinci Cihan Savaşı İngiltere’nin son zaferiydi. İngiltere bu birinci savaşta 4.5 milyonu asıl İngiliz; kalanları da İskoç, Galli, İrlandalı, Kanadalı, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Güney Afrikalı ve Hintli olmak üzere 8.5 milyon insanı silah altına alarak kendi tarihinde bir rekor kırmış, İngiliz askerleri ve imparatorluğun bütün unsurları canla başla çarpışmışlar, fakat zafere rağmen yorgun ve bitkin düşmüşlerdi.
İkinci savaş başlarken İngiltere artık yorulduğunu ve ihtiyarladığının farkında değildi. Hitler rejimi sayesinde çok kuvvetlenmiş bulunan ve yalnız askerî değil, iktisadî alanda da kendisini tehdit eden Almanya’yı yine müttefikler güruhu ile yenebilirim ve yine şampiyon kalabilirim sanıyordu. İngiltere’nin dillere destan, fakat gerçekte bir kuruntu olan siyasî uzak görüşlülüğü artık bilfiil de iflas etmişti. İngiltere, öyle iddia olunduğu gibi yüzyıl sonrasını değil, beş yıl ilerisini bile göremiyordu. Sözlerim isbatı şudur: Napolyon savaşlarından, Kırım savaşından, Birinci Cihan Savaşından şampiyon olarak çıkan İngiltere, İkinci Savaştan topal bir üçüncülükle yakasını kurtardı ve Birmanya, Hindistan, Mısır, Irak ve Filistini yüzde yüz olarak kaybettiği gibi Asya ve Afrika’daki sömürgelerin de tasfiyesine başladı.
İngiltere’nin üçüncülüğü geçicidir. Pek yakın bir zamanda Almanya ve Japonya lâyık oldukları seviyeye erince, ufuklarında güneş batmıyan imparatorluk beşinciliğe düşecek ve altıncılığa düşmemek için Fransa ile yarışa girişecektir.
Bunları falcılık ederek değil, milletlerin oluş ve ölüş kanunlarına bakarak söylüyorum. Yaşayan görür.
Yanılan İngiltere, şaşkın ve ihtiyar İngiltere, Rusya tarafından aldatılarak 24 Ağustos 1939 Alman – Rus andlaşmasının imzalandığını görünce kendi tarihinde örneği olmayan bir çabuklukla ertesi gün, yani 25 Ağustos 1939’da Polonya ile bir yardım andlaşması imzaladı.
Tabiî bu, Lehlilere karşı duyulan sevgiden veya insanî duygudan değil, Polonya’ya saldıracakları anlaşıldığı için onlarla bir kavga çıkarmak arzusundan doğuyordu. Çünkü İngiltere kendisini hala o eski İngiltere sanıyor, Almanya’yı ezerek yine en büyük devlet kalmak amacını güdüyordu.
1 eylül 1939’da Almanya, Dangiz şehrini ve Polonya elinde kalmış olan eski Alman topraklarını kurtarmak için Lehistan’a saldırdı. Bundan sorumlu olanlar da yine İngiltere’yle Fransa idi. Lehistan’ı denize çıkarmak için Almanya’yı birbirinden ayrı iki parça haline getirmişlerdi. Savaştan biraz önce Hitler, Fransız Başbakanının bir mektubuna verdiği cevapta: “Marsilya bir koridorla birlikte yabancı bir devlete verilse siz buna razı olur musunuz?” diye soruyordu. Fakat maksat dünya barışı veya insanlık değil, sadece hodgâmlık olduğu için Alman – Leh savaşı bir bahane sayılarak dünya ateşe verildi. 3 Eylül 1939’da İngiltere ve Fransa Almanya’ya harp açtılar.
İkinci Cihan Savaşının ilk günlerinde, Moskofların gizli maksatlarını açığa vuran olaylar oldu. 17 Eylül’de Almanlar kendileriyle çarpışan Polonya kuvvetlerini saf dışı ettikleri ve Leh hükümeti Romanya’ya sığındığı bir günde Moskoflar da zaten ezilmiş olan Polonya’yı arkadan vurmaktan çekinmediler. 27 Eylülde Varşova teslim olarak Polonya haritadan silindi. 7 Ekim Moskoflar, küçük Baltık devletlerinden, yani Estonya, Letonya ve Litvanya’dan askerî üsler aldılar. 30 Kasımda Ruslar Finlandiya’ya saldırdı. Fakat bu üç buçuk milyonluk büyük millet, iyi avantajla Moskof sürülerine kahramanca dayandı. Birkaç tümeni teker teker kıstırıp yok etti. Nihayet azlığın verdiği bir yorgunlukla 12 Mart 1940’da yani 102 günlük bir boğuşmadan sonra Moskoflara biraz toprak bırakmak şartıyla barış yapmağa mecbur kaldı. Polonya gibi koca koca memleketleri işgal altında bulunduran Rusların, Fin bağımsızlığına saygı göstermeğe mecbur kalmalarına Türk gençliğin dikkatini çekerim. Bu, sadece Finlerdeki millî şuur ve millî birlik sayesinde alınmış bir sonuçtur.
Bu arada İsmet Paşa 19 Ekim 1939’da İngiliz ve Fransızlarla bir andlaşma imzalayarak siyasî bir başarı gösterdiyse de bu andlaşmada yine bir aşağılık duygusu göze çarpıyordu. Çünkü Moskof sevdasından bir türlü vazgeçemeyen sayın İnönü bu andlaşmaya bir madde ekleterek hiçbir durumun Türkiye’yi Ruslarla savaşa sokamayacağını kaydettirmişti. Yani müttefiklerimiz olan İngiliz ve Fransızlar Moskoflarla kapışsalar bile biz tarafsız kalacaktık. Doğrusu pek şahane bir ittifaktı. Dostlar başına... Bizim ittifakımız Rusları çileden çıkarmış ve Molotof bizi tehdit ederek: “Türkler bu ittifaktan bir gün pişman olacaklardır” demişti. Görülüyordu ki kendilerine sadık kalmakla dahi Moskoflara yaranamıyorduk. Ne yapalım, sayın İnönü bunu bir türlü anlayamıyor, memlekette Ruslara düşman bir kuşun uçmasına bile müsaade etmiyordu.
Fakat Ruslar şaşmaz bir programla adım adım hedeflerine doğru ilerliyorlardı. 1940’ta Fransa yıkılıp 22 Haziran’da Almanya – Fransa mütarekesi imzalandıktan birkaç gün sonra 27 Haziran 1940’ta Romanya ve Kuzey Bukovina’nın kendilerine teslimini istediler. Romanya o zaman 19 milyonluk zengin bir devlettir. Fakat Finlerin millî ruhuna malik olmadıkları için bu teklifi kabul ederek o koca vilayetleri tüfek patlatmadan Moskof’a verdiler.
Ruslar Avrupa’daki hedeflerine ulaşmışlardı. Bundan sonrasını Batılıların kendi aralarında boğuşarak yorulmalarına bırakıyorlardı. Fransa iskambil kağıdı gibi devrilmiş, ciddî bir çarpışma yapmadan saf dışı olmuştu. O halde uzun sürecek olan Alman – İngiliz savaşını bekleyerek bu cephede pussuya yatmaktan başka yapacak iş yoktu.
Ruslar kendi bakımlarından çok haklı olan bu düşünceyle gözlerini Türkiye’ye çevirdiler. Türkiye o zaman 17 milyon nüfuslu, yoksul ve geri bir devletti. Yolları çok az, istihsali az, halkının ancak yüzde yirmisi okuyup yazan bu devletin ordusu da silah bakımından çok geri idi. Pek az tankı, iki üç yüz uçağı vardı. Nakliyesini at, katır ve develerle yapıyordu. Klasik usulde bir piyade ordusu idi. Topçusu bile yeter derecede değildi. Hele gaz hücumlarına karşı korunma tedbiri yok gibi idi. Bütün memlekette de, Çankaya’da İsmet İnönü ve maiyeti için yapılmış olan sığınaktan başka sığınak yoktu. Bu ordunun güveneceği tek nesne vardı: millî inanç henüz ayakta idi.
Fakat Ruslar, memleketi bütün varı yoğu ile biliyorlardı. Köy enstitüleri yavaş yavaş komünist yuvası haline geliyor, komünist propagandası müthiş bir hızla çalışıyordu. Ruslar tarihî isteklerine kavuşmak için tarihî fırsatın gelip çattığına inanıyorlardı. Bu geri ve yoksul Türkiye’ye hiçbir yerden yardım gelemezdi. Hızlı bir askerî yürüyüşle Türkiye’yi işgal edeceklerini sanıyorlardı. Bu sebeple Kafkasya’ya kuvvet yıpmaya başladılar.
Yeni Cihan savaşı dolayısıyla Türkiye dahi kısmî seferberlik yapmıştı. Yavaş yavaş sınırlara asker topluyordu. Fakat Türkiye, ordusunun büyük parçasını Trakya ve Boğaz bölgesi için ayırmağa mecbur olduğundan, Ruslara karşı Kafkas cephesinde istediği gibi yığınak yapamıyacaktı.
Bu sırada Türkiye’yi ilgilendiren yeni bir şey oldu: 28 Ekim 1940’ta İtalyan-Yunan savaşı başladı. O zaman Halk Partisinin büyük marifetlerinden olan bir Balkan paktı sözde yürürlükte idi. Türkiye – Romanya – Yugoslavya –Yunanistan arasındaki bu ittifak hiç şüphesiz Bulgaristan’a karşı değildi. İtalya, Yunanistan’a saldırınca, Yunanistan’ın müttefikleri olan Türkiye ve Yugoslavya’nın ona yardım etmesi gerekirdi.
Roma toprağının bir kısmını Rusya’ya kaptırmış olması dolayısıyla ve Yunanistan’la sınırdaş bulunmaması dolayısıyla mazur görülse bile komşu müttefik olan Türkiye ve Yugoslavya’nın yardımına koşması zarurî isi.
İsmet Paşa burada, doğrusu Reha Oğuz Türkkan’ı kıskandıracak bir kurnazlık yaptı: Belgrad’daki Türk elçisi vasıtasıyla, o zamanki Yugoslavya Devlet Başkanı olan Nasib Prens Pol’a başvurarak ortaklaşa İtalya’ya harp açmamızı teklif etti. Prens Pol şu cevabı verdi:
“Sizi bilmem. Ama biz küçük bir devletiz. Ben küçük donanmamızı hava hücumlarından saklayacak yer bulamıyorum. Bu şartlar içinde İtalya ile harp edemem.”
İsmet Paşanın beklediği de bu cevaptı ve Naib Prensin böyle bir cevap vereceğini biliyordu. Bu cevabı alınca Yunanlılara: “Görüyorsunuz ya! Ben ittifak gereğince yardımınıza gelecektim ama Yugoslavlar mızıkladılar. İttifakımıza göre yardıma teker teker değil hep beraber gelmemiz gerekirdi. Romanya saf dışı kaldığına ve Yugoslavlar oyun bozanlık ettiğine göre Balkan andlaşması hükümsüzdür. Beni mazur görün” diyebilecekti. Her halde buna benzer bir şey söyleyerek Yunanlıları atlatmıştı.
Olaylar hızla gelişiyordu. 1 Mart 1941’de Bulgaristan üçlü pakta girdi. Üçlü pakt yahut Mihver, aslında Almanya – İtalya – Japonya arasındaki ittifaktı. Bu ittifaka Macaristan, Romanya ve Slovakya da daha önce girmiş olduğundan Bulgarların katılmasıyla bir yedizli pakt oluyordu.
2 Mart 1941’de Alman orduları Bulgaristan’a müttefik sıfatı ile girerek memleketin her tarafını işgal etti.
4 Mart Alman elçisi Von Papen, Hitler’in bir mektubunu İsmet Paşaya verdi. Bu mektup, Almanya’nın eski müttefiki olan Türkiye’ye saldırmayacağına dair Hitler’in teminatını ihtiva ediyordu. İsmet İnönü buna dostane bir cevap hazırladı ve müttefiki olan İngilizlerin muvafakatini almak üzere Dışişleri Bakanı Saracoğlu Şükrü’yü 19 Mart 1941’de uçakla Kıbrıs’a göndererek İngiliz Dış Bakanı ile görüştürdü. İngilizler razı oldu. 21 Mart 1941’de Berlin’deki Türk elçisi, İsmet Paşanın cevabını Hitler’e verdi. İsmet Paşa, âdeti olduğu üzere tavşana kaç, tazıya tut demekte devam ediyordu. Moskof’un da gönlünü almadan edemezdi. Onlarla da gizli görüşmelere devam ediyordu.
24 Mart 1941’de Türk ve Rus hükümetleri Ankara’da Türkçe, Moskova’da Rusça bir beyanname yayınlayarak Türkiye savaşa girerse Rusya’nın, Rusya savaşa girerse Türkiye’nin tarafsız kalacağını bildirdiler.
Fakat bu işin karanlık bir noktası vardı: Rusya, Türkiye ile savaşa girerse Türkiye yine tarafsız mı kalacaktı? Çünkü Moskoflar Kafkasya’da yığınaklarını tamamlamak üzere idiler. Burada tam manasıyla askerî hareket Haziranda yapılabileceğinden Ruslar Haziranı bekliyorlardı. Dörtte biri zırhlı olmak üzere 40 tümen yığmışlardı. Rus tümenlerinin insan sayısına göre aşağı yukarı 700.000 kişi...
Buna karşı hazır bulunan Türk kuvveti ise müstahkem mevkilerle birlikte 8 piyade ve 1 süvari tümeninden ibaretti. Yani en çok 120-130 bin kişi. Ruslar saldırmağa fırsat bulsalardı, doğrusu sayın İnönü’nün askerî tedbirleri sayesinde yine çok hamasî savaşlar yapmış olacaktık.
İsmet Paşanın Ruslarla müşterek beyanname yayınlamasının ertesi gününde, yani 25 Mart 1941’de Yugoslavya’da üçlü pakta girerek Almanların müttefiki oldu.
Bu sıralar bir İngiliz ordusunun Birinci Cihan Savaşında olduğu gibi Selanik’e çıkmış olduğu haberi geldi. İngilizler, Almanları kızdırarak Yunanistan üzerine çekmek ve Almanya’nın başına, sivrisinek kabilinden olsa da bir dert açmak istiyorlardı. O sırada öğretmeni bulunduğum Boğaziçi Lisesinde Elliot adında bir ingilizce hocası vardı. Bir İskoç olan ve İskoçların pintiliği hakkında türlü fıkralar anlatan bu neşeli adam galiba İngiliz Kültür Ataşeliğinde de vazifeliydi. Selanik’e çıkan İngiliz ordusunun sayısını sordum. 250 bin kişi dedi. Kendisine bir şey söylemedim ama bunun yarısı kadar asker çıkarabileceklerini düşündüm. Meğer 60 bin kişi imişler, İngilizler benim gibi birinci sınıf bir strateji uzmanını bile aldatmışlardı. Beni aldattıktan sonra başkalarını haydi haydi kandırırlardı.
Derken 27 Mart 1941’de Yugoslavya’da bir hükümet darbesi oldu. Bunda İngiliz parmağı olduğunu ben o zamanki Belgrat elçimizden bizzat işittim. Prens Pol iktidardan çekilerek memleketin idaresini 17.5 yaşındaki Kral İkinci Petar’e bıraktı. İnsan 17.5 yaşında bir ülkenin başına geçebilir ama Osmanoğlu Fatih Sultan Mehmed olmak şartıyla... Karayorgi oğlu Petar olmakla bu iş yürümez. Tabiî bu yeni Yugoslav rejimi Alman aleyhtarı bir idareydi ve iki gün önce Almanlarla yapılan ittifak suya düşmüştü.
Buna karşı Almanların tepkisi ne olacaktı? Almanya’dan ses değil, korkunç bir sessizlik geliyordu. Kasırgadan önceki sessizlik...
Yunanistan’daki İngiliz ordusu sipere giredursun 6 Nisan 1941’de Almanlar Yunanistan ve Yugoslavya’ya saldırdılar. Aynı gün Alman Genelkurmayı Berlin’deki Türk Askerî Ataşesi ile yardımcısını çağırarak Almanya’nın taarruz hedeflerini ana çizgileriyle anlattıktan sonra Türkiye’nin buna bir itirazı olup olmadığını sordu.
Ataşeler durumu derhal Ankara’ya bildirdiler. Ankara, bu hedeflere hiçbir itirazı olmadığını, yalnız Alman ordusunun Türk – Yunan sınırından birkaç kilomerte uzakta durmasını teklif ettiğini bildirdi ve Almanya bu teklifi kabul etti.
Aynı gün İngiliz propagandası Belgrad’da kuvveyle işlemeğe ve Türklerin de Yugoslavya ile birlikte Almanya’ya karşı savaşa girdiğini yayarak, Belgrad hava bombardımanı ile kırılan Yugoslav maneviyatını yükseltmeğe başladı.
9 Nisanda Almanlar Selanik’e, 12 Nisanda da Belgrad’a girdiler. Yunanistan’daki İngiliz ordusu Yunanları işe bulaştırdıktan sonra Almanlarla hiçbir çarpışma yapmadan Tesalya’ya oradan da Mora’ya doğru kaçıyordu.
17 Nisanda kahraman Yugoslav müttefiklerimizin, 23 Nisanda asil Eren kardeşlerimizin orduları teslim oldu. 27 Nisanda Alman ordusu Atina’ya girdi. 2 Mayıs 1941’de de Mora’nın işgali bitirildi. İngilizler Mora’dan kaçarken her zamanki ustalıklarını gösteremediler, 60,000 kişilik ordularının 8.200 kişisi Almanlara tutsak düştü.
Almanlar 20 Mayıs 1941’de Girit’e havadan bir indirme yaptılar. Yunan Kralı ve hükümetiyle Yunanistan’dan kaçan İngiliz askerileri burada idiler. Deniz hakimiyeti dolayısıyla İngilizlerin burada tutunmaları ve havadan inen Alman birliklerini yok etmeleri beklenirdi fakat 2 Haziranda Almanlar meseleyi hallettiler. İngilizler de âdetleri üzere silahlarını ve askerinin bir kısmını bırakarak gemilerine binip sıvıştılar.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
TÜRKİYE’NİN SAVAŞA GİRMESİ İHTİMALLERİ
Almanlar yıldırım hızı ile Yunanistan ve Yugoslavya’yı işgal edince Türkiye’nin de savaşa katılacağına dair söylentiler başladı. Tabiî mahalle kahvesi söylentilerinden değil, mantık temellerine, olayların gelişmesine dayanan söylentilerden bahsediyorum.
Savaşı muhakkak gibi gösteren bir delil de şuydu: Her yıl Haziranda tatile giren okullar o yıl hükümetin emriyle Nisanda tatil yapıyorlardı. Ben o zaman özel Boğaziçi Lisesinde edebiyat öğretmeni idim. Lisenin Selanik dönmesi öğretmenlerinden biri büyük bir korku ve heyecanla bana: “Bu erken tatil çok fena... Harp muhakkak...” demişti. Bu sayın dönme aynı zamanda gazeteci idi ve haber alma servisinin çok kuvvetli olduğunu bir olayla biliyordum. Çünkü ortada fol yok, yumurta yokken şekerin pahalanacağını söylemiş, stok yapmamızı teklif etmişti. Biz buna aldırmamıştık ama lise idaresi büyük bir stok yaparak şekerin ateş pahası olduğu günlerde öğrencisine, öğretmenine nefis balkabağı tatlıları ikramında kusur etmemişti. Bu sefer aynı zat harp olacak dediği zaman sözlerine aldırış etmemek olamazdı. Kendisine haberin mevsuk olup olmadığını sordum. Mevsuk olduğunu temin etti.
Evvelce de söylemiştim ya : O zaman ben bağımsız bir devlettim ve Türkiye’nin müttefiki olarak savaşa katılacaktım. İki müttefik arasında silahların standart olması için de silahlarımı Türkiye’den alacaktım. Yalnız diğer hazırlıklarımı kendime göre yapıyordum: Bir sırt çantasına sargıdan iğneye kadar her şeyimi doldurmuştum. Öyle ki, sefere gitmem hiçbir telaşa lüzum kalmadan olacak ve aceleyle hiçbir şey unutulmıyacaktı. Bunlardan başka bir hazırlığım daha vardı: Zevceme ve oğluma birer vasiyetname yazmış ve bunları Osmanlı Bankasındaki bir kasaya koymuştum.
Vasiyetname yazmamın sebebi şuydu: Almanlarla Trakya’da yapılacak bir harbin pek kanlı ve kıyasıya olacağına inanıyordum. Alman orduları Polonya’yı 17, Fransa’yı 17, Yugoslavya’yı 10, Yunanistan’ı 16 günde çökertmişti. Türkiye, Trakya’ya yarım milyonluktan fazla bir ordu yığmıştı. Her kilometreyi bir tümen koruyacaktı. Bu ordu, Almanlara göre silah ve malzeme bakımından pek iptidaî olduğu için ne korkunç kayıplara uğrayacağı muhakkaktı. Alman tank tümenleri ve hava kuvvetlerinin görülmemiş saldırışları karşısında Türk ordusu Boğazları geçip Anadolu’ya çekilemezdi. Sınırla İstanbul şehri arasında görülmemiş boğuşmalar olacaktı. Belki Alman tankları Boğazlara kadar sokulacak, fakat sağ kalan Türk piyadeleri Alman piyadesini geçirmemek için Çanakkale savaşlarını gölgede bırakan çarpışmalar yapacaktı. Bu cümbüşte sağ kalmak büyük bir talih , sağ kalmayı düşünmek çok büyük iyimserlik olurdu. Bu sebeple vasiyetnameleri hazırlamıştım. Tabiî vasiyetnameler, apartman ve iş hanlarıyla çiftliklerin zevcemle oğlum ve mevcut olmayan kedimle kanaryalarım arasında nasıl bölüştüreceğine dair değildi. Milyarder olsam bile, köpeğine servet bırakan Amerikalı gibi gülünç ve budala olamazdım. Bu vasiyetler millî ve siyasî öğütlerden ibaretti. Bu arada cumhuriyet çağı ileri gelenleri hakkında da kanaatlerimi ihtiva ediyordu.
Ben hazırlıklarımı yapadurayım, Millî Şef İsmet İnönü, Trakya’daki kuvvetlerin Çatalca hattına çekilmesini emretti ve ordu, Meriç üzerindeki köprüleri yıkarak hızla, emredilen yerlere çekildi.
Şimdi burada biraz duralım ve bu acele Trakya çekilişinin sebeplerini araştıralım:
Bu ordu neden çekilmişti? Almanlar sınırımıza kadar geldiği için...
Peki!... O halde bu ordu sınırda, bu kadar büyük kuvvetle kimi bekliyordu? Herhalde Bulgarları değil... Ve şüphesiz Almanları... Çünkü Almanlar Bulgaristan’a 1941 Martının ilk günlerinde girmişlerdi. Çekilme yapılacaksa daha o zamandan ve yavaş yavaş yapılmalı, hızlı çekişlerin kayıplarına lüzum bırakılmamalı idi. Eğer yalnız Türk – Bulgar sınırı berkitilip Türk – Yunan cephesi için tedbir alınmadığı ve Almanlar Yunan hudutlarına geldiği için bu ric’at yapıldıysa yine hatadır. Çünkü Fransızların Majino hattını Belçika sınırında da devam ettirmemeleri gibi fahiş bir yanlış yapılmıştır. Sözün kısası, Trakya çekilişi dar görüşlülüğün, tedbirsizliğin eseridir. Daha başlangıçta ordular geri hatlara yerleştirilerek ileride örtme birlikleri bırakılsa ve bütün planlar bu konuşa göre yapılsaydı sinirler böyle gerilmez, bazı kimselerde görülen panik olmazdı.
Okullar Nisanda tatil yapınca, tabiî öğretmenler kurulu toplantıları da erken yapıldı. bu toplantılarda öğrencilerin mukadderatı görüşülür. Daha doğrusu başarısız öğrencilere ne dereceye kadar müsamaha edileceği karar altına alınır. Söz gelişi, birisi altı dersten kırık not almıştır; o zaman üç dersten kırık alanı, bütünlemeye kalıp daha çok dersten kırığı olan döndüğü için, toplantı yapılınca ilk düşünülen iş, bu altı dersten üçünün notu beşe çıkararak talebeyi sınıfta kalmaktan kurtarmak olurdu. Öğretmenler de evliya mertebesinde, yani erenlerden oldukları için sağları, solları pek belli olmazdı. Bazen dört dersten kırığı olan bir öğrenciyi sınıfta bırakırlar, bazen de yedi dersten çakmış olana dört dersten not verip onu bütünlemeli durumuna getirirlerdi.
Bu işin hesabı, kitabı neydi diyeceksiniz. Hesabı falan yok. İncedayı’nın dediği gibi biz hesaba gelmeyen milletiz...
Bizim Boğaziçi Lisesinde öğretmen toplantısı yapılırken şöyle düşünüyorum:
Savaşa gireceğimiz muhakkak. Bu çocukların da yaşı 18’den yukarı olanları askere gidecek. Savaş olursa pek kanlı olacak ve bizim çocuklardan kim bilir ne kadarı can verecek. Bu çocuklardan sınıf dönenler bütünlemeye kalırlarsa bütünlemeye kalmış olan sınıf geçerse, o talihin savaş sayesinde olduğunu düşünerek savaşa karşı bir sempati duyacak, hiç değilse savaşa karşı duyacakları menfi duygu biraz azalacaktır. Cepheye giden gençler savaşa severek giderlerse bu, harp gücü bakımından bir kazanç olur. O halde bu gençleri sınıf dönmekten kurtaralım ve bunu kendilerine bildirelim.
Ben böyle düşündüm ve öğretmen toplantısında bu düşüncemi şiddetle ve talâkatla savundum. Öğretmenlerin büyük bir kısmını yumuşattım. Kimya öğretmeni Abdülkadir İdil o günkü toplantıda yoktu. Aksi gibi de çocukların çoğu kimyadan kırık not almıştı. “Abdülkadir İdil bana tam yetki verdi. Kimya notlarını düzeltmek hakkım var.” Diye de bir dinamit savurdum. Yurt müdafaasına koşacak insanların bir okka hidrojenle iki okka oksijenden hangisinin daha ağır olduğunu bilmelerine hiç lüzum yoktu. Böylece o gün birçok öğrenciyi kimyadan geçirdim. Sonuç şu oldu ki, o yıl Boğaziçi Lisesinde kimse dönmedi. Yalnız bir miktar talebe bütünlemeye kaldı ve bunun bir savaş piyangosu olduğu tarafımdan onlara duyuruldu.
Kimya öğretmeni Abdülkadir İdil’in bunu nasıl karşıladığını sorarsanız. Hiçbir şey demedi. Ben orada Trakya sınırlarının savunulmasını sağlarken Abdülkadir’in kimyevî itirazlarını nasıl olsa dinlemezdim. O da bunu anlamış olmalı ki anadan doğma bir muhalif ve muteriz olduğu halde bana bir itirazda bulunmadı.
Bu hareketimi ve bu fikrimi, Balıkesir Lisesinde öğretmen olan kardeşim Nejdet Sançar’a yazarak ona da aynı metodla hareket etmesini tavsiye ettim.
Okuyucularımın bu noktaya dikkat etmesini rica ederim. Memlekete bir faydası olsun diye böyle davranmıştım. Düşüncem isabetsiz olabilirdi. Fakat bundan millî bir kazanç doğmasa bile millî bir kayıp da doğamazdı. Ordunun subay kadrosunu tamamlamak için askerî okullarda iki yılda üç sınıf mezun edildiği bir çağda benim bu davranışım en az askerî okullardaki metod olarak düşünülebilirdi. Fakat ileride de anlatacağım gibi İsmet Paşa 19 Mayıs 1944 tarihli nutkunda benim bu yaptığımı adeta bir hainlik olarak vasıflandırdı. Zavallı İsmet İnönü...
Trakya’dan çekilen ordu, sonbaharda çadırdan çıkıp dam altına girmek için tedbirler almağa başlamış, bu arada bazı birlikler İstanbul’a hatta İstanbul’un Anadolu yakasına kaydırılmıştı.
Sonbaharın serin, kapalı ve hüzünlü bir Pazar gününde; Maltepe’de, Feyzullah caddesindeki kaşanemizde otururken, birdenbire düzgün adımla yapılan bir askerî yürüyüşün sesini duydum. İki katlı kaşanenin üst katında kitap odasındaydım. Feyzullah caddesine bakan bu odadan görülen manzara iç açıcı idi. Karşımızda, şimdiki asrî yapıların dizildiği geniş alan, bir tarla idi. Uzaktaki Dragos tepesine kadar hiçbir ev yoktu. Şimdi “Orhantepe” denilen ve Halk Partisi ileri gelenlerinin evleriyle dolu bulunan bu tepenin eteğindeki “Cevizli” istasyonu bizim kaşanenin üst katından görülür, hatta bazen trenin oradan kalktığını görerek evden çıkar ve tren Maltepe’ye gelinceye kadar biz de Maltepe istasyonuna yetişirdik.
O zaman Maltepe’nin sokakları, şimdiki gibi asfalt değil, topraktı. Buna rağmen askerî yürüyüşün yankısını bana ulaştırmamazlık edemezdi. Ben de ölmeyecek olan bir ilgi ile pencereye yaklaşarak baktım: Bir piyade bölüğü, tüfek asmış olduğu halde düzgün adımla caddenin aşağısına yukarısına doğru yürüyordu. Aşağısı derken caddenin küçük numaralı evlerini, yukarısı derken de aksini kasdediyorum. Bölüğün kılığı, bermutad, yoksulca idi. Yoksul kılıklı ve duygusunu dışarı vermeyen yüzlü Türk askerlerinin muntazam yürüyüşüne anlatılmaz bir hüzün vardır.
Yine bu hüznü duyarken bir şey dikkatime çarptı: Son mangalardaki bir iki er yalınayak yürüyordu. Uzun bir yürüyüş dolayısıyla belki pabuçları vurmuştur da daha kolay yürüyebilmek için çıkarmışlardır diye düşündüm. Bu düşünceyle gözlerim teçhizatlarına takıldı: Herhalde bu vuran pabuçları bir yerlerine asmış olacaklardı. Boşuna göz gezdirdim. Böyle bir şey yoktu.
Sonra öğrendim: Bu erler ve başka birliklerden birçok başka erler, Trakya’dan İstanbul’a kadar böyle gelmişlerdi. Depolarda, pabucu parçalananlara verilecek yeni ayakkabı bulunamamıştı.
Bu bölük, kaşanemizin yanındaki büyük bir kargir yapıyı işgal etti. Seferberlik zarureti ile boş binalara askerin elkoması kabul edilmişti. Yanımızdaki büyük yapı, gayet kalabalık bir göçmen ailesinindi. Birçok odaları ve ahırı vardı. Fakat bitirilmeden kalmıştı. Mesela pencereleri yoktu.
Yine caddenin başındaki küçük ahşap ev askerî revir yapılmıştı. Bölüğün gelişinden bir iki gün sonra bir er kapımızı çalarak doktorun revir için biraz tentürdiyot istediğini söyledi. Evet, inanılır gibi değil amma böyle işte... Bizim konakta her türlü sıhhî levazımımız bulunduğunu, doktor kimden öğrendiyse öğrenmişti. O zamanki Maltepe şimdiki gibi 8-9 bin nüfuslu bir kasaba değil; sokakları fenersiz ve çamur, çarşısı pek iptidaî, 2-3 bin nüfuslu bir köydü. Fakat şaşılacak nokta bu değil, seferberlik yapmış bir ordunun askeri revirinde tentürdiyot gibi en basit bir maddenin bulunmayışı idi. Arkasından bir harika daha oldu: Kolu sargılı ve hasta benizli bir er gelerek alkol istedi. Soruşturma yapıp öğrendik ki doktor yoktur ve er, pansumanını kendi kendine yapacaktır. O zaman, sayın zevcem Bedriye Atsız bu erin tedavisini üzerine aldı. Evde pamuk, gaz ve sargı bezi bulunduğu için günaşırı yaptığı pansumanlarla zavallı eri tedavi etti. Zaten bu gibi işlerde büyük bir tecrübesi vardı. İğne yapmasını da kendi kendine öğrenmiş ve pek çok kimseye yüzlerce iğne yaparak ün kazanmıştı. Askerin tedavisinden sonra şöhreti büsbütün arttı. Zaten o zaman Maltepe’nin valisi gibi bir şeydi. Kimin ne derdi olsa ona koşar, o da yüksünmeden yapardı. Küçük çocuklar kendisini doktor sanırlardı. Hatta bir komşu ağaçtan düşerek kolu kırılan oğlunu, doktordan önce Bedriye’ye getirmiş ve ondan vize aldıktan sonra doktora göndermişti. Mesleğim güvensizlik esası üzerine kurulu olduğu halde bana bir öyle bir güven gelmişti ki apandisit ameliyatı olacağım zaman: “Acaba bir iki ameliyatta bulunarak kurs gördükten sonra bu işi o yapsa olmaz mı?” diye düşünmekten kendimi alamamıştım.
Sözün geleceği yer şu ki bir savaş çıktığı takdirde sayın Adnan Menderes, hiç tereddüt etmeden Bedriye Atsız’a bir büyük hastahanenin baş hemşireliğini verebilir ve hastahanenin iyi vazife yapacağını güvenebilir. Şu şartla ki kendisine büyük otorite ve yetki verilmelidir. Çünkü benden başka herkese söz geçirmeğe alışmıştır.
***
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
1941 – 1942 kışı sert geçti. Bu sert kışta, ayaz bir gecede şahit olduğumuz bir manzarayı da unutmadım, unutamıyorum.
O zaman Maltepe’de evlere su dağıtan tesisat yapılmamıştı. Sucular, mevcut üç dört çeşmeden yüklenerek evlere taşırlardı. Bu işi meslek edinmiş dört beş kişi, müşterileri paylaşmışlardı ve her eve kaç günde bir su götürüleceğini bilirlerdi. Kanun gözünde sayın bir vatandaş olduğu için adını söyliyemiyeceğim ilk sucumuz , her su getirişinde kaşla göz arasında küçük bir şey, mesela bir kibrit kutusu aşırmayı âdet edinmiş olduğu için değişmeğe mecbur olmuştuk. Âdetler ve alışkanlıklar mukaddes olduğu için onu bu huyundan vazgeçiremedik. Esasen, sayın vatandaşın cebinde duran kibrit kutusunun veya iki patatesin bir dakika önce bizim mutfakta ikamet etmekte olduğunu isbata d hukuken imkan yoktu. Patatesin dili yoktu ki seyahat intibalarını anlatabilsin. Hem belki de bu vatandaş bu işi fenalık olsun diye değil de insaniyet namına yapmış olabilirdi. İsmet İnönü, bunca işleri arasında sanat namına viyolonsel çalmıyor muydu? Bizim sucunun elinden viyolonsel çalmak gelmediği için elbette kibrit veya patates çalacaktı.
Fakat ben sanata pek itibar etmediğim için sucuyu değiştirdim ve Bilâl adında genç bir sucu ile bir su ittifakı yaptım. Cidden doğru ve namuslu bir insandı. Eski talebemden olan, Maltepe’nin dinamik Belediye Reisi “Selami Oğuz” evlere su getirinceye kadar bu ittifak aksamadan devam etti ve ne NATO’da olan geçimsizlikler, ne Bağdat Paktında huysuzluklar bunda olmadı. Sucunun eşeği bizim kapının önünde durduğu zaman bunu herkesten önce küçük oğlum Buğra farkeder ve bu mesut hadiseyi:
-“Eşeğin Bilâl’i geldi” diyerek eve ilân ederdi. Niçin “Bilâl’in eşeği değil “Eşeğin Bilâli” derdi? Herhalde su getirerek evi ihya eden eşeğin çok muhterem bir şahsiyet olduğuna inandığı için... Buna bakarak diyebilirim ki Buğra büyüdüğü zaman tarihçi olursa insanlar hakkında isabetli hükümler verecek ve muhterem sayılmış olan birçok eşeklere göre hakikaten muhterem olan eşekleri ayırabilmekte parlak başarılar sağlayacaktır.
1941-1942 kışı sert geçti. Maltepe’nin eşekleri çok nazik olduğu için sucular böyle sert havalarda onları suya çıkarmazlardı. Haklı idiler, zira kendilerine sonsuz hizmetleri olan eşek hastalanıp ölürse onlara büyük bir darbe olurdu.
Böyle havalarda çeşmeden suyumuzu kendimiz getirir, fakat bu işi hava iyice karardıktan sonra yapardık. Herhalde herkesin gözü önünde, elimizde kovalarla çeşmeye gidip su taşımaktan sıkılıyorduk. Bu sıkılma belki ruhî bir dayanıksızlıktan belki de devletin haysiyetini düşünmekten doğuyordu. Birimizi resmî lisede, birimiz özel lisede öğretmendik. İki lise hocasının, İstanbul gibi bir manevî başkentte, kendi evlerine de olsa, sakalık yapması hoş değildi.
“Bunda ne var?” denebilir. Görünürde bir şey yok ama bir hakimin kahveye gidip tavla oynamasında, bir subayın üçüncü mevki trene binmesinde, bir bakanın yazlıkta şortla dolaşmasında da bir şey yok. Fakat bunlar yapılmaz.
Üstelik zevcem Maltepe’nin valisiydi. Benim de gayet zengin olduğum, hatta elektrikli bir tarağa malik bulunduğum hakkında bir söylenti dolaşıyordu. Şu elektrikli tarağın ne olduğunu hala öğrenemedimse de, bu zenginlik şöhretime mani değildi.
İşte, o kış gecesi, zevcemle birlikte kovaları alarak sessizce evden çıktık. Saat 18-19 arası, fakat ortalık kapkaranlıktır. O zamanlar Maltepe sokaklarında hiçbir ışıklandırma olmadığı için kararmış bir dünyada yürüyor gibiydik. Gök o kadar kara idi ki sokakları örtmüş olan karlar bile siyah gözüküyordu.
Feyzullah caddesinin Bağdat caddesiyle birleştiği yerdeki çeşmeye gidiyorduk. Solumuzda, piyade bölüğünün işgal etmiş olduğu tamamlanmamış büyük ev, ondan sonra da “üç evler” denilen birbirine bitişik üç ahşap ev vardı. Sağ tarafımız bomboştu. Henüz hiçbir ev yapılmamış olan bu büyük tarla, çevremizi büsbütün ıssızlaştırıyoruz.
Birkaç adım attıktan sonra soldan gelen hafif sesler dikkatimizi çekti. Bir şeye benzetilemiyen ses insanı daha çok ilgilendirir. Kış günlerinde Maltepe’ye, demiryoluna kadar kurt indiği işitmiştik. Bundan dolayı karanlığı delmeğe çalışarak seslerin geldiği yöne baktık. Gözlerimiz şuydu:
O büyük yapının önündeki yerde Türk askerleri akşam yemeğini yiyordu. Buz gibi soğuğun altında karavanalar başına dört er çömelmişti. Hiçbir konuşma olmuyor, yalnız iki yüz kişinin karavanaya kaşık götürüp getirmesinin sesi işitiyordu. 1926-1927’de Taşkışla’da, Beşinci Piyade Alayın Birinci Bölüğünde er olarak askerliğimi yaptığım zamandan beri Türk askerinin kültürsüzlüğü ve iptidailiği arasında nasıl efendice ve kibarca yemek yediğini biliyordum. Şimdi bu askerler de aynı temkin ve ağırbaşlılık içinde, yere oturabilmek imkanından bile mahrum olarak yemek yiyorlar, hiç birisinde bir telaş gözükmüyordu.
Bu, göz yaşartıcı bir manzaraydı. Fakat karanlık, bu haşmetli görünüşü bütün gözlerden saklıyor, en kudretli ressamlara ilham verecek olan bir konu kaybolup gidiyordu. Bu memleket, kendisini bekleyenlere bunu mu layık görüyordu? Eğlenmek için kendisine kapalı manej salonu yaptıran Millî Şef, yalnız seferberlik durumunda bulunup da savaşa girmemiş olan Türk ordusu birliklerinin bu sarp hayatından cidden habersiz miydi? Habersiz olmağa hakkı var mıydı?
Akis dergisinin hatıralarında, 1918 yılında Suriye cephesinde en başarılı çekilişi kendi kumanda ettiği Üçüncü Kolordunun yaptığını iddia eden İsmet İnönü’nün o başarısı, acaba bir manzarasını hüzünle seyrettiğim şu Trakya çekilişindeki başarı gibi bir şey miydi? Adı kolordu olan, gerçekte ise asker sayısı bakımından takviyeli bir alayı geçmiyen birliğini Halebe kadar getirmekle sayın İnönü kendisini cidden büyük bir stratejik hareket yapmış kumandan olarak mı görüyor? Bir olayın teferruatını gizleyince bozgunu başarı gibi göstermek her zaman mümkündür. Mısır başkanı Nâsır da Yahudilerin saldırması üzerine sınır birliklerini Kanala çekmek kararını başarıyla tatbik ettiğini iddia etmekte aynı metoda başvuruyor. Fakat Nâsır’dan başarılı bir çekiliş diye işittiğimiz hareketin tafsilatını öğrence fikrimiz değişiyor. Çünkü Arapların hiçbir çarpışma yapmadıkları halde alt yedi bin tutsak verdiklerini, pabuçlarını bırakarak kaçtıkları için Yahudilerin eline binlerce çift pabuç ve pek çok silah ve malzeme geçtiğini öğreniyoruz.
Sayın İnönü, başarısını rakamlarla belgelendirmeğe mecburdur. Lütfen bana bildirsin: Kolordu adındaki alay, İngiliz taarruzu başlarken kaç subay, er, tüfek, makineli tüfek, top ve hayvandan ibaretti? Haleb’e geldikleri zaman bunların sayısı neydi? Başarılı çekilişi Irak’ta Ali İhsan Paşa yapmış, hatta İngilizler, kendilerine göre, birinci savaşın on büyük kumandanı arasına Türklerden yalnız Aleksan Paşa dedikleri Ali İhsan Paşayı koymuşlardı.
Zifirî karanlık ve dondurucu soğuk altında akşam yemeklerini yiyen Türk askerlerini görünce iradem dışında olarak, tarihin kahramanlık şiirlerini yazan Türk askerlerini düşünmüştüm. Hepsinde kim bilir ne acılara katlanılmıştı. Ama bu kadar boşuna be hamakat eseri, tedbirsizlik neticesi olan sıkıntı çekilmemişti. Fakat Türk milleti sapasağlam duruyordu. Türk milleti, işte şu karanlıkta sessizce yoksul karavanalarını yiyen, yüzleri gözükmeyen, şikayet etmeyen, katlanan, dayanan meçhul askerlerden ibaretti.
O sırada, kendi çaplarında birer Samuray hayatı yaşayan iki lise öğretmeni, su dolu kovalarla eve dönüp ışığı yaktıkları zaman, ikisinin de gözleri yaşlıydı ve hayatlarının en dinç yıllarında bulundukları halde yorgun ve bitkindiler. Onları kovalardaki su değil, karanlıktaki meçhul askerlerin şikayetsiz sefaleti çökertmişti.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
TÜRKLER VE DEVŞİRMELER
Halk Partisinin, istibdat ve diktatörlük tarafından doğurulmuş ve yuğurulmuş acayip bir karma olduğu malûmdur. Devletimiz “Osmanlı” adı yerine “Türk” adı bu parti tarafından getirilmiş olduğu halde bu parti su katılmamış bir Türk partisi olmadığı gibi zihniyet ve ülkü bakımından da Babil kulesinden farksızdı.
Partinin en yüksek kademelerine, bakanlıklara, başbakanlıklara geçenler arasından Türk soyundan olmayanlar göze batacak kadar çoktu. Bunların, kendi soydaşlarını kayırmaları gözden kaçmıyor, Türk gözüktükleri halde Türkçülüğe ve hele Türk ırkçılığına düşmanlık gütmeleri şiddetle dikkati çekiyordu.
Sosyal kanaatler bakımından da böyle idi: Softalarla dinsizler, muhafazakarlarla sosyalist temayüllüler, milliyetçilerle komünistler Halk Partisi kazanında yanyana kaynıyorlardı. Bunları birleştiren iki nesne idi: Menfaat ve korku...
Halk Partisi, içine alacağı adamların mazisini, ırkını, ahlâkını, siyasî düşüncesini hiç dikkate almıyor, yalnız şefe bağlılık istiyor, bu bağlılığın da gerçek olup olmadığını araştırmağa da lüzum görmüyordu. Bir şahsın: “Yaşasın Ebedî Şef” yahut “Yaşasın Millî Şef” demesi makbul olması için yetiyordu. Bulgaristan’a kaçarken öldürülen Sabahattin Ali, Atatürk ve İnönü’ye söven bir manzumesinden dolayı hapse mahkum olduğu halde sonradan kendisine devlet kadrosunda iş verilmişti. Çünkü o, “Varlık” dergisinde, ulu Gaziye gönül verdiğinden bahseden bir tekerleme yazmış, zamanın Maarif Vekili Hikmet Bayur da bunu bir sadakat isbatı sayarak bir vatan hainine öğretmenlik gibi bir vazife vermekten çekinmemişti.
İkinci Cihan Savaşının heyecanları ve gittikçe artan hayat pahalılığının kaygıları arasında yalnız küçük bir zümre, yani milli şuur mümessili olan Türkçüler, vatanı yok etmek isteyenlerin sinsi hareketlerini görebiliyor ve ellerindeki bütün imkanlarla bunu millete, hükümete, yukarıya duyurmağa çalışıyordu.
Hükümet tam manasıyla kozmopolitken ve “Türk” kelimesini aşağı yukarı “Hitit” anlamında kullanırken, yüksek mevki sahipleri arasında yalnız bir tek kişi, merhum Mareşal Fevzi Çakmak, Türk ırkçılığı yapıyordu. Onun zamanında bütün askerî okullara alınan öğrencilerin Türk ırkından olması, nizamnamelerle şart koşulmuştu. Ders yıllarının başında, askerî okulların öğrenci almak için gazetelere verdiği ilânlarda bu ırk şartı herkes tarafından okunurdu. Irka o kadar ehemmiyet verilirdi ki Türkiye’nin bazı malûm bölgeleri halkından olan çocuklar askerî okula alınmazdı. Hattâ okula girmesinden uzun bir zaman sonra, annesi Ermeni dönmesi olduğu için çıkarılan bir çocuk, Yüceülkü Lisesinde benim talebem olmuştu. Hiç şüphesiz Balkan, Birinci Cihan, ve İstiklâl savaşlarının verdiği acı dersleri unutamayan Mareşal Çakmak bu sert, fakat çok yerinde kararı ile vatanın emniyetini saklamak, güç durumlarda başımıza gelmiş olan ihanetlerin de tekrarlanmasını önlemek istiyordu. Onun bu isabetli kararı askerî okullar dışında da yavaş yavaş tatbik olunmağa başlamıştı. Mesela Zonguldak’taki orta dereceli Maden Mektebi ile Hemşire Okulu da Türk ırkından öğrenci seçmeğe başlamışlardı. Bu sebeple Türkçülerin, Mareşal Fevzi Çakmak’a karşı sevgi ve saygıları vardı.
Ordu Türkçü idi. Yani hem ırkçı, hem Turancıydı. Gerçi şatafatlı bir ülkücülük yapılmıyor, fakat fikrî ve manevî hazırlık tamamlanıyordu. Memlekette gözükmiyen, fakat kendisini şiddetle duyuran bir Türkçülük esiyordu. Mazide tarihî hakikat olan şeylerin atide de tarihi hakikat olabileceği düşüncesi beyinlere girmiş, gönüllere yerleşmişti. Komünizm bütün faaliyetine ve tahribatına rağmen Türkçülük öyle bir baskı yapıyordu ki nihayet bu baskının tesiriyle Başbakan Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos 1942 günü, Millet Meclisindeki bir söylevinde aynen şöyle demişti:
“Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir”.
Bu parlak cümlelerde İsmet Paşanın bir telkini olacağını umuyordu. Çünkü ırka değer verdiği nisbette “vicdan ve kültür” diyerek Türk ırkından olmayanları da bu topluluğa kabul etmek, yani hem nalına, hem mıhına gitmek ona yaraşırdı. Bundan başka, bu sözleri Saraçoğlu gönlünden ve vicdanından koparak söyleseydi, 1944’te Türkçüler aleyhinde fırtına koptuğu zaman bir ölü sessizliğiyle susmaz, hiç olmazsa sıhhî sebepler dolayısıyla istifa ederdi. Tabiî, vicdanlı bir adam idiyse...
Bunu böylece belirttikten sonra Saraçoğlu’nun parlak cümlelerindeki bir yanlışı da düzeltmek yerinde olur. Şöyle ki: Kan meselesi veya kültür meselesi olan nesne Türkçülük değil, Türklüktür. Saraçoğlu Türkçe’yi bilseydi, yahut bu söylevini daha önce bana düzelttirseydi, yukarıki ibare ya : “Bizim için Türklük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” şeklini alır, yahut da mutlaka “Türkçülük” kelimesini araya katmak istiyorsa : “Bizim için Türkçülük prensibi bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” kılığını alırdı.
Yine sırası gelmişken arzedeyim ki Saraçoğlu’nun parlak cümleleri bilimsel bakımdan yanlış olmakla beraber biz Türkçüler bundan çok hoşlanmıştık. İlk defa bir Başbakanın milliyette kan meselesinden bahsetmesi, Türklük aleyhinde kırk türlü gösterinin beyinleri bulandırdığı bir çağda, gönüllere ferahlık verecek bir belirtiydi. Gerçi ben, Saraçoğlu’nun Adalet Bakanı olduğu günlerde, Nazım Hikmetof aleyhinde yazdığım broşür dolayısı ile beni mahkemeye verdirdiğini unutmamıştım. Fakat siyaset adamları için, bizim memlekette, fırıldak gibi dönmek, yani fikir değiştirmek olağan nesne olduğundan, geçici de olsa şu şimdiki demeçten sevinç duymağa imkan yoktu.
İnsanlar o kadar çabuk fikir değiştiriyor ve zıt fikirleri öyle bir ustalıkla savunuyorlardı ki, şaşmamak kabil değildi. Hattâ bir gün bu konu üzerinde konuşurken o zaman henüz doçent olan bir devşirme profesör, kendisi de sık fikir değiştirdiği için, aynı fikirde sabit kalmanın imkan olmadığını, değişmenin yaşama belirtisi olduğunu, aynı halde ancak ölülerin kalabileceğini ileri sürmüş ve “Hayat tekâmülden ibarettir” vecizesini söylemişti. Ben de şu cevabı vermiştim:
“Tekâmül aynı çizgi üzerinde olur. Elma çekirdeği tekâmül ederken elma ağacı olur. Fakat tekamül eden bir kabağın elma olduğu görülmemiştir. Kendi çevresini aşan bir tekâmüle tekâmül değil, soysuzlaşma denir”
zamanımızda, fikir anlamında türlü soysuzlaşmalara rastlıyoruz. Fakat bir defa soysuzlaşan artık soysuz kalıyor, düzelmesi imkânı bulunmuyor. Lâikliğin din düşmanlığı, halkçılığın komünizm, asrîliğin milliyet aleyhtarı olması gibi... Soysuzlaşmalarda bir de öyle hımari inat hasıl oluyor ki demiryolunun üzerinde bacaklarını gerip duruyorlar ve karşıdan katar son hızla gelmekte olduğu halde yerlerinden kımıldamıyorlar. Köy enstitülerinin komünizm ve ahlâksızlık yuvası haline geldiği, bunların birinde Türk bayrağının lâğıma atıldığı, kendilerine söylendiği, gösterildiği, isbat olunduğu halde hâlâ durup durup : “Köy enstitüleri niçin kapatıldı?” diye soruyorlar. Köy enstitüleri yerine Öğretmen Okulları açıldığı, bunların sayısının ötekilerden çok fazla olduğu, bu okullarda milliyetçi bir hava estiği, komünizmin temizlendiği söylendiği halde bunları hiç işitmiyorlar. Yine durup durup arsız ve ahmak çocukların tutturdukları birşeyi ikide bir tekrarlamaları gibi “Köy enstitüleri niçin kapatıldı?” diyorlar.
Böyle aydın kişilerle tartışma yapılabilir mi? Bunlar ya maksatlı yahut maksatsız ahmaktır. Her şıkta bunlara ancak falaka atılır.
Başbakan Saraçoğlu’nun parlak cümleleri söylemesinden sonra hiç şüphesiz Türkçülerin mânevî gücü artmıştı. Binlere yıldan beri devlete bakan, devlet başındakilerin kalıbını almağa alışmış bulunan milletimizde yukarı makamlarda bulunanların şu veya bu şekilde davranışları sevinç veya üzüntü yaratır.
Biz de aynı duygu ile sevinçliydik. Saraçoğlu’nun bu sözleri Türkçü dergilerde ve Türkçüler arasında sık sık tekrarlanıyordu. Tabiî aramızdaki devşirmeler bundan huylanıyorlar, sanki biz öyle bir şey iddia etmişiz gibi “Kanda şuur olur mu?” diyorlardı.
“Kan sembolik bir şeydir. Kanda şuur olmaz ama kromozom ve genlerde atalarımızdan gelen ırsiyetler bulunur ve değişmeyen bu ırsiyetler bizim ırkımızı yaratır. Kahramanlık gibi mânevî meziyetler bile ırkın kuvvetine dayandığı için yine ırsîdir” diye cevap veriyorduk.
Dinleyen kim? Hemen şirretliğe başlıyorlardı: “Yirminci göbek babanın Türk olduğunu isbat edebilir misiniz? Kan ararsan aramızda kaç kişi Türk çıkar?” vesaire...
Bu adamlara kendiniz, babanız, dedeniz ve hattâ dedenizin babası Türk olduktan sonra yirminci göbek atanın Türk olmadığını isbatın kendilerine düştüğünü, isbat olunamıyan bir iddiayı kabul etmenin ilmî olmadığını söylemenin faydası olmazdı. Her Türk’ün yukarıki dedesinin gayr-i Türk olduğunu hemen kabul ettikleri halde bunun Türk olabileceğini kabule asla yanaşmazlardı. Sözün kısası bu devşirmeler ırkçılığa muarız değil, düşmandılar. Bizi yedi göbek saymayanı Türklüğe kabul etmiyorlar diye gözden düşürmeye uğraşıyorlardı. Kendisinden yabancı bir milliyet şuuru olmayanları kendimizden saydığımızı dinlemek istemiyorlardı. Hele, annesi gayr-i Türk olmağa hiç aldırmadığımızı, annesi Türk olmayan Yıldırım Bayezid’i milli kahraman sayıp onunla övündüğümüzü bilmemezlikten geliyorlardı. Tabiîdir ki bizim açık sözlerimizi, bütün tekrarlamalara rağmen anlamaktan aciz olan ahmaklarla uğraşacak değildik. O kara kargaları güzelim sesleriyle ötmekte serbest bırakıyor, kendi işimize bakıyorduk.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
ORHUN’UN YENİDEN ÇIKMAĞA BAŞLAMASI
İlk sayısı 5 Kasım 1933’te çıkmış olan aylık Orhun dergisi ancak dokuz sayı yayınlamış ve Bakanlar Kurulunun 14 Temmuz 1934 tarihli kararıyla kapatılmıştı. Gösterilen sebep: “Hükümetin iç ve dış siyasetine aykırılık”tı. Orhun milli tarihi tezi denilen ve bugün tamamıyla ortadan kalkmış olan gayrı ilmî tarih tezini şiddetle tenkit ettiği; Ali İhsan Paşanın bir mektubunu yayınladığı; Yahudiler, Fransızlar ve Mussolini aleyhinde sert yazılar koyduğu için kapatılmıştı.
1943’te Balıkesir’de kimya öğretmeni olan Reşide Sançar adına pek büyük güçlükle imtiyazını aldığımız “Türk Sazı” dergisinin Mayıs 1943 tarihinde ilk sayısının çıkacağını ve “Türk Sazı”nın Atsız Mecmua ile Orhun’un devamı olduğunu gazetelerde ilân ettik. Fakat Ankara’dan telgrafla gelen bir emir üzerine dergi satışa çıkmaktan menolundu.
Türkçülüğe bir dare daha vurulmuştu. Zarar hem manevî, hem de maddî idi. O zamanki Basın Kanununa göre dergisi kapatılan kimse başka bir dergi çıkaramazdı. Ben dergi çıkaramıyacağım için Nejdet Sançar adına imtiyaz almağa uğraşmış, bu da tafsili lüzumsuz küçük hilelere maruz kalarak bu imtiyazı almaktan ümidini kesince nihayet Reşide Sançar adına bir imtiyaz alabilmiştik. Fakat işte o aldığımız da böyle suya düşmüş oluyordu.
Bu durum karşısında, sebep araştırmak ve hakkımızı korumak için Ankara’ya gittim. Ankara’ya ilk gidişimdi. O zaman Konservatuar Müdürü olan arkadaşım Orhan Şaik Gökyay’a konuk olarak onun aracılığı ile Matbuat Umum Müdürü Selim Sarper ve İç Matbuat Müdürü Server İskit’le görüştüm.
Selim Saroer beni nezaketle karşıladı ve “Türk Sazı”nın niçin kapatıldığı hakkındaki soruma:
“İmtiyazı Balıkesir’de olduğu halde İstanbul’da basıldığı için” diye cevap verdi. Bu bir savuşturma cevabı idi. Dedim ki:
“Vaktiyle Edirne’de çıkan Orhun da İstanbul’da basılıyordu. Bu mahzur olsaydı o zaman da müsaade olunmazdı. Hem de Matbuat Kanununda, derginin ancak imtiyazının alındığı şehirde basılacağına dair bir madde yok.”
“Reşide Sançar kimya öğretmeni olduğu halde dergi edebîdir. Matbuat Kanununa göre öğretmenler ancak meslekî dergi çıkarabilirler” dedi.
Buna şöyle cevap verdim:
“Bundan maksat öğretmenlerin siyasî dergi çıkarmamasıdır. Yıllarca halk bilgisine ait bir meslek dergi çıkaran Halit Bayrı, belediye memurudur. Kimse ona, sen ancak belediye işlerinden bahseden dergi çıkarabilirsin demedi. Hem de bir kimya öğretmeni pekâlâ bir kültür dergisi çıkarabilir ve bilgisi buna elverişlidir.”
Bunun üzerine Selim Sarper, baklayı ağzından çıkardu:
“Gazetelere verdiğiniz ilânda Türk Sazı’nın Atsız Mecmua ile Orhun’un devamı olduğunu yazdınız. Orhun, hükümet tarafından kapatılmıştır. Kapatılmış bir derginin devamını nasıl çıkarabilirsiniz?”
İşin içyüzünü anlayınca şu cevabı verdim:
“Orhun’un devam demek onun fikirlerinde yürüyecek demektir. Zannedersem bunun için de bir kanunî bir engel yoktur”.
Selim Sarper, birdenbire samimî bir tavırla sözü biraz başka tarafa çevirdi ve:
“Azizim! Türk Sazı üzerinde neye ısrar ediyorsun? Bu muvazaadan vazgeçsen de yine Orhun’u çıkarsan olmaz mı?” dedi.
Orhun’un yeniden çıkması için Bakanlar Kurulunun müsaade vermesi gerekiyordu. Halbuki Bakanlar Kurulunda sayın ve pek değerli dostum Hasan Âli Yücel vardı ki ben dergi işleriyle falan uğraşıp da yorulmayayım diye buna engel olacağı muhakkaktı. Bu düşüncemi Selim Sarper’e bildirdim.
Selim Sarper, Bakanlar Kurulundan gerekli müsaadeyi alacağına dair bana söz ve teminat verdi. Artık benim için, yapacak iş kalmamıştı. Gereken resmî ve kanunî müracaatı yaparak İstanbul’a döndüm.
Selim Sarper dürüst hareket etti: Birkaç gün sonra Orhun’un yeniden çıkması hakkında izin İstanbul’a geldi. Bu iznin nasıl alındığını bilmiyorum. Selim Sarper bir umum müdürdü. Bakanlar Kuruluna tesir etmesi için herhalde Başbakan Saraçoğlu’nun çok inandığı ve güvendiği kişi olması lâzımdı. Aldanmıyorsam Hariciye mensupları arasında en değerlilerinden biridir ve günlük siyaset dalaverelerinden uzak kalarak devlete hizmet etmiştir.
Orhun, 1943 Ekimde çıkmaya başladı. Ekim nüshası 10’uncu sayı olacaktı. Çünkü evvelce kapatıldığı zaman 9’uncu sayıda kalmıştı.
“Türk Sazı”ndaki yazılardan çoğunu Orhun’a aktardım. 1 Aralık 1943 tarihli 12’nci sayısında 12 sorulu bir anket açtım. O zamanın ve her zamanın meselelerine, dertlerine ve duygularına temas eden bu soruları aynen buraya da alıyorum. Çünkü bunlar Halk Partisini çok ürkütmüştü:
Türk milliyetçiliği deyince “Türkçülük, Anadoluculuk ve Türkiyecilik”ten hangilerini düşünüyorsunuz?
Türkçülüğün baş unsuru size göre ırkçılık mıdır, kültür müdür, vatan mıdır, devlet midir?
Türkiye’de Türklük aleyhinde bir fikir cereyanı var mıdır? Varsa nedir?
Irkları üstün ve aşağı olarak ayırmağa taraftar mısınız? Taraftarsanız üstünlük sebepleri olarak kahramanlık, savaşçılık, ahlâk, sanat, zeka, ilim, teknik, din vesaireden hangilerini görüyorsunuz?
Yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet olduğunu kabul ediyor musunuz?
Geçmişe sövmek ve gelenekleri inkâr etmek sizce neden ileri gelmektedir?
Türk ırkına kötülüğü dokunan milletlere karşı öç beslemek millet için faydalı mıdır, değil midir?
Türk’e gerçekten dost olan bir millet tanıyor musunuz? Tanıyorsanız hangileridir?
Herhangi bir yabancı millete karşı hayranlık ve taraftarlık sizce nedir?
Savaşı mutlak bir felâket olarak gösteren yayınlar sizce millî ruh bakımından doğru mudur, değil midir?
Türk milletinin güçlenmesi için okullarda askerî bir terbiye sistemine mi, yoksa beşerî bir terbiye sistemine mi taraftarsınız?
Kendi milletimizin küçük menfaatleri için, insanlığın büyük menfaatlerini fedaya taraftar mısınız?
Derginin kapatıldığı 16’ıncı sayısında, o zamana kadar cevapları yayınlanmış olan 74 kişiydi. Yetmiş dördüncü cevabın altında şu imza vardı:
Bekir Berk (Liseli)
Evet, bu imza günümüzün ünlü ve ateşli avukatlarından Bekir Berk’in imzası idi ve kendisi o sırada (Nisan 1944) Balıkesir Lisesinde öğrenci bulunuyordu.
Ankete katılanların büyük kısmı, imzalarının yanına mesleklerini de koymuşlardı. Bu bakımdan ilgi çekiciydi. Şöyle ki bu 74 kişi arasında 13 öğretmen (lise,orta,ilk), 3 üniversite öğretmeni (2 profesör, 1 doçent), 11 yüksek tahsil öğrencisi, 21 liseli, 4 doktor, 2 veteriner, 2 subay, 1 erbaş (astsubay), 1 er, 5 memur, 1 ressam, 8 emekli, 2 tane de dergi sahibi bulunuyordu.
Aralarında o günün ve bugünün tanınmışlarından bir hayli kimse vardı ve ezici çoğunluk ırkçı ve komünist düşmanı idi. Bir iki istisna ile hemen herkes yeryüzündeki bütün Türkleri tek millet sayıyordu. Dergi kapatıldığı zaman daha yayınlanmamış pek çok cevap hazır bulunuyor, bunlar da ruh ve karakter bakımından öncekilere benziyordu.
Orhun kısa zamanda Türkçülüğün organı olmuştu. Kağıdı ve baskısı da oldukça iyi olan dergide ilmî ve millî kaliteli yazılar çıkıyor ve bu yazılar Türkçü bir nesil yetiştiriyordu. Bilhassa merhum doktor Mustafa Hakkı Akansel ile Nejdet Sançar’ın Türkçülük ülküsü üzerinde yazıları çok kuvvetliydi. Kimselere dalkavukluk etmiyen, kimseden yardım istemeyen bir dergi olduğu için Orhun, ülkücü insanlar tarafından tutuluyor, gönüller Türklük ateşiyle tutuşuyordu, adeta memlekette millî bir romantizm havası esiyordu.
İsmet İnönü’nün büyük suçu, Türkçülüğü düşman bilerek bu romantizmi yıkmağa çalışması olmuştur. Halbuki Türkçülük, o zamana kadar İsmet Paşaya düşman değildi. Hattâ aile babasıdır diye onu biraz tutuyordu bile. Fakat o, bunu anlayamadı. Tarihin asla bağışlamıyacağı bir suç işleyerek Türkçülüğü yıkmağa çalıştı. Türkçüler takım takım hapislere girdiler ama Türkçülük yıkılmadı. Yıkılan kendisi oldu.

 
Üst