II. Abdülhamid devrinin "Devri İstibdad" olduğu söylenmektedir.

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
II. Abdülhamid devrinin "Devri İstibdad" olduğu söylenmektedir. Bu iddia doğru mudur ve gerçekten II. Abdüihamid’in şahsî idare devrinin temel özellikleri nelerdir? Özellikle ittihâdı İslâm siyâsetinin bu idarede rolü var mıdır?




Abdülhamid devrine devri istibdad adını verenler, sadece ve sadece onun muhalifi olan ittihâdcılardır. Ancak Meclis’in kapatılması meselesinde ifade etttiğimiz gibi, Sultân Abdülhamid, tarihin kanunlarına uyarak, Osmanlı Devleti’ni yıkılmaktan ve parçalanmaktan kurtulmak için, Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle, "mecburî, cüz’î ve yanlış olarak tamamen kendisine isnâd olunan hafif istibdâd’"a mecbur kalmıştır. Peki 30 yıl devam eden ve dünyanın muazzam bir parçası üzerinde hâkim olan bu şahsî idarenin özellikleri nelerdir?
Evvela, yanlış anlaşılan bir hususun altını çizmemiz gerekmektedir. Eğer Abdüihamid’in hükümetlerinin ve devlet ricalinin yaptığı bir istibdad varsa, bunu, dünyadaki baskı idareleri ile ve özellikle de İttihâd ve Terakki Partisinin uyguladığı oligarşik istibdad ile kıyaslamak mümkün değildir. Zira batıda istibdad deyince, bir şahsın veya grubun yargı, yasama ve yürütme güçlerini kendinde toplaması manası anlaşılır. Halbuki II. Abdülhamid devrinde, yargı tamamen şer’î hükümler çerçevesinde ve kadılar veya hâkimler tarafından yürütülmüştür. En çok tenkit edilen Yıldız Mahkemesi meselesi, ayrıca izah olunacaktır. Yasama ise, 1876’da Kanunı Esasi kabul edilmeden evvelki gibi, Tanzimat devrinin temel özelliği olan Meclisler eliyle yürümüştür. Hatta bazı hukukçular, tamamen ehliyetsiz kişilerden oluşan Meclis yerine, hukukçuların teşkil ettiği bu tarz meclisleri tercih etmektedirler. Gerçekten de bu dönemde yasama gücü, Divanı Ahkâmı Adliye ve Şûrâyı Devlet tarafından kullanılmıştır. Bazan Meclisi Vükelâ ve kurulan Meclisi Mahsûslar da bunlara yardımcı olmuşlardır. O zaman geriye sadece yürütme gücü kalmıştır. II. Abdüihamid’in yürütme gücünü, kendi kontrolündeki Meclisi Vükelâ ve özellikle de devleti korumak için kurduğu Hafiye Teşkilâtı ile birlikte yürüttüğü doğrudur. Ayrıca sadrazamı ve nazırları, kimseye danışmadan azil ve nasb etmesi, yürütmedeki tek güce misâl olarak verilebilir. Bu noktada, Meclisi Meşveret usulüne riayet etmediği için, bazı İslâm âlimleri de onun zamanındaki icrââtlara istibdad yaftasını vurmuşlardır. Netice olarak, Abdüihamid’in devrini, bütün hak ve hürriyetleri askıya alan bir baskı rejimi manasında istibdad devri diye vasıflandırmak mümkün değildir.
İkinci olarak, Sultân Abdülhamid, 30 yıl devam ettirdiği bu idareyi kaba kuvvete dayandırmamıştır. Onu istibdâd ile suçlayan İttihâdcılar, asıl kendileri kaba kuvvetle istibdâd idaresini sistematik hale getirmişlerdir. Elbette ki Osmanlı zabıtası denilen polis iş başında olmuştur; hafiyye tabir edilen istihbarat elemanları işe karışmıştır; ancak II. Abdülhamid, orduyu iç siyâsette asla kullanmamıştır ve en önemlisi de muhalifleri için sürgün cezasından başka bir yola başvurmamıştır. Orduyu sadece devlete isyan eden isyancılara karşı (Ermeniler gibi) kullanmıştır. İç siyâsette orduyu kullanmak, İttihâdcıların marifetidir.
Üçüncü olarak, Sultân Abdülhamid, şahsî idaresini devam ettirmek için, asla idam cezasına ve suikast sistemine başvurmamıştır. En azılı muhaliflerini bile, nadiren ve hafif hapis cezalan ile susturmak yoluna gitmiştir. Siyasi olan bütün hapis cezaları, kısa bir müddet sonra, mecburî ikamete çevrilmiştir.
Dördüncü olarak, Sultân Abdülhamid’in şahsî idaresini devam ettiren tek unsur, müstakim bir hayat yaşaması sebebiyle halk nazarında veli kabul edilerek itibar edilmesi ve bütün dünya Müslümanlarının halifesi unvanıyla çok büyük bir prestije sahip olmasıdır. Saltanat itibariyle 30 milyonu ve Osmanlı Devleti’nin temsil eden Abdülhamid, hilâfet itibariyle de 300 milyonluk bütün İslâm âlemini temsil ediyordu. Abdülhamid’in hilâfet ve ittihâdı İslâmı kullanmaktaki dehası, dostları ve düşmanları tarafından kabul edilen müstesna bir özelliğidir. Halife sıfatıyla yeryüzünde Allah’ın gölgesidir ve Müslümanların en güçlü insanıdır. Düşmanları onu yıktıkları zaman, bütün İslâm âlemini yıkacaklarının farkındaydılar. Padişahlıktan düşürüldükten sonra meydana gelen olaylar, onun politikasının ne kadar gerçekçi olduğunu ispatlamak için yeterli delildir.
Beşinci olarak, Abdülhamid, icradaki gücünü sonuna kadar kullanmıştır; onun zamanında imar ve maarif alabildiğine ilerlemesine rağmen, basın ve yayına koyduğu sansür, devrinin mühim özelliklerindendir. Hele teşkil ettiği hafiyye teşkilâtı, özellikle son zamanlarına doğru, can yakmaya ve lüzumsuz sürgünlere sebep oluyordu. En çok önem verdiği hususlar, birinci derecede maarif ve ikinci derecede bayındırlıktır. Hatta onun muhalifi olan Hüseyin Câhid, "İmar ile siyasi iktidar mümkün olsaydı, Abdülhamid, hayatının sonuna kadar tahtta kalırdı" demiştir. 33 yıllık saltanatı içinde, okuma yazma ortalama beş misli artmıştı.
Altıncı olarak, onun şahsî idaresinin devam etmesinin sebeplerinden biri de, halkın Abdülhamid zamanında hayatından memnun olmasıydı. Halk devletin iyi yönetildiğine ve meşru sahibinin elinde olduğuna gönülden inanıyordu. Onun için aleyhteki faaliyetler etkili olamıyordu. Enflasyon sıfırdı. Hayat inanılmaz derecede ucuzdu. Evler çok ucuzdu. Kendisi bütün dinî vazifelerini yerine getirdiğinden, dindar halk da kendisine çok bağlıydı. Müslümanlar, Abdülhamid’i candan sevdikleri gibi, gayri müslimler de, onun saygın bir şahsiyet olduğuna inanıyorlardı. Çünkü dünyada açlığın ve sefilliğin hâkim olduğu bir devirde, Osmanlı vatandaşı, huzur içinde yaşıyordu. Osmanlı ülkesinde Türklerden sonra ikinci Müslüman nüfusu teşkil eden Araplar, Sultân Abdülhamid’e âşık idiler ve kendileri de kavmı necîb olarak mu’âmele görüyorlardı. Müslüman Kürdler de, kendilerini Ermenilere karşı koruyan Abdülhamid için canlarını fedaya hazırlardı. Ayrıntılı bilgi isteyenler, Yılmaz Öztuna’nın Abdülhamid’le alakalı yazdıklarına bakabilirler.
Yedinci olarak, Sultân Abdülhamid’in elbette ki muhalifleri de vardı. Bunlar şunlardır:

a) Avrupa’da tahsil gören bazı gençler ve genç subaylardır. Buna Galatasaray Mektebi gibi seçkin okullarda okuyanları da katmak gerektir. Aleyhindeki ilk propaganda yapanların, Rusya’dan gelen gençler, Avrupaî hayat yaşayan ailelerin çocukları, Arnavudlar gibi Türk olmayan aile çocukları olması dikkat çekmektedir,
b) Avrupalılar, milyonlarca Hıristiyan’ı pençesinde tuttuğu, hilâfet sıfatıyla Müslümanlar üzerindeki manevi nüfuzunu kullandığı ve güttüğü dış politika ile Hıristiyan devletleri birbirine düşürdüğü için, Abdülhamid’i asla sevmiyorlardı,
c) Filistin’i kendilerine satmadığı için Yahudiler ve Müslümanları kırdırtmadığı için de Ermeniler Abdülhamid’i sevmiyorlardı.
d) Hicaz demiryolu ve Bağdad demiryolu ile petrol bölgelerini onların elinden alan Abdülhamid, İngilizler ve Fransızlar tarafından da asla sevilmiyordu. Kısaca dinini ve vatanını sevenler, II. Abdülhamid’i seviyor; ama bu iki değere düşman olanlar Abdülhamid’i sevmiyorlardı.

Son olarak, son zamanlarda hafiyye teşkilâtının olur olmaz jurnallerle bazı zulümlere girişmesi ve 30 yıldır devam eden şahsî idare devrinin ister istemez bir nevi istibdada dönüşmeye başlaması, Mehmed Akif gibi bazı İslâm âlimlerinin de, İttihâd ve Terakki Partisini tasvip etmemelerine rağmen, Abdülhamid’e bazı ikazlarda bulunduklarını ve hatta hürriyeti şer’iyyenin ilanı için bazı yazılar kaleme almalarını da burada kaydetmeliyiz. Kısaca Saray’da Hünkâr, halk arasında Padişah, resmen Hâkân, İslâm âleminde Halifei Rûyı Zemîn ve Emîr’ül-Mü’minîn olan II. Abdülhamid, nev’i şahsına münhasır bir idare tarzı kurmuştu.
 
Üst